bir küçük iskender yapımıdır: made in hell
made in hell için okuma denemesi*
-I-
bir küçük İskender yapımı: made in hell
‘şiir incelemesi’ üzerine
Şiir açıklaması, bilimselliği fazla kaldırmıyor ya da yapılan açıklama sürekli bir ‘kendini açıklama çabası’na dönüşüyor çoğun. Bunun nedeni, zaman zaman söylendiği gibi, şiirin başka türlü söylenemeyen söz olması sanırım. Başka dile çevrilemiyor şiir, kendi diline bile. Öte yandan zorunlu da bi şey. Çünkü şiir incelemesi, eleştirisi olmadan şiirin ortalamasını almak, sağlamasını yapmak son derece muğlak bir mesele haline geliyor. Bıçak sırtı bir durum yani şiir incelemesi; hiçbir inceleme, yazarına “iyi oldu” doyumunu vermez gibi geliyor bana. Bir de söylediklerinize katılmayanların çok olacağı bellidir; çünkü şiirden ‘kendince anlama’yı sürgün edemezsiniz. Bu durumda yapılabilecek olan, şair’in dilsel olarak işaret ettiğine anlamsal boyutta en yakın, en ‘kendince’ karşılıkları bulmaktır diye düşünüyorum. Yüzde yüz örtüşmese de, kendi değillemesini içinde taşısa da böyle bir çaba, böyle bir paylaşma kendiliğinden anlamlıdır. Hele hele şair’in şiiri’yle kendini anlatabileceği biçimi bulduğunu kabul edersek şiiri üzerine yeniden söz üretmesi de metni daraltabilecekse birilerinin onun şiiri hakkında “okuma” önermesi, şair’i havanda su dövme duygusundan bi ölçüde kurtarabilir. Elbette doğru iş “okuma” önerisi getirmektir ve kendi “anlama”sını paylaşmaktır.
Bir şairin bir kitabını ‘daha çok’ okumak, ‘daha çok’ anlamak için birkaç şeyin çok yararlı olduğu su götürmez: Bir kere diğer kitaplarını mümkün olduğunca bilmelisiniz, ikincisi onun kaynaklarını sezmiş ya da yazdıklarından çıkarabilmiş olmalısınız. Şairi kişisel olarak tanıyor olmak, yani nasıl yaşadığını, hayatın
nerelerinde dolaştığını, gündelik tavrını biliyor olmak da sanıldığından çok daha fazla ipucu verir bence. Sanırım bunlara bir de, şair’le kendi duyarlılığınız ve bakışınız arasında bir yakınlık kurabilmiş olmanın, ‘iyi’ okumanın zorunlu koşulu olmasa bile, iyi bir şey olduğu eklenebilir.
Bizde şiir üzerine çıkan yazıların durumu ise bilindiği gibi nitelik ve nicelik olarak pek iç açıcı değil. Birkaç tür yazıdan ve işlevden söz edilebilir. Örneğin, son kitabı şuradan çıktı, aynı duyarlılığı sürdürüyor, imgeler çarpıcı filan gibi tanıtım yazıları sadece dolaşım adına bi işlev yüklenirler ve ortalama okuyucuya yöneliktirler. Dili daha yukardan incelemelerde görülen kestirip atma’ların, ezbere teorilerle yuvarlanan sözlerin, klişe çözümlerin ise (artık) tanıtım yazıları kadar bile işlevi yoktur ki bunlar da sayıca iyice azalmıştır. Şair arkadaşların yazdığı hatır incelemelerinde derinliksizlik hemen göze çarpar. Bunlar daha çok sıra nöbetini savuşturmak için yazılır. En yaygın okuma ve eleştirme biçimi ise susmaktır. Ve sanırım ötekilere göre hedefini en çok bulan ok da budur. Oysa, kanımca şair, samimi bir bakışı ve anlama çabasını hak etmiş biridir.
Bütün bu açıklamalardan sonra “made in hell” için yazdığım bu yazının bir “okuma” önerisi olduğunu söyleyebilirim artık. Yukarıda söz ettiğim samimi bir okuma ve anlama çabası. Kesinlikle tek biçim ya da anlam sunmak değil. Başkaları başka okuma biçimleri ve önerileri sunabilirler elbette ve buna herkes sevinir.
küçük İskender şiiri üzerine
küçük İskender şiiri üzerine başlangıcından bu yana epey bir söz söylendi olumlu olumsuz. Ancak herkes, onun, oldukça kendine özgü, oldukça yeni olduğu konusunda görüş birliği içinde sanırım, öyle görünüyor. Yazılanların görece çokluğuna karşın yetersiz olduğu söylenebilir. Son yıllarda ise bu “özgün” şiire yönelik yazı neredeyse hiç yayımlanmıyor, yazılmıyor. Yukarıda sözünü ettiğim çoraklık elbette ki temel sebeplerinden biri bu durumun. Ama asıl önemlisi, küçük İskender şiirinin, açıklama için son derece elverişsiz bir şiir olması. Şuradan buradan edinilmiş birkaç hazır reçete, ortalama birkaç sözle geçiştirilecek bir şiir değil . Kendi içinde bir tutarlılığı yok; yalnızca tek bir biçim, tek bir form, belli bir teknik ya da üslupla da yazılmıyor. Pek çok şey bir arada. Düşünsel ve biçimsel karmaşa, bu şiiri okunaksız kılmasa da açıklama ve inceleme için elverişsiz ya da belalı hale getiriyor. Ayrıca İskender’in yaşamsal, düşünsel ve yazınsal duraklarından, sözgelimi anarşizm, satanizm ve nihilizm’den, yeraltı kültüründen ve yazısından, fanzin’in protest dilinden ve içeriğinden –ola ki- birkaç cümlenin dışına taşmayan bir bilgiye sahip eleştirmen için konu olarak seçilemeyecek kadar zorlu bir yazı.
Öncelikle şair olduğuna- olarak kabul edildiğine- göre önce küçük İskender şiiri üzerine birkaç şey söylemeli.
2. Yeni şiirinden sonra, Türk şiirinde kendine bir şiir dili yaratabilmiş birkaç şairden biridir küçük İskender. “Başka şair yok” anlamında değil bu söz. Kendilerinden önce oluşturulan bir “şiir dili”ni sürdüren, geliştiren başka şairler de var elbette. Ancak, kendinden önceki dilden yararlanmakla birlikte ondan bu derece kopan, kendi dilini adeta kendi yaratan başka şair yok gibi. Kendisinden sonra gelen kuşaktan pek çok genç şairin onun dili’nden etkilendikleri, “onun gibi” şiirler yazmaya çalıştıkları görülüyor ve pek dile getirilmese de biliniyor sanırım. Buna bakarak, hadi bir akım ya da edebi topluluk demeyelim ama, Türk şiir dilinde ve duyarlılığında yeni bir kanal oluştuğunu söyleyebiliriz. Onun şiir anlayışına katılıp katılmamak, şiirlerini sevip sevmemek ayrı; ancak böyle bir kanalın aktığı, üstelik bu kanalda kulaç atanların sayıca hiç de az olmadığı görmezden gelinmemeli. Türk şiirinde son on beş yılda açılan bu yeni dil alanı ve imkanının öncüsü küçük İskender’dir. Bu alanı ve imkanı, biraz hoyrat ve hovardaca kullandığı da söylenebilir onun; fakat neticede bu “yeni”, edebiyatımızda vardır artık. Peki nedir bu dili ve şiiri ‘yeni’ kılan? Şusu yeni: İçerik bakımından sürekli bir sataşma, hırçınlık, değerleri alt üst etme, tabu sayılan konuları- buna cinselliğin envai çeşit çağrışımı ve biçimi girdiği gibi, solculuk, cumhuriyet, ahlaki değerler, suçun doğallığı, uyuşturucunun doğallığı, çelişmenin doğallığı vb. de girmektedir- didikleme vardır bu şiirde... Devrimci ve anarşist bir özü, tavrı bir yerlerinde mutlaka taşıyan bu içerik, insanı, hayatın içindeki bütün eksikliği, zayıflığı, güzelliği ile almaktadır. Savrulmalarını, yanlışlarını, tutarsızlıklarını dışarıda bırakmadan kucaklayan bir şiir. Burada söz konusu edilen insanın, şairin kendisi olduğu ya da kendisini ait gördüğü kabilenin çocukları olduğu söylenebilir, ben öyle anlıyorum. Yeraltı’nın insanıdır. Dışlanmanın acısını, horlanmanın ezikliğini gurura dönüştürmüş bir özne. Özne olmayan bir özne. Sürgün edildiği gecede küçük ama hırçın krallıklar kurmuş bir kavim, bir yok kavim. Ve bu özne, kendi olmaya engel olan, kendi olmaya çalışanın idam fermanına gerekçe yapılan bir ahlak anlayışını yerle bir edip bir yokahlak’ı kendi ahlakı haline dönüştürmek ister. Büyük kızgındır, yeterince öfkelidir; ezberletilmek istenen metinleri reddetmek adına kendi anlamsız sözlerini yineleyebilir ya da sevmediği doğruyu yaşamaktansa yüzlerce yanlışı yaşamayı -hatta gerekiyorsa icat edebilmeyi- göze alabilir. Saçlarını kestirmesi istenen ortaokul öğrencisinin saçlarını kazıtmasıdır buradaki eda.
Bu şiirin biçim ve dil bakımından şusu yeni: Uzlaşılmış anlatım kipleri tepetaklak edilmiştir, “güzel şiir” kavramının ölçüleri değiştirilmiştir. İmge anlayışında sınırlar geometrik biçimde çoğaltılmış, şiir sesi büyük ölçüde değiştirilmiş; ses tekrarları, dil bozmaları ile yeni şiir teknikleri yaratılmış, anlamsız’ın ima gücü gösterilmiş, anlamlı’nın farklı bir gözle keşfi sağlanmıştır. Anlamlıdan anlamsıza ani geçişlerle okura kontralar hazırlanmış, anlamın dışında/yanında bu biçimsel unsurun kendiliğinden hayatı karşılayabileceği gösterilmiştir. Üslup savrulmuştur, bundan kaçılmamıştır. Dizgeli düşünen bir beyin ve dil, hayatın karşısında çuvallayacağı için dizge parçalanmış, algının anlık kıvılcımlar gibi parlayan yeteneği çalıştırılmıştır.
Edebiyatta bir lokal alan ve bir karşı dil toprağı olarak küçük İskender şiirinde ‘öykü’ ilk kitabı ‘Gözlerim Sığmıyor Yüzüme’ den beri var. Ve bir teknik, zaman zaman başvurulan araç gereç olarak değil şiirin örgü biçimine içkin bir unsur olarak var. Yani bir şey anlatan (bunu tam olarak noratcion’a dayalı şiir diye çevirmek doğru değil) bir şiir bu. Anlattığı şeyin klasik manada bir anlatımı yok; ama bu bir şeyi değiştirmiyor...Zaman- mekan-özne boyutunda doğrudan takip edilebilecek bir hikayesi olmasa da ‘bir şey anlatmak’ için yazılmış bir şiir. Belki bir duygunun –bazen de cinnet benzeri bir durumun- hikayeleştirilmesi (hikaye türünü kastetmiyorum.) söz konusudur...Bu da klasik anlatma’yla gerçekleştirilebilecek bir şey olmadığından İskender kendisine gerekli olan dili, araç gereci kendisi yarattı diyebiliriz. Bu ‘anlatma/anlatabilme” isteği onu pek çok yerde deneysel çabalara götürdü, yer yer anlaşılmamayı, az anlaşılmayı, hatta yanlış anlaşılmayı göze aldırdı ona. made in hell’in bir yerinde adeta bunu işaretlercesine şunları söylüyor:
“-Tezahürata gerek yok, deyip oturacağım masaya. Okurlarımdan biri baltasını kafama vuracak! Biz de seni adam sanmıştık! Bizden sanmıştık! Faşizme karşısın sanmıştık! Dağlarda birlikte mücadele ederiz sanmıştık! Kara bayrağı beraber açarız sanmıştık! İbneliğini unutursun, ibneliğini akla yatkın hale getirirsin sanmıştık! İşçilerle, emekçilerle kardeş olursun sanmıştık! Beat kuşağını dışlarsın sanmıştık!”
Dilin imkansızlığı, (türkçe’yi kastetmiyorum) tüm şairleri zaman zaman hırçınlaştırır. Belki biraz da bu yüzden şiiri de yazısı da yer yer savrulur İskender’in; sabuklamaya, halisünatif bir anlatıma dönüşür. Böyle bir durum için en elverişli teknik diyebileceğimiz bilinçakışını kullanır daha çok. Ayrıca şiir formunun dışında yazdığı her şeyde –ilginçtir, güya deneme ya da şiir incelemesi formlarına yaklaştırılabilecek “şiirli değnek” adlı yazılarında dahi- anlatım şiirseldir. Her iki tür yazısında da yaptığı ve başka türlü yapamadığı, o türün uçlarında olmak ve türü zorlamaktır. Düzyazılarında düzyazı, şiirlerinde şiir tanımı da içeriği de zorlanmıştır; bozulmuştur hatta, ama bu bozulma söz konusu alana genişlik yazıcıya da hareket kabiliyeti kazandırmıştır.
Provokatif bir yazıdır bu. Şairleri de, okurları da, toplumu da hatta edebiyatın belli makamlarını da provoke etmiş, değişmeye zorlamıştır; belli ölçülerle başarmıştır da bunu. Provokasyon yazının amacı değil bir tür yan ürünü olmuş, görüldüğünde “eh hiç fena değil...” dedirtmiştir belki de şairine.
Evet bütün bunlardan sonra son kitabı madde in hell’e (cehennem yapımı) geçebiliriz. Kitabı incelerken izleksel bir yöntem seçtim...Tematik bir okuma diyebilirsek buna diyelim. Ancak salt içerik incelemesine yöneltmedi bu beni. Kitaptaki belli başlı izlekleri gösterip ( ki bu izleklere aslında bir beş-on tane daha eklemek mümkündür) bu içerikler için başvurulan kimi teknikleri ve biçimsel unsurları işaretledim yalnızca. Dilin takibini metinler elverdiğince yapmaya çalıştım. Anlatım’ı tematiğe katkısı oranında ya da yönünde ele aldım. Yazarken de, kuşkusuz konumetin istediği sürece, savrulmaktan, fevri olmaktan, tutarsızlığa ya da yanlışa düşmekten imtina etmedim.
Cehenneme Gitme Yöntemleri’nden Cehennem Yapımı’na...
Made in hell, şiir formunda yazılmamıştır ama düzyazı da değildir. Türler arası ayrım zaten giderek belirsizleşmiş durumda edebiyatta; buna karşın şiir ve düzyazı diye iki tür söylenecekse eğer, made in hell’in formu üçüncü tür’dür (bu tür metinlere üçüncü tür denmesini öneriyorum.). Kitabın iç kapağına “deneme” denmiş; ama kitabın yazarının buna katılacağını düşünmüyorum fazla, belki belli bir türe sokulamayan her şeye deneme deme alışkanlığı oluştuğu için öyle denmiştir. Sonuç olarak bu tür yazılara bırakın daha alt birimdeki adlandırmaları “şiir” ya da “düzyazı” demek bile dar geldiğine göre “üçüncü tür yazılar” demek doğru olacaktır.
Kitabın adına biraz değinmek gerekiyor. Cehennem, Şeytan; küçük İskender’in zaman zaman doğrudan konu edindiği işaretlerdir. En başta açıkladığım “küçük İskender yazısının ve tavrının genel özellikleri”nden bağsız değil elbette bu. Çağrışımlarını, konularını belirlerken, önüne biri normal bir normaldışı, biri yasal biri yasadışı, biri ahlaklı biri ahlak dışı iki konu konu koysanız mutlaka ikincileri seçen bir şair tutumu. İnsanın asıl kendi oluşunu, mutluluğunu imkansız kılan bir hayat düzenlemesi yürürlüktedir ve bu yeterince kışkırtıcıdır sanki. Öfkelidir. Bu tepki onda her şeyi uçlaştırır. Normal’in şiirsizliğine inanır. Bu yüzden de normaldışı/ötesi/altı/üstü her işareti düşünmeden buyur eder şiirine... “Toplum ne der,aforoz edilir miyim?” gibi kaygılar taşımaz. Adı, normaldışı durum, duruş, inanış ve düşünceyle bir arada onun kadar çok anılan başka bir edebiyatçı, en azından bizde yoktur. Hem yazdığı metinler, hem de bu metinlerin yaşantı olarak da arkasında durabilen bir şair kimliğinin olması yol açmıştır (sağlamıştır) buna. Örneğin, gerek 666, gerek “cehennem’e gitme yöntemleri, gerekse, madde in hell satanizmi işaret etmektedir. Satanizm de hayatı anlama, yorma çabasında Anarşizm, nihilizm, marxizm, panteizm kadar bir kaleydoskoptur şair için.
izlekler-yaklaşımlar
made in hell’deki izlekleri görmeye çalışmak, hikayeyi görmeye çalışmaktır. Fakat bu, sokakta ıslık çalarak yürüyen bir çocuğu pencereden izlerken onun neler düşündüğünü tahmin etmeye çalışmanız kadar anlamlı ve doğru olabilir. bu da çocuğun ıslık çalmamasından ve sizin televizyon izlemenizden oldukça iyidir aslında.
Bu hikaye, bir kabile(biz) ile bir toplum(onlar) arasındaki savaşı anlatır; çıkardığı gözünü elinde taşıyan bir aşık(ben) ile acımasızlık hakkını gayrı resmi güzelliğinden alan bir çocuk(sen) arasındaki ölümcül ilişkiyi anlatır. bu yüzden hikayede ben’im kasten bıraktığım, sen’in bende unuttuğun, biz’im yanıltmak için birbirimizle değiştirdiğimiz ve onlar’ın gururla ifşa ettiği parmakizleri aranmalıdır.
1. bir kabile, bir klan: biz !..(anti-kültür, alt-kültür, yeraltı, götaltı)
made in hell’de, şair’in içinde olduğu kabile, büyücüsüyle ve çocuklarıyla, gelenekleri, ritüelleri, kurban törenleri, varolma mücadelesi, gündelik araç gereçleri ile çıkar karşımıza:
“Hayatla sidik yarıştıran çocuklardık biz: Manamızın tansiyonu yüksekti ve biz sürat yapmaktan hoşlanırdık geceleri. Geceleri sokaklarda, barlarda, yataklarda, kavgalarda sürat yapardık. Bir yanımız delikanlıydı hep”
Kabile, büyük bir kentin afrikasında yaşamaktadır, doğayla değil betonlarladır. Vahşi hayvanlara karşı değil betonlarla ve duvarlarla savaşmaktadır. Hayatta kalmanın her biçimini meşru görmeli ve geliştirmelidir:
“Sürekli fatura getiren elektrikçiyi ya da sucuyu kovalamanın altında her şeyden aşırı etkilenmemiz, bunu dışarı vuramamamız, açılamamamız yatardı.”
“Kazandıkça ağlıyorduk! Kaybettikçe ağlıyorduk! Çünkü bunları haketmediğimizi biliyorduk! Ne başarıyı, ne de yenilgiyi hakediyorduk!”
Kentin hayvanlar gibi yaşamasına izin verdiği kabile halkı hayvanlar gibi tüy dökerken, kuvvetle tekmelenirken, müzikler dinler. susadıklarında bira içer, kafayı bulmak içinse eroin kullanır. Bazen, içlerinden biri, yaralı bir hayvan gibi hastaneye kapatılır, orada kuralları delmenin bin bir biçimini bulur ama dışarıdakiler. Örneğin kan grubu hastayla aynı olan biri sabaha kadar içer sonra gider hastaya kan verir.
Polo’yu bilmeyen, zeplini olmayan, kıl dökücü krem kullanmayan, tv’ye çıkmakla gururlanmayan kabile gençleri en az bir kere coplanmışlardır ve babalarından dayak yemişlerdir. Bu yüzden birini coplar gibi içerler ve çocuğunu döver gibi sarhoş olurlar.
kabile halkı gündüzleri işe çıkar; bu, çoğu zaman para istemektir yoldan geçenlerden. Topladığı parayı hiç saklamadan odanın ortasına kim dökerse o afili delikanlıdır ve kim ki aşk acısı çeken arkadaşına sevgilisini önerir, baba’dır.
“Grup: Espri yeteneği yüksek arkadaşlarla kurduğumuz ev çetelerini hatırlıyorum; doğaçlama müzik yapılan, bağıra çağıra –detoneliğin tadının çıkartıldığı- şarkılar söylediğimiz; kariyer kaybı korkusu hissetmediğimiz; birbirimizin dudakları hakkındaki dudak yorumlarıyla sabahladığımız; ince dudaklılar geç boşalır; kalın dudaklılar neptün gezegenin olmadığına inanır; üst dudağı alt dudağı üstüne binenlerin beyaz eşya fobisi vardır.”
2. öbür tarafından bakmak
Olup biten şeylere diğer tarafından bakmak bu yazının tiklerinden biridir. İyi olduğu, doğru olduğu varsayılan bakmalar vardır hani... Uzlaşılmış içerik kipleri diyelim bunlara. Bu uzlaşmalar, genellikle merkeze belli bir şeyi almanın yanlışlığını da içerir. Örneğin “Afrika’da bile böyle şeyler yok” derken meramımız kendi ülkemiz ile ilgili bir ilkelliği sergilemektir...Ama, Afrika örneğinin modernizm merkezli bir bakışla hazırlandığı gözden kaçar. Yani Afrika’daki insanların ilkel, geri olduğu önkabulü vardır...Modernist bakış, bize batı ülkelerinin “uygar” Afrika’nın ise ilkel olduğunu kabul ettirmiştir. İşte küçük İskender böylesi bir durumda ve burada, “Neden ilkel olsun ki?..” diyen bir bakışa sahiptir. Verili bakışları reddeder ve kendi verilerini oluşturur. Ve bunu yaparken illa ideolojik bir aksiyonun önünde olması gerekmez; reddedilecek şeyin illa ideolojik bir saptama ya da teorik bir sav olmasını beklemez. Gündelik hayattaki kimi önkabullü bakışları, saptamaları didikler, elden geçirir. Aslolan böyle bir “bakma” alışkanlığının ters yüz edilmesidir çünkü. Yeni bir dil yaratılmadan yeni bir dünya da yaratılamayacaktır çünkü. Ortaya şaşırtıcı bir şiir çıkar bu
ters yüz etme’den. “dostlarımızı aramamayı hasret sanırdık.” der mesela. ”Aslında, evet... gerçekten de...” dedirtebilir insana. “Hasret” sandığımız şey bir yanıyla vefasızlıkla örtüşüyor olabilir mi? Hasret duygusunu yeniden sorgulamaya geçirebilir sizi. “kin tutmak alelade bir hayvanı muhteşem bir insana dönüştürmektir” der örneğin. Şimdiye kadar ezbere biçimde “kin tutma”yı kötü bir şey olarak kodladıysanız ne yaparsınız bu söz karşısında? Üstelik biraz kurcaladığınızda kin tutabilmenin insanın öfkelerine saygı duyması anlamına geldiğini de görüyorsanız? “Aslında tamamen bir konsantrasyon meselesi delilik” dendiğinde konsantrsyon’u olumlu işlere dönük yoğunlaşma olarak kodlayan bir dil’iniz ve beyniniz oluştuysa şimdiye değin, deliliği hiç de bir maharet gibi düşünmeyen zavallı aklınız ne hale gelir? Delirebilme özelliğinin bir erdem olabileceğini düşünmemişseniz o ana değin. “delirdim artık ve seviştiğim insanları kronolojik sırayla sayabiliyorum” nasıl bir durum yaratır duyarlılığınızda?
3- şiddet ve irkiltme
made in hell’deki önemli damarlardan biri de, şiddet ve irkiltme öğesinin kullanımıdır. Metnin sinirlerinden biri olan bu öğenin kullanılma gerekçesini ( ve bir anlamda da okuma yöntemini) eleveren bir tümce var kitapta, aynı şiddet dili ile kurulu:
“Dediklerimin anafikrini anlamanız için kolunuzu kıyma makinesine sokmanız gerekecek!”
Yeraltı şiiri için en uygun argümanlardandır şiddet ve irkiltme. Kitabın bütününe yayılan bir atmosferdir adeta şiddet. Ancak faşist bir davranma biçimi ya da başkasının üzerinde otorite kurmanın bir yolu değil, irkiltme’yle beraber görülmesi gereken, kendine yöneldiğinde de başkalarına yöneldiğinde de öfkenin ve sevginin tekleşmesi, dilsel karşılığıdır. Bir öneri değildir de örneğin, sanki sevginin yoğunluğu ile ilgili bir histeri halidir. Sevgiliyle ya da kabileden biriyle şiddet yaşandığında yoğun sevgi kalır akılda şiddetin kendisinden çok.
“Sana söz veriyorum; bu gece her şey çok farklı olacak: Örneğin, beni dövmene müsaade edeceğim. Bir gözümü de çıkarabilirsin. yalnız kemik kırma konusunda kararsızım. kemiklerim bana lazım.”
Bazen içedönük bir histeri hali olan şiddet bazen dışadönük bir gösteridir. Bu gösteri irkiltmeyi içerir daha çok. İrkilmeliler ve bizim neler yapabileceğimizi, yapabildiğimizi görmelidirler:
“ bir jileti tutup alnımızın ortasına dayıyor ve aşağı doğru kesmeye başlıyorduk; ta cinsel organlarımıza kadar; bu, ikiye ayrılış, ciddi bir ayrılıştı.”
“Önce elini sokuyor ağzıma, sonra tüm kolu giriyor içeri ta omzuna kadar; tutup kedimi çıkartıyor.”
“Ah şu çiğnenmesi imkansız pişmiş insan etinin cinsel organ sıvılarını harekete geçiren kokusu.”
“ hafifçe öne eğildi; peltemsi bir sıvıyla kaplı, jelatinle örtülmüş baldırlarını sıvazladı. Avuçlarında biriken, parmaklarının arasından dökülen turuncu sıvıyı bana doğru uzattı: “Bizler...” dedi, “kanımızı terleriz. Bunu bir alışkanlık haline getirdik. Terimiz sizinki gibi histeri kokmaz ama, kan kokusunu sevmeyi de öğrenebildik bu arada. Hah, itildik, övüldükçe! Uçlarda, sınırlarda yaşamaya zorlandıkça, horlandıkça, kabullendik bunu!...”
Doğru dürüst yaşayamama’nın suçlusu toplumdur ve kabile de görsel olarak, sessel olarak, bulabildiği her biçimde bu topluma karşı öfkesini göstermektedir. Kendilerinin yokmuş gibi sayılmasına dayanamazlar en çok, ve varlıklarını irkiltici biçimde göstermeye çalışırlar. Sanki kabilenin şamanı şifreli bir tarih kaleme almaktadır. İçerden bir yazıştır bu.
Kutlanmayan Kimi Bayramlar başlıklı metindeki kimi bayram başlıkları aynı şiddetin şaşırtıcı, irkiltici kullanımını örnekler:
Kanlı Kalın Bağırsaklar Bayramı
Kısa ama Kalın Bayramı
Fazla Çocukları Kesme Bayramı
Birbirinin Üzerine İşeme Bayramı
Mezar Açma ve Ölmüş Aile Büyüklerini Teşhir Bayramı
“Onlar” la kabile arasında, sen’le o arasında, ben’le sen arasında, ve neden olmasın ben’le ben arasında şiddetle örülü yaşama için, halisünatif bir eğretileme:
“ Bir çirkefliği gözlüyordum. dayanamadım. Daha fazla dayanamadım ve kellemi kaybetme pahasına kapıyı tekmeleyip ayazmaya daldım. Şimdi de, günah çıkaran yaşlı ve ölü yabancıların ayaklarının altına alıp ezdikleri insan ceninlerini toplamaya çalışıyorum. ellerime basıyorlar. Bile bile ellerime basıyorlar. Çektikçe onları, minik bebelerin kolları kopuyor, bacakları, kafaları.”
Varolan yaşamın başkaldırı duygusunu güçlendirdiğini, normal görüntülere normal-dışı görüntüler,imgeler ekleyerek gösterir. Birçok yerde son derece romantik bir aşk filminin arasına bir porno ya da korku filminden parça konmuş gibidir metinler. Fight Club’ta Tyler Durden müşterilerin içkilerine nasıl işiyorsa ya da iyi aile filmlerinin arasına porno parçalar koyuyorsa...Belki de hayatı dille açıklamanın en iyi yollarından biri bu kontraları yakalamaktır:
“- Kara göründüüüüüü!
Oysa görünen yalnızca karabasandı. Bir padişah, sakallarını sıvazlar ya da kaşırken karşısında durup saygılı bir şekilde mastürbasyon yapan bir sadrazam gibi yaşamak da istemiyordum.”
Şiddet ve irkiltme bazen ‘olağandışı’nın son derece sıradan bir olaymışçasına anlatımıyla çıkar karşımıza. Beşir Fuad’ın “intiharımı, bakkala gidip peynir ekmek almak kadar tabii telakki ediyorum” demesine benzer bir anlatım vardır:
“Bu gece birini öldürmezsem uyuyamayacaktım.”
“Aldırmayın, takmayın yahu! Bu akşam nerede içiyoruz?! Ne zaman ölmeyi tasarlıyoruz?! Planlar kimde?! Biriniz şarkı söylesin. Öyle susmayın. Neşelenelim biraz. Babamı öğleyin gömdük.”
“Benim eve gitmem gerek!
Benim başkaldırmam gerek!
Benim kadavralara yetmem gerek!”
“Kusura bakma, ev biraz dağınık! Yasak kahramanları öldürüyordum da!”
olağandışının sıradanlaştırılması, şiddet ve irkiltme’den bağımsız olarak da sıkça başvurulan bir tekniktir made in hell’de:
“sana o istediğin uyduyu alacağım”
-I-
Kentin hayvanlar gibi yaşamasına izin verdiği kabile halkı hayvanlar gibi tüy dökerken, kuvvetle tekmelenirken, müzikler dinler. susadıklarında bira içer, kafayı bulmak içinse eroin kullanır. Bazen, içlerinden biri, yaralı bir hayvan gibi hastaneye kapatılır, orada kuralları delmenin bin bir biçimini bulur ama dışarıdakiler. Örneğin kan grubu hastayla aynı olan biri sabaha kadar içer sonra gider hastaya kan verir.
ters yüz etme’den. “dostlarımızı aramamayı hasret sanırdık.” der mesela. ”Aslında, evet... gerçekten de...” dedirtebilir insana. “Hasret” sandığımız şey bir yanıyla vefasızlıkla örtüşüyor olabilir mi? Hasret duygusunu yeniden sorgulamaya geçirebilir sizi. “kin tutmak alelade bir hayvanı muhteşem bir insana dönüştürmektir” der örneğin. Şimdiye kadar ezbere biçimde “kin tutma”yı kötü bir şey olarak kodladıysanız ne yaparsınız bu söz karşısında? Üstelik biraz kurcaladığınızda kin tutabilmenin insanın öfkelerine saygı duyması anlamına geldiğini de görüyorsanız? “Aslında tamamen bir konsantrasyon meselesi delilik” dendiğinde konsantrsyon’u olumlu işlere dönük yoğunlaşma olarak kodlayan bir dil’iniz ve beyniniz oluştuysa şimdiye değin, deliliği hiç de bir maharet gibi düşünmeyen zavallı aklınız ne hale gelir? Delirebilme özelliğinin bir erdem olabileceğini düşünmemişseniz o ana değin. “delirdim artık ve seviştiğim insanları kronolojik sırayla sayabiliyorum” nasıl bir durum yaratır duyarlılığınızda?
bir küçük İskender yapımıdır: made in hell II
4- Popüler kültürün sözel birikiminden yararlanma:
Kitapta söz konusu edilmesi gereken bir başka nokta (ki bunu küçük İskender, diğer kitaplarında da zaman zaman örnekledi) değişen gündelik hayatın dile dahil ettiği kimi sözcükleri, söz kalıplarını, kendisinden önce kimsenin aklına gelmeyecek biçimde şiirsel söze dönüştürmesidir. Örneğin kentsel yaşamın dayatmalarıyla oluşan, üstelik kendi halinde bile ironik, kendiliğinden traji-komik olan “balkonda hayvan beslemek, çiçek yetiştirmek” olgusu onda “BÖCEKLER!: Balkonlarda beslenen uzun çok uzun intiharlara benzeyen!” şeklinde insan olmanın gerekirlerinden uzaklaşmış insanı açıklamak için kullanılabilmektedir. Burada “böcekler” denilen “onlar” dır, yani gündeliğin rutinine dalmış, hayatı bir sıradanlığın ve normalliğin sürdürülmesi olarak algılayanlar. Ve bu “böcekler” e yönelen hiddet, çeşitli imgeler aracılığıyla gösterilir metnin değişik yerlerinde. Bu yapılırken popüler kültürün çeşitli argümanlarından, yaygın anlaşılma özelliğinden, kolay yakalanan görselliğinden yararlanır şair:
“BÖCEKLER!: Televizyonlardaki canlı talkshowlarda arkada çalan orkestranın elemanları”
“Her tarafım titriyor, başım dönüyor, vergi kaçırma riskim azalıyor”
“Teninle tenim arasında body-gard’lar dururdu.”
“içkiliyken antibiyotik alma, kısa devre yapıyor”
“Beşer penaltı çektiğimiz hayat kalesini varsın hüzün korusun”
“Neredeyiz aslında?! Hangi şehirde?! Acıdan kaç blok ötede?! Size nasıl hitap etmeliyim; sponsorunuz kim?!”
“televizyonumun çekmediği bir kanal gibisin çünkü”
“Tüm havluları atıyordum camdan aşağı, meydana doğru; ‘Tamam, diye bağırıyordum, tamam, maçı kaybettik!”
“ihanet listelerinde bir numaraya kadar yükselmemizin hiçbir kültürle oynaşmışlığı yoktu.”
(a.b.ç)
Bazen popüler kültürün dilinden salt imge kurmaya yaradığı için yararlanılır( yukarıdaki örneklerde genellikle böyle) bazen de anlatmak istediği içerikle ilişkilendirilir, içeriğin ve dilin yükselmesi sağlanıyor böylece:
“Duvarda asılı duran
paşanın posterine
Son ayaktayız, koşular bitiyor, bahis kapanacak
çabuk bir tiyo ver bana, dedim
hangimiz göğüsleyeceğiz ipi
kazanacağız çatlamadan?!”
Popüler kültürün sözel birikiminin yanı sıra “bilgi çağı” nın ve internet dilinin sözcükleri ve sözel kalıpları da başka bir durumu yansıtmanın imgesi oluveriyor onda:
“ Karanlık pıhtılaştı, suskunluk büzüştü... lüzumsuzluğun apışarasına tekme indi. Chat’imiz alt üst oldu. Sörfümüze
virüsün acı tatlı anıları karıştı. Ailemize iyi birer evlat olacağımıza kaliteli birer web sitesi olabildik.!
Süratli açılmayan, çabuk düşülen bir web sitesi!”
“Penislerin harddisc’lerini çökertme operasyonu”
(a.b.ç.)
5- “Değer”lere saldırı- Deşifrasyon ve anarşizm
küçük İskender’in yazısıyla ve şiiriyle yapmak istediği şey belki bir alt üst olmadır...Bu ister yukarıda saydığımız başlıklarla olsun ister başka yöntem ve içeriklerle, o sanki bin başlı ejdere saldırmaktadır...
İşte bu saldırının belirli, vurgulu uzuvlarından biri de değerlere sataşma, ortak konvansiyonları deşifre etmedir:
“Ya öğretmenler: hoşlandığı öğrenciyle yatamamanın sıkıntısı”
Öğretmen mitosuna saldırır; iyi, erdemli, anlayışlı, sapkınlıktan, cinsellikten azade öğretmeni ters çevirir. Aslında el altından dolaştırılan hikayelerde öğretmen’in zaten öyle kutsal mutsal olmadığı, zaaflar içinde yüzen insanlardan biri olduğu bilinmektedir. Televizyon haberlerinde ya da gazetelerde bu mitos bozulmuştur zaten.
“omurgasını yalamıştım kirpiklerimle meryem’in” (dinsel ikona saldırı)
“bakın, ulus olgusunu hazmetmiş herkes ishal!” (ulus kavramına saldırı)
“ hiçbir hayvan doğan yavrusuna ad koymaz ve öldüğünde, yavrusu, dua etmez başında. (mülkiyet’e ve aile’ye saldırı.)
Hayvanlar diktatör sevmez!” (Otorite’ye ve insanın yüceltilmesine saldırı)
“Kadın penisin peşindedir adeta; erkek, vajinanın ve iki tombul memenin tutsağı! Bu et saplantısına onlar kendi aralarında ‘aşk’ derler.” (‘aşk’a saldırı ve sahte aşkın deşifrasyonu)
“yıkılmış, ele geçirilmiş, yasal yollarla sömürülmüş her sitenin başında, özgeçmişinde tecavüz ve uyanıklık yatanzeki bir kral oturur.” (otoriteye ve hiyerarşiye saldırı, kutsal’ın deşifrasyonu)
“Aileler örneğin. Babalar, sinirli olduklarında iç çamaşırı değiştirmeden, çoraplarıyla girerler yataklarına! Arıza Hukuku! Annelere gelince: Bunalımlar sürdükçe ne yemek kararında ısınır ne de sekste değişik pozisyonlar denenir.”
Ailenin deşifre edildiği, zaten bilinmekte olan kodlarının ifşa edildiği yerlerden biri de “sohbet ortamında gerginlik yaratma dersleri”nde:
“Baban döndüğünde ona her şeyi anlatacağım. Hiç dinlemediği hikayelerden, ülkenin ekonomik yapısından sözedeceğim ona. Hangi partiye hangi hakla oy verdiğini açıklamasını isteyeceğim. Madem bana orospu muamelesi yapıyor, onunla yattığımda ücreti ödemesi gerektiğini belirteceğim. Sen eşikte durup peçete tutacak, kolonya dökeceksin. Anneni babana sattığın için gurur duyacaksın!
(ailenin deşifrasyonu)
Topluma ve onun “temeli” aileye saldırı çoğu yerde onlar ve biz ayrımını belirginleştirir. Sevdiği çocuklar, adeta toplumdan, ailelerinden kurtarılması gereken yurttaşları, kardeşleri gibidir onun.
“Ama O’nu senin, ailesinin ve toplumun kucağından uzaklaştıracağım. Yapabileceğimi de biliyor, o yüzden korkuyorsun!”
“Otobüslerde, oturduğunuz yerleri psikopatlara terkedin! Yardımsever delilere bıçak dağıtın!” (yardımseverlik ahlakına ve normale saldırı)
“evde televizyon karşısında buz gibi bir bira içmek ve ‘happy birthday to you’ şeklinde osurmak istiyordum!” (normalin diline, ritüele ve gündelik törensel’e saldırı)
İmza gününde bir şairi kadın okuruyla buluşturduğu “son kitabımın tanıtım kokteyli” –ki gerçekten çok başarılı bir ironi ve dil kullanılmış- adlı bölümde ritüellerin, gündelik yaşamda rastlanabilecek ve belli maskelerle belli davranışların yapılması beklenen törenselliğine saldırıyor ve onu deşifre ediyor:
- “Çıkan son kitabınız muhteşem!” dedi elli yaşlarındaki liseli kadın; etekliği göğüslerini örtebilecek kadar kısaydı. “Naif, yumuşak bir üslubunuz var!”
- “İyi” dedim. “Kıçınızı silerken canınızı acıtmaz.”
- “Dobralığınıza hayranım!”
- “Umutlanmanızı istemem. sizinle yatmayı düşünmüyorum. Zaten penisim iş anlaşması için yurt dışında!”
(...)
Koluma girdi:
- “Kitabınızı nerede imzalamak isterdiniz?!”
Eline dokundum:
- “Kitabımın cildi biraz yıpranmış. Çok okunmuşa benziyor.”
Burada hem saldırının hem de diyalogların başarısı gerçekten baş döndürücüdür.
“Kadavra filmleri” adlı bölümde kisk bu kez biçimsel anlamda dile ve anlatıma saldırır. “Burunlarını karıştıran periler” derken klasik imge anlayışına nasıl sataşıyorsa bu bölümde de belli formları kırıyor yazıda. Senaryo yazım tekniğini kullanmış ancak oldukça deforme ederek. Şiir tekniğini kullanmış ve yine oldukça deforme ederek. Nitekim şu satırlar hem bu saldırıyı göstermesi açısından hem de küçük İskender’in kendisini yansıtması açısından ilginç:
Yaşamımın ikinci yarısında
yönetmenliğe soyundum. Se-
de filme çekmedim.
Çünkü yazdıklarımı hissedebi-
lecek güçteki teknik elemanın
yetişmediğine, böylesi garip
duyumsamalarla yönetilen be-
denleri canlandırabilecek eği-
timi almış oyuncuların daha
döllenmediğine emindim.
Bütün bu saptamalarda, satırlarda ideolojik anlamda kaos’a duyulan inanç, anarşist bir ruh ve bakış sezilir, hatta açıkça görülmektedir. Kitabın genel havasında görülen saldırı anarşist bir zeminden yükseltilir. Özgür bir dünya, insani ilişkiler, kirletilmemiş bir yaşam, ve sürüleştirmeyen ahlak istenci bu saldırının dinamiğidir; made in hell’in pek çok yerinde anlatımı bu dinamik yükseltir, gerer; gerilimin çıkardığı vınlama kitabı okurken duyulabilecek bir somutluğa kavuşur.
Made in hell, şiir formunda hazırlanmamış olsa da şiirdir çok yerde. Düzyazının sesi’ne çok önem verilmiş üçüncü tür bir yazıdır made in hell. Çeşitli iç ses uyumları, uyaklı sözcükler, ses tekrarları ve aliterasyonlar kullanır istediği etkiyi yaratmak için:
“Kin tutmak, karanlığın lütfudur. Kin tutmak, racondur. Kin tutmak, hafızadır, unutmamaktır”
“Sıkıldıkça ağlıyorduk! Sevindikçe ağlıyorduk!Üzüldükçe ağlıyorduk! Buluştukça ağlıyorduk! Ayrıldıkça ağlıyorduk!
Kazandıkça ağlıyorduk! Kaybettikçe ağlıyorduk!”
“dehşet bir sirendir. Ki beni titretendir, ezendir.”
“Mevsimsizdik! Sevimsiz ayna başlarında kuşatmıştık birbirimizi”
Bu örneklerde gördüğümüz ses ve sözcük tekrarları yazıya akış kazandırdığı gibi şiirsel bir ses de yaratıyor. Bazı örneklerde ise bu ses ve sözcük tekrarlarının bir çağrışım zıplaması sağlayabilecek şekilde kullanıldığını görürüz. Dolayısıyla bir tekniğin içeriğe dair olanak haline getirilmesi görünür.
“acımı bana acıtarak öğreten terslikler, sıcak ve ıslak terlikler, konukomşu beyler, beylik orospu!”
acımı/ acıtarak terslikler/terlikler acıtarak/sıcak/ıslak beyler/beylik
Burada sessel ilişkililerini gösterdiğim bu sözcük çiftleri arasında anlamsal bir bağ bulunmamaktadır. Ama bu türden sessel ilişkili/ anlamsal ilişkisiz sıralaması yazının sesini yükseltmeyi ve en sonunda “beylik orospu!”ya ulaşmayı sağlamıştır.
Çok sayıda örnek verilebilir şiirsel sesin ve tekniğin kullanımına dair:
“Sorsan da, yorulsan da, yoğrulsan da kaşımdan sıyrılan terle, yeterlerle, beter kaldı adımız dilsizlerin kulağında!..”
“Aidsli beyincikler sağlıyor dengenizi! Denizi bırak! Bırak denizi! Bir delikanlı düşüyor alnıma, öyle güzel, öyle çırılçıplak!”
“ Utanırdın, usanırdın, ufalırdın! Cebimde susam, kalbime damar kalırdın!”
Çoğu yerde, anlamsal bakımdan birbirine omuz vermeyen sessel ilişkili bu tür sözcükler kullanılır metinlerde . Bu da metne hem çağrışım serbestliği vermekte, hem duygunun iniş çıkışlarını göstermeyi kolaylaştırmakta hem de okuyanın bir tür görüntü salvosuyla karşı karşıya bırakılıp metni gerçeklik ya da gerçeğe uygunluk duygusuyla okumasını engellemeyi sağlamaktadır. İskender metnine doğru yaklaşmanın önemli yollarından biri budur çünkü: Gerçeklik ve gerçeğe uygunluk sorgulamasından uzaklaşmak...
“Çağdışı bir darbeyle yerlere yıktığın melankolik putlar, ateizm gereği mi? Ya da komiktir, şahsi kin birikimi mi?
“Bahriyeli casuslar ve bahtının anüs memeleri şişmiş birtakım astrofizikçiler...”
“Kıra girerler
Gravürler”
made in hell’in bütününe yayılan şey edebiyat değildir kesinlikle. Yani okurken, bir adam oturmuş, tasarlamış, şöyle bir kitap yazayım, şunları anlatayım diye kurgulamış, diyemezsiniz. Bir histeri halinde yazılan, belki de Sait Faik’in “Yazmasam çıldıracaktım!” demesini çağrıştıran yazılardır bunlar. Metinlerin durduğu yer, şiirle düzyazı arasında değildir. Bölümler arasında yüzeyel bakıldığında bir bağ yoktur; ama derinden bakıldığında görmezden gelinemeyecek bir bağ vardır. Bu bağ belki izleklerin algılanmasıyla anlaşılabilir. Bir hikayeyi takip edemezsiniz ama bir hikayenin yürüdüğünü bilirsiniz. Kişiler bir şekilde birbirlerine benzerler, duygular bir şekilde çakışır. Metinlerle duygusal bağ kuramayan okurun ancak şaşkınlık duygusuyla okuyabileceği bir kitap made in hell.
kısa sonuç:üçüncü tür yazı hızla gelişiyor. ve made in hell bunu çok başarılı örneklerinden biri. Kitaptaki izlekler bütünüyle çıkarılsa elbette burada ele aldıklarımdan çok daha fazladır. küçük İskender bu kitabıyla da hem yüzeceği denizlere akması gerektiği halde yolu kapatılan dilsel ırmakların önünü açıyor hem de türkçe edebiyatta başkalarının da kullanımına açık yeni olanaklar yaratıyor.
mehmet İşten
* küçük İskender'inkanlı lağım fareleri'nden kitabında yayımlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder