Ben de şu dünyaya geldim giderim
Kalsın benim davam divana kalsın
Muhammet Ali'dir benim vekilim
Kalsın benim davam divana kalsın
Yorulan yorulsun ben yorulmazam
Derviş makamından ben ayrılmazam
Dünya kadısından ben sorulmazam
Kalsın benim davam divana kalsın
Ben de vekil ettim bar-i hudamı
O da kulu gibi zulüm ede mi
Orda söyletirler bir bir adamı
Kalsın benim davam divana kalsın
Dolanıp çevrilip birgün gelirsin
Ettiğin işlere pişman olursun
Orda da mı Hızır Paşa olursun
Kalsın benim davam divana kalsın
Mümin müslim döşürür de cem olur
Anda sınık yaralara em olur
Kara taş erir de safi mum olur
Kalsın benim davam divana kalsın
Pir Sultan Abdal'ım dünya fânidir
Giden adil beyler gelen ihvandır
Kırkların divanı ulu divandır
Kalsın benim davam divana kalsın
YABAN'CI
"geçme namert köprüsünden ko aparsın su seni"
17 Mayıs 2025
divana kalsın
demedim mi
Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi
Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi
Çıkalım meydan yerine
Gidelim Ali seyrine
Canı başı Hak yoluna
Koyamazsın demedim mi
Pir Sultan Ali şahımız
Hakka ulaşır rahımız
Oniki imam penahımız
Uyamazsın demedim mi
18 Eylül 2024
geldi geçti ömrüm benim, Yunus Emre
Geldi geçdi ‘ömrüm benüm şol yil esüp geçmiş gibi
Hele bana şöyle gele şol göz açup yummış gibi
İşbu söze Hak tanukdur bu cân gevdeye konukdur
Bir gün ola çıka gide kafesden kuş uçmış gibi
Miskîn Âdem oglanını benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter yire tohum saçmış gibi
Bu dünyede bir nesneye yanar içüm göyner özüm
Yiğid iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi
Bir hastaya vardunısa bir içim su virdünise
Yarın anda karşu gele Hak şarâbın içmiş gibi
Bir miskîni gördünise bir eskice virdünise
Yarın anda sana gele Hak şarâbın içmiş gibi
27 Temmuz 2024
2024 Paris Olimpiyatları ve Dünyanın hali pürmelali, mehmet işten
Adeta bir sanat yapıtı izler gibi saatlerce sıkılmadan izledik. Görkemli bir tören düzenlemiş Fransızlar. Bir 'performans' olarak bakıldıkta harikulade tablolar vardı. Işık, ses, görüntü, kareografi.. hiçbir şey için masraftan, emekten kısılmamıştı. Özellikle dikkatimi çeken günümüz inasanının gerçekliğine uygun olarak "instagram" mantığında, tablolar halinde yığınla tablonun eklemlenmesiyle oluşan bir resital kurgusunda tasarlanmış olması. Reelste kaydırma duygusu uyandırıyordu insanda. Oraya bakıyorsun başka bir şey, buraya bakıyorsun başka bir şey... Eski açılış törenlerinin sonunun geldiği anlaşılıyor. Sabit bir platform yani!.. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın ve ne kadar güzel hazırlanmış olursa olsun tek bir merkeze odaklı gösteriyi insanlar izleyemez artık. Sosyal medya biçimlerinin hayatımızı, bakış açımızı ve eğlenebilme yeteneğimizi ne derece etkilediğinin kanıtı olarak kalsın akılda.

Yahu şu milliyetçilik nasıl bir beladır, her yerde karşımıza çıkıyor... Bam bam çivileri rakiplerin tepesine çakarken iyiydi, milletçe yere göğe koyamıyorduk. Şimdi de sahip çıksanıza, bu salak beyanatı vereni ayıplasanıza... Varsan baksan onu vatandaşlığa alabilmek için envaiçeşit dümen çevirmişizdir. İnsanlara yazık yahu... Heder oluyorlar dinlerin, milliyetçiliklerin, ideolojilerin hegemonyasında..
15 Temmuz 2024
fail-i meçhul beyin kanamaları, mehmet işten
Son şiirim "adam kusmak üzere" dizesiyle bitiyor.
haber ver dedim. Gittik, saat akşam 6-7 gibi olsa gerek. Hastanede bir sürü mesele, kayıt kuyut, polisler, ifade, beyin cerrahı yokmuş, tatildeymiş bir şey... Epeyce çabayla gelmeye razı oldu diye anımsıyorum, ama bunu ben mi becerdim başkası mı bilmiyorum. Adnan hiç kendine gelmedi ama bu süreç boyunca. Bu arada arkadaşlar hastaneye geldiler birer ikişer. içeride sadece benim olmama izin veriyorlar. Ben arkadaşlara Adnan'ın durumunu haber verirken onlardan da olayın öncesi hakkında malumatlar aldım. Adnan, bir devrimciydi, yiğit, gözü kara, yapılı ve çok yakışıklı bir çocuktu. MYO'da bir çay partisine gidiyor (o zamanlar böyle deniyordu). İçkili kendisi. Orada fotoğrafçılık yapan ve polisle işbirliği yaptığı düşünülen bir çocuğu görüyor. Çocuğa saldırıyor "faşist, ajan" filan diye. Birkaç tane vuruyor. Sonra polisler geliyor. Adnan kaçıyor. Sonrası muamma. Merdivende ben buluyorum. O evde çok kişi kalırdık, kimin kaldığı da pek belli değildi.
07 Temmuz 2024
en büyük alçaklık, mehmet işten
Eğitim, insanlık tarihini bize, bizden öncekilere ve daha öncekilere yalın ve gerçeklere uygun biçimde anlatmadı. Örneğin evcilleştirmeyi başarmayı ve tarımı icat etmeyi insanlığın bir zaferi olarak benimsemeyen yok neredeyse. Bunları işbölümü, uzmanlık ve bilgi sağlamıştı. Bu durumda onlar da kutsaldı.
23 Haziran 2024
Göçebelik- Yerleşiklik, mehmet işten
Hadi ordan!.. Hayvan evcilleştirmenin yerleşikliği zorunlu kılması diye bir şey yok. Sapla samanı karıştırmış. Önce avcı-toplayıcı insan. Beslenme ve korunma konusunda çeşitli sorunlar yaşıyor. Evcilleştirme ve tarımın icadı çok önemli iki kritik gelişme. (Bütün bu konular zaten bazı buluntulardan hareketle yapılan tahmin düzeyinde şeyler. Buluntulara hakim olmak ve başka bazı yan konuları da biliyor olmak kaydıyla akıl yürütümünde herkes bulunabilir) Bir topluluk düşünelim. Bir av etkinliği içerisinde bir tuzak kurmuşlar. Sürünün peşine düşüp onları iki tepe arasındaki bir dar boğaza yönlendiriyorlar. Diğer ucunu daha önce kapamışlar zaten. Hayvanlar boğaza girince kendilerinin olduğu tarafı da kapatıyorlar. Ellerinde artık belki üç ay yetecek yiyecekleri var. Bir süre böyle idare ediyorlar. Ama hayvanlar açlıktan ölmeye başlıyor. Hayvanları dışarıdan getirdikleri yiyeceklerle beslemeye çalışıyorlar. Ama bunun sürdürülebilir olmadığını anlıyorlar. Onları besleme faaliyeti evcilleştirmenin ilk adımını oluşturuyor. Belki sonraki sonraki denemelerinde onları kontrollü gezintilere çıkarıyorlar. Bu da hayvana dayalı göçebeliğin ilk adımı. Hayvanları bu biçimde ve tabii uzun yıllar belki on yıllar, yüz yıllar içinde evcilleştiriyorlar. Ama bu durum onların yerleşik yaşama geçişini sağlamıyor. Tam tersine, hayvancılık, hayvan sürüsünü kontrol altında bulundurma amacı, hareketli olmayı, taze otların olduğu yerlere gitmeyi, göçebeliği zorunlu kılıyor. Hoca'nın evcilleştirmeyi yerleşik yaşama geçişin temeli sayması ya da ancak yerleşik yaşama geçenlerin evcilleştirmeyi başarabileceği tezinin dayanağı yok. Başta söylediğim konu, yani "bir hayvan sürüsünü esirleştirme halini sürdürmek için, onların başını beklemek zorundaydılar, yerleşik yaşama böyle geçildi" demek saçma bir tez. Şu anda bile çiftliklerde hayvanların üretilmesi onlara dışarıdan yem getirmekle, yani tarımla mümkün. Ve köylerdeki hayvancılık da göçebemsi bir mantıkla sürdürülüyor.
yerleşik yaşama geçişte ne etkili oldu sorusunun genel yanıtı bilindiği gibi tarımdır. ayrıca inançların ve bunların sonucu olan tapınakların sebep olmuş olabileceği de konuşuluyor. Göbeklitepe'nin temelde bir ibadet alanı olduğu söyleniyor, orayı pek incelemedim. Benim düşünceme göre evcilleştirme ve tarım yakın dönemler içinde ve birbiriyle belli ölçülerde irtibatlı şekilde ortaya çıkmış olabilir. ama ayrı tesadüflerin sonucu da olabilirler. Ama hayvancılık göçbeliği dayatan bir mesele. Ayrıca bir konu daha var. Birileri yerleşik yaşama geçti diye, ötekiler de "Oo bu yaşam tarzı çok güzelmiş, biz de yerleşelim" demiyorlar. kendi yaşamlarından gayet mutlu olan topluluklar var, bu yaşam tarzında uzmanlaşmış topluluklar ya da şehirlere yerleşmeyi deneyen ama bunaldığı için tekrar göçebeliğe dönen topluluklar. Bunlar yan yana varlıklarını sürdürüyorlar binlerce yıl. Göçebeler yerleşiklere kendi hayvansal ürünlerini, hayvanlarını satıyorlar. karşılığında kendilerinin elde edemeyeceği ürünleri (aklıma sigara, tütün geliyor, süs ve ziynet eşyaları, kendilerinin yetiştiremediği tarımsal ürünler, buğday vs, şeker vb.) alıyorlar. yatuklar göçbenin önemli, hatta tek müşterisi. win win demeyeyim hadi de "karşılıklı yardımlaşma" çalışıyor yani. Yaşam kendini her zaman ve her yerde yeniden yeniden dizayn ediyor. Göçebelerin durumunu zorlaştıran iki konu var. Biri sınır boylarındaki ticaretin zorlaştırılması yasaklanması, diğeri de aşırı soğuklar ve hastalıklar nedeniyle hayvanların telef olması. Bu durumlarda "yağma"ya başvuruyorlar. Barbar demelerine aldırmayın, hayatta kalma amacı dışında barışçıl topluluklar onlar, yatuklar gibi ele geçirmek, dinlerini yaymak vb. 'saçma' sebeplerle bir yere saldırmıyorlar.
sonunda bu yaşam tarzı tasfiye ediliyor, son örnekleri mevcut ancak. ulus devletlerin kurulmasıyla sınır boylarındaki ticaretin önü kapatıldığı gibi, aynı ülke içinde göçebelerin hayvanlarını özgürce dolaştırabileceği alanlar da bırakılmadı, göç yolarından geçmelerine izin verilmiyor ve her seferinde pek çok saldırıya uğruyorlar (Bu konudaki örnek durum için bakınız https://yaban-ci.blogspot.com/2013/07/bozulama-mehmet-isten.html ) İnsanlık hayvanların doğada gezmeden de sistematik hapishanelerde kalabileceğini keşfetti maalesef.
17 Mayıs 2023
candan içerü
Severem ben seni cândan içerü
Yolum ötmez bu erkândan içerü
Nere varurısam gönlüm
tolusın
Seni kanda koyam bundan
içerü
Beni sorman bana bende
degülem
Sûretüm boş gezer tondan
içerü
Beni benden alana irmez
elüm
Kadem kim basa sultândan
içerü
Tecellîden nasîb irdi
kimine
Kiminün maksûdı bundan
içerü
Kime dokundısa ol dost
nazarı
Anun şu‘lesi var günden
içerü
Senün ‘ışkun beni bende
alupdur
Ne şîrîn derd bu
dermândan içerü
Şerî‘at-Tarîkat yoldur
varana
Hakîkat-Ma‘rifet andan
içerü
Süleymân kuş dili bilür
didiler
Süleymân var Süleymân'dan
içerü
Sülûk seyir iden ‘ışkun
erine
Niçe mezheb olur dînden
içerü
Dînin terk idenün
küfürdür işi
Bu ne küfürdür îmândan
03 Temmuz 2022
küçük İskender'e mersi'ye
küçük
İskender’e mersi’ye
Şiirli değneği ile dokunarak karşısına çıkan ne varsa
kimi zaman bir kağıt, bir oğlan kimi zaman
kimi zaman bir ihtiyar, bir suç kimi zaman
bikinisinden yaptığı papyonlarla bizi eğlendirerek
ve üzülerek kimi zaman bizim adımıza
utanarak göze alamadığımız her şey için
kimsenin görmediği yerlerde acılar çekerek
kimsenin görmediği yerlerde çuvallayarak
karıştırarak kimi zaman da halüsinatif çiçeklerini
hangi son istasyonda kime vereceğini
üzerinden geçtiği her köprüyü dinamitleyerek
ne geriye dönüş olasılığı ne peşinden gitme kahramanlığı
kapı bırakmadan hiçbirine ve derinden isteyerek hepsini
her nefesiyle bir boyutuna daha yaklaşıp içindeki uzayın
istemediği hiçbir şey olmayıp ve istediği şeylerin de çoğunu
olamayıp
cinayet mahalline binlerce ipucu bırakmış beceriksiz bir
katil gibi
kalabalığın arasına yalınkılıç dalan bıçkın bir delikanlı
gibi
her yeri yara bere içinde
ama ayakta hâlâ
her öksürdüğünde cam kırıkları batıyor boğazına
ama âşık hâlâ
tüm saçlarını yolmuşlar ama dans ediyor
sakin bir gerginliği taşıyarak hep yaptığı gibi
telaşlanmayalım diye yanıklarını gizliyor
bir gözü hala rakıya konulacak su oranında
diğer gözünü elinde tutuyor diğer kalbini elinde tutuyor
başka olasılıkları başka çocukları başka yenilgileri elinde
tutuyor
savaş meydanında kolunu arayan bir askerden söz ediyor
bu bizden bile önemli diyor bizim saçma salak
duyarlılıklarımızdan bile
öleli epey olmuş ama sabahları yine erken kalkıyor şiir için
kimi görse o sanıyor kimi görse sarsalıyor
bi şey unuttum diyor
bi bakıp çıkacağım diyor
ben küçük İskender’im diyor bodyguardlara
her an kavga çıkaracak gibi bakıyor
sevgiliniz böyle bir sevgilisi olsun isteyebilir
şairseniz dizeleriniz dökülebilir ayak ucunuza
elindeki şişeyi kırıp çizebilir göğsünü boydan boya
cebindeki defteri çıkarıp şimşekler çaktırabilir
belindeki silahı çıkarıp boşaltabilir tüm konuklara
şu sanatsever iri memelere jilet atabilir
şu mükemmel yüze kezzap atabilir
yapabilir tüm bunları
hâlâ
Haziran 2020,
İstanbul
Mehmet İşten
15 Mayıs 2022
ahmet güntan'ın "müsilaj'a bulduğum çare" adlı şiiri hakkında
Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin
üstünde
bir
tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı
bir ebrû: müsilaj. Herkes sorup duruyor o günden
itibaren: Müsilaj
nedir? Müsilaj nedir?— Nedir bu
müsilaj? Ne olacak,
doğarken durdurulmuş insanlarız,
tasalıyız,
kederliyiz biz. Oturma odalarımıza musallat
olan yoğun
kaygı yığınından denize yansıyan alegorik
bir imaj
bence müsilaj. Artık ev içinde zapt edemediğimiz
Kunteper Karanlıktan sokaklara taşan
jel-mesaj, budur
bence müsilaj— varoluş korkumuzun salyası, metrolarda
işten
dönen üzgün babaları birbirine bağlayan yapıştırıcı
eriyik—
içimizdeki şekilsiz eksiklik, o eksikliği dolduran
zararlı madde, alacağımızı hırsla emip
aldıktan sonra
denize gelişigüzel attığımız sulu posa, oradan oraya
şuursuz
koşarken döktüğümüz ekşi terle artık yüzümüzde
durmayıp
akan kalın makyaj, bunlar bence müsilaj. Müsilaj
nedir? Müsilaj nedir? Nedir bu müsilaj? Ne
olacak,
belki de kavmimizin hani hep isteyip de bir
türlü
alamadığı, cennete açılan o nihai virajı,
nihayet alırken
arka kasadan fırlayıp yola saçılan kocaman
bagaj—
müsilaj. Ne çok uluslu cepheden hain bir
sabotaj ne
dış mihrakların yaptığı zillet amaçlı
fotomontaj. Nedir
mi müsilaj? Bence gökten eşref-i
mahlukata bir öğüt
olarak
sulara yansıyan kutsal bir imaj. Bence bırakın—
denizin
üstünde bir enstalasyon gibi öyle kalsın müsilaj.
Ahmet Güntan’ın 160. Kilometre’de
yayımlanan “Müsilaja bulduğum çare.” başlıklı şiiri, yayımlandıktan
sonra sosyal medyada, özellikle Twitter’de çok konuşuldu. Yapılan yorumlar,
hemen her konuda ortadan ikiye ayrılmış olan toplumun ‘yarılma’yı günlük rutin
haline getirdiğini de gösteriyordu. E öyle ya, pek kimsenin okumadığı söylenen
şiirde bile bunu başardığına ve söz konusu şiir bayağı gürültü kopardığına
göre! Fakat tuhaf olan şu ki bu şiirde ‘yarılacak’ bir şey yoktu! İnsan, bu
kadar eleştirildiğine göre keşke birileri gerçekten şiirde söylenenlerin
tersini savunsa da şu rezil dünyanın rezilliği kendi kendine olmuş gibi kalmasa
öyle ortada diye de düşünmüyor değil. Ama öyle değildir, sorsanız dünyada
meselenin tek bir sahibini bulamazsınız. Sahipsiz kötülüklerdir bunlar!
Kürt meselesi, din meselesi, dil meselesi, aşı
meselesi, gelenekler meselesi vb. hemen her konu âdeta bir münazara kıvamına
oturuyor epeydir. Her şey iki uçlu… Her şey ya herru ya merru, her şey ya
bizdensin ya onlardan… Bu iki ucu müsilajlı değneğin elimize nasıl geçtiği ayrı
konu ama artık daha konu ortaya çıkar çıkmaz herkes şıp diye anlıyor değneğin
hangi ucunu çekiştireceğini.
Şiiri çok beğenenler olduğu gibi hiç
beğenmeyenler, hatta konuyu Ahmet Güntan’a hakaret boyutuna vardıranlar, bir
sosyal medya linci hâline getirenler de az değildi. Bırakalım derli toplu bir
yazıyı, hepi topu bir sayfa uzunluğunda bir şiiri bile sonuna kadar okuyamayan
akıllı telefon kuşağı doğal olarak şiirin bütününü okuyup anlamamış, sadece
alıntılanan kısma bakarak döşenmişti yorumlarını. Onlar neyse de bayağı adı
sanı olan kişiler de fırsattan istifade bir tane de ben çakayım sinsiliği ile
boy gösterdiler mecrada. Tam bir şark kurnazlığı!
Pek çok kişi şiirin girişinde yer alan: “Bir sabah
uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin
suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerini okuyunca şiiri anlamış
olduğu zannıyla, şairin müsilaja güzelleme yaptığına, müsilajı Tanrı’nın bir
hediyesi gibi gösterme çabası içinde olduğuna kanaat etti ve anlama yoksunu koroya
dâhil oldu. Hoş, sonuna kadar okuduğu hâlde hâlâ aynı kanıda olanlar da az
değildi. Benim anladığım kadarıyla memleketteki hükümetten ve siyasal meşruiyet
sağlamakla kalmayıp iktidarı da ele geçiren İslamcı ideolojiden rahatsız olan modern
laik çevreler- ki aynı zamanda yüksek çevre duyarlılığı ile marufturlar-
müsilajın insana, doğaya yaptıklarının bir bedeli olarak gönderilmiş tanrısal
bir ceza olduğu söylemine tepki duyuyorlardı, oysa bunun Tanrıyla falan ilgisi
yoktu, çünkü bu yönetimin suçuydu!
Oysa bu çok düz bir okuma olur. Böylesi bir ‘tanrısal bedel’
açıklamasını bir bilim insanı ya da devlet yetkilisi yapsa buna tepki
gösterebiliriz ama şiirde işler böyle yürümez. Şair, onu şununla
ilişkilendirir, bunu ötekine dayanak yapar; bunları makale okur gibi
yorumlayamazsınız. Yok eğer makale okumak istiyorsanız gidip yapınız, bu konuda
envaitürü yazıldı zaten.
Şiirle ilgili paylaşımın altına yazılanları
buraya alıntılamayacağım, merak eden bakabilir. Hemen hemen hepsi
insanlarımızın genel cehaletini, okuduğunu anlama konusunda hangi seviyelerde
olduğunu gösteriyordu. Kalabalıklar böyledir her zaman: Anlamadıkları zaman
daha tehlikeli!
Şiirde bir tezin savunusunu aramamak gerektiği
ayrı bir poetik hakikattir. Şair bir tez dile getiriyorsa bile senin anladığını
söylememiş olabilir ya da ve daha önemlisi o kadar sınırlı bir şey söylememiş
olabilir. Çoğunlukla da böyledir zaten.
Ahmet Güntan’ın “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerine bakarak “Adam, müsilajı Tanrı’nın bir süsü olarak görüyor.” demek ham ve düz bir okumadır. Oradaki “âdeta”yı geçsek bile şiirin bütününü okuyan
06 Şubat 2022
Kısa Bir Organsız Beden Hayali, Erkan Irmak
Açılış:
and restored him to his true freedom[1]
[Onu organsız bir
beden haline getirdiğinizde,
bütün otomatik
tepkilerinden kurtarmış
ve gerçek özgürlüğüne kavuşturmuş
olacaksınız][2]
Organsız Beden:
Antonin Artoud’ya Ocak 1948’de bağırsak kanseri teşhisi konuldu. Kısa
süre sonra, 4 Mart 1948’de ise öldü. Hastanedeki odasında yalnız başına
öldüğünde, iddia edildiğine göre yatağının ayakucuna oturmuş ayakkabılarını
tutuyordu. Aşırı dozda uyuşturucu alarak öldüğünden şüphe edildi, ancak aldığı
dozun öldürücü olup olmadığını bilip bilmediği belirsiz kaldı. Otuz yıl sonra
ise, Fransız radyosu, sonunda, Artoud’nun ölümünden bir yıl önce yazdığı ve
Deleuze ve Guattari’nin organsız beden terimini ödünç aldığı oyunu Pour en
Finir avec le Jugement de Dieu’yu
(To Have Done with the Judgment of God)
sahneledi.
Deleuze ve Guattari’de organsız beden, dar anlamıyla, bedenin “sanal”
boyutu düşüncesinde kullanılır. Onlara göre her “gerçek” bedenin kendine özgü
hareketleri, alışkanlıkları, etkileri vb. vardır. Ve bu her “gerçek” bedenin
aynı zamanda bir de “sanal” boyutu vardır ki, orada büyük bir boşluk içerisinde
potansiyel kendine özgülükler, alışkanlıklar, hareketler, etkiler vb. bulunur.
Bu potansiyellerin bir araya gelmesi ise Deleuze ve Guattari’nin organsız beden
dediği şeydir. Kendini organsız bir beden haline getirmek, bu potansiyelleri
aktif hale getirmek demektir ve diğer bedenlere (ya da organsız bedenlere)
Deleuze ve Guattari’nin oluş (becoming)
dediği bağlanmayla gerçekleşir.
A Thousand Plateaus’da ise, Deleuze ve Guattari dünyanın organsız
bedeninden bahsederler. Buna göre “dünya, organsız bir bedendir. Bu organsız
beden formsuz, durağan olmayan şeylerle, her yöne doğru akışlarla, özgür
nomadik tekilliklerle, azgın ya da süreksiz parçacıklarla yayılmıştır.”[3] Bu
ifadeden kastedilen, dünyayı, bilinen durağan “varlıkların” bir araya gelişiyle
oluşan bir bütünlük olarak düşünme alışkanlığından vazgeçip, gerçek anlamda
hareket eden ve birbirini kesen, birbiriyle ilişkili, akış halinde oluşlarla
anlamaya çalışmaktır. Bu da organsız bedenin daha genel anlamlı açıklanışıdır.
Sonuç olarak, tahmin edileceği gibi, organsız beden gerçek anlamında
organı olmayan bir beden demek değildir. Organ-izasyonsuz
bir bedendir, toplumsal olarak dillendirilmiş, disipline edilmiş,
semiyotikleştirilmiş, özneleştirilmiş (bir organ-izma
olarak) konumundan kurtulmuş ve böylelikle yersiz yurtsuzlaşarak, parçalara
ayrılarak, söylemsizleşerek farklı yollardan geçerek yeni bir yapıya kavuşma
imkânlarını elde etmiş bedendir.[4]
Böylece Artaud’nun bahsettiği ve Deleuze ve Guattari’nin ilerlettiği,
otomatik tepkilerinden kurtulmuş ve gerçek özgürlüğüne kavuşmuş organsız
bedenin yapısı ortaya çıkar. Ancak bir de kelime anlamıyla organsız bedenlerin
ve organsızlaşmak isteyen bedenlerin, organlılaştırılma ve organsızlaştırılmama
halleri vardır.
Bu yazının bahsetmek istediği de tam olarak budur.
Beden Bütünlüğü
Kimliği Bozukluğu
Beden Bütünlüğü Kimliği Bozukluğu-BBKB (Body Integrity Identity Disorder), bir ya da birden fazla eklem veya
vücudun işlevsel uzvunun ampute hale getirilmesine karşı duyulan istektir.
Bazen bu isteğe sahip kişiler uzuvlarını kendi kendilerine
kesme/işlevsizleştirme yolunu seçerler. Her ne kadar, genel olarak, bu terim
uzuvlarını kesmek isteyen insanlar için kullanılsa da, Beden Bütünlüğü
Kimliği Bozukluğu aynı zamanda bedensel bütünlüğünü tümüyle değiştirmek isteyenler
için de kullanılmaktadır.[5]
Günümüzde çok az sayıda cerrah BBKB “hasta”larına istediklerini vermek
üzere onları tedavi ediyor. Bazıları arzularını gerçekleşmiş gibi hissedebilmek
için, protezler ve başka aletler kullanarak amputeymiş gibi davranıyor.
Yukarıda değinildiği gibi, az sayıda olmakla beraber, bazıları da bu acılarını
kendi başına dindirme yolunu seçiyor. Bunu yaparken kimi zaman bir trenin bacaklarının
üzerinden geçmesine izin veriyor, kimi zaman da kurtulmak istedikleri
uzuvlarına öyle kötü hasar veriyorlar ki, modern tıp sonunda onlara
istediklerini vermek zorunda kalıyor. Bizim anlamakta güçlük çekmekte ısrar
ettiğimiz ise onların, örneğin, “Hâlâ bir sol bacağım varken kendimi tamam
hissetmiyorum.” türünden açıklamaları. Buna karşın az önce de söylendiği gibi,
BBKB sadece ampute olma halini içermiyor; bu durumdan muzdarip olanlardan
bazıları, örneğin, felçli, kör ya da sağır olmak ya da protezler, kol
değnekleri kullanmak istiyor. Bunlardan kimi de toplum içinde amputeymiş gibi
davranıyor ve her ne şekilde tezahür ediyor olursa olsun bu arzuların hepsi
psikiyatrik bir hastalık olarak kabul edilip, buna göre tedavi edilmeye
çalışılıyor.
BBKB ile ilgili burada asıl değinmek istediğim nokta ise başka.
Beden Eğitimi:
BBKB’li olma durumundan acı çeken insanlar, bu hislerini ilk olarak dört
veya beş yaşındayken bile fark edebiliyorlar ve bu durumu, örneğin, bir ampute
gördüklerinde ona gıptayla bakarak gösterebiliyorlar. Bazı BBKB hakları
savunucuları, uzuvlarından kurtulmak isteyen insanların durumunu, bundan otuz
yıl öncesine kadar -ama etkileri bugün de açıkça ve sertlikle devam eden-
homoseksüellik, transseksüellik, biseksüellik ve buna benzer her türlü cinsel yönelimi
“yanlış”, “hastalıklı”, “anomali” olarak algılayan anlayışa benzetiyor. İleride
bu durumun değişeceğini umuyorlar ve tamamlanmış hissedebilmek için kendilerine
izin verileceği günleri bekliyorlar.
Foucault’nun bio-power olarak tanımladığı ve söylemin bedenin kontrol
hakkını nasıl elinde tutmaya çalıştığını hatırlamak, BBKB’lilere istediklerini
vermenin neden bu kadar imkânsız olduğunu anlamada yararlı olacaktır:
İktidarın rasyonaliteyi koruma zorunluluğu, elbette yaşamı sürdürmeyi ve
ölümü mümkün olduğunca ertelemeyi dikte edecektir. İnsanın kendi bedeni
üzerindeki egemenliğinin hiçbir kabul edilebilir yanı yoktur. Cinsellik
yukarıda da değinilmeye çalışıldığı gibi bio-power’ın etkilemek istediği
alanlardan biridir. Bedenin temel işlevi üretmek ve üremek olduğundan, iktidar
bunu engelleyebilecek hiçbir oluşuma izin vermemeye çalışacak, bütün
aletleriyle buna karşı çıkacaktır. (İnsan hakları savunucularının bile örneğin
açlık grevine karşı gösterdikleri tepki bu oluşumu ve söylemin etki alanını
algılamakta yararlı olacaktır.) BBKB örneğinde de yine aynı söylem bu kez,
tıpkı homoseksüelliği kendi kodları dahilinde psikiyatrik bir hastalık olarak
gördüğü ve tedavi etmeye muhtaç kabul ettiği gibi, uzuvlarından kurtulup
tamamlanmaya çalışacak bir insana da tahammül edemeyecek, üretkenliğe zarar
verecek ve söylemde delikler açacak böyle bir isteği de derhal kendi formuna
uydurmaya, söylemi kullanarak bu arzuyu bir psikoz kabul edip, arzu sahibini de
hasta olarak yaftalamaya, tedavi edip tekrar kendi belirlediği normlara sokmaya
çalışacaktır. Ancak bu durum insan yaşamının kutsallığına karşı bir korumacılık
olmaktan çok uzaktır, zira rasyonalitenin hiç şüphesiz ikinci dünya savaşındaki
soykırımla zirvesini gören, ama öncesinde ve sonrasında da etkilerini gösteren
insan yaşamının iktidar kullanıcıları tarafından kolaylıkla sonlandırılabilmesi
durumu, yaşamın ve dolayısıyla bedenin ve en sonunda da insanın gereği halinde
nasıl etkisizleştirilebileceğini gösterir.
Organsızlaştırılmamaya bir örnek BBKB olabileceği gibi (altında yatan
söylemsel ilişkileri deneyimlemek için ilginç bir örnek: sünnetin tümüyle
onaylanan bir BBKB sayılabileceğidir) organlılaştırılmaya çalışılan bir
organsız beden organizasyonu örneği de ampute futboldur.
Ampute Futbol:
Dünya Ampute Futbol Federasyonu’nun internet sitesini ziyaret ettiğinizde[6] ve
“kurallar” sayfasına baktığınızda en yukarıda şu ifadeyle karşılaşırsınız:
“Ampute futbol temel olarak, birkaç küçük uyarlamayla iki ayaklı versiyonuyla
aynıdır.”[7] Bu
açıklamayı ve kurallarla ilgili bir-iki noktayı daha sonra değinmek üzere bir
kenara bırakıp, 12-20 Kasım tarihleri arasında Türkiye’de düzenlenen Ampute
Futbol Şampiyonası üzerine biraz düşünelim.
Şampiyonaya toplam on iki takım katıldı. Aldıkları dereceye göre
sıralayacak olursak: Özbekistan, Rusya, Türkiye, Brezilya, İngiltere, İran,
Ukrayna, Liberya, Fransa, Sierra Leone, Nijerya ve Gana. Ancak yine siteden
öğrendiğimize göre, Nijerya vize problemleri nedeniyle turnuvaya geç katıldığı
için ve Gana da maddi imkânsızlıklar dolayısıyla Türkiye’ye varamadığından
oynadıkları/oynayacakları tüm maçlar 3-0 mağlup olarak tescil edildi. Söylemeye
gerek var mı bilmiyorum ama hemen hiçbir yerde bu aşikâr duruma dair bir şeyler
okuyamadığımdan değinmek zorunda hissediyorum, katılan takımların hemen hepsi
yakın tarihlerinde ya bir iç savaş yaşamışlar ya başka ülkelerle savaşmışlar ya
da mayın tarlalarının bol olduğu ülkelerden geliyorlar. Bir-ikisi dışında hepsi
geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeler statüsündeler. Nijerya ve Gana’nın
temsil edilemeyiş sebeplerini de göz önüne aldığımızda, çok daha başarılı
olabilecek daha birçok Afrika ve Asya takımının da bu listeye önümüzdeki
yıllarda eklenebileceğini varsaymak aşırı bir yorum olmayacaktır sanırım. Buna
karşın “iki ayaklı versiyonunun” son şampiyonası olan 2006 Almanya Dünya
Kupası’ndaki duruma bakarsak ilk sekiz takımın İtalya, Fransa, Almanya,
Portekiz, Brezilya, İngiltere, Ukrayna ve Arjantin şeklinde oluştuğunu görürüz.
Takımların sıralanışına, katılımcı ülkelere, katılma koşullarına bakarak epeyce
ağır laflar söyleyebiliriz, tek ve çift ayaklı bu spor dalları arasındaki farka
dair.
Ama bunlar da değil bu yazının anlatmak istediği.
Az
önce birkaç küçük uyarlamadan bahsetmiştik onlara geri dönelim. Kurallar
gerçekten de alıştığımız futbolla çok fazla noktada uyum içerisinde. Fakat
uyamayacak yerleri de var ki zaten uyarlamalar da oralarda başlıyor. Tahmin
edilebileceği gibi sahadaki oyuncuların iki eli olabilir ama tek ayaklı
olmaları gerekiyor, kaleciler içinse durum tam tersi, iki ayak ama bir kol.
Oyun protezler olmadan oynanmak zorunda. Koltuk değnekleriyle topa vurmak
yasak, ihlali elle oynamak olarak kabul ediliyor. Kaleciler ise topu ampute
kollarıyla kurtaramıyor, bunun da ihlali penaltı sayılıyor. Bunun gibi başka
birkaç değişiklik daha var. Ve hepsi de iki ayaklı versiyona benzeşmek için
düşünülmüş.
Az önce BBKB’lilerden bahsederken
nasıl yok sayıldıklarını, bir hastalık fenomenine dahil edilmeye
uğraşıldıklarını söylemiştim. Söylem dışı bir organsızlaşmaya karşı söylemin ve
iktidar kullanıcılarının gösterdikleri direnci anlatmaya çalışmıştım. Şimdiki
durumsa tam tersi gibi görünüyor, ama amaç yine aynı. Bu kez de organsızlaşmış
bir beden mümkün olan her şekilde organlılara yakınlaştırılmaya çalışıyor.
Kendine özgülük gibi görünen/gösterilen kuralların hepsi aslında bu özgün halin
etkisizleştirilme çabası. Kodlar yine aynı. İdeal şartlar, referans noktaları
yine aynı..
Oysa ne Artaud’nun ne Deleuze ve
Guattari’nin anlattığı organsız bedenler bunlardı. Organsız bedenler başka
türlü olmalı. Hayal edilmeye değer ve hayal edilebilir olmalı.
Kısa Bir Organsız Beden Hayali:
Bir tarafta kurtulmak istedikleri
uzuvlarından arınmış BBKB’liler var. Bazılarının bacakları yok, bazıları
felçli, bazıları da düşledikleri gibi sağır ya da kör, bazılarıysa sadece
tekerlekli sandalyelerinde veya protezleriyle durmaktalar. Diğer tarafta
amputeler. Bazıları atmış koltuk değneklerini, bazılarıysa protezlerini
çıkarmamış. Çünkü öyle istiyorlar ve istemek yetiyor. Takımlar milletlerine/ırklarına
göre belirlenmemiş ya da belli sayılarla, bayraklarla. Vize problemi de
yaşamamış hiç kimse, çünkü haymatlos hepsi, diledikleri gibi seyahat
edebilirler, parası olmayanlara da çoktan olanlar vermiş zaten. Topa istedikleri
gibi vuruyorlar, yerlerde yuvarlanıyorlar, birbirlerini kesilmiş yerlerinden
öpüyorlar. Rekabet yok, dans ediyorlar. Sahaları çizgilerin bittiği yerde
başlıyor, hemen yanındalar her şeyin, herkesin, o kadar yakındalar ki el
sallıyorlar ampute kollarıyla. Her yere gidebilirler, bu oyunu her yerde
oynayabilirler, üstelik istedikleri her an da oynayabilirler. Dünyanın akışı
gibiler, bazıları daha hızlı, bazıları daha yavaş, ama bazıları hızlı ve
bazıları da yavaş oldukları için güzeller. Birbirlerine değip ayrılıyorlar. Değdikçe
akış devam ediyor, akış devam ettikçe değmeye devam ediyorlar. Bir şeyler
öğrenilecekse kendileri öğreniyorlar, otomatik tepkilerinden kurtulmuşlar,
şarkı söylüyorlar coşkunlukla. O kadar mutlular ki dışarıda kalan herkes, yani
bu yazının yazarı, yani biz, yani bu yazının okuru, suçlu bile hissedemiyoruz
kendimizi; çünkü suçlamıyorlar bizi. Bildiğini unutmaya razı herkes onlara
katılabilir çünkü. Bu, kapanıştan önce, kısa bir organsız beden hayali.
Kapanış:
Then you will teach him again to dance wrong side out
as in the frenzy of dance halls
and this wrong side out will be his real place.[8]
[Sonra ona tekrar yanlış tarafta dans etmeyi öğreteceksiniz
dans salonlarının coşkunluğundaki gibi
ve bu yanlış taraf onun gerçek yeri olacak.]
İ. Erkan Irmak
Boğaziçi Üniversitesi, Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü, Araştırma Görevlisi
[1] Antonin Artaud. "To
Have Done with the Judgment of God" Antonin
Artaud Selected Writings içinde. Susan Sontag (ed). Berkeley, CA:
University of California Press, 1976, s. 571.
[2] Artoud’nun burada anılan
eseri daha önce Yaba Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bu metin
üzerinde yapılan çeviriler ise İngilizceden ve Türkçe çevirisini de dikkate
alarak benim tarafımdan denenmiştir.
[3] Gilles Deleuze, Félix Guattari.
A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia,
çev.
Brian Massumi, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987,
s. 40.
[4] Steven Best ve Douglas
Kellner, Postmodern Theory: Critical
Interrogations, The Guilford Pres: New York, 1991, s. 90-1.
[5] Konuyla ilgili oldukça
sınırlı olan kaynaklardan (Türkçede konuyu gerçek anlamıyla tartışan hiçbir
kaynağa ulaşılamamıştır) bu yazı süresince de yararlanılan en önemlilerinden ve
içinde vakalar, röportajlar ve makaleler barındıran iki internet sitesi için
bkz. http://www.biid.org/ ve http://biid-info.org/Main_Page
[8] Antonin Artaud. "To
Have Done with the Judgment of God" Antonin
Artaud Selected Writings içinde. Susan Sontag (ed). Berkeley, CA: University
of California Press, 1976, s. 571.