20 Şubat 2010

isyanın dili ne'ce, mehmet işten







-İSYANIN DİLİ NE’CE?-  *


                                               ----I----

Dilin ortaya çıkışı, şekillenmesi, düşünce üzerindeki etkileri, ideoloji ve kültür taşıyıcısı olması, diller arasındaki etkileşimin nedenleri ve biçimleri pek çok düşünür, yazar için hep bir düşünme, araştırma alanı olmuştur. Nasıl olmasın ki, her şeyi kendisiyle açıkladığımız halde kendisi hakkında en az şeyi söyleyen alan dildir.
Bir yazıyı okutmaktan çok okutmamaya yaradığını bile bile, hemen her konuda iri bir lafı olan Atatürk’ün bir sözüyle sürdürüyorum:”Bir ulusu yok etmek istiyorsanız, işe onun dilini bozmaktan başlayınız.”. Buradaki “ulus” lafına benim gibi  alerjisi olanlar için yerine insan, topluluk, cemaat ya da istediğimiz başka bir şeyi koyarsak daha çok katılınılır bir söz oluyor galiba... Burada dil, türkçe, ingilizce, macarca gibi etnik köken bütünselliği içinde alınıyor belli ki. Ulus-merkezli bakıldığında açıklayıcı görünüyor. Ama biz ulus halinde yaşamıyoruz. Ulus saymaca bir kavram, bir tür icat-kavram. Aslında insanlar var, birlikte yaşamayı seçen ya da buna zorunlu kılınmış insanlar... Rastlantı sonucunda içine doğduğumuz bir toplum, bir dil ve bir kültür var, bunların zorunlu bilinci ve etkileri var; sonra da bu topluluk içinde kendimizi arayışımız, kendi dilimizi kurma çabamız ve dildeşlerimizi  bulma isteğimiz...
Her insan, her topluluk kendi “dil”ini arıyor. Karşıt ideolojilerin aynı şeyleri farklı dil’le açıklamaları düpedüz ideolojik ayrım ve bölümlenme yaratıyor. Örneğin, bağsız içeriği neredeyse aynı yere düşen “milliyetçi” ve “yurtsever” sözcüklerinden- diyelim ki bir konuşmada lazım oldu- hangisini, neden tercih edersiniz? Peki seçtiğinizin içi sizin tam da kastetmek istediğinizle mi doldurulmuş (başkası tarafından)?...Birinin sizi yansıtmadığına eminsiniz, peki ya ötekiyle durumu idare etmeyi seçmiş olmuyor musunuz? Hani ehven-i şer en kötüsüydü?..
Her gün dinlediğimiz televizyon haberlerinde kullanılan dile dikkatle bakılınca haberin kendisinden çok hangi sözcüklerle ve biçimlerde sunulduğunun daha önemli olduğu görülüyor. “Sözde Ermeni katliamı”ndan başlayıp son zamanlarda tanık olduğumuz “Çeçen Eylemciler” adlandırmasına kadar bir dizi örnek bulunabilir sözcüklerin “özenle” seçildiğine dair. Aynı haberi şov tv’de, kanal 7’de ve trt’de dinleyin örneğin, hepsinin “haberin kendisinden çok akılda bıraktığı izin kalıcı olduğu” bilgisine yaslandığını göreceksiniz. Şu anda içinde olduğumuz dil öyle bir hal almıştır ki, yalnızca seçtiği sözcüklere ve üsluba bakarak konuşan’ın ideolojisini, söylenenlerin temel içeriğini anlamanız, kestirmeniz mümkündür.
Her kim ki, konuşmaktadır, söz almaktadır, aynı zamanda kendi seçimini senin seçme’n yapmaya çalışmaktadır. Doğal, natürel ya da tabii sözcüklerinden birini seçmek içeriği doğrudan etkiler hatta belirler.“Aydınlanmacı düşünce” dendiğinde “nerenin aydınlanması, mesela aynı zamanda Somali de aydınlanmış mı?” sorusunu yapıştırmak gerekiyor. Yapılan konuşmalar bana gerçeği bir yönden sunduğu gibi bir yönüyle algılamaya da zorluyor beni. Bu türden bir iletişim elbette yalnızca iletme amaçlı değil yönlendirme amaçlıdır. Ama bu kaçınılmazdır da öte yandan. (Bu kaçınılmazlığın nedenlerini yazının ikinci bölümüne ayırıyorum.)
Bu durumda da aynı şeyleri konuştuğumuzu sanırken farklı şeyleri anlamamız, anlaştığımızı sanırken ayrışıyor olmamız mümkündür. “İnsan hakları önemlidir” sözünün altına imza atan bir liberal, bir marxist ve bir anarşistin aynı metne imza attıkları söylenemez. “Uygar dünya” yı yeniden tanımlamadıkça içinde bu sözün geçtiği bir metne karşı çıkmak “ilkellik” ya da “gerilik” olarak değerlendirilemez. Cemil Meriç’in söylediği bir şey var, yeterince açıklayıcı: " Bir tartışmada kullanılacak kavramlar tanımlanmamış, üzerinde uzlaşılmamışsa, o tartışma, güdük kalmaya mahkumdur.”
Uzatmayalım, bir diliniz varsa bir dünyanız var demektir, o dünyayı savunmak, yaşamaktan gelen hakkınız ve sorumluluğunuzdur. Bir dil’iniz yoksa yapmanız gereken ilk şey o dili oluşturmaktır. Elbette ki gündelik gereksinime yönelik dil ilk’el bir dildir ve hepimize yetecek kadar var bundan. Ama bunun bir adım ötesinde kendinizi açıklamak, anlatmak, ortaklıklar kurmak...istiyorsanız bu, ödünç kavramlarla yapılamayacak kadar zorlu bir iştir. Bu anlamda, anarşistlerin kendi dillerinin olmadığını ve genellikle başkalarından aldıkları ödünç kavramlarla konuştuklarını düşünüyorum.
Elimizdeki verili dili biz kurmadık, bu dil bizim dilimiz değil. Anarşistler kendi düşüncelerini onların terimleri ve kavramlarıyla açıklamaya çalışmaktan kaçınmalıdırlar. “İktidar” dediğimizde ya da “tahakküm”,”devlet”, “hiyerarşi”, “işbölümü” vb. dediğimizde doğru şeylerin anlaşıldığına güvenemeyiz; ama örneğin “sivil itaatsizlik” ya da “vicdani ret” dediğimizde doğru anlaşıldığımız konusunda daha iyimser olabiliriz. Öteki’nin bizi daha rahat anlayacağı düşüncesiyle öteki’nin dilini kullanmak yerine kendi sözcüklerimizi ve adlandırmalarımızı oluşturmalıyız. Bizi anlamalarına ihtiyacımız yok (ya da eksik ve istedikleri gibi anlayacaklarsa hiç anlaşılmamayı göze alabiliriz.). Onların sahasında haklı çıkamayız. Örneğin “askerlik karşıtı” ya da “anti-militer” sözleri “vicdani ret”e göre bizi açıklamaktan son derece uzaktır. Yeni bir hayat yaratmak, yeni bir dili yaratmak demektir, her iki anlamıyla da. Altını marxistlerin ya da kapitalistlerin doldurduğu sözcüklerle kendimizi açıklamaya çalışırsak ucubeye döneriz.
Bir başka mesele, diller arasındaki etkileşim, hadi kıvırmadan söyleyelim küre’nin dilinin İngilizce oluşu konusunda ne diyeceğimizdir...Artık buna etkileşim yerine tasallut ya da dillerin işgali de demek mümkünken hele, anarşistlerin bu konuda kendi sözlerini üretmeleri gerekiyor. Ancak, bu tür durumlarda ulusçu kavrayışlarla aynı zemine düşme çekincesi olduğundan ikircikli olmak adetten olduğu için midir nedir, biraz görmezden geliniyor mesele. Oysa bize daha yolun başında lazım olan şeydir dil.
Bu durumda iki sorun var dille ilgili: Birincisi, dildeki küreselleşmeye, tektip, tekkültür, tekdil insan olmaya, dünyanın amerikanlaşmasına direnme; diğeri anarşistlerin, içine doğdukları anadili içinde kendi dillerini, ötedil’lerini kurmaları....Ve burada birinci direnme noktasını kurabilmek, kendi dilini kurabilecek malzemeyi ingilizcenin elinden kurtarmak anlamına da geliyor.
Ancak, gene kıvırmadan söyleyeyim, anarşistlere türkçe’yi (ya da kürtçeyi, lazcayı...) korumamız gerekir, dediğinizde önce bi birbirlerine bakıyorlar...Acaba sınırsız, devletsiz bir dünya düşü ile çatıştığı mı düşünülüyor böyle bir düşüncenin? Dil’i oluruna bırakalım diye mi düşünülüyor?...Oysa oluruna bırakılan alanlar, hep biliyoruz ki bizi acıtan bir biçimde dolduruluyor ve maçın sonlarına doğru yenmiş golleri çıkartmak imkansıza yaklaşıyor. Doğu Perinçek’in CIA’ya “cıa” demesi ve bir haftadır gördüğüm bir afişte McDonalds’ı  “Mekdanılds” diye yazması, dil üzerine uzun boylu çözümlere girdiğini değilse de meseleye bakışını kestirmeden gösterme çabası içinde olduğunu söylemektedir bize.
O halde özellikle “küreselleşme”nin kaçınılmazlığının dayatıldığı bugün, bunun başarılı bir keşif çalışması sayılabilecek “dünya gezegenin resmi dilini ingilizce yapma projesi”ne, henüz çok geç olmadan direnilmelidir.
Dil deyip geçemeyiz. Önemli olan birbirimizi anlamak, meramımızı anlatmak deyip geçemeyiz. Bu ortalama insanın yanılgısıdır, indirgemeciliktir. Çünkü sanıldığının tersini dil, birleştirmez, ayrıştırır. Saymaca iletişimdense susmak; saymaca uzlaşımdansa gerçekten ayrışmak daha iyidir. “Komplex” sözcüğünün “karmaşık” tan ya da “argüman”ın “kanıt”tan daha açıklayıcı olduğunu neden düşündüğümüzü kendimize anlatmadıkça paranın, iktidarın ve kapitalizmin büyüsünü bozmaya gücümüz yetmeyecektir. “Kümülatif olarak”ın zihinlerde “katlanarak”tan neden fazladan bir şık’lık, bilgililik hissi yarattığını sorgulamalıyız. Küreselleşme’nin tarihi yabancı dilde –neden ingilizce demiyorsak doğrudan- eğitimin çağın gerekliliği olarak kabulüyle başlamıştır. İşçiler, ezilenler ingilizce bilmeden de bunu pekala yapabilirler. Ezilmenin dili evrenseldir. İsyanın dili de ingilizce olmayacaktır. Çocuklara anaokulunda İngilizce öğretilmesini bir sömürge yalakalığı olarak görmeliyiz. Bizim bir dilimiz var ve bize yetiyor. Hakim olanın diline her biçimde karşıyız. Hakim, karşımıza bazen amerikalı, bazen türk ; bazen marxist, bazen liberal olarak çıkar. Biz onlara kendi dilimizdeki şarkımızı söyleriz, bilimsel kanıtlarla ya da çağdaşlık mavallarıyla kandıramazlar bizi. Bilimsel de olmayacağız, evrensel de çağdaş da küresel de... Kendi dilimiz dışındaki tüm diller bizim için deplasmandır. Biz, deplasmanda susacak yerlilerdeniz.




             *mecmua dergisinde yayımlanmıştır

Hiç yorum yok: