28 Ocak 2012

siyaset hayatlarımızın neresinde? -zelha-

siyaset


hayatlarımızın neresinde?





Gündelik yaşamın sürükleyen rutininden kopup "boş" kaldığınız anlarda, hele de sistemle entegrasyonunuz kendinize yapacak bir iş, oyalayıcı bir uğraş bulamayacak kadar bozulmuşsa, içine düştüğünüz derin boşluğun sizin içinizdeki boşluk olduğunu görmekten haz etmeyebilirsiniz. Bu durumda, radikalliği sık sık tartışılan bir gazetenin neredeyse bütün bir ikinci sayfasında tanıttığı, şehirli insanı sanatsal faaliyetlerle rehabilite etme programı -bu hizmet karşılığında bin dolarlar ödeyebilecekseniz- derdinize deva olabilir. Eğitimlerini yurtdışında cilalamış iki cin kadının profesyonel kılavuzluğu sizi streslerinizin ve bunalımlarınızın hastalığa dönüşmesi tehlikesinden korumayı vaat ediyor; bir nevi koruyucu hekimlik yani. Profesyonellerimizin gazetedeki fotoğraflarında görülen güvenle pekişmiş mütebessim halleri reklamlarda görmeye alıştığımız türden.

Peki ya, profesyonel hizmetlerin bu boşluktan beslendiğini, en önemlisi de bu boşluğu beslediğini düşünüyorsanız ve her acabanızın altından bir model olarak sistemin kendisi çıkıyorsa... İşte o zaman bir soru daha netleşerek öne çıkıyor: Hayatımı gasp ettiğini düşündüğüm bir toplumsal örgütlenme modeli, kendisine karşı çıkabilmenin tek yolu olarak benzeri bir örgütlenmeyi dayatıyorsa ne yapabilirim?

Böyle bir soru kuruluş itibarıyla bir çıkışsızlığa işaret ediyor gibi. Hani neredeyse sorunun sonunda görünmez bir "ki" kelimesi var da her an mazerete dönüşmenin sınırlarında dolaşıyor. Belki tespitlerle birbirine bağlanmış
bu soruyu kabaca parçalara ayırırsak ve biraz daha anlaşılır biçimde açarsak rasyonel kafaları tatmin edecek bir cevaptan daha anlamlı sorular ve ipuçları elde edebiliriz.

Hayatımız gasp ediliyor; yaşamak adına hayatlarını gasp ettiklerimiz tarafından... Her gün 24 saat birbirimizin hayatlarından çalıyoruz. Ve ne kadar çok yitirmişsek hayatımızdan, o kadar müsrifçe harcıyoruz hayatları. İntikam alırcasına, hınçla. Gücümüzü aynı düsturdan alıyoruz: “İnsan her şeyin en iyisine layıktır.” Ne derece insan olduğumuzu hissedebilmek için ayakkabı, sandalye, yatak-yorgan, incik-boncuk, ıvır zıvır makinesi kalıbına dökülmüş hayatları alıyoruz, memnuniyetsiz bir edayla, gözümüz daha fazlasında, daha iyisinde, daha dahasında. Oysa bir banka, “daha”nın yegane sermayesinin hayatlarımız olduğunu kenarından bir ısırık alınmış simit resminin bulunduğu afişinde hırstan körelmiş gözlerimize sokarcasına duyuruyor: “Öğle tatilinde de çalışıyoruz!” Neredeyse tüm uyanık saatlerine el konulmuş hayatların öğle saatlerinden de çaldığımızda bu tatminsizliği ne doyurabilir, acısı ne kadar daha’yla dinebilir? Ya da kendini toplumsal olana feda etmiş olmanın “haklı” fütursuzluğuyla hangi toplumcu teori başedebilir? Öyleyse, hayatımı istiyorsam, başkalarının hayatlarını kullanarak yaşama lüksünden vazgeçmeli. Bu mümkün mü?

Görünen o ki, pek kolay değil: o hayatlara ihtiyacım var; yaşayabilmek için. Üretebildiğim, ihtiyaç duyduklarımın yüzde biri bile değil. Sistem çoğu kez bir tek mamulü bile tek bir kişinin üretmesine izin vermiyor. Bu tür bir toplumsal örgütlenmenin devamının en ciddi güvencelerinden biri bu. Her bir kişi onlarca, yüzlerce şeyi kullanırken, tüketirken en iyi ihtimalle bir iki şey dışındaki her şey için başkalarına, başka hayatların 20-30 yıl boyunca öğüre öğüre aynı şeyi daha mükemmel, daha hızlı, daha çok yapmasına muhtaç. Mükemmeli arzulayan, daha fazlasını, çok daha fazlasını talep eden, buna layık olduğunun bilgisiyle huysuzlaşan, huzursuzlaşan insan, insanlık adına mükemmele yaklaşıldıkça bir birey olarak bağımlılaştığının, zavallılaştığının ne derece farkında? Eğer hâlâ değilse ben bu oyunu oynamayacağım, hayatımı geri istiyorum dediği anda yaşamını idame ettirmenin ne koşullarına ne bilgisine ne de becerisine sahip olduğunu görecektir.

Aynı tür örgütlenmenin ülkeler arasında, sektörel bazda hayata geçirilişini Sovyetler Birliği deneyiminde görmüştük. Her bir ülke işbölümü mantığına göre üretimin farklı bir kısmıyla meşguldü; kabaca örneklersek kimi tarım, kimi sanayi, kimi enerji üretimi vs. Moskova’ya bağlılığın ve düzenin devamının herkesin hayrına olduğu bir birlikti bu. Birlik dağıldığında ise, bağımsızlığını ilan eden her bir ülke kolunu, bacağını, gözünü, iradesini yitirmişçesine bocaladı, bunalım yaşadı. Hâlâ da bunun acıları sürüyor.

Evet, bizim karşı karşıya olduğumuz durum da en az bu denli vahim. Bireysel olarak üretim sürecinin dışına çıkılabilir ama köprü altları, metruk binalar size ancak barınak sağlar. En nihayetinde kendiniz üretemeyeceğiniz için ya dilenmek ya da çalmak durumunda kalırsınız. Örgütlenip çoğalarak şehirlerde kendimize yaşam alanları açarız ve buralarda kendimiz için üretiriz diyorsanız, bunun imkânları üzerine tartışabiliriz. Ancak bundan önce dikkate alınması gereken çok daha önemli bir konu var: Şehirler sanayinin ihtiyaçları doğrultusunda oluşmuştur. Ülkenin, hatta artık dünyanın her yerinden sökülüp getirilen yeraltı ya da yerüstü kaynakları, alındıkları yerlerdeki hayatın kurutulması pahasına sanayinin kalbi durumundaki şehirlere akmaktadır. İnsan da -şehir için- bu kaynaklardan biridir sadece. Şehirlerdeki bu yığılma, toplumsal muhalefeti örgütlemeye çalışan yapıların da buralarda yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Gücün şehirlerde bu yolla birikimi, etkisini arttırmaktadır. Ancak, ideallerini bugünden hayata geçirmeyi veresiye cennetlere yeğ tutan bir anlayışın şehirlerde güç biriktirmesinin nedeni ne ola ki?

Öte yandan, diyelim ki, şehirlerde yaşamayı tercih ediyoruz. Bu nedenle de kendimize şehirlerde yaşam alanları açmaya çalışıyoruz. Burada iki önemli sorun var; ilki tercihimize dair: şehir yaşamı tam karşısında olduğumuz türden bir toplumsal örgütlenmenin üzerine oturur. İkincisi ise, şehrin olanaklarına dair; şehirler daha fazla kişiye ulaşmak ve bir araya gelebilmek için oldukça elverişli olmasına karşın, bu düşünceden etkilenen ya da bu düşünceyi benimseyerek bir araya gelen kişilerin gündelik yaşamlarını değiştirmelerine pek imkân vermez. Şehrin büyüklüğü ve insanlarının şehirliliği oranında, akla gelebilecek her şey için para kullanmak zorunda olunuşu -eğer finansmanı profesyonel kadrolara yaptırdığınız, işbölümüne dayalı bir örgütlenme modeli düşünmüyorsanız- hayat mücadelesinin tercihlerinizin önüne geçmesi sonucunu doğurabilir. Dayanışmayı öne çıkaran ve buna dayalı bir örgütlenmeyi çözüm olarak düşünebiliriz. Benzerlerine oranla, amaçlarımıza çok daha uygun bir modeldir. Ancak bu, paylaştığımız olanakları elde ediş biçimimizi ve ödediğimiz bedeli ortadan kaldırmaz.

Peki karşı duruş biçimleri nasıl bir evrim geçiriyor? Küreselleşme bize nasıl bir karşı duruş imkânı tanıyor?

19. yüzyıl, toplumsal yapıda bütünsel bir değişim tasavvurunun yapılabildiği, toplumsal örgütlenmedeki topyekün bir değişmenin insanların zihninde açlık, sefalet ve kargaşaya tekabül etmediği, insanların 10 yıl, 20 yıl sonrasında tam olarak ne durumda ve ne yapıyor olacaklarını bilebilmenin -bunalıma dönüşen- rehavetini henüz tanımadığı çağların sonuncusuydu. Satın aldığımız binlerce çeşit ıvır zıvırın toplamından yitirdiğimize benzer bir hayat kurabileceğimiz yanılgısı milyarlarca insanın zihnini ve bedenini esir almamıştı. Anlamını bile çözmekte zorlandığımız sözcüklerle ifade edilen bir takım meslekler katlanarak türemiyordu. Hükmetme zanaatı bilumum “loji” erbabının marifetiyle düşlerimize dek sızamamıştı ve ancak cürümü kadar yer yakabiliyordu. Aileden gelen bir iktidar ne kadar profesyonelse onu devirmeye çalışan bir devrimcilik de o kadar profesyoneldi.

Aradan koca bir yüzyıl geçti. Bir zamanlar gücünü toprak sahipliğinden alan feodaliteye karşı ileri bir aşama olarak desteklenen ve merkezileşip insana hükmettikçe güçlenen ulus-devletin hakimiyeti altındakilerin kurtarılması adına gücünden ve işlevlerinden feragate zorlanıyor. Ulusal ölçekte örgütlenmiş iktidar aygıtları küresel demokrasinin ince eleğine takılıp kaldı. Parçalanmakla ya da çöpe atılmakla yüz yüze. Ulusal parlamentoların halkın iradesini yansıtmaktan ne kadar da uzak olduğu ve kurum olarak ıslah edilemeyeceğine hükmediliverdi birden; hem de on yıllar boyu o parlamentoların belirlenmesinde bizzat emeği geçmiş “dış” güçler tarafından. Tepemizde teknokrat hükümet lafları dolanmaya başladı. Ancak, bugün küresel düzeyde bir siyasetin uygulanmasına hizmet edecek şekilde organize olmaya başlayan uluslarüstü iktidar aygıtlarının, siyasetçilerin popüler olup seçilebilmek için verdiği vaatlerle uğraşacak kadar ne esnekliği vardır, ne de -artık- ihtiyacı: küreselleşen dünyada dengeler en küçük bir kıpırdanıştan etkilenir haldedir. Siyasi irade uluslarüstüleşmek zorundadır. Tıkanan parlamento benzeri yerleşik temsil mekanizmaları, işlevlerini birer uzmanlaşma alanına dönüşen STK’larla (Sivil Toplum Kuruluşları) paylaşmaya zorlanmaktadır.

Uluslararası alanda ise, bunun mekanizmaları epeydir oluşmuş ve işlerlik kazanmıştır. Bizzat ulus-devletler eliyle uluslararası faaliyetleri organize etmesi fikriyle hayata geçirilen Birleşmiş Milletler türü örgütler bir süre sonra kabuk haline gelip etkisizleşmişler, bu tıkanıklık o zamana değin varlıklarını silik bir şekilde sürdüren NGO'ların (Hükümet/devlet Dışı Örgütler) Birleşmiş Milletlerin karar mekanizmalarına -rapor hazırlama, görüş bildirme, toplantılara, kurullara katılma gibi işler üstlenerek- katılmalarıyla aşılmıştır. Faaliyetleri -gökten zembille inmediğini bildiğimiz- bir takım fonlarla desteklendiği halde bağımsız çalışan bu örgütlerin bizim ülkemize de sıkça heyet göndermesinin tanığıyız.

Görünen o ki, yerel ya da uluslararası alanda faaliyet gösteren hükümet dışı bu örgütlerin üstlendikleri işlevler ve alınan kararlar üzerindeki ağırlıkları giderek artacaktır. Yani, klasik temsil mekanizmaları yoluyla işleyen bildik siyasetin yerini almaya adaydırlar.



Evet, zaman değişti

Koruma-kollama, eğitme, sağaltma adı altında baskılama, bastırma, eğme-bükme işlevleri yürüten Ulus-devletlerin revaçta olduğu dönemlerle beraber onun parlamento benzeri siyasi mekanizmalarının ve bu mekanizmaların yürüttüğü türden bir muhalefetin de yeri sallantıda. Aynı şekilde ve eşzamanlı olarak bütünsel bir “başka” toplum tasavvuruyla davranan ve karşısında olduğu güç gibi uzmanlaşmak durumunda kalan devrimciliğin de akıbeti aynı. Devrimden bahsedildiğini duyan bir muhalifin dudaklarının kenarında donup kalan alaycı ya da hüzünlü gülümseme tam da bu nedenle olabilir. Yoksa devrime yüklediği anlamın darbe benzeri bir iktidar değişiminden tümüyle farklı bir şey oluşundan değil. Ya da yeninin, “karşısında olduğu düzene benzeme” potansiyelini içinde taşıyıp besleyeceğini düşündüğünden de değil. Öyle ki, bütünsel bir değişimden istese de istemese de herkes için total bir değişim’in anlaşılıyor olmasını bile makul görerek tartışabilir. Ama, hayatımı istiyorum demenin haklarımı istiyorum demekten çok başka bir şey olduğunu bilir; başkalarının hayatlarını harcamaya bunca zorunlu ve bağımlıyken nasıl olup da bunu isteyebildiğine şaşar, belki aynı kaderi paylaştığını hatırlar, hüzünlenir. Zamanın değiştiğini bilir. Toplumsal devrimler çağı çok gerilerde kalmıştır, şimdi “yeni” sosyal hareketler çağıdır: Kadın hareketi, eşcinsel hareket, ekoloji hareketi, anti-militarist hareket, çocuk hakları hareketi, hayvan hakları, açlıkla mücadele ...

Bizimki gibi ülkelerde bu hareketlerin içinde yer alan insanlara çok ağır bedeller ödetilmiştir, hâlâ da ödetilmektedir. Bir savaş sürerken anti-militarist olmanın, halkı askerlikten soğutma suçu işlemenin; kadının neresini açsak da neresini kapasak türü ilmi tartışmalar yapan kelli felli adamların ekranlarda kapıştırıldığı Müslüman bir ülkede kadınım ve üstelik bildiğiniz gibi de değilim, olmayacağım demenin; erkekliği dillere destan bir milletin kendi cinsine ihanet etmiş bir erkek eşcinsel üyesi olmanın ya da bu muhteşemi reddetmiş bir kadın eşcinsel olmanın ne demek olduğunu üç aşağı beş yukarı kestirebiliriz. Ancak küreselleşen bir dünyada muhalefetin “yeni” aktörlerinin geleceği epey parlak görünmektedir.

Öyleyse bu tür hareketlerin yerel ve uluslararası faaliyetlerinin astronomik fonlarla desteklendiği ülkelerde gerçekleşenin benim istediğimle ne derece çakıştığına bakabiliriz. Feminist hareket kadının bir vatandaş olarak erkeklerle aynı (hatta kimi zaman pozitif ayrımcılık adına kayırılarak daha fazla) sosyal haklara, eşit hukuki haklara kavuşmasını sağlamıştır. Nitekim eşcinsel hareket de aynı şeyi eşcinsellerin heteroseksüellerle haklar bakımından eşitlenmesi yönünde dönüm noktası sayılabilecek (evlilik, ortak mülk edinme vs.) adımların atılmasını sağlayarak başarı kaydetmiştir. Çocuk hakları savunucuları ise çocukların, büyüklerin istismarı ve tasarrufundan kurtarılmasında büyük yol kat etmişlerdir. Anti-militaristler için vicdani ret hakkı tanınmıştır.

Devlet, polisi, adalet mekanizması ve ajan kurumları aracılığıyla kadını erkekten, eşcinseli heteroseksistten, çocuğu büyüklerinin baskısından ve tasarrufundan korumakta ve bu tehdide dayalı sahte barışın garantörlüğünü yapmaktadır. Ancak bundan çok daha güçlü ve yaygın bir biçimde doymazlığın geliştirici yanına vurgu yaparak yeninin, gencin, nicel olarak fazlanın yani hiyerarşiye dayalı değerlerin propagandasını en şık, en bilimsel yöntemlerle yapmaktadır. Peki bu tatminsiz, kışkırtılmış insanı, hukukla, polis zoruyla durdurmaya çalışmanın nafileliğini biz bile bilmiyorsak kim bilebilir? Bizi birbirimizden korumaya soyunan sistem bizi birbirimize düşürenle aynı değil mi? Batı Avrupa ülkelerinde insanlar arasındaki toplumsal bağların haklar ve sorumlulukların soğuk güvencesiyle nasıl parçalandığını, nasıl bu denli yalnızlaştıklarını ya da demokrasilerine nasıl bu kadar kör bir şekilde inandıklarını anlamaya çalışırken önümüze konulan geleceğe bakarak ürkmemek elde değil.

Öte yandan, haklar ve sorumluluklar düzeyinde bir eşitlenmenin bizi gündelik yaşamın öğütücü döngüsünden kurtarmak bir yana yalnızca yükümlülüklerimizin değil haklarımızın da esiri edebileceğini görebiliriz. Sistemin üzerinde serpildiği hukukun en temel prensiplerinden biri “kazanılmış hakların geri alınamazlığı”dır. Haklarının bilincinde, bilincinden yakalanmış bir hayat.

Asıl önemlisi, kaydedilen her bir başarı, kendi sırtındaki yükü bir başkasına yükleme, hatta yükün ağırlaşması sonucunu doğurabilir. Örneğin vicdani ret hakkının tanınması anti-militarist hareketin ivmesini düşürürken sistemin asker ihtiyacını gidermek üzere, yerine profesyonel katiller ordusu oluşturuldu. Feminist hareket, kadını cinsel tacizden koruyan hukuki düzenlemeleri elde etti, ancak aynı zamanda fahişelerin toplumsal statüleri de tanındı ve fahişelik haklarla korunan bir meslek olarak kabul edildi. Kadının sosyal yaşama katılabilmesi için kreşler açıldı, hayatı çocuk bakmakla geçen kadınlar türedi. Çocuklar büyüklerin istismarından korunurken koruyucunun istismarı ve çocuk üzerindeki tasarruf hakkı dikkatlerden kaçtı vs...

Eylemleriyle ülkemiz medyasında zaman zaman izlediğimiz bir çevreci örgüt, kararlarda söz sahibi olabilmek için mücadele ettiği petrol şirketine ortak olduğunda bunu infialle karşılayan sistem karşıtları, STK’ların ve uluslararası NGO’ların alınan kararlarda söz sahibi olabilmek için iktidar kurumlarıyla girdiği ortaklıklara daha sempatiyle yaklaşabilmektedir. Her durumda, sistem, sorunları kendi içinde ve makul talepler çerçevesinde çözmektedir.

Kapitalist sistem çok daha bütünsel ve kapsayıcı yapıya doğru evrilip siyasi irade uluslarüstüleşirken yerel tahakküm aygıtları, kirlerinden arındırılma çerçevesinde güçlerinden arındırılıyor ve küresel çapta alınan siyasi kararların uygulayıcısı “teknokrat hükümet” rolüne itiliyor. Muhalefet ise, her biri bir faaliyet alanına hapsolma ve daralma riski taşıyan uzmanlık alanlarında faaliyet göstermeye zorlanıyor. Kapitalist üretim sisteminin toplumsal örgütlenmesinin en temel prensibi olan işbölümü ve uzmanlaşma, muhaliflerine ya da karşıtlarına uzmanlaşmaya dayalı bir örgütlenmeyi -profesyonel devrimciliği, olmazsa STK’lar aracılığıyla hak mücadelesini- dayatıyor. Tümüyle sistem dışı olmak gibi bir şey söz konusu değil, ama bu döngünün dışına çıkılamaz mı?

Evet, buraya kadar bir yandan yazarken bir yandan da neyin nereye varabileceğini düşünmeye, kurgulamaya çalıştım. Bütün bunlardan neyi yapmaktan sakınmamız gerektiğine dair bazı ipuçları çıkabilirken ne yapabileceğimize dair bir ipucu çıktı mı?

Öncelikle bizi bunca bağımlılaştıran, bizi bir diğerimizin sisteme sadık bir biçimde çalışmasına ve üretmesine bağlı kılan bir toplumsal örgütlenmenin, teorisine en uygun şekilde işlediği yaşam alanları kuşkusuz şehirlerdir. Eğer sanayi ürünlerinden ve faturalı hizmetlerden azami oranda vazgeçebilirsek kendi tahılımızı, sebzemizi yetiştirebileceğimiz bir kırsal alanda bu bağımlılığın en aza indirilebilmesi mümkün gibi görünmektedir.

Ancak, bu yerleşimin benzerlerine esin kaynağı olabilmesi için gereken kanalların oluşturulması, kendi içine kapanmaması, üzerine kafa yormaya değecek bir konudur. Günümüzde iletişimin ağırlıklı olarak belli bir teknolojik donanımı gerekli kıldığı göz önüne alınacak olursa kendi içine kapanmama ancak alternatif araçlar ve yöntemlerle başarılabilir. Kuru metinlerle deneyim aktarmanın, periyodik bültenlerle haber trafiğine katkıda bulunmanın ötesine geçerek bizzat yüz yüze, görerek ve öğrenerek aracısız bir iletişim sağlanabilir. Böyle bir yöntem ilişkilerin sözler ya da yazılı metinler üzerinden kurulmasının üzerimizde yarattığı tahribatı yaşanmışlıklarla azaltabilecektir. En azından bir süre neyi nasıl hayata geçirmeli üzerine konuşacağız sadece. Belki zamanla, konuşmadan da anlaşabildiğimizin farkına varacağız. Şehirlerden gelen arkadaşlarımızın bakıp, dokunup koklayarak anlamak yerine sürekli sormasını, yaşamın bilgisine acilen ulaşma kaygısını eski bir hastalık olarak anacağız. Diyorum ya, belki... Başka insanların bir araya gelerek başka bir yerleşim oluşturmalarıyla mutlanıp onların istedikleri gibi bir şey olması için fiziksel destek sunacağız. Asıl dönüştürücü olanın varılacak yer değil, varmak için kat ettiğin yol olduğunu düşünüp deneyim aktarma meselesini, gerçekleşebilenlerin yüreklendirici etkisi olarak anlayacağız.

Belki de yaşadıklarımızın geçmişteki deneyimlerle en belirgin ortaklığı her adımda ayağımıza takılan, kimi kez duvarlaşan tahakküm aygıtları ve yerleşik zihniyeti olacak. Eh, yolda olmanın kazanılmış hakların güvencesinden özgürleşmek olduğunu şehirlerde öğrenmiştik.

Evet, yaşamak gerek. Kim bilir, belki de şu sözü edebiliyor olmaktan derin bir acı duyan birinin dediği gibi: “İnançlarım kadar genç, kuşkularım kadar yaşlıyım.”

Eğer istiyorsam, hiçbir şey için çok geç değil.



Zelha



Hiç yorum yok: