17 Ağustos 2013

KENZ ATEŞTİR YAĞMA SERİNLİK, levent orhan

                                      

                                                                       “Bostana gir ama hışırdatma.
Şüphesiz Allah hışırdatanları sevmez

            Benim bir dedem vardı. Annemin babası. Dağlarda kendiliğinden biten yabani ahlatlara sulu sulu, regarenk, damak çatlatan armutlar aşılardı. Dikenli, deste basan, gül armutları.
            Hepi topu iki sepet armut, küçük bir el terazisi. Semt pazarlarını dolaşırdı bir kaç ay. Bazen ilçeye giderdi, bazen Ankara’ya, bazen de o iki sepeti uzun boyunlu, beyaz bir eşeğe yükler peşinde yüzlerce eşek arısıyla çıkagelirdi yaşadığımız kasabaya.
            Sepetlerden biri eve inecek, odalar günlerce armut kokacak. Diğeri meydandaki büyük caminin önüne serilen tertemiz bir çuvalın üzerine dizilip, öğle namazından çıkanlara satılacak.
            Çocukluğumun ilk büyük suçluluk duygusuydu. Beş yaşında olmalıyım. Dedem namazdan çıkıncaya kadar sergiye göz kulak olacağım. El terazisinin üzerine oturmuşum. Kimse armutların satılık olduğunu anlamadı. Camiden ilk çıkanlar kapışıverdiler. Dedem geldiğinde ezilmiş bir kaç armut kalmıştı önümde.
            Elimden tutup kaldırdı. Sonra eğilip teraziyi aldı yerden. Önce bir zincir şıkırtısı duyuldu, insanlar donakaldılar, kefeler bir kaç kez çarptı birbirine.  Yanı başımızda, dizine yatırdığı testiden takma dişlerine bulaşan armut şırasını yıkayan bir adam alel acele doğrulup cüzdanını çıkardı. Sonra onu gören onlarcası. Bir anda etrafımızı sardılar.  Bir yandan özür diliyorlar, bir yandan da ellerindeki kağıt paraları –sanki yenecek bir şeymiş gibi- dedemin ağzına doğru uzatıyorlardı.
            Hiç birini almadı dedem. Hakkını helal etti, konu kapandı. Elele tutuşup eve gittik. Sonra kalabalığın armutlarımızı kapıştığı yere yıllar boyu kasa kasa kirazlar, elmalar, erikler geldi. Sahipleri meydana bırakır gider, saatler sonra boş kasaları almaya gelirlerdi. Ben de büyüdükçe kapışanlar arasına karışıp bu vahşi geleneğin tadına baktım. İnsanın kendi malını yağmaya açmaktan duyduğu vahşi zevkin son kırıntısıydı bu gelenek.
            Modern aklın beraberinde getirdiği ilişki biçimleri, ihtiyaçlarla aramıza onur kırıcı bir yığın formalite soktukları gibi, kendi haklılıklarını ortaya koymanın yegane yolu olarak da diğer seçenekleri aşağılayıp, lanetlemeyi görmüşlerdir. Şimdi o lanetin nöbetini sözlükler, ceza kanunları tuttuğuna göre, oturup incelesek belki de o kanlı hücumdan en ağır darbeyi “yağma” sözcüğü almıştır.
            Yunus’un bir kaç şiiri dışında yatacak yeri kalmamıştır hani. Olumlu anlamda, yazılı bütün Türkçe kaynaklardan kovulmuştur.  Oysa masallar, tarih kitapları büyük bir müjde karşısında sevinçten çıldırmamak için çadırlarını, sürülerini yağmaya açan hakanlarla doludur. Fazlalıkların alınması, uzayan saçların kesilmesi gibi tazelik ve esenlik dolu bir sözcük.
            Geçtiğimiz ay, Taksim’deki 1 Mayıs kutlamalarına “Antikapitalist Müslümanlar”  kortejiyle katılan İhsan Hoca ve arkadaşlarının taşıdığı pankartlardan biri, yalın dili ve yakıcı içeriğiyle meşale gibi parlıyordu: “Kenz ( Biriktirmek ) Ateştir”.
            Peygamber sözünü, yani bir hadisi pankarta taşımışlardı. Biriktirmenin karşıtı ne olabilir, biriktirenleri ateşten nasıl koruyabiliriz? Biriktiren laikse vergiden, İslamcıysa zekat ve sadakadan söz açacaktır. Biriktirenlere yardımcı olacak bir başka formül üzerine düşünürken yağmayı hatırladım. Tam da bu sırada, İhsan Hocanın kızı Zeynep, Şişli’de kenz dininin mabedlerini tekmeleyen bir grup anarşistle internette yazıştığı için gözaltına alınmasın mı?
            Medyaya düşen görüntülerde maskeli birkaç kişi bankamatikleri tekmeliyor. Banka reklamında kullanılan hayvanlar üzerinden zekice özgürlük mesajları veriyorlar. Hiçbir canlıya zarar vermemişler. Bütün öfkeleri canlılara zarar veren makinalara dönük. Üstelik hiçbir bankayı da büsbütün insanlara zarar veremez hale getirmiş de değiller. Tutuklananlar arasında 1 Mayıs’a katılamayanlar bile var. Olayı heber yapan internet sitelerinden birinde, haberin hemen altında şöyle bir ilan vardı: “Banka kredinizin tamamını biz kapatalım, siz bize taksitle ödeyin”
            Bu ülkede polis, sonuçları itibariyle geri çevirilemez bir olgu olarak şiddetle en can yakıcı hesaplaşmayı anarşistlerin yaptığını herkesten daha iyi bilir. Aynı şekilde, anarşistlerin her an seyyar bir devlete dönüşebilen örgütlülük konusunda da ne düşündükleri malumdur.
Namazdan sonra kominist taşlamamak da henüz suç olmadığına göre, neden İhsan Hocaya göz dağı vermek için kızını anarşistlerle birlikte, hem de örgüt kapsamında suçluyorlar. Bir araya gelmek için yoğun bir çaba sarf etmemelerine rağmen, Müslümanlarla anarşistleri bir arada düşünmekten neden bu kadar ürküyorlar ya da şöyle soralım, böyle bir ihtimali neden peşin peşin suç kabul ediyorlar?
Batılı tarihçiler Muhammed  Peygamberin insanları İslam’a  davet ettiği yıllarda  Arap Yarımadası’nda yaklaşık dört yüz peygamber yaşadığını yazarlar.  Ama Mekkeli, yoksul bir yetimin çağrısı, bir insan ömrüne sığacak kadar kısa bir zaman içinde birkaç kıtayı kat etmiştir.  Bu muazzam çıkışın kendisi, getirdiği ahlaki ölçülere şüpheyle yaklaşanları bile İslam üzerine kafa yormaya zorlamıştır.
Kaldı ki, o dönem için Medine’ye akın edenlerin şarkısı Şam kervanlarından ziyade yoksul bedevilerin yüreğine su serpmektedir. Kelime-i şehadetle açılan basit ama korkunç bir kapı ve olmak, sahip olmaktan doğan bütün hiyerarşileri tuzla buz etmiştir.
Meseleye salt iman bahsinden bakanlar biraz üzülebilir ama, Arap Yarımadasında zuhur eden yeni dinin moral üstünlüğü, hayatları yağma ekonomisi üzerine kurulu çöl bedevileri ile birleşince Bizans, Sasani ve Çin birikiminin tarihte gördüğü en zorlu koalisyonu doğurmuştur.
Yağma esasına dayalı eşit ve imtiyazsız bir şekilde bölüşüm ilişkilerine dahil olan hor ve hakir yığınlar kadim Acem İmparatorluğunu birkaç yıl içinde mermer sütunlarına kadar kemirdiler. Hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” adlı çalışmasında Arap İslamlığı ile Türk Şamanlığının bu Acem yağmasında kendiliğinden yan yana geldiklerini, “savaş alanında, danışıklı imişcesine ve andlaşmışcasına birbirlerine omuz verdiklerini“  yazar.
Bu koalisyonda bir süre sonra kendi savaş ağalarını, bürokrasisini doğurdu. Emeviler elinde Arap milliyetçiliğinden de öte düpedüz bir kabilenin kibrine bürünerek Türklerin bu koalisyona girmesini birkaç asır geciktirmiştir. Ancak Emevi yıkılışından sonra, Kıvılcımlı’nın tabiriyle “ Eba Müslim gibi yaman bir Türk ihtilalcisinin kurduğu Abbasiler çağında” İslamlık Türkler içinde yayılma yollarını buldu. Takvimler 960 yılını gösterdiğinde ilk kez bir Türk hükümdarı İslamı seçecekti: Satuk Buğra Han. Aslen Doğu Türkistanlı. Müstakil kabilesinin adı ise “Yağma” idi.
Hikayenin gerisini biliyorsunuz, tıpkı Bizans gibi, yeteri kadar birikim yapan İslam Coğrafyasının kalbi Bağdat bile bu yeni kasırganın hedefleri arasındaydı artık.
Buraya kadar hep meselenin aksiyon tarafını ele aldık. Oysa aksiyoner güçleri yan yana getirecek çağrının gözle görülür bir moral üstünlüğü, bir erdemi olması gerekir.
İlk Müslümanlar bu moral üstünlüğü Bedir Savaşıyla elde ettiler. Kan ve kabile gayretini her şeyin üstüne koyan bir toplumun karşısına ensar ve muhaciri kardeş kılarak çıktılar. Bu kardeşliğin prensiplerini öz babalarına karşı canları pahasına savundular. Babalar ve oğlular kılıç kılıca geldi. Böylece babalarını dize getiren oğulların seslerine can yakıcı bir samimiyet sindi.
İhsan Hoca ve arkadaşlarının Fatih Camii avlusunda kıldıkları gıyabi cenaze namazı da küçük bir Bedir gazvesiydi aslında. Biriktirdikçe hoyratlaşan bir geleneğe karşı açıkça kardeşliğin yanında yer aldılar. Kardeşliğin prensiplerini savundular.
Bir bulut kaynıyor şimdi Anadolu’da. Birkaç yıldır ağaran moraran bir bulut. Küçük küçük Bedir Savaşları yaşanıyor her cephede. Yerini yadırgayan, tedirgin ruhlar karşılık verecek samimi bir ses arıyorlar. Yerini yadırgayan herkes kılıcını öz babasının gırtlağına dayamış durumda. Buldukları doğruları ait oldukları çevrenin politik cetveline değil, hayata doğru tutuyorlar.
Sol ve şiddet tartışması kırık dökük ilerliyor bir taraftan. Kürt kadınlar örgütün üstüne üstüne yürüyor, başörtülerini atıyorlar yere. Hrant Davası namusumuzdur diyor İslamcı aydınlar kulağının üstüne yatan hükümete. Benim için öldürme diyor diğerleri. Uludere için imza kampanyaları açılıyor. Sorgulanmaktan ödü kopanlar hep aynı şeyi tekrarlıyorlar: Yağma Yok!
Oysa yağma da bambaşka bir anlama geliyor artık. Bin bir sinsi tuzağın, bin bir teorik labirentin arasından düşe kalka özgürlüklere yol arayanlara; “ ben bir kestirme yol biliyorum” demektir artık yağma. Müslümanlara da yakışıyor, anarşistlere de.
           
           



Hiç yorum yok: