20 Haziran 2020

ismet özel'in son çıkışı ve alfabe meselesi, mehmet işten



İsmet Özel, Erbain'i yeniden seslendirmiş. Tanıtım yazısına göre, “Üstelik Erbain, Türk yazısıyla ilk kez neşrolunuyormuş." Böyle bir şeyle karşılaşınca ne düşünürsünüz? Muhtemelen, Erbain’deki şiirlerin ‘Göktürk alfabesi’yle yayımlandığını değil mi?.. Çünkü bilinen en önemli, neredeyse tek Türk yazısı ‘Göktürk alfabesi’dir. Oysa girip bakıyorsunuz Arap alfabesiyle!.. Bu projeyi hayata geçirenlerin söz konusu yazının ‘ne alfabesi’ olduğunu bilmemesi mümkün değil tabii. Besbelli ki "Müslüman demek Türk demektir" şiarını ortaya atalı bu doğrultudaki ekstrem görüşlerini geliştire geliştire geldiği noktada, Özel’in bilgisi dahilinde, hatta önerisiyle yenilen bir herze bu. Daha önce de “Türkçe Kur’an’dan doğmuş bir dil.” demişti. En art niyetli tahminlere göre Kur’an’dan önce 2000 yıllık bir geçmişi olduğu kabul edilen Türkçe için!

İsmet Özel’in bu ‘eylem’i karşısında sosyal medyada epey bir miktar var olan Göktürkçe gruplarından bir karşı hamle bekliyordum aslında. Mesela Nihal Atsız’ın şiirlerini Göktürk alfabesiyle yayımlayabilirlerdi, "Türk yazısı öyle olmaz böyle olur" diye.

Akıl sağlığını yitirmiş ve siyasi bağlılığı gözünü kör etmiş bir insanın söyleyebileceği sözler İsmet Özel’inkiler. Cemil Meriç’in “İdeolojiler, idrakimize giydirilmiş deli gömlekleri!” sözünün canlı örneği olarak arz-ı endam ediyor sahnede yine. Düşünsel bir meczup olarak tefekkür alemimize katkıları günbegün artıyor. Artık ne bilimsel temel umurunda ne de tutarlılık. Her şeyi söyleyebilir bir noktada.
Bir konuşmasında kendisinin de ifade ettiği gibi ‘dikkat çekmek için’ ve dikkat çekmeye zorunlu hissettiği için yapıyor bu çıkışları. İstiyor ki o bir şey söylediğinde bütün başlar o yana dönsün. Beklediği karşılığı alamadıkça saçmalık masasında potu artırıyor.  Şimdiye değin öyle şeyler söyledi ki bu yukarıda söylenenler oldukça hafif kalıyor gerçek haleti ruhiyesini anlamada.

Fakat bu son yaptığı, yani Arap alfabesini ‘Türk yazısı’ ilan etmesi, bu konuda kafası karışık olan ya da kendisine öğretilen saçma manzumeyi tekrar ededuran pek çok kişi de olduğu için açıklığa kavuşturulması gereken bir konu.


‘Türkçe, Kuran’dan doğmuş bir dil’ derken ve Arap alfabesinin Türk yazısı olduğunu ilan ederken ne demeye çalıştığını anlıyorum elbette. Ama sözün mecaz değeri olması için kendisinin doğru bir yere oturması gerekir. Mesela boynuz gerçekten kulağı geçmese idi “boynuz kulağı geçer” sözünün bir mecazı oluşabilir miydi?

Yine de demeye çalıştığı şeyi açıklayalım. Tabii ben iyi niyetle bunu yapmaya çalışıyorum, başkası ‘Böyle saçma şey mi olur!’ diye kestirip atabilir. Bana kalırsa “Türkçe Kuran’dan doğmuş bir dil” derken Türklerin Anadolu’ya gelip İslamlaşmalarından sonra dillerine çok sayıda Arapça-Farsça sözcük girmesiyle Türkçenin söz varlığının değişmesine ve genişlemesine atıfla ortaya bambaşka bir dil çıktığını kastediyor. Kur’an’ın dili Arapça, Türkçeye Arapçadan kelimler giriyor. Demek ki Türkçe Kur’an’dan doğmuştur! Ne güzel değil mi? Türkçe, Osmanlıca dediğimiz bu dönemle başlar diyor yani. Daha öncesinde bu konuştuğumuz Türkçe yoktu; biz, konuştuğumuz dili İslamlaştıktan sonra oluşturduk! Tarihi ve bilimsel gerçeklikle ilgisi olmayan bir şey bu tabii. Hem Türkçe İslam’dan çok önceden beri var olduğu için hem de bir dilin neredeyse kendisinin yok olacağı dereceye kadar başka diller tarafından dejenere edilmesi bir dili yeniden yaratmak olarak görülemeyeceği için.
Bir dilin yok olması veya yeniden yaratılması hiç kolay bir şey değildir. Türkçe gibi kadim bir dil için bu, çok daha zordur. Bunun için asırlar gerekir. Hem, yok olma noktasına gelmiş gibi görünürken bile mesela aklı başında birkaç genç çıkıp sadece Yunus’un, Karacaoğlan’ın üç beş şiirinden ve birkaç halk türküsünden hareketle bile bu dili yeniden ayağa kaldırabilir. Öylesine derin ve zengin bir potansiyeli vardır Türkçenin.

Pek çok dil, başka dillerin etkisinde kalmıştır, kalır. Etki alanı değişir, değişmiştir. Türkçe de uzunca bir süre Arapça-Farsça etkisinde kalmıştır, sonra 150 yıl kadar Fransızca etkisine girmiştir, günümüzde İngilizce etkisindedir. Bu dillerden sözcükler almıştır ve almaya devam etmektedir.
Sözcüklerin hangi kökenden geldiği, söylenen bir şeyin hangi dilden sayılması gerektiğini belirlemede alınabilecek bir ölçüt değildir. Konuşulan, yazılan bir şeyin hangi dilden olduğunu anlamada -daha sonra ayrıntılı değineceğimiz- alfabenin de hiçbir ölçüt değeri yoktur! Hangi dilde olduğunu anlamak istiyorsanız o şeyin sözdizimi’ne, cümle kuruluşuna, fiillerine bakacaksınız. Sözdizimi ve cümle kuruluşu (cümlenin oluşumunu sağlayan çekim ekleri) Türkçeyse o şey Türkçedir. Sözcüklerin kökeni yabancı olsa bile! Sözcüklerin Türkçe kökenli olması bütünüyle önemsizdir demiyorum tabii ama temel ölçüt değildir. 

Bu çerçevede Fuzuli'nin "Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb" mısraı, içinde sadece "el çek" Türkçe kökenli olmasına rağmen Türkçedir. Dile bakışı siyasetle biçimlenmiş olanlar bu söylediğim cümleyi anlama yeterliliklerini kaybediyorlar ne yazık ki… Sanıyorlar ki ben bu sözcüklerin artık Türkçeleştiğini kastediyorum. Hayır onu kastetmiyorum. Sözdizimi’nin ve çekim eklerinin Türkçe olmasını kastediyorum. Bu çerçevede "X'i Y'ye Z'de söyledim." cümlesi bile Türkçedir. Hadi, “Fuzuli’nin bu beytindeki sözcükler yabancı kökenli olmasına rağmen gündelik hayatımıza epeyce girdiklerinden kolayca anlaşılıyor, ne var ki bunları Türkçe saymada” diye düşündük diyelim. Ama örneğin Naili’nin;

Bûy-ı zülfin ki ala havsala-i bâd-ı Bihişt
Şiken-i turra-i havraya tenezzül mi eder

beyti, ne anlama geldiğini bugün hemen hiç bilemesek de Türkçedir. Çünkü içinde cümle kuruluşunu sağlayan unsurlar (ala, eder) Türkçedir. Ama kuşkusuz ki artık son derece dejenere olmuş bir Türkçedir. Bu beytin yazıldığı dönemde (17. yy.) Türkçe için tehlike çanları ciddi derecede çalmaktaydı. Aslına bakarsanız ilginç bir şekilde halkın cehaleti, okuma yazma bilmeyişi koruyordu Türkçeyi. Halk; türküsünü söylüyor, masalını anlatıyor, bilmecesini soruyor, çocuğunu ninnisiyle uyutuyordu kendi dilinde. Fakat yazı dilindeki durum bir fecaat idi. Edebi eserlerde Türkçe sözcük oranı %10’lara, genel yazı dilinde %20’lere düşmüştü. Ama şükür ki yazı dili konuşma dilini belirlemediği sürece çok sıkıntı oluşmaz dil için.

İsmet Özel’in ‘yeni bir dil yarattık’ iması bu yukarıda söz ettiğimiz dille ilgilidir esasen: Osmanlıca. Temizleye temizleye bugüne getirdiğimiz Türkçe üzerinden ama yukarıdaki Naili beytinin dilini hayal ederek ve ikisi aynı şeymiş gibi bir kurnazlığa başvurarak… Ağırlıklı olarak Arapça-Farsça sözcüklere dayanan, Arap alfabesi ile yazılan ama cümle kuruluşu ve fiilleri hâlâ Türkçe olduğu için Türkçe kalabilen bir dil! Bu dil yalnızca üç beş elit arasında kullanılmaktadır, bu dille yazılmış bir metni bugünkü halk nasıl anlamıyorsa o zamanki halk da anlamamaktadır. Ahmet yazıyor Mehmet okuyor. Ama güç-yazı-iktidar bunlarda olduğu için; kitapları, tarihleri, resmi yazışmaları bunlar yazdığı için olaydan yüzyıllar sonra böyle anlatılıyor. Sanki ortada gerçekten yaygın kullanımı olan bir dil varmış da bu dil yok edilmiş gibi. Oysa hangi baldırı çıplak bir tezkireyi, Divan'ı, Tarih kitabını anlayacak? Hadi onu geçtim, baldırı çıplağın kendisini de ilgilendirdiği için soralım: Hangi baldırı çıplak kendisine okunan mahkeme (kadı) hükmünü anlayabilmiştir de o dönem sanki bu yazı dili genel bir şeymiş gibi anlatılıyor. Bir örnek vereyim: 1740 tarihli bir kadı sicil defteri hükmü:

Yusuf’un İstanbul’dan çıkmamak şartıyla nikâhlandığı eşini Kütahya’ya götürmesine kayınvalidesinin karşı çıktığı

Bâ-mühr-i efendi

Ma‘rûz

Sâhibe-i arzuhâl Emine bt. Mehmed dîvân-ı hazret-i sadrazamîde ma‘kūd meclis-i şer‘de sadriye kebîre kızım Afife nâm hatun nefsini derûn-ı arzuhâlde mastûrü’l-ism Yusuf nâm kimesneye tezvîc eylediğinde mahmiye-i İstanbul’dan âhar diyâra götürmemek üzere tezevvüc mu‘âhede ve mezbûr Yusuf dahi kavl-i mezkûr üzere tezevvüc eylediğinden sonra kızım mezbûre Afife’yi iğfâl edip dâmadım mezbûr Yusuf kendi maskat-ı re’si olan Kütahya sancağında Mihaliç kazâsında Kayı köyü nâm karyeye getirmişdir deyü teşekkî eyledikde, lisânen sâdır olan fermân-ı cihân-mutâ‘larına imtisâlen mezbûre Emine istintâk olundukda husûs-ı mezbûra aslâ kimesne muttali‘ değildir deyü takrîri mübâşirleri Musa Çavuş kulları ma‘rifetiyle huzûr-ı âlîlerine i‘lâm olundu.

Fî 18 Zilhicce sene 1152.
(Kadı sicil defterleri İBB ve Medipol Üniversitesi işbirliği ile online erişime açık bu arada)

Bu dil devam etseydi, yani Cumhuriyetle beraber halkın konuşma dilini, edebiyat dili ve yazı dili haline getirmese idik, Türkçeye dönüşü gerçekleştirememiş olsaydık ve Naili’nin beytinde  gördüğümüz dili yaygın bir yazı dili haline getirip eğitim- öğretim dili olarak kullansaydık, okuma yazma bilen insan sayısını bu dile göre artırsaydık, çocuk kitaplarını bu dile göre bassaydık, filmleri bu dille çekseydik, bilimsel çalışmaları bu dille yürütseydik, isimleri büyük ölçüde  Arapça, sadece fiilleri Türkçe bu yapma dili, ağır Osmanlıcayı günlük dil haline de getirmiş olsaydık gerçekten de Türkçe diye bir dilin en azından Anadolu’da yok olmasına sebep olmuş olabilirdik.



Cumhuriyet dönemiyle birlikte yaşanan büyük bir Türkçeleştirme operasyonundan sonra dilimiz şu anki haline geldi. 1930’lardan 70’lerin sonuna kadar süren öz Türkçeye dönüş hareketi, izlenen yol ve aşırılıklara gidilip gidilmediği vb. konularda elbette tartışılabilir. Ama ortada net bir sonuç vardır: Türkçedeki Arapça-Farsça sözcük oranı %70’lerden %20’lere inmiştir. Başlangıçta karşı çıkanlar bile sonunda TDK sözcüklerini kullanmaya başlamışlardır. Halkın gündelik yaşamına girmiş olanlar hariç neredeyse tüm Arapça-Farsça sözcüklerin yerine Türkçeleri yerleşti.  Şu anda konuştuğumuz dil büyük ölçüde böyle şekillendi. İçinde halen Arapça-Farsça 20 bin civarı sözcük var. Bunları artık halkın yaşamına girmiş kelimeler olarak görüyoruz ve kullanıyoruz. Ama daha önce de açıkladığım gibi kullandığımız kelimelerin %50-60’ı Arapça- Farsça olsaydı da konuştuğumuz dil Türkçe olacaktı. Bu kalan yabancı kelimelere bakarak ‘Türkçe Kuran’dan doğmuş bir dil’ demek için hem dil’i gerçekten düşünmemiş olmak gerekir hem de bunun Türkçe’nin tarihsel kökenlerini inkâr etmek olacağını anlamamak.


Diğer konuya gelelim; İsmet Özel’in Erbain’i “Türk yazısı” diye adlandırdığı Arap alfabesiyle yayımlamasına.

Şöyle bir yerden başlamak gerekir: Dil ve alfabe ayrımı.
Dil, yazıdan çok önce de vardır ve yazıya muhtaç değildir. Bu nedenle dili alfabeden bağımsız düşünmeliyiz. Alfabe, dili kâğıt üzerinde göstermek için kullandığımız bir işaretler, simgeler dizgesidir. Bir dili, pek çok alfabeyle kâğıt üzerinde gösterebilirsiniz. Hangisiyle gösterirseniz gösterin bunun dilin kendisiyle bir ilgisi yoktur. "ونى ويدى ويجي" (veni vidi vici) İtalyanca olduğu halde آغاچ ياشكن غيلير (Ağaç yaşken eğilir) cümlesi Türkçedir. Her ikisi de Arap alfabesiyle yazılmıştır sadece. Özetle, dil ile alfabe farklıdır. Alfabeyi değiştirmenin dilin kendisi üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Sıradan insanından, yazar-şairlere, akademisyenlerden devletin en yetkili ağızlarına varıncaya değin, Atatürk’ün 1928’de gerçekleştirdiği alfabe değişikliğini kastederek arada bir sarf edilen "bizi köklerimizden kopardılar, bir gecede cahil kaldık" sözleri dayandığı hiçbir bilimsel temel olmadığı için saçmadır. Çünkü adı üzerinde harf inkılabı harf inkılabıdır. Dilin kendisiyle bir ilgisi yoktur. Harf inkılabının şu ya da bu zararı olmuştur, ayrı, tartışırız. Ama yalan konuşmamak lazım. Harf inkılabı yapıldığında okuma yazma oranı %11'dir. (Bunu bazı Kemalistlerin yaptığı gibi Arap alfabesini öğrenmek zordu veya Türkçeye uygun değildi, Latin alfabesi daha uygundu'ya falan bağlamayacağım.) Harf İnkilabı’ndan nüfusun %11'i etkilenmiştir. Bunların ne kadarı gerçekten okur yazardır, ne kadarı sadece karşısındaki yazıyı okuyabilirdir o da ayrı. Harf İnkılabı anlatılırken sanki dil değiştirilmiş gibi anlatılıyor. Oysa insanlar bir gün önce ve bin yıl önce neyi konuşuyorlarsa Harf İnkilabı’ndan sonra da onu konuşmaktadırlar.

Ha konuşma dilinde var olan bazı seslerin alfabede karşılığının olmaması diye bir şey vardır, olmuştur ama bu alfabenin suçu ya da eksikliği değildir. İsterseniz tüm sesleri gösteren işaretler ekleyebilirsiniz alfabenize. Latin alfabesine geçişte oluşturulan bilim kurullarında bu konu dilciler ve akademisyenler tarafından çok tartışılmıştır. Tüm seslerimizi gösteren bir alfabenin yaklaşık yüz civarında ses işareti olması gerekir. Ama içinde olunan koşullarda bu doğru görünmemektedir, çünkü bir halka sıfırdan bir yazının öğretilmesi ve bu konuda kararlı olunması gerekmektedir. Okuma yazma bilmeyenlerin benimsemesi daha kolaydır ve bellidir ki okuma yazma bilen kesimden bir direnç gelecektir. Nitekim birçok kişi çift alfabeli olarak devam etmiştir 50-60’lara kadar. Aklımda yanlış kalmadıysa Ahmet Hamdi Tanpınar, Aziz Nesin gibi yazarlar da dahil… Bu bilimsel çalışmalar sonrasında standart Türkçe oluşturulması kararına varılmıştır. Standart Türkçeden kastımız, öğretimde, yazıda, iletişimde kullanılacak bir resmi dildir. Ta Ziya Gökalpler zamanında bu standart dil oluşturma zorunluğu ortaya çıkınca bunun İstanbul ağzının esas alınması ile mümkün olacağına hükmedilmiştir. Meşrutiyet Dönemi’nde meclis toplantısında yazmanlık yapan Ahmet Mithat’ın mebusların bir sürü farklı dil ve ağızdaki beyanatlarını tutanağa geçireceğim derken baygınlık geçirdiği rivayet edilir.
Aslında bu standart dile gidiş, imparatorlukların çözülüp ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla yakından ilgili. Standart dil demek, ağız özelliklerinin yok edilmesi demektir. İşte bir eğitim dili, yazı dili, resmi dil oluşumu anlamına gelir. Ve bu olabildiğince kolay olmalıdır. Diyelim ki Doğu bölgelerinde yaşayanların rahatlıkla çıkardığı ama Batı bölgelerinde yaşayanların çıkarmakta zorlandığı gırtlak “h”si ya da Orta Anadoluluların konuşmasının doğal parçası olan “ng” bileşimi nazal nun diye adlandırılan ses… Bu gibi ayrıksı ağız özelliklerini alfabeye koymak öğrenme sorunları yaratacağı gibi standart dil için de zorlaştırıcıdır. Bunlar uzun tartışılmış konulardır o kurullarda. X,W,Q çıkarılmış, Ç,Ş harfleri eklenmiştir. Yani nasıl zamanında Arap alfabesi Türkçeye uygun hale getirilmişse Latin alfabesi de Türkçeyi ifade etmeye uygun hale getirilmiştir. Ve bunların sonunda oluşturulmuştur bugün kullandığımız alfabe.
Tekrar İsmet Özel’in Arap alfabesini “Türk yazısı” diye tanımlamasına dönelim. Bütün diller gibi Türkçe de başlangıcından yazının bulunup yaygınlaşmasına kadar sözlüydü. Yazının icadından sonra dilleri kâğıt üzerinde ifade etmek için alfabeler oluştu dünyanın çeşitli yerlerinde. Başlangıcından beri, kelimeleri, telaffuzu kendi iç dinamikleri çerçevesinde değişen tek bir dilimiz olduğu halde onu ifade etmek için kullandığımız alfabeler çeşitli dış dinamiklerle birkaç kez değişmiştir.

Türkçe şimdiye değin, Göktürk Alfabesiyle, Uygur alfabesiyle, Arap alfabesiyle ve Latin alfabesiyle yazıldı. Bunlardan yalnızca ilki, Göktürk alfabesi Türklerin kendi alfabesiydi. Uygur alfabesi Soğd alfabesinden geliştirilmişti.

Türkçe ve onunla akraba diller meselesi oldukça karışık olduğu için oraya girmeyeceğim şimdilik ama Türkçenin Oğuz Lehçesini konuştuğumuzu da ekleyelim. Başka coğrafyalarda başka Türkçeler ve onların kullandığı başka alfabeler vardır.

Sadece Oğuz Lehçesinin takibini geriye doğru yaparsak Oğuzların Göktürk Devleti çatısı altında yaşadıklarını biliyoruz. Göktürk devletinin Oğuzların kendi devleti olmadığı Göktürk Yazıtları’ndan anlaşılmaktadır. Çeşitli boyları olan Oğuzların bazı boylarının bağlı tebaa olduğu bir kısmıyla ise Göktürklerin zaman zaman savaştığı da anlaşılıyor.

Yazıtlar’da kullanılan dil ufak tefek değişikliklerle bizim bugün kullandığımız dildir. O halde bugün bizim Türkçe dediğimiz dili göstermede kullanılan ilk alfabe Göktürk alfabesidir.
Daha sonra Göktürk Devleti’ni oluşturan unsurlar ve bunlar dışında kalan göçebe pek çok Oğuz halkı 9-10. yüzyıllarda İran üzerinden Anadolu’ya geliyorlar. Sonuncusu 13. yüzyılda yaşanan bu büyük göç dalgaları sonucu Anadolu’da nüfus çoğunluğu oluşturuyor, pek çok beylik ve bazı devletler kuruyorlar. Yazıyla pek işleri olmadığından ahalinin çoğu okuma yazma bilmiyor. İslam dinine geçiyorlar.  Yazı bundan sonra bazı seçkinler arasında bir ihtiyaç haline geliyor. İslam etkisinde oluşturdukları ilk eserler bazen Uygur alfabesiyle bazen Arap alfabesiyle yazılıyor. Zaten çok az sayıda eser olduğundan bu o kadar mühim bir ikilik olarak görünmüyor. 14-15. yüzyıllardan itibaren Uygur alfabesi kullanımı görülmüyor artık, girdikleri kültür dairesinin alfabesi olan Arap alfabesini kullanmaya başlıyorlar.
O zamana kadar, yani 14. yüzyıla kadar Türkçe esasen sözlü bir dil, kâğıt üzerinde pek az örnek var. Osmanlı Devleti’nin kurulması ve Arap Alfabesi kullanımın başlamasıyla Türkçe, yazı olarak da giderek artan oranda kâğıt üzerinde yazısı olan bir dil haline geliyor. Cumhuriyet dönemine kadar Arap alfabesi kullanılıyor. Ama o alfabede bazı değişiklikler yapılıyor, sadeleştiriliyor falan. 1928 yılında Atatürk tarafından alfabe değiştiriliyor. Genel programın bir unsuru olarak Batı’nın yaygın olarak kullandığı Latin alfabesine geçiliyor. Orada da bazı değişiklikler yapılıyor. W,X,Q çıkarılıyor, Ş,Ç ekleniyor falan.
Hal böyleyken İsmet Özel neden Arap alfabesine ‘Türk yazısı’ diyor peki? Çünkü kendisinin keşfettiği mühim gerçeklik, “Türk demek Müslüman demektir.” ilkesi domino etkisi yaratıyor. Madem Türk demek Müslüman demektir ve madem Türkçe Kur’an’dan doğmuş bir dildir o halde Kur’an’daki yazı da Türk yazısı olmalıdır. Bu bir kompozisyon!.. Evet, üzgünüm ama İsmet Özel’in mantığı ve oluşturduğu perspektif bu. Şairliğinden söz edemiyoruz artık. Ki uzunca bir süre ve her şeye rağmen şairliğinden konuştuk.

Yazının sınırları içinde değinemediğimiz bizde dile bakış ve siyasal süreçlerin dil üzerindeki etkileri, devlet eliyle yapılan öz Türkçe harekâtı, alfabe değişikliğinin başka etkileri, dini inanışların kelimelere ve harflere kutsiyet atfetmesi gibi konulara pek değinemedik. Değineceğiz.





Hiç yorum yok: