09 Ağustos 2011

OĞUZ ATAY’IN “UNUTULAN” ÖYKÜSÜ, sinan yeniceli






Oğuz Atay, bilindiği gibi edebiyatımızdaki asıl önemini ve ününü iki büyük romanı olan “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar” ile elde etmiştir. Bu kitapları hakkında şimdiye değin pek çok inceleme yapılmış, sayısız eleştiri kaleme alınmıştır. Öykü kitabı olan “Korkuyu Beklerken “ise aynı ilgiyi görmemiştir, hakkında yazılan yazı sayısı yok denecek kadar azdır. Kitabın içinde en çok söz konusu edilen “Beyaz Mantolu Adam” adlı öyküdür. Yayımlanış tarihi itibari ile bakıldığında (1973, Sinan Yayınları) ünlü romanları ile aynı dönemde yazdığı anlaşılıyor bu öyküleri. Pek çok eleştirmenin de doğru bir saptamayla belirttiği gibi Oğuz Atay’ın tüm roman kahramanlarında ortak bir yan vardır. Selim Işık, Turgut Özben, Hikmet Benol, Coşkun Ermiş aynı kategorinin farklı tipleridir. Öykü kitabındaki kahramanları da buna eklemek mümkün görünmektedir. Özellikle “Beyaz Mantolu Adam” ile “Unutulan”ın adsız kahramanlarını…

Genel olarak “tutunamayanlar” diyebileceğimiz bu kategori insanının belirgin özellikleri arasında entelektüel oluşu, ironik oluşu, insan davranışlarının altında yatan asıl nedeni görmesi ve bundan kaynaklanan derin mutsuzluğu, uymaya çaba gösterdiği zaman bile sistemle, modernle tam bir bütünleşme yaşayamaması vb. sayılabilir. Korkuyu Beklerken’in ikinci öyküsü olan Unutulan’daki ‘tutunamayan’ ise öykünün ana kişisi olarak görünen kadının tavan arasında intihar etmiş, sonra orada unutulmuş olan sevgilisidir. Onun özelliklerini kadının hatırlamaları ile anlıyoruz.



“Unutulan”, ikinci evliliğini yapmış bir kadının bir gün, yaşadığı evin tavan arasına çıkmasını, orada bulduğu eskiye ait çeşitli objeler nedeniyle, bir tür hayat muhasebesine girişmesini anlatır. Bütün bu “unutulmuşlar” arasında eski sevgilisinin cesedini de bulur ve bunlardan yola çıkarak yaşamını, geçmişini, bugününü sorgular. Elbette ki Oğuz Atay, öyküdeki kurmaca karakter ve olay aracılığı ile yaşamı, evlilikleri, insanın acımasızlığını ve duyarsızlığını sorgulamaktadır. Atay, öykü kahramanının iç konuşmalarını ve ruh durumunu verirken ortalama insanın günlük yaşamın olağan akışı içindeki vurdumduymazlığını; modern yaşamın, insanı özünden nasıl uzaklaştırdığını da göstermiştir.


Öyküdeki temel izlekler arasında, insanların yaşamın olağan akışı içersinde, aslında önemli olan pek çok şeyi ıskalaması, duyarsızlaşması, kendilerine ve normalde kendileri için önemli olması gereken pek çok şeye yabancılaşması, ilişkilerdeki güçsüzlük ve özensizlik sayılabilir.



TEMEL İZLEKLERİ, DİLİ VE YAPISI BAKIMINDAN “UNUTULAN”


Öyküde tek bir kadın karakter ve onun iç konuşmaları söz konusudur. Orta yaşlarda olan ve ikinci kocası ile yaşayan bu kadın, ‘toplumsal yaşam’ın bütün güçlü duygularını törpülediği, giderek vasatın, orta hallinin, mümkünün kucağında yaşamayı kanıksamış, içinde bulunduğu dehşeti ayrımsama yeteneğini çoktan kaybetmiş modern insanı simgeler. Kocası bir karakter değil, öyküdeki figürlerden, tamamlayıcı unsurlardan biridir yalnızca, öyküde yoktur aslında.

Kahramanımız bir gün tuhaf bir dürtüyle tavan arasına çıkma isteği duyar. Ancak bu isteğin onda bir gerilim yarattığı açıktır: “Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. "Korktu; fakat, yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu” (Atay, 27).


Öyküde asıl olan, kahramanın tavan arasında karşılaştığı objeler yolu ile hayata ilişkin bir muhasebeye girişmesidir. Atay kahramanını bu tür bir muhasebeye sokar; ancak bütün duyargaları iğdiş edilmiş bir insanın bu muhasebeden ne çıkaracağı, çıkarabileceği, hayatına bu muhasebenin etki edip edemeyeceği önemlidir. Nitekim, öykünün sonunda hiçbir şey olmaz! Yani kahraman, kendi kişiliğine uygun olanı yapar ve hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyi seçer.


Kahramanımız tavan arasında pek çok eski eşya, obje, fotoğraf bulur ve bunların yarattığı çağrışımlar aracılığı ile eskiye döner, yaşadıklarını eler, inceler, eleştirir. Muhasebeye başlar.
Söz gelimi, anne ve babasının resimleri ile karşılaştığında şunları düşünür: “Neden hiç sevmediler birbirlerini?” (Atay 28). Bu cümle, kahramanın kendi yaşamının ve etrafında gözlemlediği bütün diğer evliliklerin anahtarı niteliğindedir. İnsanlar mutsuz ilişkileri ve evlilikleri çeşitli bahanelerle sürdürmektedirler. Bir ömrü beraber sürdürmüş iki insan için “Neden hiç sevmediler birbirlerini?” demekle aslında alttan alta “Neden sevmedikleri halde bir ömür sürdürdüler birlikteliklerini?” ya da “Neden sevmediğiniz insanlarla birlikte yaşamayı sürdürüyorsunuz?” sorusunu duyurur. Öykünün genelinde ‘bilinçakışı’ anlatım tekniğinin pek çok örneği vardır. Bilinakışı’nın ne olduğunu romanları üzerinden daha önce, Berna Moran “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”ta göstermişti.* Ben de bu öykü üzerinde göstermek isterim. Kahramanımız, anne ve babasına yönelik olarak “Neden hiç sevmediler birbirlerini?” cümlesini kurduktan sonra tavan arasında karşılaştığı objelerle ilgili pek çok şey düşünmektedir, anlatım sırasında anlatıcı sık sık değişir. Anlatıcının nasıl değiştiğini gösterebilmek için cümleleri numaralandırayım : “(1)Torbayı karıştırdı: (2)Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. (2)Her gece biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için. (3)Aman Allahım! (4)Nasıl yapmışım bunu? (5)Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. (6)Mor ayakkabılarına baktı: (7)Buruşmuşlar, küflenmişler. (8)Sol ayağına giydi birini: (9)Ölçülerim hiç değişmemiş. (10)Utandı; gene de çıkaramadı ayağından. (11)Topallayarak bir iki adım attı. (12)Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. (13)Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. (14) Beni de kendilerini de anlamadılar.” 1, 5, 6, 8, 10, 11, 12, 13 no'lu cümleler dış anlatıcı (egemen anlatıcı, sınırsız bakış açısı) tarafından söylenmiştir. 2, 3, 4, 7, 9 no'lu cümleler ise kahramanımızın iç konuşmalarıdır

( 1. tekil anlatıcı, sınırlı bakış açısı). Anlatıcının bu biçimdeki değişmelerine klasik roman anlatımında rastlanmaz. 14 no'lu cümleyle ise anlatıcımız “Neden hiç sevmediler birbirlerini?” cümlesiyle başladığı anne babası ile ilgili düşüncelerine geri dönmüştür. Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi kahramanımız da aynı anda farklı şeylerle ilgilenmekte, zihninden farklı düşünceler geçmekte, çeşitli çağrışım sıçramaları yaşamaktadır. Az önce söylediğimiz ayrıntılardan sonra tekrar anne ve babasıyla ilgili düşüncelerine geri dönmüştür: “Beni de kendilerini de anlamadılar”


Anne ve babasına yönelik getirdiği bu eleştiri, ama özellikle “kendilerini de anlamadılar” sözü iletişimsizliğin ve kendine yabancılaşmanın açık bir göstergesidir. Kahramanımız bir yandan da kendisini de suçlamaktadır, ailesine karşı vefasız olduğunu düşünmektedir. Şu düşünceler bu suçluluk psikolojisini açıkça gösterir: “Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında... saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım”. Görüldüğü gibi “onları unutmadım”daki tekrarla sağlanan vurgu aslında onları yıllarca ihmal ettiğine dair, iç sesinin ele verdiği bir suçluluk psikolojisini gösterir niteliktedir.


Kahramanımız kendi bitmiş evliliğini değerlendirirken de tıpkı anne ve babasının evliliği gibi anlamsız, mutsuz ve boşuna birlikte yaşanmış yıllar vurgusu yapmaktadır. İlk eşinin fotoğrafını bulduğunda onunla ilgili bazı anılar, olaylar canlanır. Söz gelimi, boş yere kavga edilmiş, sonra kahramanımız çekip gitmiştir. Söz edilen bu andan sonrası ise yukarda söylediğimiz mutsuzluk vurgusunu içermektedir. Çünkü onunla ilgili başka hiçbir şey hatırlamamaktadır: “Demek sonra hiç bir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü ne de iyi bir şey... demek ki hiç bir şey. Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki”. Hem bitmiş evliliği hem de şu anda süren evliliği ile ilgili temel düşüncesi “sıradanlık”tır. Aslında öyle uzun uzadıya bir eleştiri yoktur evlilik kurumu hakkında; ama satır aralarına sinen mutsuzluğu ve anlamsızı kanıksayış burkucudur, siniktir. Var olanın yerine daha anlamlı ya da daha mutluluk verici bir şey yoktur çünkü bu dünyada. Herhangi bir duygu iniş çıkışı yaratmayan, bir alışkanlığın sürdürülmesidir evlilik. Yaşam da öyledir. Tıpkı içinde olduğu tencere yavaş yavaş ısıtıldığı için durumun farkına varamayan ve bu nedenle haşlanarak ölen kurbağa örneğinde olduğu gibi evlilik (yaşam) kişiyi zaman içinde yok eden, derin bir mutsuzluğa gömen bir dehşettir. Fakat kişi bunu anlamaz ve kabullenir bir süre sonra. Oysa kaynayan suyun içine atılan kurbağa refleks mi deriz, can havli mi deriz her ne ise bir dürtüyle kendini kurtaracaktır. En azından deneyecektir.


Öyküde doruk noktası tavan arasında bütün bu eşya arasında birden eski sevgilisinin (anlaşıldığı kadarıyla bu sevgiliyle, iki evlilik arasındaki süreçte birlikte olunmuştur) cesedi ile karşılaştığı andır. Bu okurun zihninde gerçeküstü bir etki yapmaktadır; çünkü gerçek olamayacak kadar sıra dışı bir şeydir “tavan arasında ölmüş ve unutulmuş eski bir sevgili”. Fakat yazar daha sonra bunun gerçeküstü bir unsur olmadığını çeşitli detaylara inerek açıklamaktadır ve okuru bunun gerçekliğine inandırmaktadır: “Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı kıvrılmış, boşlukta. (...) Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. (...) Sol el yerdeydi bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa.” Aradan geçen süre boyunca cesedin bozulmamış olması her ne kadar gerçeküstü bir durum gibi ise de okuyucuya günümüz yaşamında, bir sevgilinin tavan arasında unutulabileceği ve aradan hayli zaman geçtikten sonra onunla karşılaşılabileceği olası bir durum olarak verilebilmiştir öyküde. Buna karşın, “Korkuyu Beklerken”deki tüm öyküler illâ bir türe sokulmak istense “fantastik-ironik” öykülerdir bunlar.


Kahramanımız cesedini bulduğu eski sevgilisiyle geçen son gününü hatırlar. Önemsiz bir nedenle kavga etmişlerdir. Kahramanımız (kadın) onu bırakıp çıkmıştır evden. Daha sonra yalnız dönmüştür eve. İlerleyen günlerde onu aramamıştır ve bunun nedenini kendisi de bilmemektedir: “Sonra neden aramadım? Bir türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğü halde hep bir engel çıktı. Aşağıda yeni sesler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde.” (Atay, 31)

Oğuz Atay’ın öykünün burasında ‘absürd’ kavramı ile yani Franz Kafka, Albert Camus ile buluştuğunu söyleyebiliriz. Nedensiz bir şekilde sevgilisini aramamıştır; o da tam açıklanamaz nedenlerle aşağıya inmemiştir: “Sonra... bir türlü olmadı işte... çıkamadım: gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği, ‘onun’ bakımı – çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu- babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması.” Burada sıralananlar gündelik hayatın insanları duyarlılıktan uzaklaştırması, inceliliklere vakit ayırmanın olanaksız hale gelişini simgelemektedir yani yabancılaşmanın gündelik hayat kaynaklı nedenleri gösterilmiştir. Söylenenler ister istemez Necatigil’in “Sevgilerde” şiirini anımsatmaktadır: “Bitmeyen işler yüzünden / (Siz böyle olsun istemezdiniz)/ ...Kalbinizi dolduran duygular/ Kalbinizde kaldı”


Yine burada sıralananlara baktığımızda “onun bakımı” ifadesi ile kastedilenin tavanda unutulan olmadığı, onun yok oluşu ile ortaya çıkan yeni bir sevgiliyi ifade ettiği görülüyor. Yani sevilen, âşık olunan adam yok olmuştur; ama kadın bir yandan gündelik işlerini yapmakta bir yandan da edindiği yeni sevgilinin bakımı ile ilgilenmektedir. Duyarsızlaşma burada vahşete dönüşmektedir. Anlatım yine daha önce söz ettiğimiz ‘bilinçakışı’ örneğidir.


Kahramanımız eski sevgilinin cesediyle karşılaştığı andan itibaren anne babasıyla ilgili hissettiği ‘suçluluk’ duygusunun çok daha güçlüsünü ‘unutulan’a karşı hissetmektedir. Yine iç konuşmalar yolu ile kendini aklamaya çalışmakta ama bir yandan da içine düştüğü bu aklama çabasının zavallı bir çaba olduğunu da fark etmektedir: “Orada olduğunu unuttum sonunda. (onu unutmadım tabii.) Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğraştım. Tavan arasında bu kadar kalacağını da düşünemedim herhalde. Bir yolunu bulup gitmiştir diye düşündüm. Belki evde olmadığım bir sırada... evet muhakkak böyle düşündüm. Başka Nasıl düşünebilirdim? Yaşamam için onun her an var olması gerekliydi. Başka türlü hissetseydim ölmüştüm şimdi. Ayrıca kaç kere tavan arasına çıkmayı içimden geçirdim. Hele kendini öldürdüğünü duysaydım, muhakkak çıkardım. Dargın olduğuma filan bakmazdım.” (Atay, 32) Özellikle son iki cümlede bu aklanma, temize çıkma çabası iyice trajik bir hal almıştır. Kendisinin “iyi” insan olduğunu – tabii ki toplumda benzer duyarlılıklarla yaşayan insanlar için de- vurgularken komik bir saçmalama içindedir kahramanımız. İyiliğini yüceltme çabası kötülüğünü belirginleştirmiştir. Hepimiz biraz da böyle değil miyiz, hep sebeplerimiz, kendimizi bile inandırmasa da gerekçelerimiz olmuyor mu vahşetimize? Bu da tipik Oğuz Atay ironisidir.

‘Unutulan’ ile ilgili kimi detaylar da var öyküde, onun nasıl biri olduğu ve onu intihar etmeye götüren nedenlerle ilgili ipuçları veren detaylar. Entelektüel biri olduğu, dille ilgili kimi ayrıntılara, dilin yanlış kullanımlarına takılı olduğu anlaşılıyor bir iki yerden: ”Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi: Bu ‘biraz’ sözüne ne kadar kızardı.” (Atay, 30). “O gün eve yalnız dönmüştü tabii. Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı, ‘Ne kadar daha çok’ olur mu, deseydi” (Atay 30) “İşte orada biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü’yü cümlenin başında söylemeliydim; şimdi kızacak. Evet her an onun sözlerini düşünerek yaşadım, şimdi acaba ne der diye düşündüm.)”. (Atay 31) Hayata karşı ironiktir, kara mizahçıdır. Örneğin kadın onun ölüsünü bulduğunda gerçekleşebilecek olası konuşmaları şöyledir: “Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. İnanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde.” Yaşamı sürekli irdeler, şaşırtıcı saptamaları vardır: “Birden konuşmaya başlardı. Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun diye sorardım ona. Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum.” (Atay 31) (Oğuz Atay okurları alıntıladığım yerlerde Tutunamayanlar’ın o olağanüstü diliyle olan şaşırtıcı benzerliğe dikkat etmişlerdir. Gerçekten de Oğuz Atay bu öyküleri romanını yazmaya ara verdiği zamanlarda yazmış gibidir. )


Kahramanımız karşılaştığı objeler ve yine bu objelerden biri olarak ‘sevgili’ vesilesiyle bütün bir hayatının muhasebesini yapar. Fakat bu muhasebe onun sonraki hayatını etkilemeyecektir, hayatına kaldığı yerden devam eder öykünün sonunda. Bu da günümüz kent insanının trajedisidir, yani acıların, bunalımların, endişelerin hayatın genel gidişatına etkide bulunamaması. Hayatın bütün inceliklerin, tutkuların üstünü kendi rengiyle örtmesi.

Sonuç olarak, Oğuz Atay’ın “Unutulan” adlı öyküsü hem içerik olarak hem biçim ve anlatım olarak yazıldığı dönem itibariyle son derece yeni bir imkânlar ve zenginlikler sunan “Korkuyu Beklerken” adlı öykü kitabının en ilginç öykülerinden biridir. Nitekim, Oğuz Atay sonrasında edebiyatımızda ‘bilinçakışı’ yöntemi pek çok yazar tarafından kullanılarak yaygınlaşmış, ironik anlatım romanımızda önemli bir yer edinmiş; modern kent insanının yaşadığı hayata yabancılaşması ve sıkışmışlığı sık sık konu edilmiştir. Romanlarında da rahatlıkla örneklenebilen bütün bu özellikler Oğuz Atay anlatısını oluşturan temel unsurlardır.

Hiç yorum yok: