“İsyan etmek” ve
“devrim yapmak” ne kadar
kardeştirler. Ama bu kardeşlikte bir üveylik de var mıdır acaba?
Anarşistler isyan sözcüğü ile çok
hemhaldirler. Sloganlarında falan çoğunlukla “devrim” yerine “isyan” sözcüğünü
kullanırlar. Marksistler ise neredeyse istisnası olmayan bir biçimde “isyan”
sözcüğünü sözlüklerinden çıkarmışlardır.
İsyan gibi doğrudan kalkışmayı,
başkaldırmayı ifade eden bir sözcüğe
marxistlerin uzak duruyor olması, nasıl, epeyce tuhaf ve rastlantıyla açıklanamayacak
bir şeyse anarşistlerin de genel kabul olarak muhalif kültürün nihai hedefi
durumundaki “devrim” varken ona bütün
bütün sırtlarını dönmeseler de “isyan”ı daha çok kullanmaları da epeyce tuhaf
ve rastlantıyla açıklanmayacak bir şey.
Öncelikle dille ilgili bir
çıkarımda bulunacağım ama bu bilimsel olmayacak, hissi bir çıkarım… Tersi
örnekler de bulunabilir, ben doğruluğuna tereddütsüz inandığım bir şey ileri
sürüyorum ama doğruluğu ancak hissi olarak kavranabilir: “etmek” kendinden yola
çıkmak anlamı veren bir yardımcı eylemdir, “yapmak” ise bir şey üzerindedir.
Yani “eden” kendinden yola çıkar ve başka şeyler üzerindeki etkilerini
hesaplamamıştır, “yapan” ise su götürmez bir biçimde “başka bir şey üzerinde”
yapar. Heykel yapmak, iş yapmak, raf yapmak, kanal yapmak… Şöyle bir örnek
belki daha açıklayıcı olacaktır… Doğrusu “kahvaltı etmek” olduğu halde son
yıllarda “kahvaltı yapmak” çok yaygınlaştı. Kahvaltı edilir yani, yapılmaz!
İsyan’la devrim’e dönersek yani
isyan’ın “etmek” yardımcı fiilini almasında ve “devrim”in “etmek” fiilini
almamasında bir mana olduğunu düşünüyorum, umarım bu yazdıklarımdan sonra da
bunu düşünen tek kişi ben olmam, öyle olursa saçmalamış kabul edilebilirim.
Bu iki sözcüğün derininde yatan
“hikmet”i bulduğumuzu varsayarsak anarşistlerin ve marksistlerin insiyaki
olarak gerçekleşen tercihleri açıklanabilir.
Devrim bir
plan program, bir örgüt işidir.
İsyan öyle mi
ya? Ne kadar başıboş, ne kadar yönsüz bir öfke!..
…
Özellikle
siyasal arenanın hareketli olduğu “70’li
yıllar” boyunca devrim sözcüğü belli
bir “aydınlama”nın işaretidir, ama aynı dönemde yine ortalığı kasıp kavuran
arabesk furyası içinde isyan sözcüğü
çıkar karşımıza... Üniversite gençlerinin “devrim”i ile varoş delikanlılarının
ve “fazla babalarıyla dondurma yiyen” çocukların “isyan”ı yan yana ama
birbirlerine değmeden yaşayagitmektedirler. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur
şarkılarının pek çoğunda geçen “isyan” sözcüğünü ve buradaki isyancıları
kardeşleri olarak görmez devrimciler. Bir kere isyan çok şahsi ve naiftir orada.
Karşıdakini belirleyici bir niyet okunmaz bu sözcükten. Sadece “kendi”dir isyan
eden. Kendinden başka kimseyi davet etmez bu “isyan”. Oysa devrimci jakoben
gelenek için iradecilik vazgeçilmezdir. Devrim amaçsız olamaz, iradesiz olamaz.
İsyan neredeyse yenilmeye yargılı bir içeriğe sahiptir, “isyancı” sahipsizdir; ama
devrim yıkmışlığı gösterdiği gibi yeniden yapmayı da içerir, sahibi vardır;
devrimler onu yapanlarındır.
İsyan eden,
isyanının başına açacağı bütün işleri, bedelleri göze almıştır ama “isyanı”nın
yıkmak dışında bir amacı olmadığından elde edeceği şey üzerine bir hesabı
yoktur. İsyan’da yalnızca yıkma dürtüsü vardır, devrim’de ise yıktıktan sonraki
süreci tasarlama amacı da açıkça görülmektedir. Bu gibi sebeplerden dolayı
devrimciler “isyan”a sıcak bakmamışlardır; ondaki başıboşluk, serserilik
marksizmin belirlenimci özüne de aykırıdır. İsyan örgütsüzlük çağrışımı yapar,
devrim tam bir proje, bir organizasyondur. Yani isyan “edilir” devrim
“yapılır”.
80’li yıllarda
siyasal arena anarşistlerle tanışır. Sol gibidirler ama gerek attıkları
sloganlar gerekse alanlardaki var oluşları soldan farklıdır. Anarşistler
arabeskçilerin, lümpen duyarlılığın elinde kalmış gibi görünen “isyan”
sözcüğüne sahip çıkarlar, onunla önemli bir yakınlık oluştururlar. Ve gerçekten
de böylelikle birkaç on yıl içinde “isyan” arabeskle özdeşleşen marazi anlamından
uzaklaşır.
devrim
talepkârdır, ya isyan?..
Devrimcilik açıkça bir iktidar
talebidir, bu nedenle yapılır, devrim talepkârdır, eşitlikçi ve özgürlükçü
vaatlere, kendisinin kuracağı düzende öngördüğü tedbirlerin baskı ve tahakküm
olarak adlandırılamayacağı ön kabulüne dayanır.
Yani bir yerde onun özgürlükçülüğü ve eşitlikçiliği bir tür tahakküm
takiyesidir. Hiçbir devrim – bu arada “devrim” artık belli bir öncü, lider
kadro, komite, hiyerarşik yapı ile mümkün kılınan manasındadır- eşitlikçi ve
özgürlükçü olmayacaktır. Halkın, ahalinin kendi özgücü ile yapmadığı hiçbir
kalkışma bunu bize veremez doğası gereği. Ancak insanların toplu isyanları,
toplu kalkışmaları, yönsüz başkaldırıları ve sonra tarih hiç yokmuşçasına
oturup o noktadan sonra nasıl bir hayat istediklerini konuşmaları ile mümkün
olacaktır. Ursula K. Le Guin'in “devrim yapamazsınız devrim olursunuz” aslında bize
bunu anlatmaktadır. En azından ben şöyle anlıyorum; benim dediğim şey şahsi bir
kalkışmadır, ben kendim için ayaklandım, kimseyi kurtarmak gibi bir amacım yok.
Yani isyan!
Marxist litaratürün önemli bir
bölümünü taktik ve strateji işgal eder. Devrimci bir tür askerdir, militerdir,
emir komuta zinciri içinde çalışır ve düşünür. Örgüt bir tür ordudur, çekirdek
bir devlettir. Silahlı güçlerin gerçekleştirdiği hiçbir devrim o silahlı
güçlerin tahakkümünden ve taassubundan azade bir organizasyon
geliştirememiştir, devrimi silahla yaparsanız sonrasında da silah elinizde
olmak zorundadır, devrimi yapan silahlı güçlerin gölgesi kurucu ideolojinin
genlerine sinen ve aradan yüzlerce yıl geçse de devlet ve toplumu bu
paradigmanın boyunduruğuna mahkum eden bir heyula olmuştur. TC’de olduğu gibi,
İran’da ya da başka bir ülkede, dahası bütün dünyada olduğu gibi… Dünya
tarihine baktığımızda devletlerin tarihinin bu militer güçlere ve şiddete
dayandığını görüyoruz. Başka türlüsü de mümkün değildir. Her devlet bir
devrimin ürünüdür, o devrimi de devrimci silahlı örgütler yapmıştır. Bazen
ülkenin bağımsızlığını (!) tesis etmişlerdir, bazen iç iktidarı alaşağı
etmişlerdir. Büyük kütlelerin özgür iradeleri ile oluşan bir devlet (!) dünya
üzerinde yoktur. Bu yaklaşımın oldukça kaotik olduğunun farkındayım. Yani kütleler devlet kurmazlar gibi bir şey demiş oluyorum.Aklımız bu devasa kütlelerin başka türlü, yani devlet olmadan hayatlarını nasıl sürdürebilecekleri çıkmazına saplanıyor.. Belki de fazla kalabalık olduklarını düşünürler. Oraları bilmiyorum, ama hiyerarşiyi zorunlu kılan bütün sayıların fazla olduğuna inanıyorum. Devrim için örgütü zorunlu kılan şey de aslında aynı hayatı - kalabalıklar, şehirler, yasalar, cezaevleri- sürdürme fikrinin temel bir karşıkonulmazlık olarak kafalara sinmiş olmasıdır. Dolayısıyla örgüt olmalıdır, hiyerarşi olmalıdır ki devrimden sonra toplumu yönetebilecek yeni bir yapı oluşabilsin.Örgüt devrim öncesinden çok devrim sonrası için vardır desek çok mu abartmış oluruz?
Devrim istemiyorum, başkalarını
belirlemek için çıkmadım yola. Onlar için doğru’nun, daha iyi yaşama’nın ne
anlama geldiğini bilmiyorum. İnsanların
özgürce yaşama isteğini kışkırtıyorum, her bir insan kafasında özgürce
yaşanabileceğine dair bir inanç ve ihtimal bulup ona bağlanmadıkça özgürlük
asla olmayacak. Her bir insan isyan etmedikçe düzen, sistem, dünya değişmeyecek.
Aslında tüm dünyada siyasal bir
bilinç enjeksiyonuna gerek olmaksızın hoşnutsuzların sayısı her geçen gün
artıyor, görülebiliyor bu… İnsanlar doğaya karşı davranışımızdan, vergilerden,
askerlikten, hükümetlerin baskıcı politikalarından, hayat boyu çalışmaktan,
karınlarını zor doyurmaktan, şehirlerde yaşamaktan, devlet arası ilişkilerden
hoşnutsuzlar. Bu hoşnutsuzluk, başka bir dünyanın temel gücü. Sessiz çoğunluk
kolay değişmiyor ama değişiyor çok yavaş bir biçimde. Sessiz çoğunluğun bir şey
yapmasına bile gerek yok.. Bu iş böyle olmaz diye inansın ve buna inandığı
anlaşılsın, emin olunsun… Hiçbir şey bunun karşısında duramaz. Devletler bu
büyük çoğunluk onların gereksizliğine inandığı gün; şehirler bu büyük çoğunluk,
içinde yaşamanın yanlış olduğuna inandıkları gün tek bir silah sesi atılmadan
yıkılacaklardır. Egemenler ancak insanların çok çok büyük bir ekseriyetinin
başka türlü bir yaşamı arzu eden bir kafaları olduğuna emin olduklarında bu
işin bittiğine inanacaklardır. Şu ya da bu örgütün yaptığı, yapacağı devrimler
temelde zararsızdır. O örgüt uzun süre mücadele eder sonra devlet olur. Devlet
olduğunda iş bitmiştir artık. Uluslar arası dengeler, konjonktür, ekonominin
küresel gerekleri falan geldiğinde her devlet sisteme dahil olur, olacaktır; her
devlet ikna edilir, edilmiştir. Eğer bir yerde devrim yapmayı arzu etmeyen bir
örgüt varsa (!) ona katılınabilinir, ama o artık örgüt değil cemaattir. O belli
bir hayat tarzının örnekli propagandasını yapıyordur. Bugün bütün devletler
esas olarak şirketler tarafından yönetilmektedir ve bütün yönetim kurulu
başkanları, ceolar; şu ya da bu ilkeye,
ekonomik programa sahip bir devletin, sosyalist ya da kapitalist bir devletin temelde bir farkı olmadığını tehlike arz
etmeyeceğini, silah alıp dağa çıkan,
şurayı burayı bombalayan örgütlerin zararsız olduğunu bilirler, devrim
mücadelesi sırasında taraf tutmaları tamamen hesap kitaba dayanır, muhtemel
devletin çıkarlarına daha uygun olması için taraf belirlerler ve sürecin
ilerleyişinde diyelim ki devrimci örgütün başarıya ulaşma ihitimali daha yüksek
hale geldiyse strateji değiştirmemeleri, taraf değiştirmemeleri, küsmeleri ya
da düşmanlık beslemeleri düşünülemez bile… Soğuk savaş döneminden sonra
dünyanın bir pazar olduğu gerçeği
tescillendiği için artık milliyetçi reflekslerle veya kaba ideolojik
reçetelerle davranmalarını beklemek, yine soğuk savaş öncesine ait olan,
devrimin iyi bir şey olduğu inancına sahip akılların işi olabilir.
Demem o ki isyan etmekle devrim
yapmak ayrı şeylerdir… 1 Mayıs’ta kulağınıza çalınacak olan sloganlara bir de
bu gözle bakın. “Küresel kapitalizme karşı topyekûn isyan” diyen de olacaktır,
“üreten biziz yöneten de biz olacağız” diyen de “faşizme ölüm tek yol devrim”
diyen de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder