Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki
Sıkıntılar Büyük
Gül
Abus Semerci’nin ilk şiir kitabı ama ilk kitabı değil, daha önce öyküleri
var. Özellikle Pisuvar Tedirginliği
adlı kitabı epey yankı bulmuştu. Kendisi okullu bir senarist öte yandan,
yazdığı senaryolar dizi ya da film olarak çekildi.
Çok genç yaşlarından itibaren edebiyatın içinde ama bildiğim
kadarıyla aktif sahadan epeydir
uzaktaydı. En azından ben dergilerde rastlamıyordum. Gerçi senaryo yazarlığı
yapıyordu ama edebiyat sahasında görünmüyordu. Sonra, bir yıl kadar önce benim
de şiirlerimi yayınladığım Natama dergisinde şiiriyle karşılaşınca çok
sevinmiştim. Hem de ne şiir!..
Dışarıdan İyiyiz ama
İçimizdeki Sıkıntılar Büyük’tü şiirin adı. O şiir vesilesiyle ayaküstü Enis
Akın, Gül ve ben konuşmuştuk, Enis iyi şiiri yüz metreden tanır. Gül’ün
kitabını basmak istediğini ima eden bir iki cümle de kurmuştu o ara. İyi ki her
şey böyle olmuş. Edebiyatımızda özgünlüğü apaçık bir şair olarak tanıştık
kendisiyle.
Bizi, toplumu yalan söylerken yakalayan şiirler.
Kitabın adı neden bu? Kim bu “biz” dediği yani kim bu
“dışarıdan iyi olup içindeki sıkıntılar büyük olan” diye düşündüğümüzde ad kendi
başına da bazı imalar taşıyor ve şiirlere girince anlam kazanacak olan şeyi
adıyla da sezdiriyor. Bu bir beyaz türk
insanıdır. Muhtemelen plaza insanı, bir ‘beyaz türk ailesi’ dışarıdan iyi olup
içindeki sıkıntılar büyük olan…
Kitapta on bir şiir var. İlla bir çerçeve kurmak gerekirse
Gül Abus’un şiirleri, toplumu, bizi, kendimizi tam da yalan söylerken yakalayan
şiirler. Aynı zamanda kadın olmanın şiirleri. Bu meselelere yaklaşırken de
kendini de hariç tutmadan daima dürüst kalabiliyor şair; en söylenemez, en
itiraf edilemez zannedileni söylüyor, bazen dümdüz ve bütün çıplaklığı ile
bazen ironik bir dille.
şiir
yazan bir ev kadının ahlakı
Pazar günleri şiir yazarım
Kocam ve biri kız, diğeri oğlan iki
çocuğumla yaptığım
Pazar
kahvaltılarını sevmem,
Çocuğum bırakma o parçayı demekten,
kocamın çayının
bitip bitmediğini kollamaktan yorulurum.
Yüzüme yapıştırdığım şefkatli, güler yüzlü
anne
suratını arkamı döndüğüm anda çıkarırım.
Bir
elimin baş parmağıyla şu üçünün başını
ezmek
isterim. En küçüğünün canı acır. Onu en
alta
koymak istemem.*
*Şiir Yazan Bir Kadının Ahlakı, Dışarıdan İyiyiz ama İçimizdeki
Sıkıntılar Büyük, Natama Yayınları Syf.7
Kitaptaki ilk şiir olan şiir yazan bir ev kadınının
ahlakı’ında herkesin bir çeşidini sergilemek zorunda kaldığı toplumsal
roller içinden biri olarak kadınlık ve annelik hâlleri nedeniyle daralmış bir
kadın portresi var. Edebiyat bu yüzden de güzeldir. Gerçek hayatta ancak
aklımızdan geçirebileceğimiz, kimsenin yüzüne söyleyemeyeceğimiz o şeyleri
söyleme şansı buluruz. Bütün o Sait Faiklerin, Selim İlerilerin, Kafkaların,
Oğuz Atayların filan yazdıklarını karşılarındakilere çat çat söylediklerini bir
an hayal ediyorum da…
İyi şiir
başka bir şey, hakiki şiir başka bir şey bana kalırsa. Çok temel bazı
hakikatlere, sorunlara, problematiklere hiç dokunmadan yazılmış iyi şiirler de okudum
ama hakiki şiir işin diğer boyutunu öne alıyor, yani bize hakiki bir şeyler
söylüyor. Şiir yazan bir ev kadınının
ahlakı tam öyle bir şiir.
kahvaltı
yalnızca yenilen bir şeyler değildir
Şair “pazar kahvaltısı”ndan saldırıyor, çünkü pazar kahvaltısı adeta bir simge. İzlediğimiz filmlerden biliyoruz en azından; kahvaltı, özellikle de pazar kahvaltısı bir kent insanı ayinidir. Neden öyle? Çünkü kent ailesinde sabah çok erken kalkılır, herkesin koşturacağı yerler vardır, günlerden pazar değilse. Çocuklar okula gidecektir; baba bütün o şık kıyafeti, çantası ile ‘şirkete’. Nedense hep şirkete... Bu tablo Amerikan filmlerinden. En azından benim belleğimde baba hep şirkete gider; bir otobüs şoförü, bir işçi, bir gişe memuru ya da bir kafe işletmecisi yoktur! Vardır tabii öyle filmler de ama şablonlar çok kullanışlı olduğundan mıdır nedir, özellikle film başlarında mutlu bir beyaz yakalı, orta sınıf aile tablosu oluşturmak istiyorsanız filmde biraz sonra yaşanacak krizden önce muhakkak bir kahvaltı sahnesi koyarsınız, kullanışlıdır çünkü. Tabii babayı kapıda ailece öpme ritüeli atlanmaz ve baba arabasına binip gider. Bu arada ev ‘müstakildir’, kapı önüne çıktıklarında anlarız, bahçesi olan müstakil bir ev! Ne saadet… Anne? O filmlerde, en azından birazcık tarihi eski olanlarda anne çalışmıyordur, çünkü baba çalışıyordur. Anne ise kendi arabasıyla çocukları okula bırakır ya da çocuklar servise bininceye kadar
arkalarından bakar; sonra ev, bütün gün onundur. Ev işleri için yardımcı biri gelecektir, anne de birtakım dergileri karıştıracak, arkadaşlarıyla telefonlaşacaktır. Daha modern filmlerde anne arabasıyla çocukları okula bıraktıktan sonra kendi ‘şirket’ine gider. İşte pazar kahvaltısı, bu koşuşturmacalı ‘hafta içi’nin intikamıdır adeta. Hayatımız aslında hiç de fena değil demektir, hatta bayağı iyi yaşıyoruz ve mutlu bir aileyiz. İyi ki böyle bir aileye sahibim. Soru 1: Herkes nasıl çok kolay araba sahibi oluyor ya da biz neden o kadar kolay olamıyoruz? Soru 2: Krizin bozacağı mutlu rutin için neden pazar kahvaltısı seçiliyor? 1. soruyu geçiyorum. Alakasız oldu ama sormadan geçmek istemedim. 2. sorunun cevabı ise şu: Mutlu bir aile tablosu için kahvaltı mükemmeldir. Bir kere bulvar gazetelerindeki mutlu yaşam sayfalarında kahvaltının bizatihi kendisi ‘mutluluk verici’ olarak tanımlanıyor. Ayrıca mükemmel geçecek bir gün bu. Böyle başlayan bir gün nasıl kötü geçsin?.. Herkes bir arada, herkes kendi rolünü hayata taşıyor; şakalar, takılmalar, kızıyormuş gibi yapmalar filan… Acelemiz yok üstelik, derslerin ve işlerin canı cehenneme diyebiliriz bugünlük! Böyle bir başlangıç biraz sonra çocuklardan birine çarpacak arabanın yaratacağı facia duygusunun etkisini artıracak ya da kadını beklenmedik şekilde arayan çok eski sevgili, izleyenleri birtakım duygu durumlarına sokacak. Ama şimdi kahvaltı ediyoruz, biraz sonra başımıza gelecekleri ya da yan sokakta birilerinin başına zaten gelmekte olanları bilmeden mutluyuz. İşte pazar kahvaltısı budur.
Gül Abus, bize bütün bunları bilen bir anne ‘olarak’
kararlı bir şekilde mırıldanıyor: Pazar
kahvaltılarını sevmem!
evden
uzaklaşmak
Anne
olmaktan da mutsuz mu tam bilemiyoruz ama anne rolünü oynamaktan kesinlikle
mutsuz. ‘yüzüne yapıştırdığı şefkatli güler yüzlü anne suratı’nı hemen
çıkarıyor zira. Sadece anneyi değil kadın, koca, çocuk, şair oluş gibi bütün
toplumsal rolleri de kılıçtan geçirmeden bırakmıyor. Artık pazar kahvaltısı
sadece yenilen bir şeyler değil, yapılan ve yapılamayan bir şeyler de çünkü.
İçine sıkışılan cendere. Anne olmak demek -tabii baba olmak da-; yanı başınızda
gürül gürül bir hayat akarken “çocuklarımı çok seviyorum” demek, “baksana şunun
tatlılığına” demek, canın yana yana herkes şahane bir ortama giderken evde
oturmak demek, tasarruf ve geleceği düşünmek demek. Gül yalan söylemiyor, pazar
kahvaltılarını sevmiyor işte!.. Olumlu, pozitif, ideal anne olmayı sevmiyor,
buna inanmıyor, bu sahte bir kurgu ama çocuklar için en doğrusunun bu olduğuna
inanıyor ve onları seviyor. Bir yandan o üçünün başını baş parmağı ile ezmek
isterken öte yandan en küçüğünün en altta kalmasını istemiyor!.. Ellerinde
yaralar çıkıyor bütün bu karşıtlıklardan ve stresten.
Gül Abus bütün bunları söylerken şiirin
biçimini filan umursamıyor. Bazı yerleri düzyazı bir şiir denebilir mi? Ama
bana kalırsa o “gördüğü şey”in, içini yakan o şeyin bizim de içimizi yakmasını
umuyor sadece. Belki o da değil, sadece o ağırlığı tek başına taşıyamıyor,
söyleyerek hafifletiyor. Biçiminden ona ne! Şiirin sonunda da söylediği gibi: Yoksa ellerindeki yaralar geçmez!..
Şiirin sesiymiş, dize kuruluşlarıymış, çarpıcı imgelermiş… çok da umuru değil.
Büyük şair olmak, şair olarak tanınmak filan değil derdi, şiir yazarken kendini
ifade edebiliyor, sahiden kendi olmaktan söz ediyorum. İnsanın kendini ifade
edebiliyor oluşu, ne kadar klişe bir söz hâline geldi, kof. Ama bu klişe
bariyerini aşabilirseniz bir insanın kendini gerçekten ifade edebileceği bir
alan bulması çok az rastlanır ve çok inanılmaz bir şey… Gündelik hayatta hiç
olamayacak bir şey bu! O yüzden bulduğu bu imkânı dürüstçe kullanıyor Gül Abus.
Yani şöyle imge, böyle söyleyişten önce kendini ifade etmek. Ama doğal bir dilinin
olmasını önemsiyor, iri laflar söylüyormuş gibi görünmek istemiyor. En ağırını
söylerken bile sanki öyle bir söyleyip geçiyor, göze sokmuyor:
Bugün de bir Pazar.
Bir Pazar Kahvaltısı olmamıştır ki;
hır gür çıkmasın.
Bir Pazar Kahvaltısı olmamıştır ki;
ben arkasından şiir
yazmayayım.
Pazar Kahvaltısından sonra ellerimde
yara çıkar.
Ama yazarım.
Çocuklarını günlerden pazar olduğu için
okula değil kursa uğurladıktan sonra ev ona ait. Sigara içebiliyor artık. Balkona
çıkıyor mu? Sanmam. Sonra bir kafeye gidiyor.
Şiir mutlaka yazarım.
Mesela şimdi bir şiir yazıyorum.
Elim yara içinde ama yazıyorum.
En pahalı sigarayı alırım.
En güzel yüzüğümü parmağıma takarım
Kızla oğlan kursta.
Daha önce dinlemediğim türden
müziklerin çaldığı bu
kafeye gelirim.
Ben bu
kafeye gidişte, gidişlerde ya da kuaföre ya da müzeye… kadın oluştan birazcık
olsun uzaklaşabilme arzusu görüyorum. Herkes gibi bir insan olma, birtakım boş
ya da dolu işler yapma, böyle herkes gibi bir özgürlük ve konfor alanına sahip
olduğunu hissetme arzusu. Bu, evde olamayacak bir şey, kadınlar için. Erkekler
için ev daha iyi. Kadın kafeye bunun için gidiyor. Sahibi, sorumlusu,
yetkilisi, hizmetçisi, annesi olmadığı bir mekânda olmak…
Genellikle kadınların kıyısında otururum.
Korkarım kocamı aldatmaktan
Bir güzel bakışa tav olurum sanırım
Bacağım baldırım açılır, örtmekle
uğraşmam
O denli yazarım
Aklıma ne gelirse.
Vallahi aldırmam, billahi aldırmam
Pazar sabahları şiir yazmak isteyen
kadınlar, birbirine
yakın masalar bulur
burada.
Ne de olsa evliyiz.
Ne de olsa bedbaht hayatlarımızdaki
çıkmayan lekelere
nüfuz etmek
isteriz.
Ne de olsa ellerimiz yara
Yüzümüz çok güzel
ne de olsa Pazar günleri şairiz
hepimiz.
Pazar kahvaltısından sonra buraya
geliriz, bir kahve içeriz
Yazıyor.
Diğer bazı yazmak isteyen kadınlar da onun gibi yapıyor. Kadınlara yakın masalara
oturuyorlar. Aksi takdirde mazallah kafede yalnız bir kadın! Aranıyor mu?
Tanışabilir miyiz? Bana mı bakıyor? Yedi beni yedi… Ama kendine de çok
güvenmiyor; çünkü biliyor, “o” yaşıyor içinde bir yerlerde bütün bu aile
martavallarına rağmen. Anne olmak ve eş olmaktan da önce bir dişi oluşu var,
ona karşı temkinli.
Yazıyor,
başka hiçbir şeyle ilgilenmeden. Yazarken anlatabiliyor kendini. Bu bir cesaret
meselesi değil, yani insanlara konuşurken de kendini anlatmak, bir cesur olup
olamama meselesi değil. Bu olmak ya da olmamak meselesi, biliyor. Olanaksız da.
Bütün bu gündelik hayat içerisinde kim neyi anlayabilir?
Yukarıda bir yerlerde demiştim, koca koca
hakikatleri küçük ve önemsizmişlercesine söylüyor Gül Abus. Ne söylemek
istiyor? Tıpkı sizin yaptığınız gibi mi? Aynısı kaynımın başına geldi. Yok daha
neler…
şiirde
kendi olmak
Bu o
denli yazış, bir tür trans hâli, kendinden geçme, kendini bulma, kendini
ifade edebilme sevinci; dili bulabilme, oluyor galiba diyebilme, dünyevi
şeyleri umursamayacak kadar mutlu olma bu ifade edişten; bakışları, kuralları,
istekleri, kıvamlı kıvamsız yürümeleri umursamayabilme…
Kendisi gibi
hisseden kadınlar da var. Kendisine biçilen rollerden bir süreliğine de olsa
uzaklaşmanın iyi geleceğini duyumsayan kadınlar. Yani aslında o kafede şiir yazan kadınların
bazıları sahilde yürüyor, bazıları başka bir kafede arkadaşlarıyla, sergide
şiir yazmaya çalışıyor. Hepsi güzel bir ruha sahip ama kadınlık onları değiştiriyor, zorluyor, örseliyor, eksiltiyor, bozuyor belki…
Pazar kahvaltısından sonra buraya
geliriz, bir kahve içeriz.
Masamızın kenarındaki lekeyi sileriz
Evde leke çıkardığın yetmedi mi?
Ama kadınlık
kolay kurtulunulabilen bir şey değil, içe sinmiş yanları var, kendini yakalıyor
kadınlar bu içselleştirmede.
Şiirde benim tanımadığım birtakım tv
karakterleri de var, muhakkak önemlidir. Yavşak sesli bir adam, dekolte giyinen
Şebnem Hanım. Şebnem Hanım, memelerini salıyor. Titretiyor demek mi, hoplatıyor
mu?
Bu sahne şiirdeki öznenin (burada şairin
demek olmaz artık), kocasını arzulamasına neden oluyor, canı çekiyor.
Bayağı bayağı didişiyor Şebnem Hanım’la
şair. Yok efendim şiir yazsınmış, o
yazsın şiirdeki özne memelerini salsınmış…
Bilinçakışı
tekniğini kurmacalar için çok söz konusu ediyorlar ama ben epeydir çeşitli
şiirlerde de görüyorum. Sanırım burada da böyle bir şey var. Bir pazar günü
kafeye kendi oluşa giden bir kadının aklındaki çekirgelerin zıplayışları…
Beyine gem vurulamıyor, türlü şeyler düşünüyor, elbette gündelik gerçeğin
zihnimizi meşgul etmesinden kaçamıyoruz. Neyin nasıl bir iz bırakacağını ve
insan zihninde neye dönüşeceğini kim bilebilir?.. Belli ki bu TV karakteri ve
programı erotik birtakım çağrışımlarla türlü düşüncelere dönüşüyor onda.
Söyleyeceklerim bundan ibaret
Ay İsmail bunları duysa beni hiç
tanıyamaz
“Ne ayaksın kız sen” der
Yatırır siker
Acıklı bir
şeyler seziyorum bir yandan. Erotik, pornografik, tahrik edici tamam ama acıklı
ne? Acıklı olan şu: Sevilen, âşık olunan belki, karısı olunan bir adam var ve
1- İsmail hiç şiir okumuyor, buna güveniyor, bu yazdıklarımı göremez nasıl
olsa… 2- Diyelim okusa, onu tanıyamıyor, yani aslında onu hiç tanımamış. 3-
Demek kadın kendini hiç ortaya koy(a)mıyor, hep bir “şey” gösteriyor onlara,
eşine, çocuklarına… Her evde olduğu gibi. Acıklı olan bu, evet. 4- İsmail,
tanıyamaz onu ama yatırır, siker. 5-
Neden? Çünkü erkektir. Aslında o da bundan hoşlanır, hoşlanıyor. Şiirin
ortalarında, Şebnem Hanım mevzuunda canı çekmişti hatırlarsak.
Oysa kocamın iyi huylu karısıyım ben.
Çocuklarımın kıvrılıp göbeğinin üzerinde uyudukları canım
anneleriyim
Yalan söylüyorlar ama ne yapsınlar,
böyle olmak zorundalar.
Güzel annem demezlerseeee!
Annem süper demezlerseeee!
Biricik karım diye methetmezse kocam beni!
UTANIRLAR!
Ayıplar
toplum onları
İşte
böyle yuvarlanıp gidiyoruz
Pazar
kahvaltısından sonra ben bunları yazayım diye.
Yoksa
ellerimdeki yaralar geçmez ölürüm!
1.dize tuhaf bir karmaşa oluşturuyor bende ne demek istediğine dair. Üstteki
bölümde İsmail’in söz konusu edilen eyleminin bir arzu olduğuna dair, belki
istediği ve kendini dışlaştıracağı kadar hakiki bir cinselliğin olamayışını
anlatıyor evlerde. Çoğu insana “samimiyetin, hakikiliğin bu kadarı da fazla”
dedirtiyor şiir. Pes! Şair ya da doktor ya da reklamcı… Hiçbir anne, hiçbir eş
yazdıklarında bir tür otosansür uygulamadan yapamaz diye düşünüyor herkes. Gül
Abus, uygulamıyor, ileride şöyle mi olur böyle mi olur tarzında şeyler düşünmüyor.
Gerçekten acayip!.. Çocuklarının bir ‘rol’ içinde olduklarını söylüyor yahu!...
Bilinçli ya da bilinçsiz ama saf bir sevgi değil yaşadıkları, öyle anlıyoruz.
Tabii ki yalnız onun çocuklarının değil, tüm çocukların, tüm kocaların, tüm
kadınların!..
Şiirdeki bütün bu rahatlıklar ve hakikilikler
için teşekkür edeceğimiz ne çok insan var. Bir kere “Zerrattan şümusa her güzel
şey şiirin konusu olabilir.” diyen üstat Ekrem var. Şiire has konu diye bir şey
olmaz diyor yani, Halit ziya var, mensur şiirleri edebiyatımıza getiren, Orhan
Veli var, nasırlardan şunlardan bunlardan şiir çıkaran, şairaneyi şiirden
kovan, böylece sadece “her güzel şey” sınırını da atıyor. Edip Cansever var,
biranın bardaktan dökülüşünü şiirin temel motifi yapan.
Bir ev
kadınının kafede oturduğu masanın örtüsünün kenarındaki lekeyi silme otomatik,
adeta içgüdüsel davranışı şiir değil mi yani, kadın oluşun ne olduğunu böyle
bir önemsiz ayrıntıda da bulmuyor muyuz? Ya da kahvaltı masasında kocanın
çayının bitip bitmediğini kollamada kimlik savaşlarından azade, şiire dönüşmüş
kritik bir sosyoloji, can yakıcı bir psikoloji yok mu? Keza kadınlara yakın
masayı tercih etmede, nüfuz etmede… kadın olmayı görmüyor muyuz?
Kadının
kafasında bi milyon ayrıntı, yapmışlık, yapamamışlık, az yapmışlık var. Bir
yandan kadın ve anne oluşun uymaya çalıştığı bi dünya ritüel, öte yandan elit
sınıftan olmanın getirdiği bana bir şey olmasıncıklar, izlenilen tv programının
güne yayılan sarkıtları, dikitleri; kendiyle, herkesle ve her şeyle tıkış tıkış
dolmanın getirdiği huzursuzluklar. Bilinçakışı!..
Şimdi modern
nedir, modernist nedir, postmodern nedir muhabbetlerine girip meseleyi
karıştırmak istemiyorum ama modernist edebiyatın postmodern bölümü
diyebileceğim bir alan var edebiyatta, özellikle şiirde. Son yıllarda dil,
söylem, türler arasılık, üstkurmaca, geleneksele atıf, söylem taklidi vb. her
özelliği gördüğümüz. Gül Abus’un şiiri biçim, dil, söyleyiş, yapı olarak
oralarda bir yerlerde konumlanabilir. Ama şair tutumu, dürüstlük, hakikilik
bakımından eşsiz bir alan açıyor.
Aslında
yazıya başlarken niyetim ya kitabın bütünü hakkında yazmaktı ya da başta söz
ettiğim kitaba adını veren şiir hakkında yazmak. Günlük dilin şiirini
keşfetmekten de söz edebilirdim, internet kuşağının dilini, sosyal medyanın
dilini nasıl yakalayabildiğinden… “Bekliyorum güzel şeyler olacak/ Sağlıktı
spordu hepsine son vereceğiz” derkenki sahici olmaya dair kötücül ümidi
vurgulayabilirdim. Ter kokan gündelikçi Nagihan ile sınıfsal didişmesinden,
yumruğu hep kendine vurmasından bahis mesela. En önemlisi kitaba adını veren
şiirdeki insan yalnızdır ve hiçbir iyilik sürdürülemez gibi gerçeği ta kökünden
yakalayan şeyleri… Ama ilk şiirde takılıp kaldım. Kim bilir belki başka şeyler
de yaparım. Ben Gül Abus Semerci’ye teşekkür ediyorum böyle bir şiirle geldiği
için.
Mehmet
İşten
* Yaz vücut bulalı 7-8 ay oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder