09 Ağustos 2025

Gül Abus Semerci'nin Bir Şiiri Üzerine, Mehmet İşten

 

                                                                                                                                        

 

Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki Sıkıntılar Büyük  

Gül Abus Semerci’nin ilk şiir kitabı ama ilk kitabı değil, daha önce öyküleri var. Özellikle Pisuvar Tedirginliği adlı kitabı epey yankı bulmuştu. Kendisi okullu bir senarist öte yandan, yazdığı senaryolar dizi ya da film olarak çekildi.

Çok genç yaşlarından itibaren edebiyatın içinde ama bildiğim kadarıyla aktif sahadan epeydir uzaktaydı. En azından ben dergilerde rastlamıyordum. Gerçi senaryo yazarlığı yapıyordu ama edebiyat sahasında görünmüyordu. Sonra, bir yıl kadar önce benim de şiirlerimi yayınladığım Natama dergisinde şiiriyle karşılaşınca çok sevinmiştim. Hem de ne şiir!..

Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki Sıkıntılar Büyük’tü şiirin adı. O şiir vesilesiyle ayaküstü Enis Akın, Gül ve ben konuşmuştuk, Enis iyi şiiri yüz metreden tanır. Gül’ün kitabını basmak istediğini ima eden bir iki cümle de kurmuştu o ara. İyi ki her şey böyle olmuş. Edebiyatımızda özgünlüğü apaçık bir şair olarak tanıştık kendisiyle.

Bizi, toplumu yalan söylerken yakalayan şiirler.

Kitabın adı neden bu? Kim bu “biz” dediği yani kim bu “dışarıdan iyi olup içindeki sıkıntılar büyük olan” diye düşündüğümüzde ad kendi başına da bazı imalar taşıyor ve şiirlere girince anlam kazanacak olan şeyi adıyla da sezdiriyor. Bu bir beyaz türk insanıdır. Muhtemelen plaza insanı, bir ‘beyaz türk ailesi’ dışarıdan iyi olup içindeki sıkıntılar büyük olan…

Kitapta on bir şiir var. İlla bir çerçeve kurmak gerekirse Gül Abus’un şiirleri, toplumu, bizi, kendimizi tam da yalan söylerken yakalayan şiirler. Aynı zamanda kadın olmanın şiirleri. Bu meselelere yaklaşırken de kendini de hariç tutmadan daima dürüst kalabiliyor şair; en söylenemez, en itiraf edilemez zannedileni söylüyor, bazen dümdüz ve bütün çıplaklığı ile bazen ironik bir dille.

şiir yazan bir ev kadının ahlakı

 

Pazar günleri şiir yazarım

Kocam ve biri kız, diğeri oğlan iki çocuğumla yaptığım

                               Pazar kahvaltılarını sevmem,

Çocuğum bırakma o parçayı demekten, kocamın çayının

                                   bitip bitmediğini kollamaktan yorulurum.

                                 Yüzüme yapıştırdığım şefkatli, güler yüzlü anne

                                 suratını arkamı döndüğüm anda çıkarırım. Bir

                                   elimin baş parmağıyla şu üçünün başını ezmek

                                  isterim. En küçüğünün canı acır. Onu en alta

                                koymak istemem.*

 

*Şiir Yazan Bir Kadının Ahlakı, Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki Sıkıntılar Büyük, Natama Yayınları Syf.7

 

 

Kitaptaki ilk şiir olan şiir yazan bir ev kadınının ahlakı’ında herkesin bir çeşidini sergilemek zorunda kaldığı toplumsal roller içinden biri olarak kadınlık ve annelik hâlleri nedeniyle daralmış bir kadın portresi var. Edebiyat bu yüzden de güzeldir. Gerçek hayatta ancak aklımızdan geçirebileceğimiz, kimsenin yüzüne söyleyemeyeceğimiz o şeyleri söyleme şansı buluruz. Bütün o Sait Faiklerin, Selim İlerilerin, Kafkaların, Oğuz Atayların filan yazdıklarını karşılarındakilere çat çat söylediklerini bir an hayal ediyorum da…   

 

İyi şiir başka bir şey, hakiki şiir başka bir şey bana kalırsa. Çok temel bazı hakikatlere, sorunlara, problematiklere hiç dokunmadan yazılmış iyi şiirler de okudum ama hakiki şiir işin diğer boyutunu öne alıyor, yani bize hakiki bir şeyler söylüyor. Şiir yazan bir ev kadınının ahlakı tam öyle bir şiir.

 

kahvaltı yalnızca yenilen bir şeyler değildir

 

Şair “pazar kahvaltısı”ndan saldırıyor, çünkü pazar kahvaltısı adeta bir simge. İzlediğimiz filmlerden biliyoruz en azından; kahvaltı, özellikle de pazar kahvaltısı bir kent insanı ayinidir. Neden öyle? Çünkü kent ailesinde sabah çok erken kalkılır, herkesin koşturacağı yerler vardır, günlerden pazar değilse. Çocuklar okula gidecektir; baba bütün o şık kıyafeti, çantası ile ‘şirkete’. Nedense hep şirkete... Bu tablo Amerikan filmlerinden. En azından benim belleğimde baba hep şirkete gider; bir otobüs şoförü, bir işçi, bir gişe memuru ya da bir kafe işletmecisi yoktur! Vardır tabii öyle filmler de ama şablonlar çok kullanışlı olduğundan mıdır nedir, özellikle film başlarında mutlu bir beyaz yakalı, orta sınıf aile tablosu oluşturmak istiyorsanız filmde biraz sonra yaşanacak krizden önce muhakkak bir kahvaltı sahnesi koyarsınız, kullanışlıdır çünkü. Tabii babayı kapıda ailece öpme ritüeli atlanmaz ve baba arabasına binip gider. Bu arada ev ‘müstakildir’, kapı önüne çıktıklarında anlarız, bahçesi olan müstakil bir ev! Ne saadet… Anne?  O filmlerde, en azından birazcık tarihi eski olanlarda anne çalışmıyordur, çünkü baba çalışıyordur. Anne ise kendi arabasıyla çocukları okula bırakır ya da çocuklar servise bininceye kadar


arkalarından bakar; sonra ev, bütün gün onundur. Ev işleri için yardımcı biri gelecektir, anne de birtakım dergileri karıştıracak, arkadaşlarıyla telefonlaşacaktır. Daha modern filmlerde anne arabasıyla çocukları okula bıraktıktan sonra kendi ‘şirket’ine gider. İşte pazar kahvaltısı, bu koşuşturmacalı ‘hafta içi’nin intikamıdır adeta. Hayatımız aslında hiç de fena değil demektir, hatta bayağı iyi yaşıyoruz ve mutlu bir aileyiz. İyi ki böyle bir aileye sahibim. Soru 1: Herkes nasıl çok kolay araba sahibi oluyor ya da biz neden o kadar kolay olamıyoruz? Soru 2: Krizin bozacağı mutlu rutin için neden pazar kahvaltısı seçiliyor? 1. soruyu geçiyorum. Alakasız oldu ama sormadan geçmek istemedim. 2. sorunun cevabı ise şu: Mutlu bir aile tablosu için kahvaltı mükemmeldir. Bir kere bulvar gazetelerindeki mutlu yaşam sayfalarında kahvaltının bizatihi kendisi ‘mutluluk verici’ olarak tanımlanıyor. Ayrıca mükemmel geçecek bir gün bu. Böyle başlayan bir gün nasıl kötü geçsin?.. Herkes bir arada, herkes kendi rolünü hayata taşıyor; şakalar, takılmalar, kızıyormuş gibi yapmalar filan… Acelemiz yok üstelik, derslerin ve işlerin canı cehenneme diyebiliriz bugünlük! Böyle bir başlangıç biraz sonra çocuklardan birine çarpacak arabanın yaratacağı facia duygusunun etkisini artıracak ya da kadını beklenmedik şekilde arayan çok eski sevgili, izleyenleri birtakım duygu durumlarına sokacak. Ama şimdi kahvaltı ediyoruz, biraz sonra başımıza gelecekleri ya da yan sokakta birilerinin başına zaten gelmekte olanları bilmeden mutluyuz. İşte pazar kahvaltısı budur.

 

Gül Abus, bize bütün bunları bilen bir anne ‘olarak’ kararlı bir şekilde mırıldanıyor: Pazar kahvaltılarını sevmem!

 

evden uzaklaşmak

 

Anne olmaktan da mutsuz mu tam bilemiyoruz ama anne rolünü oynamaktan kesinlikle mutsuz. ‘yüzüne yapıştırdığı şefkatli güler yüzlü anne suratı’nı hemen çıkarıyor zira. Sadece anneyi değil kadın, koca, çocuk, şair oluş gibi bütün toplumsal rolleri de kılıçtan geçirmeden bırakmıyor. Artık pazar kahvaltısı sadece yenilen bir şeyler değil, yapılan ve yapılamayan bir şeyler de çünkü. İçine sıkışılan cendere. Anne olmak demek -tabii baba olmak da-; yanı başınızda gürül gürül bir hayat akarken “çocuklarımı çok seviyorum” demek, “baksana şunun tatlılığına” demek, canın yana yana herkes şahane bir ortama giderken evde oturmak demek, tasarruf ve geleceği düşünmek demek. Gül yalan söylemiyor, pazar kahvaltılarını sevmiyor işte!.. Olumlu, pozitif, ideal anne olmayı sevmiyor, buna inanmıyor, bu sahte bir kurgu ama çocuklar için en doğrusunun bu olduğuna inanıyor ve onları seviyor. Bir yandan o üçünün başını baş parmağı ile ezmek isterken öte yandan en küçüğünün en altta kalmasını istemiyor!.. Ellerinde yaralar çıkıyor bütün bu karşıtlıklardan ve stresten.

 

Gül Abus bütün bunları söylerken şiirin biçimini filan umursamıyor. Bazı yerleri düzyazı bir şiir denebilir mi? Ama bana kalırsa o “gördüğü şey”in, içini yakan o şeyin bizim de içimizi yakmasını umuyor sadece. Belki o da değil, sadece o ağırlığı tek başına taşıyamıyor, söyleyerek hafifletiyor. Biçiminden ona ne! Şiirin sonunda da söylediği gibi: Yoksa ellerindeki yaralar geçmez!.. Şiirin sesiymiş, dize kuruluşlarıymış, çarpıcı imgelermiş… çok da umuru değil. Büyük şair olmak, şair olarak tanınmak filan değil derdi, şiir yazarken kendini ifade edebiliyor, sahiden kendi olmaktan söz ediyorum. İnsanın kendini ifade edebiliyor oluşu, ne kadar klişe bir söz hâline geldi, kof. Ama bu klişe bariyerini aşabilirseniz bir insanın kendini gerçekten ifade edebileceği bir alan bulması çok az rastlanır ve çok inanılmaz bir şey… Gündelik hayatta hiç olamayacak bir şey bu! O yüzden bulduğu bu imkânı dürüstçe kullanıyor Gül Abus. Yani şöyle imge, böyle söyleyişten önce kendini ifade etmek. Ama doğal bir dilinin olmasını önemsiyor, iri laflar söylüyormuş gibi görünmek istemiyor. En ağırını söylerken bile sanki öyle bir söyleyip geçiyor, göze sokmuyor:

 

Bugün de bir Pazar.

Bir Pazar Kahvaltısı olmamıştır ki; hır gür çıkmasın.

Bir Pazar Kahvaltısı olmamıştır ki; ben arkasından şiir

                                                   yazmayayım.

Pazar Kahvaltısından sonra ellerimde yara çıkar.

Ama yazarım.

 

Çocuklarını günlerden pazar olduğu için okula değil kursa uğurladıktan sonra ev ona ait. Sigara içebiliyor artık. Balkona çıkıyor mu? Sanmam. Sonra bir kafeye gidiyor.

 

Şiir mutlaka yazarım.

Mesela şimdi bir şiir yazıyorum.

Elim yara içinde ama yazıyorum.

En pahalı sigarayı alırım.

En güzel yüzüğümü parmağıma takarım

Kızla oğlan kursta.

Daha önce dinlemediğim türden müziklerin çaldığı bu

                    kafeye gelirim.

 

 

Ben bu kafeye gidişte, gidişlerde ya da kuaföre ya da müzeye… kadın oluştan birazcık olsun uzaklaşabilme arzusu görüyorum. Herkes gibi bir insan olma, birtakım boş ya da dolu işler yapma, böyle herkes gibi bir özgürlük ve konfor alanına sahip olduğunu hissetme arzusu. Bu, evde olamayacak bir şey, kadınlar için. Erkekler için ev daha iyi. Kadın kafeye bunun için gidiyor. Sahibi, sorumlusu, yetkilisi, hizmetçisi, annesi olmadığı bir mekânda olmak…

 

Genellikle kadınların kıyısında otururum.

Korkarım kocamı aldatmaktan

Bir güzel bakışa tav olurum sanırım

Bacağım baldırım açılır, örtmekle uğraşmam

O denli yazarım

Aklıma ne gelirse.

Vallahi aldırmam, billahi aldırmam

Pazar sabahları şiir yazmak isteyen kadınlar, birbirine

                        yakın masalar bulur burada.

Ne de olsa evliyiz.

Ne de olsa bedbaht hayatlarımızdaki çıkmayan lekelere

                               nüfuz etmek isteriz.

Ne de olsa ellerimiz yara

Yüzümüz çok güzel

ne de olsa Pazar günleri şairiz hepimiz.

Pazar kahvaltısından sonra buraya geliriz, bir kahve içeriz

 

 

Yazıyor. Diğer bazı yazmak isteyen kadınlar da onun gibi yapıyor. Kadınlara yakın masalara oturuyorlar. Aksi takdirde mazallah kafede yalnız bir kadın! Aranıyor mu? Tanışabilir miyiz? Bana mı bakıyor? Yedi beni yedi… Ama kendine de çok güvenmiyor; çünkü biliyor, “o” yaşıyor içinde bir yerlerde bütün bu aile martavallarına rağmen. Anne olmak ve eş olmaktan da önce bir dişi oluşu var, ona karşı temkinli.

Yazıyor, başka hiçbir şeyle ilgilenmeden. Yazarken anlatabiliyor kendini. Bu bir cesaret meselesi değil, yani insanlara konuşurken de kendini anlatmak, bir cesur olup olamama meselesi değil. Bu olmak ya da olmamak meselesi, biliyor. Olanaksız da. Bütün bu gündelik hayat içerisinde kim neyi anlayabilir?

Yukarıda bir yerlerde demiştim, koca koca hakikatleri küçük ve önemsizmişlercesine söylüyor Gül Abus. Ne söylemek istiyor? Tıpkı sizin yaptığınız gibi mi? Aynısı kaynımın başına geldi. Yok daha neler…

 

şiirde kendi olmak

 

Bu o denli yazış, bir tür trans hâli, kendinden geçme, kendini bulma, kendini ifade edebilme sevinci; dili bulabilme, oluyor galiba diyebilme, dünyevi şeyleri umursamayacak kadar mutlu olma bu ifade edişten; bakışları, kuralları, istekleri, kıvamlı kıvamsız yürümeleri umursamayabilme…

 

Kendisi gibi hisseden kadınlar da var. Kendisine biçilen rollerden bir süreliğine de olsa uzaklaşmanın iyi geleceğini duyumsayan kadınlar.  Yani aslında o kafede şiir yazan kadınların bazıları sahilde yürüyor, bazıları başka bir kafede arkadaşlarıyla, sergide şiir yazmaya çalışıyor. Hepsi güzel bir ruha sahip ama kadınlık onları değiştiriyor, zorluyor, örseliyor, eksiltiyor, bozuyor belki…

 

 

Pazar kahvaltısından sonra buraya geliriz, bir kahve içeriz.

Masamızın kenarındaki lekeyi sileriz

Şairsin yapma deriz

Evde leke çıkardığın yetmedi mi?

 

Ama kadınlık kolay kurtulunulabilen bir şey değil, içe sinmiş yanları var, kendini yakalıyor kadınlar bu içselleştirmede.

 

Şiirde benim tanımadığım birtakım tv karakterleri de var, muhakkak önemlidir. Yavşak sesli bir adam, dekolte giyinen Şebnem Hanım. Şebnem Hanım, memelerini salıyor. Titretiyor demek mi, hoplatıyor mu?

Bu sahne şiirdeki öznenin (burada şairin demek olmaz artık), kocasını arzulamasına neden oluyor, canı çekiyor.

 

Bayağı bayağı didişiyor Şebnem Hanım’la şair.  Yok efendim şiir yazsınmış, o yazsın şiirdeki özne memelerini salsınmış…

 

Bilinçakışı tekniğini kurmacalar için çok söz konusu ediyorlar ama ben epeydir çeşitli şiirlerde de görüyorum. Sanırım burada da böyle bir şey var. Bir pazar günü kafeye kendi oluşa giden bir kadının aklındaki çekirgelerin zıplayışları… Beyine gem vurulamıyor, türlü şeyler düşünüyor, elbette gündelik gerçeğin zihnimizi meşgul etmesinden kaçamıyoruz. Neyin nasıl bir iz bırakacağını ve insan zihninde neye dönüşeceğini kim bilebilir?.. Belli ki bu TV karakteri ve programı erotik birtakım çağrışımlarla türlü düşüncelere dönüşüyor onda.

 

Söyleyeceklerim bundan ibaret

Ay İsmail bunları duysa beni hiç tanıyamaz

“Ne ayaksın kız sen” der

Yatırır siker

 

Acıklı bir şeyler seziyorum bir yandan. Erotik, pornografik, tahrik edici tamam ama acıklı ne? Acıklı olan şu: Sevilen, âşık olunan belki, karısı olunan bir adam var ve 1- İsmail hiç şiir okumuyor, buna güveniyor, bu yazdıklarımı göremez nasıl olsa… 2- Diyelim okusa, onu tanıyamıyor, yani aslında onu hiç tanımamış. 3- Demek kadın kendini hiç ortaya koy(a)mıyor, hep bir “şey” gösteriyor onlara, eşine, çocuklarına… Her evde olduğu gibi. Acıklı olan bu, evet. 4- İsmail, tanıyamaz onu ama yatırır, siker. 5- Neden? Çünkü erkektir. Aslında o da bundan hoşlanır, hoşlanıyor. Şiirin ortalarında, Şebnem Hanım mevzuunda canı çekmişti hatırlarsak.

 

Oysa kocamın iyi huylu karısıyım ben.

Çocuklarımın kıvrılıp göbeğinin üzerinde uyudukları canım

                                                   anneleriyim

Yalan söylüyorlar ama ne yapsınlar,

böyle olmak zorundalar.

Güzel annem demezlerseeee!

Annem süper demezlerseeee!

Biricik karım diye methetmezse kocam beni!

UTANIRLAR!

Ayıplar toplum onları

İşte böyle yuvarlanıp gidiyoruz

Pazar kahvaltısından sonra ben bunları yazayım diye.

Yoksa ellerimdeki yaralar geçmez ölürüm!

 

1.dize tuhaf bir karmaşa oluşturuyor bende ne demek istediğine dair. Üstteki bölümde İsmail’in söz konusu edilen eyleminin bir arzu olduğuna dair, belki istediği ve kendini dışlaştıracağı kadar hakiki bir cinselliğin olamayışını anlatıyor evlerde. Çoğu insana “samimiyetin, hakikiliğin bu kadarı da fazla” dedirtiyor şiir. Pes! Şair ya da doktor ya da reklamcı… Hiçbir anne, hiçbir eş yazdıklarında bir tür otosansür uygulamadan yapamaz diye düşünüyor herkes. Gül Abus, uygulamıyor, ileride şöyle mi olur böyle mi olur tarzında şeyler düşünmüyor. Gerçekten acayip!.. Çocuklarının bir ‘rol’ içinde olduklarını söylüyor yahu!... Bilinçli ya da bilinçsiz ama saf bir sevgi değil yaşadıkları, öyle anlıyoruz. Tabii ki yalnız onun çocuklarının değil, tüm çocukların, tüm kocaların, tüm kadınların!..

 

Şiirdeki bütün bu rahatlıklar ve hakikilikler için teşekkür edeceğimiz ne çok insan var. Bir kere “Zerrattan şümusa her güzel şey şiirin konusu olabilir.” diyen üstat Ekrem var. Şiire has konu diye bir şey olmaz diyor yani, Halit ziya var, mensur şiirleri edebiyatımıza getiren, Orhan Veli var, nasırlardan şunlardan bunlardan şiir çıkaran, şairaneyi şiirden kovan, böylece sadece “her güzel şey” sınırını da atıyor. Edip Cansever var, biranın bardaktan dökülüşünü şiirin temel motifi yapan.

 

Bir ev kadınının kafede oturduğu masanın örtüsünün kenarındaki lekeyi silme otomatik, adeta içgüdüsel davranışı şiir değil mi yani, kadın oluşun ne olduğunu böyle bir önemsiz ayrıntıda da bulmuyor muyuz? Ya da kahvaltı masasında kocanın çayının bitip bitmediğini kollamada kimlik savaşlarından azade, şiire dönüşmüş kritik bir sosyoloji, can yakıcı bir psikoloji yok mu? Keza kadınlara yakın masayı tercih etmede, nüfuz etmede… kadın olmayı görmüyor muyuz?

 

Kadının kafasında bi milyon ayrıntı, yapmışlık, yapamamışlık, az yapmışlık var. Bir yandan kadın ve anne oluşun uymaya çalıştığı bi dünya ritüel, öte yandan elit sınıftan olmanın getirdiği bana bir şey olmasıncıklar, izlenilen tv programının güne yayılan sarkıtları, dikitleri; kendiyle, herkesle ve her şeyle tıkış tıkış dolmanın getirdiği huzursuzluklar. Bilinçakışı!..

 

Şimdi modern nedir, modernist nedir, postmodern nedir muhabbetlerine girip meseleyi karıştırmak istemiyorum ama modernist edebiyatın postmodern bölümü diyebileceğim bir alan var edebiyatta, özellikle şiirde. Son yıllarda dil, söylem, türler arasılık, üstkurmaca, geleneksele atıf, söylem taklidi vb. her özelliği gördüğümüz. Gül Abus’un şiiri biçim, dil, söyleyiş, yapı olarak oralarda bir yerlerde konumlanabilir. Ama şair tutumu, dürüstlük, hakikilik bakımından eşsiz bir alan açıyor.

 

Aslında yazıya başlarken niyetim ya kitabın bütünü hakkında yazmaktı ya da başta söz ettiğim kitaba adını veren şiir hakkında yazmak. Günlük dilin şiirini keşfetmekten de söz edebilirdim, internet kuşağının dilini, sosyal medyanın dilini nasıl yakalayabildiğinden… “Bekliyorum güzel şeyler olacak/ Sağlıktı spordu hepsine son vereceğiz” derkenki sahici olmaya dair kötücül ümidi vurgulayabilirdim. Ter kokan gündelikçi Nagihan ile sınıfsal didişmesinden, yumruğu hep kendine vurmasından bahis mesela. En önemlisi kitaba adını veren şiirdeki insan yalnızdır ve hiçbir iyilik sürdürülemez gibi gerçeği ta kökünden yakalayan şeyleri… Ama ilk şiirde takılıp kaldım. Kim bilir belki başka şeyler de yaparım. Ben Gül Abus Semerci’ye teşekkür ediyorum böyle bir şiirle geldiği için.

 

 

 

 

Mehmet İşten


* Yaz vücut bulalı 7-8 ay oldu. 

Hiç yorum yok: