“Bostana gir ama hışırdatma.
Şüphesiz Allah
hışırdatanları sevmez”
Benim bir dedem vardı. Annemin babası. Dağlarda kendiliğinden biten
yabani ahlatlara sulu sulu, regarenk, damak çatlatan armutlar aşılardı.
Dikenli, deste basan, gül armutları.
Hepi topu
iki sepet armut, küçük bir el terazisi. Semt pazarlarını dolaşırdı bir kaç ay.
Bazen ilçeye giderdi, bazen Ankara’ya, bazen de o iki sepeti uzun boyunlu,
beyaz bir eşeğe yükler peşinde yüzlerce eşek arısıyla çıkagelirdi yaşadığımız
kasabaya.
Sepetlerden
biri eve inecek, odalar günlerce armut kokacak. Diğeri meydandaki büyük caminin
önüne serilen tertemiz bir çuvalın üzerine dizilip, öğle namazından çıkanlara
satılacak.
Çocukluğumun
ilk büyük suçluluk duygusuydu. Beş yaşında olmalıyım. Dedem namazdan çıkıncaya
kadar sergiye göz kulak olacağım. El terazisinin üzerine oturmuşum. Kimse armutların
satılık olduğunu anlamadı. Camiden ilk çıkanlar kapışıverdiler. Dedem
geldiğinde ezilmiş bir kaç armut kalmıştı önümde.
Elimden
tutup kaldırdı. Sonra eğilip teraziyi aldı yerden. Önce bir zincir şıkırtısı
duyuldu, insanlar donakaldılar, kefeler bir kaç kez çarptı birbirine. Yanı başımızda, dizine yatırdığı testiden
takma dişlerine bulaşan armut şırasını yıkayan bir adam alel acele doğrulup
cüzdanını çıkardı. Sonra onu gören onlarcası. Bir anda etrafımızı
sardılar. Bir yandan özür diliyorlar,
bir yandan da ellerindeki kağıt paraları –sanki yenecek bir şeymiş gibi-
dedemin ağzına doğru uzatıyorlardı.
Hiç birini
almadı dedem. Hakkını helal etti, konu kapandı. Elele tutuşup eve gittik. Sonra
kalabalığın armutlarımızı kapıştığı yere yıllar boyu kasa kasa kirazlar,
elmalar, erikler geldi. Sahipleri meydana bırakır gider, saatler sonra boş
kasaları almaya gelirlerdi. Ben de büyüdükçe kapışanlar arasına karışıp bu
vahşi geleneğin tadına baktım. İnsanın kendi malını yağmaya açmaktan duyduğu
vahşi zevkin son kırıntısıydı bu gelenek.
Modern aklın
beraberinde getirdiği ilişki biçimleri, ihtiyaçlarla aramıza onur kırıcı bir
yığın formalite soktukları gibi, kendi haklılıklarını ortaya koymanın yegane
yolu olarak da diğer seçenekleri aşağılayıp, lanetlemeyi görmüşlerdir. Şimdi o
lanetin nöbetini sözlükler, ceza kanunları tuttuğuna göre, oturup incelesek
belki de o kanlı hücumdan en ağır darbeyi “yağma” sözcüğü almıştır.
Yunus’un bir
kaç şiiri dışında yatacak yeri kalmamıştır hani. Olumlu anlamda, yazılı bütün
Türkçe kaynaklardan kovulmuştur. Oysa
masallar, tarih kitapları büyük bir müjde karşısında sevinçten çıldırmamak için
çadırlarını, sürülerini yağmaya açan hakanlarla doludur. Fazlalıkların
alınması, uzayan saçların kesilmesi gibi tazelik ve esenlik dolu bir sözcük.
Geçtiğimiz
ay, Taksim’deki 1 Mayıs kutlamalarına “Antikapitalist Müslümanlar” kortejiyle katılan İhsan Hoca ve arkadaşlarının
taşıdığı pankartlardan biri, yalın dili ve yakıcı içeriğiyle meşale gibi
parlıyordu: “Kenz ( Biriktirmek ) Ateştir”.
Peygamber
sözünü, yani bir hadisi pankarta taşımışlardı. Biriktirmenin karşıtı ne
olabilir, biriktirenleri ateşten nasıl koruyabiliriz? Biriktiren laikse
vergiden, İslamcıysa zekat ve sadakadan söz açacaktır. Biriktirenlere yardımcı
olacak bir başka formül üzerine düşünürken yağmayı hatırladım. Tam da bu
sırada, İhsan Hocanın kızı Zeynep, Şişli’de kenz dininin mabedlerini tekmeleyen
bir grup anarşistle internette yazıştığı için gözaltına alınmasın mı?
Medyaya
düşen görüntülerde maskeli birkaç kişi bankamatikleri tekmeliyor. Banka
reklamında kullanılan hayvanlar üzerinden zekice özgürlük mesajları veriyorlar.
Hiçbir canlıya zarar vermemişler. Bütün öfkeleri canlılara zarar veren
makinalara dönük. Üstelik hiçbir bankayı da büsbütün insanlara zarar veremez
hale getirmiş de değiller. Tutuklananlar arasında 1 Mayıs’a katılamayanlar bile
var. Olayı heber yapan internet sitelerinden birinde, haberin hemen altında
şöyle bir ilan vardı: “Banka kredinizin tamamını biz kapatalım, siz bize
taksitle ödeyin”
Bu ülkede
polis, sonuçları itibariyle geri çevirilemez bir olgu olarak şiddetle en can
yakıcı hesaplaşmayı anarşistlerin yaptığını herkesten daha iyi bilir. Aynı
şekilde, anarşistlerin her an seyyar bir devlete dönüşebilen örgütlülük
konusunda da ne düşündükleri malumdur.
Namazdan sonra kominist taşlamamak da
henüz suç olmadığına göre, neden İhsan Hocaya göz dağı vermek için kızını
anarşistlerle birlikte, hem de örgüt kapsamında suçluyorlar. Bir araya gelmek
için yoğun bir çaba sarf etmemelerine rağmen, Müslümanlarla anarşistleri bir
arada düşünmekten neden bu kadar ürküyorlar ya da şöyle soralım, böyle bir
ihtimali neden peşin peşin suç kabul ediyorlar?
Batılı tarihçiler Muhammed Peygamberin insanları İslam’a davet ettiği yıllarda Arap Yarımadası’nda yaklaşık dört yüz peygamber
yaşadığını yazarlar. Ama Mekkeli, yoksul
bir yetimin çağrısı, bir insan ömrüne sığacak kadar kısa bir zaman içinde birkaç
kıtayı kat etmiştir. Bu muazzam çıkışın
kendisi, getirdiği ahlaki ölçülere şüpheyle yaklaşanları bile İslam üzerine
kafa yormaya zorlamıştır.
Kaldı ki, o dönem için Medine’ye akın
edenlerin şarkısı Şam kervanlarından ziyade yoksul bedevilerin yüreğine su
serpmektedir. Kelime-i şehadetle açılan basit ama korkunç bir kapı ve olmak,
sahip olmaktan doğan bütün hiyerarşileri tuzla buz etmiştir.
Meseleye salt iman bahsinden bakanlar
biraz üzülebilir ama, Arap Yarımadasında zuhur eden yeni dinin moral üstünlüğü,
hayatları yağma ekonomisi üzerine kurulu çöl bedevileri ile birleşince Bizans,
Sasani ve Çin birikiminin tarihte gördüğü en zorlu koalisyonu doğurmuştur.
Yağma esasına dayalı eşit ve
imtiyazsız bir şekilde bölüşüm ilişkilerine dahil olan hor ve hakir yığınlar
kadim Acem İmparatorluğunu birkaç yıl içinde mermer sütunlarına kadar
kemirdiler. Hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” adlı
çalışmasında Arap İslamlığı ile Türk Şamanlığının bu Acem yağmasında
kendiliğinden yan yana geldiklerini, “savaş alanında, danışıklı imişcesine ve
andlaşmışcasına birbirlerine omuz verdiklerini“
yazar.
Bu koalisyonda bir süre sonra kendi
savaş ağalarını, bürokrasisini doğurdu. Emeviler elinde Arap milliyetçiliğinden
de öte düpedüz bir kabilenin kibrine bürünerek Türklerin bu koalisyona
girmesini birkaç asır geciktirmiştir. Ancak Emevi yıkılışından sonra,
Kıvılcımlı’nın tabiriyle “ Eba Müslim gibi yaman bir Türk ihtilalcisinin
kurduğu Abbasiler çağında” İslamlık Türkler içinde yayılma yollarını buldu.
Takvimler 960 yılını gösterdiğinde ilk kez bir Türk hükümdarı İslamı seçecekti:
Satuk Buğra Han. Aslen Doğu Türkistanlı. Müstakil kabilesinin adı ise “Yağma”
idi.
Hikayenin gerisini biliyorsunuz,
tıpkı Bizans gibi, yeteri kadar birikim yapan İslam Coğrafyasının kalbi Bağdat
bile bu yeni kasırganın hedefleri arasındaydı artık.
Buraya kadar hep meselenin aksiyon
tarafını ele aldık. Oysa aksiyoner güçleri yan yana getirecek çağrının gözle
görülür bir moral üstünlüğü, bir erdemi olması gerekir.
İlk Müslümanlar bu moral üstünlüğü
Bedir Savaşıyla elde ettiler. Kan ve kabile gayretini her şeyin üstüne koyan
bir toplumun karşısına ensar ve muhaciri kardeş kılarak çıktılar. Bu
kardeşliğin prensiplerini öz babalarına karşı canları pahasına savundular.
Babalar ve oğlular kılıç kılıca geldi. Böylece babalarını dize getiren
oğulların seslerine can yakıcı bir samimiyet sindi.
İhsan Hoca ve arkadaşlarının Fatih
Camii avlusunda kıldıkları gıyabi cenaze namazı da küçük bir Bedir gazvesiydi
aslında. Biriktirdikçe hoyratlaşan bir geleneğe karşı açıkça kardeşliğin
yanında yer aldılar. Kardeşliğin prensiplerini savundular.
Bir bulut kaynıyor şimdi Anadolu’da.
Birkaç yıldır ağaran moraran bir bulut. Küçük küçük Bedir Savaşları yaşanıyor
her cephede. Yerini yadırgayan, tedirgin ruhlar karşılık verecek samimi bir ses
arıyorlar. Yerini yadırgayan herkes kılıcını öz babasının gırtlağına dayamış
durumda. Buldukları doğruları ait oldukları çevrenin politik cetveline değil,
hayata doğru tutuyorlar.
Sol ve şiddet tartışması kırık dökük
ilerliyor bir taraftan. Kürt kadınlar örgütün üstüne üstüne yürüyor,
başörtülerini atıyorlar yere. Hrant Davası namusumuzdur diyor İslamcı aydınlar
kulağının üstüne yatan hükümete. Benim için öldürme diyor diğerleri. Uludere
için imza kampanyaları açılıyor. Sorgulanmaktan ödü kopanlar hep aynı şeyi
tekrarlıyorlar: Yağma Yok!
Oysa yağma da bambaşka bir anlama
geliyor artık. Bin bir sinsi tuzağın, bin bir teorik labirentin arasından düşe
kalka özgürlüklere yol arayanlara; “ ben bir kestirme yol biliyorum” demektir
artık yağma. Müslümanlara da yakışıyor, anarşistlere de.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder