İsmet Özel, Erbain'i yeniden seslendirmiş. Tanıtım yazısına göre,
“Üstelik Erbain, Türk yazısıyla ilk kez neşrolunuyormuş." Böyle bir şeyle
karşılaşınca ne düşünürsünüz? Muhtemelen, Erbain’deki şiirlerin ‘Göktürk
alfabesi’yle yayımlandığını değil mi?.. Çünkü bilinen en önemli, neredeyse tek
Türk yazısı ‘Göktürk alfabesi’dir. Oysa girip bakıyorsunuz Arap alfabesiyle!..
Bu projeyi hayata geçirenlerin söz konusu yazının ‘ne alfabesi’ olduğunu bilmemesi
mümkün değil tabii. Besbelli ki "Müslüman demek Türk demektir"
şiarını ortaya atalı bu doğrultudaki ekstrem görüşlerini geliştire geliştire
geldiği noktada, Özel’in bilgisi dahilinde, hatta önerisiyle yenilen bir herze
bu. Daha önce de “Türkçe Kur’an’dan doğmuş bir dil.” demişti. En art niyetli
tahminlere göre Kur’an’dan önce 2000 yıllık bir geçmişi olduğu kabul edilen
Türkçe için!
İsmet Özel’in bu ‘eylem’i karşısında sosyal medyada epey bir
miktar var olan Göktürkçe gruplarından bir karşı hamle bekliyordum aslında.
Mesela Nihal Atsız’ın şiirlerini Göktürk alfabesiyle yayımlayabilirlerdi,
"Türk yazısı öyle olmaz böyle olur" diye.
Akıl sağlığını yitirmiş ve siyasi bağlılığı gözünü kör etmiş bir
insanın söyleyebileceği sözler İsmet Özel’inkiler. Cemil Meriç’in “İdeolojiler,
idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri!” sözünün canlı örneği olarak arz-ı
endam ediyor sahnede yine. Düşünsel bir meczup olarak tefekkür alemimize
katkıları günbegün artıyor. Artık ne bilimsel temel umurunda ne de tutarlılık.
Her şeyi söyleyebilir bir noktada.
Bir konuşmasında kendisinin de ifade ettiği gibi ‘dikkat çekmek
için’ ve dikkat çekmeye zorunlu hissettiği için yapıyor bu çıkışları. İstiyor
ki o bir şey söylediğinde bütün başlar o yana dönsün. Beklediği karşılığı
alamadıkça saçmalık masasında potu artırıyor. Şimdiye değin öyle şeyler söyledi ki bu
yukarıda söylenenler oldukça hafif kalıyor gerçek haleti ruhiyesini anlamada.
Fakat bu son yaptığı, yani Arap alfabesini ‘Türk yazısı’ ilan
etmesi, bu konuda kafası karışık olan ya da kendisine öğretilen saçma manzumeyi
tekrar ededuran pek çok kişi de olduğu için açıklığa kavuşturulması gereken bir
konu.
‘Türkçe, Kuran’dan doğmuş bir dil’ derken ve Arap alfabesinin Türk
yazısı olduğunu ilan ederken ne demeye çalıştığını anlıyorum elbette. Ama sözün
mecaz değeri olması için kendisinin doğru bir yere oturması gerekir. Mesela
boynuz gerçekten kulağı geçmese idi “boynuz kulağı geçer” sözünün bir mecazı
oluşabilir miydi?
Yine de demeye çalıştığı şeyi açıklayalım. Tabii ben iyi niyetle
bunu yapmaya çalışıyorum, başkası ‘Böyle saçma şey mi olur!’ diye kestirip
atabilir. Bana kalırsa “Türkçe Kuran’dan doğmuş bir dil” derken Türklerin
Anadolu’ya gelip İslamlaşmalarından sonra dillerine çok sayıda Arapça-Farsça
sözcük girmesiyle Türkçenin söz varlığının değişmesine ve genişlemesine atıfla
ortaya bambaşka bir dil çıktığını kastediyor. Kur’an’ın dili Arapça, Türkçeye
Arapçadan kelimler giriyor. Demek ki Türkçe Kur’an’dan doğmuştur! Ne güzel
değil mi? Türkçe, Osmanlıca dediğimiz bu dönemle başlar diyor yani. Daha
öncesinde bu konuştuğumuz Türkçe yoktu; biz, konuştuğumuz dili İslamlaştıktan
sonra oluşturduk! Tarihi ve bilimsel gerçeklikle ilgisi olmayan bir şey bu
tabii. Hem Türkçe İslam’dan çok önceden beri var olduğu için hem de bir dilin
neredeyse kendisinin yok olacağı dereceye kadar başka diller tarafından
dejenere edilmesi bir dili yeniden yaratmak olarak görülemeyeceği için.
Bir dilin yok olması veya yeniden yaratılması hiç kolay bir şey
değildir. Türkçe gibi kadim bir dil için bu, çok daha zordur. Bunun için
asırlar gerekir. Hem, yok olma noktasına gelmiş gibi görünürken bile mesela
aklı başında birkaç genç çıkıp sadece Yunus’un, Karacaoğlan’ın üç beş şiirinden
ve birkaç halk türküsünden hareketle bile bu dili yeniden ayağa kaldırabilir.
Öylesine derin ve zengin bir potansiyeli vardır Türkçenin.
Pek çok dil, başka dillerin etkisinde kalmıştır, kalır. Etki alanı
değişir, değişmiştir. Türkçe de uzunca bir süre Arapça-Farsça etkisinde
kalmıştır, sonra 150 yıl kadar Fransızca etkisine girmiştir, günümüzde
İngilizce etkisindedir. Bu dillerden sözcükler almıştır ve almaya devam
etmektedir.
Sözcüklerin hangi kökenden geldiği, söylenen bir şeyin hangi
dilden sayılması gerektiğini belirlemede alınabilecek bir ölçüt değildir.
Konuşulan, yazılan bir şeyin hangi dilden olduğunu anlamada -daha sonra
ayrıntılı değineceğimiz- alfabenin de hiçbir ölçüt değeri yoktur! Hangi dilde
olduğunu anlamak istiyorsanız o şeyin sözdizimi’ne, cümle kuruluşuna,
fiillerine bakacaksınız. Sözdizimi ve cümle kuruluşu (cümlenin
oluşumunu sağlayan çekim ekleri) Türkçeyse o şey Türkçedir. Sözcüklerin kökeni
yabancı olsa bile! Sözcüklerin Türkçe kökenli olması bütünüyle önemsizdir
demiyorum tabii ama temel ölçüt değildir.
Bu çerçevede Fuzuli'nin "Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan
tabîb" mısraı, içinde sadece "el çek" Türkçe kökenli olmasına
rağmen Türkçedir. Dile bakışı siyasetle biçimlenmiş olanlar bu söylediğim
cümleyi anlama yeterliliklerini kaybediyorlar ne yazık ki… Sanıyorlar ki ben bu
sözcüklerin artık Türkçeleştiğini kastediyorum. Hayır onu kastetmiyorum.
Sözdizimi’nin ve çekim eklerinin Türkçe olmasını kastediyorum. Bu çerçevede
"X'i Y'ye Z'de söyledim." cümlesi bile Türkçedir. Hadi, “Fuzuli’nin
bu beytindeki sözcükler yabancı kökenli olmasına rağmen gündelik hayatımıza epeyce
girdiklerinden kolayca anlaşılıyor, ne var ki bunları Türkçe saymada” diye
düşündük diyelim. Ama örneğin Naili’nin;
Bûy-ı zülfin ki ala havsala-i bâd-ı Bihişt
Şiken-i turra-i havraya tenezzül mi eder
Şiken-i turra-i havraya tenezzül mi eder
beyti, ne anlama geldiğini bugün hemen hiç bilemesek de Türkçedir.
Çünkü içinde cümle kuruluşunu sağlayan unsurlar (ala, eder) Türkçedir. Ama
kuşkusuz ki artık son derece dejenere olmuş bir Türkçedir. Bu beytin yazıldığı
dönemde (17. yy.) Türkçe için tehlike çanları ciddi derecede çalmaktaydı.
Aslına bakarsanız ilginç bir şekilde halkın cehaleti, okuma yazma bilmeyişi
koruyordu Türkçeyi. Halk; türküsünü söylüyor, masalını anlatıyor, bilmecesini
soruyor, çocuğunu ninnisiyle uyutuyordu kendi dilinde. Fakat yazı dilindeki
durum bir fecaat idi. Edebi eserlerde Türkçe sözcük oranı %10’lara, genel yazı
dilinde %20’lere düşmüştü. Ama şükür ki yazı dili konuşma dilini belirlemediği
sürece çok sıkıntı oluşmaz dil için.
İsmet Özel’in ‘yeni bir dil yarattık’ iması bu yukarıda söz
ettiğimiz dille ilgilidir esasen: Osmanlıca. Temizleye temizleye bugüne
getirdiğimiz Türkçe üzerinden ama yukarıdaki Naili beytinin dilini hayal ederek
ve ikisi aynı şeymiş gibi bir kurnazlığa başvurarak… Ağırlıklı olarak
Arapça-Farsça sözcüklere dayanan, Arap alfabesi ile yazılan ama cümle kuruluşu
ve fiilleri hâlâ Türkçe olduğu için Türkçe kalabilen bir dil! Bu dil yalnızca
üç beş elit arasında kullanılmaktadır, bu dille yazılmış bir metni bugünkü halk
nasıl anlamıyorsa o zamanki halk da anlamamaktadır. Ahmet yazıyor Mehmet
okuyor. Ama güç-yazı-iktidar bunlarda olduğu için; kitapları, tarihleri, resmi
yazışmaları bunlar yazdığı için olaydan yüzyıllar sonra böyle anlatılıyor. Sanki
ortada gerçekten yaygın kullanımı olan bir dil varmış da bu dil yok edilmiş
gibi. Oysa hangi baldırı çıplak bir tezkireyi, Divan'ı, Tarih kitabını
anlayacak? Hadi onu geçtim, baldırı çıplağın kendisini de ilgilendirdiği için
soralım: Hangi baldırı çıplak kendisine okunan mahkeme (kadı) hükmünü
anlayabilmiştir de o dönem sanki bu yazı dili genel bir şeymiş gibi anlatılıyor.
Bir örnek vereyim: 1740 tarihli bir kadı sicil defteri hükmü:
Yusuf’un İstanbul’dan çıkmamak
şartıyla nikâhlandığı eşini Kütahya’ya götürmesine kayınvalidesinin karşı
çıktığı
Bâ-mühr-i efendi
Ma‘rûz
Sâhibe-i arzuhâl Emine bt. Mehmed dîvân-ı hazret-i sadrazamîde ma‘kūd meclis-i şer‘de sadriye kebîre kızım Afife nâm hatun nefsini derûn-ı arzuhâlde mastûrü’l-ism Yusuf nâm kimesneye tezvîc eylediğinde mahmiye-i İstanbul’dan âhar diyâra götürmemek üzere tezevvüc mu‘âhede ve mezbûr Yusuf dahi kavl-i mezkûr üzere tezevvüc eylediğinden sonra kızım mezbûre Afife’yi iğfâl edip dâmadım mezbûr Yusuf kendi maskat-ı re’si olan Kütahya sancağında Mihaliç kazâsında Kayı köyü nâm karyeye getirmişdir deyü teşekkî eyledikde, lisânen sâdır olan fermân-ı cihân-mutâ‘larına imtisâlen mezbûre Emine istintâk olundukda husûs-ı mezbûra aslâ kimesne muttali‘ değildir deyü takrîri mübâşirleri Musa Çavuş kulları ma‘rifetiyle huzûr-ı âlîlerine i‘lâm olundu.
Fî 18 Zilhicce sene 1152.
(Kadı sicil defterleri İBB ve Medipol Üniversitesi işbirliği ile online erişime açık bu arada)
Bâ-mühr-i efendi
Ma‘rûz
Sâhibe-i arzuhâl Emine bt. Mehmed dîvân-ı hazret-i sadrazamîde ma‘kūd meclis-i şer‘de sadriye kebîre kızım Afife nâm hatun nefsini derûn-ı arzuhâlde mastûrü’l-ism Yusuf nâm kimesneye tezvîc eylediğinde mahmiye-i İstanbul’dan âhar diyâra götürmemek üzere tezevvüc mu‘âhede ve mezbûr Yusuf dahi kavl-i mezkûr üzere tezevvüc eylediğinden sonra kızım mezbûre Afife’yi iğfâl edip dâmadım mezbûr Yusuf kendi maskat-ı re’si olan Kütahya sancağında Mihaliç kazâsında Kayı köyü nâm karyeye getirmişdir deyü teşekkî eyledikde, lisânen sâdır olan fermân-ı cihân-mutâ‘larına imtisâlen mezbûre Emine istintâk olundukda husûs-ı mezbûra aslâ kimesne muttali‘ değildir deyü takrîri mübâşirleri Musa Çavuş kulları ma‘rifetiyle huzûr-ı âlîlerine i‘lâm olundu.
Fî 18 Zilhicce sene 1152.
(Kadı sicil defterleri İBB ve Medipol Üniversitesi işbirliği ile online erişime açık bu arada)
Bu dil devam etseydi, yani Cumhuriyetle beraber halkın konuşma
dilini, edebiyat dili ve yazı dili haline getirmese idik, Türkçeye dönüşü
gerçekleştirememiş olsaydık ve Naili’nin beytinde gördüğümüz dili yaygın bir yazı dili haline
getirip eğitim- öğretim dili olarak kullansaydık, okuma yazma bilen insan
sayısını bu dile göre artırsaydık, çocuk kitaplarını bu dile göre bassaydık,
filmleri bu dille çekseydik, bilimsel çalışmaları bu dille yürütseydik,
isimleri büyük ölçüde Arapça, sadece
fiilleri Türkçe bu yapma dili, ağır Osmanlıcayı günlük dil haline de getirmiş
olsaydık gerçekten de Türkçe diye bir dilin en azından Anadolu’da yok olmasına
sebep olmuş olabilirdik.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte yaşanan büyük bir Türkçeleştirme
operasyonundan sonra dilimiz şu anki haline geldi. 1930’lardan 70’lerin sonuna
kadar süren öz Türkçeye dönüş hareketi, izlenen yol ve aşırılıklara gidilip
gidilmediği vb. konularda elbette tartışılabilir. Ama ortada net bir sonuç
vardır: Türkçedeki Arapça-Farsça sözcük oranı %70’lerden %20’lere inmiştir.
Başlangıçta karşı çıkanlar bile sonunda TDK sözcüklerini kullanmaya
başlamışlardır. Halkın gündelik yaşamına girmiş olanlar hariç neredeyse tüm
Arapça-Farsça sözcüklerin yerine Türkçeleri yerleşti. Şu anda konuştuğumuz dil büyük ölçüde böyle
şekillendi. İçinde halen Arapça-Farsça 20 bin civarı sözcük var. Bunları artık
halkın yaşamına girmiş kelimeler olarak görüyoruz ve kullanıyoruz. Ama daha
önce de açıkladığım gibi kullandığımız kelimelerin %50-60’ı Arapça- Farsça
olsaydı da konuştuğumuz dil Türkçe olacaktı. Bu kalan yabancı kelimelere bakarak
‘Türkçe Kuran’dan doğmuş bir dil’ demek için hem dil’i gerçekten düşünmemiş
olmak gerekir hem de bunun Türkçe’nin tarihsel kökenlerini inkâr etmek
olacağını anlamamak.
Diğer konuya gelelim; İsmet Özel’in Erbain’i “Türk yazısı” diye
adlandırdığı Arap alfabesiyle yayımlamasına.
Şöyle bir yerden başlamak gerekir: Dil ve alfabe ayrımı.
Dil, yazıdan çok önce de vardır ve yazıya muhtaç değildir. Bu
nedenle dili alfabeden bağımsız düşünmeliyiz. Alfabe, dili kâğıt üzerinde
göstermek için kullandığımız bir işaretler, simgeler dizgesidir. Bir dili, pek
çok alfabeyle kâğıt üzerinde gösterebilirsiniz. Hangisiyle gösterirseniz
gösterin bunun dilin kendisiyle bir ilgisi yoktur. "ونى ويدى ويجي"
(veni vidi vici) İtalyanca olduğu halde آغاچ ياشكن غيلير (Ağaç yaşken eğilir)
cümlesi Türkçedir. Her ikisi de Arap alfabesiyle yazılmıştır sadece. Özetle,
dil ile alfabe farklıdır. Alfabeyi değiştirmenin dilin kendisi üzerinde hiçbir
etkisi yoktur. Sıradan insanından, yazar-şairlere, akademisyenlerden devletin
en yetkili ağızlarına varıncaya değin, Atatürk’ün 1928’de gerçekleştirdiği
alfabe değişikliğini kastederek arada bir sarf edilen "bizi köklerimizden
kopardılar, bir gecede cahil kaldık" sözleri dayandığı hiçbir
bilimsel temel olmadığı için saçmadır. Çünkü adı üzerinde harf inkılabı harf
inkılabıdır. Dilin kendisiyle bir ilgisi yoktur. Harf inkılabının şu ya da bu
zararı olmuştur, ayrı, tartışırız. Ama yalan konuşmamak lazım. Harf inkılabı
yapıldığında okuma yazma oranı %11'dir. (Bunu bazı Kemalistlerin yaptığı gibi
Arap alfabesini öğrenmek zordu veya Türkçeye uygun değildi, Latin alfabesi daha
uygundu'ya falan bağlamayacağım.) Harf İnkilabı’ndan nüfusun %11'i
etkilenmiştir. Bunların ne kadarı gerçekten okur yazardır, ne kadarı sadece
karşısındaki yazıyı okuyabilirdir o da ayrı. Harf İnkılabı anlatılırken sanki
dil değiştirilmiş gibi anlatılıyor. Oysa insanlar bir gün önce ve bin yıl önce
neyi konuşuyorlarsa Harf İnkilabı’ndan sonra da onu konuşmaktadırlar.
Ha konuşma dilinde var olan bazı seslerin alfabede karşılığının
olmaması diye bir şey vardır, olmuştur ama bu alfabenin suçu ya da eksikliği
değildir. İsterseniz tüm sesleri gösteren işaretler ekleyebilirsiniz
alfabenize. Latin alfabesine geçişte oluşturulan bilim kurullarında bu konu
dilciler ve akademisyenler tarafından çok tartışılmıştır. Tüm seslerimizi
gösteren bir alfabenin yaklaşık yüz civarında ses işareti olması gerekir. Ama
içinde olunan koşullarda bu doğru görünmemektedir, çünkü bir halka sıfırdan bir
yazının öğretilmesi ve bu konuda kararlı olunması gerekmektedir. Okuma yazma
bilmeyenlerin benimsemesi daha kolaydır ve bellidir ki okuma yazma bilen
kesimden bir direnç gelecektir. Nitekim birçok kişi çift alfabeli olarak devam
etmiştir 50-60’lara kadar. Aklımda yanlış kalmadıysa Ahmet Hamdi Tanpınar, Aziz
Nesin gibi yazarlar da dahil… Bu bilimsel çalışmalar sonrasında standart Türkçe
oluşturulması kararına varılmıştır. Standart Türkçeden kastımız, öğretimde,
yazıda, iletişimde kullanılacak bir resmi dildir. Ta Ziya Gökalpler zamanında
bu standart dil oluşturma zorunluğu ortaya çıkınca bunun İstanbul ağzının esas
alınması ile mümkün olacağına hükmedilmiştir. Meşrutiyet Dönemi’nde meclis
toplantısında yazmanlık yapan Ahmet Mithat’ın mebusların bir sürü farklı dil ve
ağızdaki beyanatlarını tutanağa geçireceğim derken baygınlık geçirdiği rivayet
edilir.
Aslında bu standart dile gidiş, imparatorlukların çözülüp
ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla yakından ilgili. Standart dil demek, ağız
özelliklerinin yok edilmesi demektir. İşte bir eğitim dili, yazı dili, resmi
dil oluşumu anlamına gelir. Ve bu olabildiğince kolay olmalıdır. Diyelim ki
Doğu bölgelerinde yaşayanların rahatlıkla çıkardığı ama Batı bölgelerinde
yaşayanların çıkarmakta zorlandığı gırtlak “h”si ya da Orta Anadoluluların
konuşmasının doğal parçası olan “ng” bileşimi nazal nun diye adlandırılan ses…
Bu gibi ayrıksı ağız özelliklerini alfabeye koymak öğrenme sorunları yaratacağı
gibi standart dil için de zorlaştırıcıdır. Bunlar uzun tartışılmış konulardır o
kurullarda. X,W,Q çıkarılmış, Ç,Ş harfleri eklenmiştir. Yani nasıl zamanında
Arap alfabesi Türkçeye uygun hale getirilmişse Latin alfabesi de Türkçeyi ifade
etmeye uygun hale getirilmiştir. Ve bunların sonunda oluşturulmuştur bugün
kullandığımız alfabe.
Tekrar İsmet Özel’in Arap alfabesini “Türk yazısı” diye
tanımlamasına dönelim. Bütün diller gibi Türkçe de başlangıcından yazının
bulunup yaygınlaşmasına kadar sözlüydü. Yazının icadından sonra dilleri kâğıt
üzerinde ifade etmek için alfabeler oluştu dünyanın çeşitli yerlerinde.
Başlangıcından beri, kelimeleri, telaffuzu kendi iç dinamikleri çerçevesinde
değişen tek bir dilimiz olduğu halde onu ifade etmek için kullandığımız
alfabeler çeşitli dış dinamiklerle birkaç kez değişmiştir.
Türkçe şimdiye değin, Göktürk Alfabesiyle, Uygur alfabesiyle, Arap
alfabesiyle ve Latin alfabesiyle yazıldı. Bunlardan yalnızca ilki, Göktürk
alfabesi Türklerin kendi alfabesiydi. Uygur alfabesi Soğd alfabesinden geliştirilmişti.
Türkçe ve onunla akraba diller meselesi oldukça karışık olduğu
için oraya girmeyeceğim şimdilik ama Türkçenin Oğuz Lehçesini konuştuğumuzu da
ekleyelim. Başka coğrafyalarda başka Türkçeler ve onların kullandığı başka
alfabeler vardır.
Sadece Oğuz Lehçesinin takibini geriye doğru yaparsak Oğuzların
Göktürk Devleti çatısı altında yaşadıklarını biliyoruz. Göktürk devletinin
Oğuzların kendi devleti olmadığı Göktürk Yazıtları’ndan anlaşılmaktadır.
Çeşitli boyları olan Oğuzların bazı boylarının bağlı tebaa olduğu bir kısmıyla
ise Göktürklerin zaman zaman savaştığı da anlaşılıyor.
Yazıtlar’da kullanılan dil ufak tefek değişikliklerle bizim bugün
kullandığımız dildir. O halde bugün bizim Türkçe dediğimiz dili göstermede
kullanılan ilk alfabe Göktürk alfabesidir.
Daha sonra Göktürk Devleti’ni oluşturan unsurlar ve bunlar dışında
kalan göçebe pek çok Oğuz halkı 9-10. yüzyıllarda İran üzerinden Anadolu’ya
geliyorlar. Sonuncusu 13. yüzyılda yaşanan bu büyük göç dalgaları sonucu
Anadolu’da nüfus çoğunluğu oluşturuyor, pek çok beylik ve bazı devletler
kuruyorlar. Yazıyla pek işleri olmadığından ahalinin çoğu okuma yazma bilmiyor.
İslam dinine geçiyorlar. Yazı bundan
sonra bazı seçkinler arasında bir ihtiyaç haline geliyor. İslam etkisinde oluşturdukları
ilk eserler bazen Uygur alfabesiyle bazen Arap alfabesiyle yazılıyor. Zaten çok
az sayıda eser olduğundan bu o kadar mühim bir ikilik olarak görünmüyor. 14-15.
yüzyıllardan itibaren Uygur alfabesi kullanımı görülmüyor artık, girdikleri
kültür dairesinin alfabesi olan Arap alfabesini kullanmaya başlıyorlar.
O zamana kadar, yani 14. yüzyıla kadar Türkçe esasen sözlü bir
dil, kâğıt üzerinde pek az örnek var. Osmanlı Devleti’nin kurulması ve Arap
Alfabesi kullanımın başlamasıyla Türkçe, yazı olarak da giderek artan oranda
kâğıt üzerinde yazısı olan bir dil haline geliyor. Cumhuriyet dönemine kadar
Arap alfabesi kullanılıyor. Ama o alfabede bazı değişiklikler yapılıyor,
sadeleştiriliyor falan. 1928 yılında Atatürk tarafından alfabe değiştiriliyor.
Genel programın bir unsuru olarak Batı’nın yaygın olarak kullandığı Latin
alfabesine geçiliyor. Orada da bazı değişiklikler yapılıyor. W,X,Q çıkarılıyor,
Ş,Ç ekleniyor falan.
Hal böyleyken İsmet Özel neden Arap alfabesine ‘Türk yazısı’ diyor
peki? Çünkü kendisinin keşfettiği mühim gerçeklik, “Türk demek Müslüman
demektir.” ilkesi domino etkisi yaratıyor. Madem Türk demek Müslüman demektir
ve madem Türkçe Kur’an’dan doğmuş bir dildir o halde Kur’an’daki yazı da Türk
yazısı olmalıdır. Bu bir kompozisyon!.. Evet, üzgünüm ama İsmet Özel’in mantığı
ve oluşturduğu perspektif bu. Şairliğinden söz edemiyoruz artık. Ki uzunca bir
süre ve her şeye rağmen şairliğinden konuştuk.
Yazının sınırları içinde değinemediğimiz bizde dile bakış ve
siyasal süreçlerin dil üzerindeki etkileri, devlet eliyle yapılan öz Türkçe harekâtı,
alfabe değişikliğinin başka etkileri, dini inanışların kelimelere ve harflere
kutsiyet atfetmesi gibi konulara pek değinemedik. Değineceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder