19 Temmuz 2014

Çıplak Türklerin tarih giyimi üzerine bir kolaj: tarih/giysi düğümü | İlyaz Bingül








-İsteme yalnızca yazmış olan kişinin söylemine bağlıdır. Yazmak istediğimizi söylemek, bakın işte bu, yazı’nın tam da konusudur aslında; dolayısıyla yalnızca yazınsal yapıtlar Yazmayı-İsteme’ye tanıklık eder, bilimsel söylemler değil (…) Yazmak, ancak üst dilden vazgeçme söz konusu olduğunda tam olarak yazmaktır[1].
“Bahtin’in gözlemlerine göre bizlerin çağdaş dünyasında mutlak bir gerçeği üstlenmek olanaksızdır ve insanın, kendi adına konuşmak yerine alıntılar yapmakla yetinmesi gerekir”[2]


“Çul gibi kaba ve gevşek dokumasından uzun etekleri saçaklı, kısa kollu ve belden de iple bağlı kalın entari giyen, ayakları da sandaletli toplumlarına, İskit’ler, daha hafif dokumalardan yapılmış tünik-mintan, pantolon ve ince deriden ya da keçeden konçlu çizme giymesini, bir de giysisi böyle olan koşumlu biniciliği öğretmişler”di[3]. “İskitler kısa gömlek, uzun pantolon, dize kadar deri bot ve kafalarını rüzgardan koruyan sivri bir şapka giyerlerdi, son derece makul bir giyim tarzları vardı. Altaylıların giyim biçimi ise çok gariptir. Buna karşın Türkler ve Moğollar refah günlerinde çok görkemli ve farklı kılıklarla gezseler de genelde, yani yoksul olduklarında, sırtlarına kimi zaman sepilenmiş kimi zaman sepilenmemiş ya da delik deşik olmuş bir hayvan postu almakla yetinirlerdi”[4].
“Türkler’in geleneksel ve sağlam düzenli “Boylar-Birliği” biçiminde Ordu-Devlet halinde bulunmaları, kolay ve çabuk “seferber” oluşlarını sağlıyordu. Bunun için, kadınlı-erkekli kullandıkları ve üstünlüklerini sağlayan, atlı/süvari kılığı olan kollu ve çatal giyimi bulmuşlardı. Başka kavimlerde eskiden görülmeyen bu kıyafetin belirgin vasfı, kışın hem soğuktan koruması, hem de ata binip, koşturabilmesi için, rahat olması idi. Atlı/süvari kılığı ile beraber, bu giyime uyan şu nesneleri giyiyorlardı: Ayakta, edik (keçe kaplı veya deriden) çizme; bacakta potur/şalvar (pantolon); gövdede gömlek, yelek, çepken; belde, hançer ve başka gereçler asılı tokalı kur
(kemer), en üste giyilen ve dizlerden aşağı inen çapan (yakaları kürklü, arkası yırtmaçlı arkalık/kaftan); başta, keçe veya kürkten börk/kalpak. Eski Türkler’e üstünlük sağlayan bu atlı kılığı, M. Ö. V. yüzyılda komşu Çinliler’ce; bin yıl sonra da, Batı (Avrupa) Hunları’ndan Atilla (437-453) orduları karşısında bulunan Bizans’ta; imparatorluğun kararıyla, resmen kendi ordularına benimsetilmeye başlanmıştır”[5].
Hiong-nu’lar (Hunlar) “ata binmeyi kolaylaştırmak için kenarları açık kısa bir tünik giyerler ve pantolonlarını sadaklarını astıkları bir kemerle sıkarlardı”[6]. Çin vakayinameleri göçebe Şiongnuların (Türk-Moğollar) genellikle kürkten başlıklar, bileklerde bağcıklarla büzülmüş bol bir pantolon, kalçalara kadar sarkan iki yanı yırtmaçlı geniş bir gömlek, kısa bir kürk palto, deri ayakkabılar giydiğine değinir. Kulaklarda halkalar vardır. Çinliler, Şiongnu akınlarına etkin bir önlemle karşı çıkmak üzere hareketlilik kazanmak için savaş arabalarını süvari gücüne dönüştürür. Onlar aynı zamanda, göçebe pantolonu ata binerken daha rahat olduğu için entariyi terk eder; atlı oklu birlikleri kurmaya çaba harcar[7]. Çin’de, “Göktürk ve Uygur modaları bir ara sarayda bayağı rağbet görmüştü”[8].
“Türk alplarının kıyafetleri, atlı muharebeye elverişli, binici giyimidir. Hiç değişmeyen özellik, daima çizme ve çakşır giymeleridir. Çakşır, bazen kaplan postundan olur (…) Ok atan, eski İskitler ve Kuşanlarda görülen, Türklerin de giydiği ve kurtak dediği kısa bir gömlekle resmedilir kısa gömlekle beraber sıkı çakşır ve yüksek çizmeler giyildiği görülür. Kül Tigin’in ve daha birçok Kök Türk heykellerinin giydiği dize kadar uzanan, beli kuşakla sıkılan, dik veya devrik yakalı kaftan da eski bir İç Asya kıyafetidir”[9]. “Türklerden önceki Türkistan sanatında alplar şöyle giyinirdi: Hun ve İskit mezarlarında bulunan cinsten ve İbn Fadlân’a göre Türk devrinde kurtak denen, diz boyu bir gömlek; Çin taş oymalarında ve İskit eserlerinde görülen tarzda paçaları bol bir çakşır: Türklerden önceki Türkistan sanatında ve Orta Asya Türk sanatında da bol çakşır, paçalar ve diz hizasında şeritler bağlıdır. Paçaları bağlı çakşır, ilk Kök Türk devrine ait olduğu sanılan, Altaylarda bulunmuş (Kudirge) eserlerdeki atlı resimlerinde de görülür”[10]. “Onlar (Uygurlar, İB), samur kürkü postu, Po-tieh (keçe/ pamuk) ve Hsiu-wen hua-jui pu (çiçek motifleri ile işlenmiş elbise) imal ederler. Onların adetlerine (göre) büyük bir kısmı ata binerler ve ok atarlar. Kadınlar başlarına Yu-man giyerler. Su-muche (kalpak, şapka) diye de bilinir. (…) Seyahat edenler Mao-chi (kıldan yapılmış bir çeşit keçe) giyerler”[11].
Kafkas-ötesi’nde savaşan Türk ordusunun bünyesinde, bizzat Batı Türk devletinde olduğu gibi, çok çeşitli halklar bulunuyordu. Kafalarını tıraş edenlerle saçlarını uzatanlar birbirinden ayrıydılar. Türkler, saçlarını omuzlarına inecek kadar uzatıyorlardı. Başlarını tıraş edenler Bolgarlar’dı. Ugor kabileleri ise, saçlarının ön taraflarını kestirip, arka tarafta birkaç belik bırakıyorlardı. Konstantinopolisli moda düşkünlerinden Avarlar’daki bu saç tarama şeklini taklit edenlere Bizans’ta “Hun” diyorlardı. “Hayvan misali saçlarını uzatan halklar” arasında ilk sıraya Ugor kabilelerini oturtmak gerekir[12]. “Çinlilerin, tıpkı batılı kaynakların Avarlar hakkında söyledikleri gibi, saç örgülerinin Yuan-Yuan giyim-kuşamının en belirgin özelliği”dir[13].



Çin genişliği, zenginliği, gücü, yüksek ve parlak uygarlığıyla komşularının  gözünü kamaştırır. Kimi Gök Türk kağanlarının Çin’e ve Çinlilere karşı derin bir hayranlık duydukları görülür. Bu kağanlar Çin’in birçok veya herşeyi ile taklit edilmesi gerektiğine inanıyorlardı, der Faruk Sümer. T’a-po kağan (572-580) o denli Çin hayranıdır da, Çin’de doğmadığına yerinir. Bu kağanlardan bir başkası Şa-po-lyo, Çin imparatoruna gönderdiği bir mektupta Çin adetlerini almak istediğini, fakat kendi ulusunun gelenek ve görenekleri çok köklü olduğu için buna cesaret edemediğini bildirir. Söz konusu Çin geleneklerinin başında saç ve kıyafet değiştirmek söz konusudur. Ki’min kağan da (ölümü 608) Şa-po-lyo’nun görüşünü paylaşıyor ve işe onun gibi kıyafet ve saç şeklinin değiştirilmesi ile başlamak istiyordu. Ki’min, ulusunun kıyafetini kaldırıp yerine Çinlilerinkini almak ve hatta “asil Çin ulusunun her şeyini taklit etmek istediğini” Çin imparatoruna ifade eder[14].
Kül Tigin Yazıtı şöyle başlar: “(Ben) Tanrı gibi (ve) Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Hakan, bu devirde (tahta) oturdum. Sözlerimi baştan sona işitin, önce (siz) erkek kardeşlerim, (ve) oğullarım, birleşik boyum (ve) halkım (…) (Çinliler) altın(ı), gümüş(ü), ipeğ(i) (ve) ipekli kumaşları güçlük çıkarmaksızın öylece (bize) veriyorlar. Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları (da) yumuşak imiş. Tatlı sözlerle ve yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp uzak(larda yaşayan) halkları böylece kendilerine yaklaştırırlar imiş”[15].
Lüks dokumalar, kumaşlar oldukça değerliydi ve yüksek rütbeli kişilere, elçilere hediye, bahşiş, bir hizmet karşılığı ödül, özellikle de rüşvet olarak verilirdi. “Sui yönetimi steplerde hakimiyetini sağlamlaştırmanın tek yolunun geniş çaplı bir adam ayartma ve pahalı hediyelerle kandırma taktiği olduğunu düşünüyordu.. öyle kıymetli hediyeler verdiler ki, onlara harcanan paralarla tam bir ordu donatılabilirdi. Mesela, 607’de Yang-ti, Cangar ve ona bağlı olan 3500 kişiye ziyafet verdi. Hana bu ziyafet sırasında iki bin top ipek kumaş, savaş arabaları, değerli atlar, timsal, musiki aletleri ve sancaklar hediye edildi. Elbette 3500 bey de unutulmadı (…) Vasallar aksırıp tıksırıncaya kadar yiyip, içtiler. Çin’de her şeyin çok bol olduğuna inandılar ve içtikleri şarap için tek kuruş ödemediler. Göçebeler şaşırmışlardı. Her yanları, ağaç gövdeleri dahi ipek kumaşlarla sarılmıştı. “Yoksa Çin’de elbise bulamayan hiç fakir yok mu ki ağaçlara ipek giydiriyorlardı?” diye sordular. (…) Sui hanedanının Doğu Türkleri üzerindeki hakimiyeti son derece muhkemleşmiş gibi görünüyordu. Cangar Ch’i-min Han sadece sınırlarını korumuyor, aynı zamanda halkının Çinliler’e benzemesi için ne lazımsa yapıyordu. Türkler’i Çinliler gibi giyinmeye, ev kurmaya ve ekmek yemeğe mecbur etme cür’etini bile göstermişti”[16].
“İlliğ Kağan istisna olmak üzere, 580-680 yılları gerek Doğu Kök Türk, gerek Batı Kök Türk kağanlıklarının Çin’e kapılanma dönemidir. Bu dönem içinde töreleri değiştirmek istenilen Türk oğuşları, iç yapılarındaki istikrardan dolayı sapasağlam ayakta kalabilmiş (yargı post pactum’dur), fakat siyasal kertede kurulan konfederasyon (stepokrasi) çözülmüş, il ufalanmıştır”. Bir Kırgız beyinin feryadı, Kök Türk oikoumené’inde törelere ne denli önem verildiğini gösterir: “qara budunum qatığlanıng el törüsü ıdman ayıta” (Kara budunum katlanın. El töresine uymayın. Hayda!) (Vasiliyev Korpus). Kanımca iki yüzyıllık KökTürk tarihinin büyük bir bölümünde olaylar bu tema üzerinde gelişmişti. Kendilerinin “başka” olduklarına inanan uruk, oğuş ve boylar varoluşlarını ve acunsallarını, yani benlik ve özdeşliklerini korumak üzere yadların iktisadi ve ideolojik etki ve baskı alanından kaçıp kurtulmak istemişlerdir. Bundan dolayı, başkaldırmışlar ve eğer yenilmişlerse illerini terk edip göçmeye zorlanmışlardır”[17].
Türkler Çin ipeğine ve giysisine özene dursunlar; bu sırada, “VII. yüzyılın 20’lerinde Ch’ang-an’da 10 bin Türk ailesi yaşıyordu. Onların giyinme şekilleri ve âdetleri Çin devlet erkanının hoşuna gitmiş ve tıpkı II. Yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda Germen, VIII. Yüzyılda Bizans’ta Hazar adetlerinin yerleştiği gibi, Çin’de de herkeste bir Türk modası başlamıştı. zamanla sıradan insanlar da bu akımın tesirinde kaldılar ve Türk modası sarayın ve erkan-ı devletin dışına taştı. Davet ve şölenlerde yabancı müzik eşliğinde sınır ötesi milletlerin yemekleri servis yapıldı. Yeşil ve kahve renkli, yakalı, soldan açılan, belden kuşaklı Türk giysileri T’ang döneminde büyük kitlelerin günlük giysisi haline geldi. Fakat daha önemlisi, özellikle kış günleri sıcak bir kulübe ve hatta VII. Yüzyılın Çin evi haline gelen Türk çadırları Çinlilerin çok hoşuna gitmişti”[18]. Öte yandan “V. Constantine adıyla tahta geçecek olan Bizans Prensi, Hazar Kağanının kızıyla evlendiğinde, Prens, çeyizi içinde Bizans sarayını çok etkileyen bir de elbise getirmişti. Bu elbise öylesine hayranlık uyandırdı ki, erkeklerin törenlerde giydiği giysi olarak kabul edildi. Adına “Çiçakyon” dediler. Bu sözün kökü Hazarların prenseslerine Türkçe olarak “Çiçek” adını takmış olmalarına dayanıyordu”[19].
“Uygur devrinde Orta Asya resminin motifleri, kıyafetleri ve şahısların özellikleri de çok değişti. Bu arada alp görünüşü de yeni bir görünüm aldı”[20]. Eski Türklerin dahil olduğu medeniyete Uzak Doğu (Çin) medeniyeti denebilir. Türkler, İslamiyetten sonra bu medeniyeti bırakarak İslam medeniyetine girdiler. Tanzimattan beri de Batı medeniyetine girmeye çalışıyorlar[21]. “Değişen şeyler dikkatimizi, değişmeye direnen şeylerden daha fazla çekerler. Bu entelektüel hayatımızın genel yasasıdır. Bu yüzden, tarihsel değişme tecrübesinden doğan bakış açıları daima, fark edilmeden kalan şeyleri unuttukları için abartılı olma tehlikesini taşırlar”[22], uyarısını aklımızda tutarak devam edelim.
“Türklerin giysileri Arapların giysilerinden başkaydı, kırsal alanlarda İranlıların giysilerinden de değişikti. Fakat Avrupalıları da Müslümanları da en çok etkileyen, özgür yaşamları yönünden kadınlar olmuştur. Türkmen kadınları örtünmezlerdi”[23]. “XIII. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’daki Türk göçebe unsurunun kızıl börk giydikleri kesin bir şekilde bilinmektedir. Bu usulün daha sonraki yüzyıllarda da yaygın olduğuna şüphe yoktur. Bu sebeple Safevi mürid ve askerlerinin giydikleri külah ve taçların kızıl renkte olmasının bu gelenekle ilgili bulunması her halde imkansız değildir”[24]. “XIV. yüzyılın ikinci yarısında ve XV. yüzyılın başlarında, Türkiye Türkleri’nin kıyafetleri, umumiyetle Orta Asya Türklerinkinin aynı idi, ayaklarında -kadınlar da dahil olmak üzere- kırmızı çizmeler ve başlarında da kızıl börk vardı”[25]. Orta Asya’da ak giysili Türklere de rastlıyoruz. “(Metinde, 8. yy.) Adı geçen Ak Giysili Türkler’in beyazlar giyinmeleri onların maniheist olduklarının bir göstergesi midir? Belki (Widengren 1968). Beckwith ise, bunların bir İslam tarikatından olduğu inancındadır”[26]. T’angşu’nun birdirdiğine göre Batı Türklerinden Karluklar’la yapılan bir savaş sırasında ak elbiseli Türkler adıyla bahsedilmektedir[27]. Ak ve al arasında…
Sarığa gelince, Tuğrul Beğ 1038 yılında Nişabur’a geldiğinde başında sarık vardı. 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da hükümdar ve beğleri de sarık kullandılar.  10. yüzyılda Oğuzların ileri gelenleri, bilhassa komşu İslam ülkelerinde imal edilmiş olan gömlek ve kaftanlar giyorlardı. Halk ise muhtemelen kendilerinin dokuduğu ince yün ve ince keçeden elbiseler giyordu. Destanlarda, baş kabı olarak börk ve sarık adları geçiyor. Börk Türklerin milli baş kabıydı. Börk 13-14. yüzyıllarda kızıl renkliydi; Anadolu’da ak renkli börk giymeyi 13. yüzyılın ikinci yarısında Denizli uc beğlerinden Mehmed Beğ gelenek haline getirdi[28].
“Tabii ki bilgi ve düşünceler, kılk kıyafet ve kanunlar da dolaşımdaydı. Orhan’ın benimsediği unvan olan “dinin suvunucusu” Batı Anadolu’da, kendi kuşağından diğer beyler arasında oldukça yaygın bir unvandı; besbelli ki Osmanlılar sınır bölgelerindeki modayı takip ediyorlardı”[29].
“Kardeşi Ali Paşa Orhan Gazi’ye,”ey kardeş, Allah’a hamdolsun ki, padişah oldun. Günden güne askerin artmaya başladı. Şimdi sen de kendi askerinde bir nişan et ki, başka askerden mümtaz olsun, kıyamet gününe kadar bununla anılsın” dedi. Orhan, “sen ne buyurursan, ben onu kabul ederim” dedi. Ali Paşa, “etrafındaki beylerin börkleri kızıldır. Senin has kullarının börkleri ak olsun” dedi. Orhan Gazi bu sözü kabul ederek, buyurdu: Bilecik’te ak börkler bükdürdü. Adam göndererek, Amasya’daki Hacı Bektaş-i Horâsânî’den icazet aldı, önce kendisi giydi, sonra hizmetindekiler giydi (…) Burma dülbend de Orhan zamanında ihdâs edilmiştir. Divana gelince, beylerin burma dülbendi olmasa kınarlardı. Hülasa, divanda, burma dülbend, sofrada ak börk giymek âdetleri idi (…) O zamanda sakal kesmek de yoktu. Beylerde, vezirlerde, sipahilerde güzel, uzun sakallar olurdu. Padişah hışmettiği kişinin itibarını düşürmek için sakalını keserdi. Sonra sakal kırkmak âdetini, bu yerlere Frenk(ler) gelmeye başlayınca, onlardan aldılar. Hülasa, eski zamanlarda töre ve erkân şimdikine muhalif idi”[30].
Aşıkpaşazade Orhan Gazi’nin çoğalan askerlerine bir alamet-i farika kabilinden çevresindeki beylerin kızıl börklerinin tersine ak börk kuşanmasına değindikten hemen sonra sakala değinir: “Eski zamanda üstâdene taraklar ve hürmetli sakallar olurdu. Padişah hışmettiğinin sakalını kesip eşeğe bindirirdi. Şimdiki zamanda kendilerinin âdeti eşek oldu. Binip yürürler. Sakallarını da kendi elleriyle keserler. Bu sakal kırkmak âdeti eskiden Frenklerden kalmıştır. Frenklerden de cünüp Işıklar (Sünni olmayan dervişler, İB) almıştı. Şimdiki zamanda mübah oldu. Kadınlar saçını keser, erkekler sakalını”[31].
Sakala ek bir şiir hali: “Yavuz’a sormuşlar. Niye sakal bırakmıyorsunuz diye? Sırf bıyık bırakıyor. Çünkü diyor yanımdaki vezirin çekmesini istemiyorum. Babasının zamanında yapmışlar”[32].
Halil İnalcık’a göre Batı’nın özellikle giyim kuşam gibi kültürel unsurlarını reddetme tavrı, çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Dışarıdan hiçbir korkusu olmadığı yükselme çağında ise Osmanlılar, Batı’dan kültür aktarırken hiç çekinmemişler, tersine, başlangıçtan itibaren Batı’dan etkilenmişlerdir. Etkilenme, daha Orhan Bey zamanında sakalın Frenk usulü kesilmesi, börklerin renginin kızıldan beyaza çevrilmesi (‘ak börk’ Bizans’ta rahipler sınıfının başlığıdır) ile başlamış daha sonra özellikle teknik konularda Batı taklit edilmiştir. Daha sonra Âşıkpaşazade, I. Beyazıd’ın Ankara felaketini yorumlarken, bunu Osmanlı Beylerinin Frenkleri taklit ederek sakal kesmeye başlamasıyla açıklar.
Bitlisli İdris’in “Heşt Behişt”, Solakizade’nin “Tarih-î Âl-i Osman”da, Hammer ve Gibbons’un yazdıklarına göre, Osmanlılar Sultan I. Murad Hudâvendigâr’dan itibaren -Hz. Muhammed’in bayrağı sarı, Fatımîlerinki yeşil, Emevîlerinki beyaz, Abbasîlerinki siyah iken- Osmanlılar kırmızıyı İslamiyet’in bütün öbür ünlü renklerine yeğlemişlerdi ve varolabilmek için savaşan Osmanlılar bayraklarını, “al” dedikleri kan kırmızı renginde yapmışlardı. Maviyi sevmemişlerdi, çünkü bu renk hem İran sufilerinin, hem eskilerden beri Bizans’ta sarayın ve devletin, hem de Musevilerin rengi imiş. Hammer, Hudâvendigâr’ın düzenlediği zeamet sistemine tımar sahipleri ile sipahilere verilen ilk bayrakların da kırmızı olduklarını söyler. F. Babinger de kırmızının Osmanlılarda devlet egemenliğinin, iktidar ve kudretin simgesi olmuş, ordunun kıyafetine de girerek zamanla toplumun gündelik yaşamına da yansımış, halk sanatında, özellikle de halı, kilim ve dokumalarda bereketi, gücü ve kudreti dile getiren renk anlamında kullanılmıştır[33].
“Barak Baba, hepsi de aynı kıyafeti taşıyan yüz kadar dervişiyle şehre gelmişti. Kendisi de dahil olmak üzere dervişler, iki yanında öküz boynuzlarına benzer boynuzlar olan, keçeden yapılmış külahlar giymişlerdi. Kazınmış saçlarına, kaş ve sakallarına karşılık, aşağı sarkan bol ve gür bıyıkları vardı. Belden yukarıları çıplak olup boyunlarında ve omuzlarında küçük ziller ve kına ile boyanmış aşık kemiklerinden yapılmış kolyeler asılıydı. Ayrıca bellerinde tahtadan yapılmış kılıçlar vardı. Defler, kudümler ve ziller çalarak raksediyorlardı”[34]. Beline sarılı kırmızı bir bez parçası dışında çıplak olarak Suriye’ye gelen Barak Baba (ö. 1307-8). “başına iyi yanına birer manda boynuzu takıştırılmış kırmızımsı bir sarık sarıyordu. Saçı ile bıyıkları uzun, sakalı ise kökten kazılıydı. Yanında uzun bir nefir, bir de derviş kâsesi taşıyordu. (…) Uzun değnekler, tef, davullar taşıyan, boyunlarına asılı iplere azı dizleri dizili müritleri de aynı görünümdeydi”[35].


“Dervişler kendilerini giyim bakımından, türlü yollarla bütün toplumsal tiplerden ayırıyordu. Kimileri bütünüyle çıplaktı, ötekileri ise bellerine yalnızca basit bir kuşak dolardı. Daha başka dervişler de eskiliği dolayısı ile saygınlık kazanmış toplumsal inziva giysisi yün ya da keçe aba giyerdi, ancak Sûfî rengi maviden kaçınılır, ak ya da kara yeğlenirdi. Cemâleddîn zamanı Kalenderleri düz yün çucallar giyer, bu yüzden de Cavlak ya da Cavlakî diye bilinirdi. Rûm Abdâlları, yaratıcı bir toplum karşıtı davranışla, tek giysileri olarak hayvan gönü bürünürdü. Dervişler protestolarını başlıkla da göstermişlerdir; ya hiç giymeyerek ya da apayrı başlıklar yaparak”[36].
“Antalya’ya varışımızın ikinci günüydü; fityân denilen ahı gençlerinden biri (…) sırtında yıpranmış bir elbise, başında da keçe külah vardı (…) Mecliste sırtlarında “kabâ” (=kaban) ayaklarında mest bulunan; bellerine iki arşın uzunluğunda bıçak asan; başlarını alta yün bir takke, onun üzerinde de bir arşın uzunluğunda iki parmak genişliğinde uzun serpuşlarla örten bir grup delikanlı vardı. Yiğitler burada toplandıkları vakit serpuşlarını çıkarıp önlerine koyarlar. “Zerdânî” cinsinden (=ince, şeffaf sarı ipekten mamul) güzel bir takke veya buna benzer bir şey kalır başlarında”[37].
15. yüzyıl sonlarından itibaren görülmeye başlayan, özel bir askeri birlik olan Deliler’in tek tip, belirli bir kıyafetleri olmamasına rağmen öbür savaşçılardan ayıran en ayırt edici özelliği olağanüstü farklı ve süslü kıyafetleriydi. “Tüm farklı kıyafetlerin ortak özelliği, başka hiç bir askere benzemeyen, kimsede bulunmayan, olağandışı biçmde vahşi hayvan postları, kürkleri, derileri ve yırtıcı kuş tüyleriyle süslenmiş plmasıydı. Deliler benekli sırtlan, samur, kaplan, leopar veya kar leoparı derisinden yapılmış, üzerine kartal kanatları veya tüyleri takılmış gösterişli bir başlık kullanırlardı. Çifte çeleng, yani iki kanatla süslü bu başlığa deli kalpağı denirdi.bazı deliler alınlarında bıçakla açtıkları kesiğe tüy yerleştirirlerdi. Kafa derisinde açılan bu yarık kuruduğunda ve yara kapandiğında bu tüyler kafaya sabitlenmiş olurdu üstlerine ayı veya kar leoparı kürkünden veya sadece kumaştan yapılmış uzun ceket giyerlerdi. Üzerlerine, sırtlarını kapatacak şekilde bütün leopar, kaplan veya kurt postu geçirirlerdi. Şalvarları da ayı veya kurt postundan yapılabildiği gibi sadece kumaş da olabilirdi (…) Ayaklarına ise ucu sivri, yüksek topuklu, genelde sarı renkte deri çizme veya ayakkabı giyerlerdi. Bu çizme veya ayakkabının arkasında oldukça uzun, “serhatlık” denilen mahmuz bulunurdu”[38].
“Mısır’da, Avrasya bozkırlarından gelen sözde İslamlaşmış Memluk hükümdarları, idari ve askeri mekanizmaya Moğol hukukunun ve adetlerinin bazı öğelerini soktular ve giyinme, saç stili gibi konularda bile bazı Moğol alışkanlıklarını benimsediler. Moğol dünyasının efendisi haline geldiler ve Müslüman amir ve sultanlar –bir çok Batı-karşıtı olup da Avrupa modası ceket, pantolon, siperlikli miğfer giyip bilinç altında Batılıların güç ve cesaretine hayranlık duyan çağdaş emsalleri gibi– teçhizatları taşıyıp, saçlarını da Moğollar gibi dağınık bıraktılar”[39]. 6. yüzyılın Orta Asya günlerinden 13. yüzyılın Anadolusuna yerleşen Türkler Moğol giysilerinden uzak durmuş, İran giysisine bürünmüştür. Oğuz-Türkmen giyimi, olağan Türk giyiminden bir ölçüde ayrılır ve İran giyimine benzer. “Türkmenler’in giyimleri alelade Türk giyiminden bir derece farklı olup, İran giyimine benziyordu. Oğuzlara nazaran Karluklar İranlılar’ın tesirine daha fazla kapıldılar”[40]. “14. asır Türk “süvari”sinin kıyafeti hakkında, geçenlerde Ephesus’taki kazılarda bulunmuş olan küçük bronz statü bir fikir verebilir: Gayet ağır şekilde teçhiz edilmiş olan süvaride sarık nevinden bir başlık, göründüğüne göre özengiye bağlı olan, kuvvetli, dizleri aşan bacak zırhı (tozluk) göze çarpmaktadır”[41].
Hacı Bektaş Veli’nin hayat hikayesi ve onu sahiplenen tarikatın gelenekleri Orta Asya’nın izlerini taşıyordu. Örtülü olmayan kadınların tarikat ayinlerine katılmaları, esrime amaçlı semâ, bazı hayvanların kurban edilmesi, insanların kuşa dönüşmesi ve “tarikat üyelerinin  belirgin nitelikleri olan uzun bıyıkları kökeninde şamanlık yatmaktadır”[42]. Alevilerde ve Bektaşilikteki şamancı kalıntılar çeşitli adetlerin yanı sıra “sakal kesmek ve sarkık bıyık bırakmak”ta[43] devam etti. “Uzun saç bırakmayı seven eski Türkler bıyığa çok önem verirler, sakal bırakmazlardı. İslamiyetin kabulü ile sakal bırakıp sarık giymeye başladılar”[44]. “Türkler henüz Müslüman olmamakla birlikte İslamiyeti kabul ettiklerini söyleyebilirdi. Sarıklarının ve kaftanlarının altında eski şamanistin kırış kırış gövdesini muhafaza ediyorlardı; ama sonunda, sarık sarma ile hoca olunacaktı”[45].
“Benzer elbiseler giyerek saçlarını aynı şekilde yaptırarak, birbirleri tarafından fark edilmek için bir hile arıyorlar”dı[46] denilebilir mi? Ah şu Türkler “mutlaka bir giysiye gerek duyar(lar). Tarihse, giysilerinin deposu için gereklidir. Tabii, hemen onlar, hiç biri tam uymaz üstüne –değiştirir de değiştirir”ler[47].
–Çin ipeği, İran sarığı, fes, şapka, fötr, “türban”… Çıplak Türkler giysilerinin yanı sıra baş(lık)larını da habire değiştirir dururlar –alameti farikaları bıyık-giysileri hariç. Ünlü Türk kapitalisti bıyıksız Rahmi Koç “Plazamda katiyen bıyıklı çalıştırtmam” deyebilmiştir. Türk halk deyişi de, “bıyıksız herif(ler)!” demiştir çok daha önceden[48].
“Bu Orta Asya yolculuğu boyunca bıyıklı adam görmedim nerdeyse. İlginç. Bıyık, Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da dahi Türklerin alameti farikası, onların ayırdedici giysisiydi. Anadolulu Türkler Orta Asya’dan kovalandılar, öyle ki 1243 Moğol saldırısı, 1402 Emir Timur’un zaferi hep bu kovulgan Türkleri hedef almıştı. Neden? Türkler ne yapmıştı da, peşlerinden kovalandılar? Türkler ‘Bıyık’larını yoldurtmadılar! ‘Bıyık’ Türklerin alameti farikaları, ‘giysi’si, yazuk’u oldu. Pekiyi ‘Bıyık’ neyin mecazı, taşınanıydı? O görünen alameti farika neyin görünmeyeni, taşınanıydı?”[49] Hindistan yolculuğu sırasında Hintlileri kıskandım; kendini ayırdeden giysileri vardı, Sih’lerin de başlıkları. Derhal bluu ciin kot pantolonu Hindistan’da bıraktım, artık giymiyorum ve giymeyeceğim. Kahire’deyse, handiyse artık ezbere bildiğim caddelerinden bir gece ucuz otel odama dönerken, kısa pantolonumla kendimi palyaço gibi hissettim: Kısa pantolonu Kahire’de bırakmıştım. Yıllardır ‘çıplak’ Türklerin “giysi”sizliği aklımı kurcalayıp duruyordu. Orta Asya yolculuğunda kafama dank etti: Bıyık Türklerin alameti farikası, giysisi, inadı, metaforuydu! Assiktir! Kırk yıldır bir kez bile bıyık bırakmayan ben, o ışımalı günden beri bıyık giyiyorum. Bıyık sayesinde Hintlilerin kendilerine has giysileri karşısında Türklerin çıplaklığı, giysisizliğiyle “aşağılık komleksi” çeken ve bıyık’ın bir ‘giysi’ olabileceğini akıl edemeyen ben, ‘giysi’me kavuştum. Türkler tarihleri boyunca pek çok giysi değiştirdiler, bıyıklarını bugüne kadar korudular. Bu fevkalade önemli.
“Timur’dan sonra tahta geçen oğlu Şahruh, Osmanlı ve Memlûk sultanlarına hil’at göndererek giymelerini ve böylece kendisine tâbîlikkerini göstermelerini istemiştir (II. Murad hil’atı giymiş, fakat Memlûk sultanı reddetmiştir)”[50].
“Fransızca “tulle” (kaynağı Tulle kenti olan seyrek dokuma kumaş) ve Farsça “bend” (katlanmış) sözcüklerinin birleşiminden oluşan “tülbent” (katlanmış kumaş), bozularak ve coğrafya farklılıklarıyla daha da değişim göstererek, “Cimitarra”yla (ucu kıvrık Arap kılıcı, İB) birlikte birlikte XVI. yüzyılda Türk’ün değişmez sembolü olacaktır”[51]. “Bugün müzelerde hâlâ örneklerinin korunduğu Türk giyim kuşamı ile görkemli Türk çadırlarının Polonya’da”[52] moda olduğuna tanık oluruz.. Osmanlı silahları kadar ipekli, kadife ve Ankara tiftik kumaşları Polonya sarayında ve Polonya soyluları arasında pek revaçtaydı. 17. yüzyılda gelindiğinde Polonya soylularının kimliklerini tanımlayan Sarmatiyen denilen kostüm hiç kuşkusuz “icat edilmiş bir gelenek” idi. Fakat kostümün esin kaynağı Osmanlı el ürünleriydi. Polonya-Litvanya topluluğunun belirli üst düzey komutanları Osmanlı bozdoğanının şaşaalı bir versiyonunu, saygınlıklarının ve makamlarının bir nişanesi olarak taşırlardı. Polonya soyluları, genellikle cenaze törenlerinde kullanılmak üzere yapılan 17. yüzyıl portrelerinde, Osmanlı kaftanlarını andıran kostümler giymiş olarak resmedilirlerdi. Rağbet gören kumaş desenleri de genellikle gözle görülür bir şekilde Osmanlılardan esinlenmiştir; kimileri ise İstanbul ve Anadolu’dan ithal edilmiş orijinallerdir[53]. “XV. ve XVI. yüzyıllarda Macarlar ve Lehler, askeri kıyafet ve silah tipleri konusunda ciccdi bir Türk etkisine maruz kaldılar. Hatta daha da ileri giderek, XVII. yüzyılda, önemli Leh beyleri Türk yeniçerileri veya mehter müzisyenleri gibi giyinmiş küçük birlikler bile kurdular”[54].
“Kendi içine kapanıp kalmamış bütün uygarlıklar, birbiri ardınca, aralarından birinin, Batı uygarlığının üstünlüğünü kabul ediyorlar. Bütün dünyanın yavaş yavaş onun tekniklerini, onun yaşam biçimini, onun eğlencelerini ve hatta giysilerine kadar herşeyini benimsemeye çalıştığını görmüyor muyuz?”[55]. 1850’den sonra Osmanlı edebiyatının yenileşmesi, ruhlara yayılmış bir felsefeden, bir edebiyattan doğmamıştır. “Yazı’nın yenileşmesi devletin yenileşmesinden, hatta kalbur üstü gelen millet tabakasının Fransız kıyafetine girmesinden sonra oldu”[56]. 1876’da 93 gün tahtta kalan V. Murad’ın “eğer Avrupalılara benzemezsek bize yaşama hakkı tanımazlar” dediği dilden dile dolanır. Atatürk’ü Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) rütbesine yükseldiği 1907 yılında çektirdiği bıyıklı bir fotoğrafını yayınlayan Foreign Policy dergisinde, ‘bıyıklı diktatörler’ başlıklı yazıda, Atatürk’ün ilerleyen yıllarda Türkiye’yi ekonomik ve siyasi liberalleşmeye doğru götürürken bıyığını tamamen kestiğini belirten Charles Homans’a göre, “bu, Türkiye’nin modern bir gelecek için Osmanlı geçmişini geride bırakmasının sembolik bir örneğiydi”[57]. 20. yüzyıl başında, “kılık kıyafet inkılabı”, “harf inkılabı” değişimlerine, laikliğe değinmiyorum. Türkler habire giysi, alfabe, din değiştiriyor…
Türkler, Çin’de yerli halklar arasında kaynaşmışlar ve bir iki kuşak sonunda kimliklerini kaybetmişlerdi. Halbuki yakın Doğu’da kendi kimliklerini koruyabilme olanağını bulmuşlardı. “Tek bir kaynağa bağlı kalmamak, Türklerin kendi kimliklerini koruyabilmelerinde en önemli etken olmuştur”[58]. Belirlenmemiş varoluşum ancak zaman içinde belirlenebilir olmaktadır. Ne ki, zaman içinde, edilgin ve fenomensel ben olarak etkilenebilen, değiştirilebilen ben olarak belirlenebilirim (…) Bir varoluşum var; bu varoluş ancak zaman içinde ve edilgin bir ben’in varoluşu gibi belirlenebilir; şu halde ben, kendi öz düşünme etkinliğini, bunu etkileyen bir Başkası gibi görmek zorunda olan, edilgin bir ben olarak belirlenmişim. Bir başka özne yok ortada, asıl özne bir başkası haline geliyor”[59].
Türklerin “giyim konusundaki büyük zaafı aslında derdini anlatmak yeteneğinden yoksun bir kişiliğin kendini dışa vurma arzusundan başka bir şey değildi; giydiklerinde oldukça gösterişli olma hevesi güdüyor, konuşma yetersizliğini giyimindeki gösterişli açık sözlülükle karşılamaya çalışıyordu (…) Gösterişli elbiselere olan düşkünlüğüne rağmen azıcık olsun kırıtamıyor ve elbiseleri üzerine giydiğinde tek kaygısı kendisinin değil elbiselerin güzel gözüküp gözükmediği oluyordu. Tarihlerin pek açıkça yazmadığı bir nokta bu”[60].
“Yeni bir elbise giyen adam az çok bencilliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı yahut “Ben artık başkasıyım!” diyebilmek saadeti…”[61]. Ancak bu “mutluluğumuzda cezasını çekmemiz gereken  bir günah burukluğu buluruz”[62] kitapta yazdığı gibi: “Türk bodun yazuk kıltacı bol gaylar”[63] (Türk ulusu günah/suç/kabahat işleyici olacak). Derken derken, “Türk kültürü denilen ilginç günah yaratıl”ır”[64].
Giysiden söz ediyorsak mutlaka gövdeden de söz edeceğiz.
“Vücudu eşyasıdır insanın”[65]. “Gerçi, vücudum “ben” demek değildir. Ama, ben kendim, ruhum, vücudum olmaksızın, kendimi, ruh-varlığımı belli edemem. Benim bir vücudum bir de ruhum yoktur. Ben vücutlu-ruhlu bir bütünüm. “Vücut benim mülkümdür” (Der Leib ist maine Habe –Edmond Husserl)”[66].
“Hepimizin ortak bir vücudu yoktur, ama ortak bir büyümesi vardır”[67].
“Dil (de) insanın mülklerinden biridir”[68]. “Dil, kültürün de temelidir. Tüm öbür simge dizgeleri, dil yanında, türemiş ve ikinci dereceden kalır”[69]. “Özne kavramının en az geliştiği Ural-altay dillerinin alanından olan felsefeciler, büyük olasılıkla “dünyaya” farklı bakacaklar ve Hind-Avrupa ailesinden ve Müslümanlardan farklı yollar bulacaklardır”[70].
Dünyaya farklı bakan bu “göçebelerle konuşulacak gibi değil. Bizim dillerimizi bilmedikleri gibi, kendilerinin de pek bir dilleri bulunmuyor, birbirleriyle tıpkı alakargalar gibi anlaşıyorlar; ikide bir karga seslerine benzer bağırışmalar işitiyoruz. Bizim yaşayış ve düzenimize akılları ermediği gibi aldırış da etmiyorlar. Bu yüzden işaretlerle de olsa bizimle anlaşmaya hiç yanaştıkları yok”[71].  “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı”[72] mı peki? Hayır hayır “yalnızca sözedemeyeceğim şeylerden söz etmekle kalmayacağım, aynı zamanda, daha ilginç olanı, aynı zamanda ben, mümkün olursa daha ilginç olanı, şey yapmak zorunda kalacağım, unutuyorum, neyse. Yine de konuşmak zorundayım. Ben hiç sessiz olamam. Hiçbir zaman”[73].
“Klasik usçuluk, barbarları doğru dürüst konuşamayanlarla bir tutmuştur (barbaros sözcüğünün kökeni aslında budur –kekeleyen)”[74]. “Uygarlar konuşur, barbarlar susarlar ve konuşan her zaman uygardır. Veya daha kesin olarak, tanım olarak dil uygar insanın ifadesi olduğuna göre şiddet sessiz”[75], dilsizdir. “Enerji, göçebe birliğin nesnelleşmiş şimdiki anında doğup yitmekte. Şimdiki andan tarihin öte yanına, geleceğe geçememektedir. Şimdiki andan uzaklaşıp geleceğe uzanması için şiddete, dile gereksinim duyacaktır”[76]. –Dilsiz de ayakta kalabileceğini sandığım Türklerin asıl numarası tarihti, ‘tarih giysisi’ – - dil (türkçe) değildi; kaldı ki yeryüzünde dili olup ‘tarihsel kavram/ aktör’ olamayan, dile sahip binlerce topluluk, halk var(-dı, -r).
Tuğrul beyin çağdaşı Nasıri Hüsrev Divan’ında yazar: “Oğuzlar ile Kıpçaklar Amuderya kıyılarında biten belalı otlar demektir”[77]. “Ot”un iki temel özelliği vardır: 1. Köksüzdür; 2. Yemişsizdir. Bu “ot”ların, bu köksap(rizom)ların, bu “göçebelerin ne geçmişi ne geleceği vardır, ama sadece oluşları vardır (…) Göçebelerin tarihi yoktur (…) Ne geçmişleri ne de gelecekleri olan göçerlerden tarih hiçbir şey anlamadı”[78]. –Tarih Türklerin ‘giysi’siydi.
“Varoluş bellekten yoksundur, kaybolmuşlarla ilgili tek bir anısı bile yoktur. Her yanda varoluş; bitimsiz, fazladan, her yerde ve her zaman varoluş ancak yine varoluşla sınırlanan varoluş! (…) Kökü olmayan bu varlıkların başıboşluğu”nda[79], “gerçekleşmiş bir şey olma imkanına sahip olmayan bir şeyin oluş içinde olması mümkün değildir”se[80] de “oluşun ardında ‘varlık’ yoktur”[81]. “Tarih varolmuş olan birşeyden söz eder”[82]. “Ne dehşet! Ne dehşet!”[83].

[1] Roland Barthes, Romanın Hazırlanışı 1, çev. Mehmet Rifat- Sema Rifat, sel y., İst., 2006,
[2] Tzvetan Todorov, Eleştirinin Eleştirisi, çev. Mehmet Rifat- Sema Rifat, İş Bankası y., İst., 2011,
[3] E. Fuat Tekçe, Pazırık: Altaylardan Bir Halının Öyküsü, Kült. Bklğ. Y., Ank., 1993,
[4] Jean-Poul Roux, Orta Asya: Tarih ve Uygarlık, çev. Lale Arslan, Kabalcı y., İst., 2. bs., 2006.
[5] Neriman Görgünay- Kırzıoğlu, Altaylar’dan Tuna Boyu’na Türk Dünyasında Ortak Yanışlar (Motifler), Kültür Bakanlığı y., Ank., 2001.
[6] Jean-Poul Roux, Orta Asya: Tarih ve Uygarlık, çev. Lale Arslan, Kabalcı y., İst., 2. bs., 2006.
[7] Chaliand, Gérard (2001) Göçebe İmparatorluklar, çev. Engin Sunar, Doğan Kitap, İst., 2001.
[8] Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev. Osman Karatay, KaraM y., Çorum, 2. bs., 2006.
[9] Emel Esin, Türklerde Maddi kültürün Oluşumu, Kabalcı, İst., 2006.
[10] Emel Esin, Türklerde Maddi kültürün Oluşumu, Kabalcı, İst., 2006.
[11] İzgi, Özkan Çin Elçisi Wang Yen-Te’nin Uygur Seyahatnamesi, TTK, Ank., 1989.
[12] Artamonov, M. İ., Hazar Tarihi, çev. D. Ahsen Batur, Selenge y., İst., 2004.
[13] Karoly Czeglédy, Bozkır Halklarının Göçü, çev. Günay Karaağaç, Kesit y., İst., 2009.
[14] Faruk Sümer, Eski Türklerde Şehircilik, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İst., 1984.
[15] Talat Tekin, Orhun Yazıtları, TTK, Ank., 1988.
[16] Lev Nikolayoviç Gumilev, Eski Türkler, çev. Ahsen Batur, Selenge y., 2002, 3. bs., İst..
[17] Sencer Divitçioğlu, Kök Türkler, Ada y., İst., 1987.
[18] Lev Nikolayoviç Gumilev, Eski Türkler, çev. Ahsen Batur, Selenge y., 2002, 3. bs., İst s.
[19] Koestler, Arthur (2008) 13. Kabile, çev. Belkız Çorakçı, Plato y., 3. bs., İst., 2008.
[20] Emel Esin, Türklerde Maddi kültürün Oluşumu, Kabalcı, İst., 2006.

[21] Ziya Gökalp, Türk Töresi, Hzl. Hikmet Dizdaroğlu, Kültür Bkl., Ank., 1976.

[22] Hans-Georg Gadamer, Hakikat ve Yöntem I. Cilt, çev. Hüsamettin Arslan ve İsmail Yavuzcan, Paradigma y., İst., 2008.
[23] Claude Cahen, Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, e y., İst., 1979.
[24] Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, TTk, Ank. 1992.
[25] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana Yayınları, 3. bs., 1980.
[26] Sencer Divitçioğlu, Ortaçağ Türk Toplumları Hakkında, YKY, 2. bs., 2004 s.
[27] Edouard Chavannes, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, çev. Mustafa Koç, Selenge y., İst., 2007.
[28] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana Yayınları, 3. bs., 1980.
[29] Cemal Kafadar, İki Cihan Âresinde, çev. Ceren Çıkın, Birleşik y., Ank., 2010.
[30] Neşri Tarihi I, hzl. Mehmet Altay Köymen, Kült. Tur. Bakl. Y., Ank., 1983.
[31] Aşıkpaşaoğlu Tarihi, hzl. A. Nihal Atsız, Kült. Tur. Bakl y., Ank., 1985.
[32] Cornell Fleischer’le Söyleşi, Tarih ve Toplum, İletişim y., İst., 2010, sayı 11.
[33] E. Fuat Tekçe, Pazırık: Altaylardan Bir Halının Öyküsü, Kült. Bklğ. Y., Ank., 1993.
[34] A. Yaşar Ocak, Sarı Saltuk: Popüler İslâm’ın Balkanlar’daki Destanî Öncüsü (XIII. Yüzyıl), TTK, Ank., 2002.
[35] Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları: İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları (1200- 1550), çev. Ruşen Sezer, YKY, İst., 2007.
[36] Ahmet T. Karamustafa, Tanrının Kural Tanımaz Kulları: İslâm Dünyasında Derviş Toplulukları (1200- 1550), çev. Ruşen Sezer, YKY, İst., 2007.
[37] İbn Battûta Tancî, İbn Battûta Seyahatnamesi, çev. A. Sait Aykut, TKY, İst., 4. bs., 2010.
[38] Abdullah Turhal, Deliler: Osmanlı’nın Muhteşem Süvarileri, Doğan Kitap y., İst., 2011.
[39] Bernard Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili, çev. Fatih Taşar, Rey y., Kayseri, 1992.
[40] V. Barthold, Orta Asya TürkTarihi Hakkında Dersler, çev. K. Yaşar Kopraman- A. İsmail Aka, Kült. Bakl., Ank., 1975.
[41] Paul Wittek, Menteşe Beyliği, çev. O. Ş. Gökyay, TTK, Ank., 2. bs., 1986 s.
[42] Michel Balivet, Şeyh Bedreddin: Tasavvuf ve İnsan, çev. Ela Güntekin, Tarih Vakfı Yurt y., İst, 2. bs., 2005 s.
[43] Irene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, çev. Turan Alptekin, Cem y., İst., 1993.
[44] Burcu Alarslan, “Türk İmajının Görsel Yansımaları”, Dünyada Türk İmgesi içinde, hzl. Özlem Kumrular, Kitap yayınevi, İst., 2005.
[45] Jean-Poul Roux, Türklerin Tarihi, çev. Galip Üstün, Milliyet y., İst., 1989.
[46] Abe Kobo, Kutu Adam, çev. Ahmet Gürcan, Remzi K., İst., 1993.
[47] Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev. Ahmet İnam, Ara y., İst., 1990.
[48] Edebi metinde kullanımına örnek: Tarık Dursun K., Karanfilli Hikaye, YKY, 2009. ; ve tabii ki Tahsin Yücel’in Türk edebiyatının başyapıtlarından “Bıyık Söylencesi” adlı nefis romanını anmadan geçmeyeyim.
[49] İlyaz Bingül, yayınlanmamış Orta Asya Gezi Günlüğü’nden
[50] Halil İnalcık, Türkiye Tekstil Tarihi, İş Bankası y., İst., 2008.
[51] Özlem Kumrular, Türk Korkusu, Doğan kitap, İst., 7. bs., 2008.
[52] Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası c. 1, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Eren y., İst., 1989.
[53] Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve Etrafındaki Dünya, Ayşe Berktay, Kitapyayınevi, İst..
[54] Abdullah Turhal, Deliler: Osmanlı’nın Muhteşem Süvarileri, Doğan Kitap y., 2011.
[55] Claude Lévi-Strauss, Irk ve Tarih, Metis y., İst., 1985.
[56] Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti y., 2. bs., İst., 1984.
[57] Radikal Gazetesi, “Amerikan dergisinden Atatürk’e hakaret”, 01. 04. 2011

[58] Baykan Sezer, Asya Tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları, İ. Ü., 1979.

[59] Gilles Deleuze –Felixs Guattari, Felsefe Nedir, çev. Turhan Ilgaz, YKY, İst., 1993.
[60] Henry James, Washington Meydanı, çev. Fatih Özgüven, İletişim y., İst., 1983.
[61] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah y., 2. bs., İst., 1987.
[62] Sacher Masoch, Kürklü Venüs, çev. Tahsin Yaşamak, Bilgi y., Ank., 1974.
[63] A. Von Gabain, Eski Türkçenin Grameri, çev. Mehmet Akalın, TTK, Ank., 1988. .; ayrıca W. Bang und A. Von Gabain, Türkische Texte II, Berlin, 1929.
[64] Artaud, Antonin (1991) Van Gogh, çev. Ahmet Soysal, Nisan y., İst., 1991.
[65] Sevgi Soysal, (1983) Barış Adlı Çocuk, Bilgi y., Ank., 1983.
[66] Nermi Uygur, Edmund Husserl’de Başkasının Ben’i Problemi, İ. Ü., 1958.
[67] Franz Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, çev. Kamuran Şipal, Cem y., İst., 2. bs., 1983.
[68] Martin Heidegger, “Hölderlin ve Şiirin Özü”, çev. Turan Oflazoğlu, Çeviri Dergisi, Kült. Bakl., Ank., 1979.
[69] R. Jakobson’dan aktaran Umberto Eco, Açık Yapıt, çev. Yakup Şahan, Kabalcı y., İst., 1992.
[70] Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev. Ahmet İnam, Ara y., İst., 1990.
[71] (Kafka, 1983; 150) deyu yanlış(?) künye düşmüşüm, fakat hangi kitap bulamadım –bulacağım.
[72] Ludvig Wittgenstein, Tractatus, çev. Oruç Aruoba, BFS, İst., 1985.
[73] Samuel Beckett, Adlandırılamayan, çev. Nail Bezel, Ara y., İst., 1992.
[74] Umberto Eco, “Yorum ve Tarih”, çev. Yuldanur Salman, Kuram Kitap 3, İst., 1993.
[75] Georges Bataille, Erotizm, çev. Mukadder Yakupoğlu, Bilkamak Basım, 1993.
[76] İlyaz Bingül, “Göçebeden Yerleşikliğe (Anadolulu) Türkler”, Hayalet Gemi, sayı 36, 1997.
[77] aktaran Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun y., İst., 3. bs., 1981.
[78] Gilles Deleuze &, Claire Parnet, Diyaloglar, çev. Ali Akay, Bağlam y., İst., 1990.
[79] Jean Paul Sartre, Bulantı, çev. Selahattin Hilav, Can y., İst., 1981.
[80] Aristotales, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, Ege Ü., İzmir, 1985.
[81] Friedrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, çev. Ahmet İnam, Ara y., İst. , 1990.
[82] Jean Paul Sartre, Bulantı, çev. Selahattin Hilav, Can y., İst., 1981.
[83] Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, çev. Sinan Fişek, Dost y., Ank., 1982.

Hiç yorum yok: