15 Mayıs 2022

ahmet güntan'ın "müsilaj'a bulduğum çare" adlı şiiri hakkında

 

 

 

 



 

Müsilaja bulduğum çare

Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde

bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı

 

bir ebrû: müsilaj. Herkes sorup duruyor o günden

itibaren: Müsilaj nedir? Müsilaj nedir?— Nedir bu

 

müsilaj? Ne olacak, doğarken durdurulmuş insanlarız,

tasalıyız, kederliyiz biz. Oturma odalarımıza musallat

 

olan yoğun kaygı yığınından denize yansıyan alegorik

bir imaj bence müsilaj. Artık ev içinde zapt edemediğimiz

 

Kunteper Karanlıktan sokaklara taşan jel-mesaj, budur

bence müsilaj— varoluş korkumuzun salyası, metrolarda

 

işten dönen üzgün babaları birbirine bağlayan yapıştırıcı

eriyik— içimizdeki şekilsiz eksiklik, o eksikliği dolduran

 

zararlı madde, alacağımızı hırsla emip aldıktan sonra

denize gelişigüzel attığımız sulu posa, oradan oraya

 

şuursuz koşarken döktüğümüz ekşi terle artık yüzümüzde

durmayıp akan kalın makyaj, bunlar bence müsilaj. Müsilaj

 

nedir? Müsilaj nedir? Nedir bu müsilaj? Ne olacak,

belki de kavmimizin hani hep isteyip de bir türlü

 

alamadığı, cennete açılan o nihai virajı, nihayet alırken

arka kasadan fırlayıp yola saçılan kocaman bagaj—

 

müsilaj. Ne çok uluslu cepheden hain bir sabotaj ne

dış mihrakların yaptığı zillet amaçlı fotomontaj. Nedir

 

mi müsilaj? Bence gökten eşref-i mahlukata bir öğüt

olarak sulara yansıyan kutsal bir imaj. Bence bırakın—

 

denizin üstünde bir enstalasyon gibi öyle kalsın müsilaj.

 

 

 

 

Ahmet Güntan’ın 160. Kilometre’de yayımlanan “Müsilaja bulduğum çare.” başlıklı şiiri, yayımlandıktan sonra sosyal medyada, özellikle Twitter’de çok konuşuldu. Yapılan yorumlar, hemen her konuda ortadan ikiye ayrılmış olan toplumun ‘yarılma’yı günlük rutin haline getirdiğini de gösteriyordu. E öyle ya, pek kimsenin okumadığı söylenen şiirde bile bunu başardığına ve söz konusu şiir bayağı gürültü kopardığına göre! Fakat tuhaf olan şu ki bu şiirde ‘yarılacak’ bir şey yoktu! İnsan, bu kadar eleştirildiğine göre keşke birileri gerçekten şiirde söylenenlerin tersini savunsa da şu rezil dünyanın rezilliği kendi kendine olmuş gibi kalmasa öyle ortada diye de düşünmüyor değil. Ama öyle değildir, sorsanız dünyada meselenin tek bir sahibini bulamazsınız. Sahipsiz kötülüklerdir bunlar!

 

Kürt meselesi, din meselesi, dil meselesi, aşı meselesi, gelenekler meselesi vb. hemen her konu âdeta bir münazara kıvamına oturuyor epeydir. Her şey iki uçlu… Her şey ya herru ya merru, her şey ya bizdensin ya onlardan… Bu iki ucu müsilajlı değneğin elimize nasıl geçtiği ayrı konu ama artık daha konu ortaya çıkar çıkmaz herkes şıp diye anlıyor değneğin hangi ucunu çekiştireceğini.

 

Şiiri çok beğenenler olduğu gibi hiç beğenmeyenler, hatta konuyu Ahmet Güntan’a hakaret boyutuna vardıranlar, bir sosyal medya linci hâline getirenler de az değildi. Bırakalım derli toplu bir yazıyı, hepi topu bir sayfa uzunluğunda bir şiiri bile sonuna kadar okuyamayan akıllı telefon kuşağı doğal olarak şiirin bütününü okuyup anlamamış, sadece alıntılanan kısma bakarak döşenmişti yorumlarını. Onlar neyse de bayağı adı sanı olan kişiler de fırsattan istifade bir tane de ben çakayım sinsiliği ile boy gösterdiler mecrada. Tam bir şark kurnazlığı!

 

Pek çok kişi şiirin girişinde yer alan: “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerini okuyunca şiiri anlamış olduğu zannıyla, şairin müsilaja güzelleme yaptığına, müsilajı Tanrı’nın bir hediyesi gibi gösterme çabası içinde olduğuna kanaat etti ve anlama yoksunu koroya dâhil oldu. Hoş, sonuna kadar okuduğu hâlde hâlâ aynı kanıda olanlar da az değildi. Benim anladığım kadarıyla memleketteki hükümetten ve siyasal meşruiyet sağlamakla kalmayıp iktidarı da ele geçiren İslamcı ideolojiden rahatsız olan modern laik çevreler- ki aynı zamanda yüksek çevre duyarlılığı ile marufturlar- müsilajın insana, doğaya yaptıklarının bir bedeli olarak gönderilmiş tanrısal bir ceza olduğu söylemine tepki duyuyorlardı, oysa bunun Tanrıyla falan ilgisi yoktu, çünkü bu yönetimin suçuydu!

Oysa bu çok düz bir okuma olur. Böylesi bir ‘tanrısal bedel’ açıklamasını bir bilim insanı ya da devlet yetkilisi yapsa buna tepki gösterebiliriz ama şiirde işler böyle yürümez. Şair, onu şununla ilişkilendirir, bunu ötekine dayanak yapar; bunları makale okur gibi yorumlayamazsınız. Yok eğer makale okumak istiyorsanız gidip yapınız, bu konuda envaitürü yazıldı zaten.

Şiirle ilgili paylaşımın altına yazılanları buraya alıntılamayacağım, merak eden bakabilir. Hemen hemen hepsi insanlarımızın genel cehaletini, okuduğunu anlama konusunda hangi seviyelerde olduğunu gösteriyordu. Kalabalıklar böyledir her zaman: Anlamadıkları zaman daha tehlikeli!

 

Şiirde bir tezin savunusunu aramamak gerektiği ayrı bir poetik hakikattir. Şair bir tez dile getiriyorsa bile senin anladığını söylememiş olabilir ya da ve daha önemlisi o kadar sınırlı bir şey söylememiş olabilir. Çoğunlukla da böyledir zaten.

 

Ahmet Güntan’ın  “Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde / bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı/ bir ebrû: müsilaj.” dizelerine bakarak “Adam, müsilajı Tanrı’nın bir süsü olarak görüyor.” demek ham ve düz bir okumadır. Oradaki “âdeta”yı geçsek bile şiirin bütününü okuyan

birinin kolaylıkla şairin, müsilajı yaratan şeyin toplum ve devlet olduğunu öne sürdüğünü görebilmesi, ilk beyitteki “ebru”nun son beyitteki “enstalasyon”la ilişkilendirilebilmesi gerekiyor:

 

“Bence bırakın—

denizin üstünde bir enstalasyon gibi öyle kalsın müsilaj.”

 

Buradaki öylece kalması istenen enstalasyon, bir utanç vesikası olarak müsilajdır. Hangi sebeplerle Madımak Oteli’nin kebapçı olmasını istemiyorsak, Auswitzch kampının veya Metris’in lüks bir otele dönüştürülmesine karşıysak ve benzeri yerlerin sonraki kuşaklara bütün bir tarihi gösterecek müzeler olarak, hatırlama ve ağlama duvarları olarak kalmasını istiyorsak şair de bütün Marmara’yı kaplayan müsilajın sonraki kuşaklara insanın doğaya ne yaptığının bir kanıtı olarak öylece durabilmiş/ durdurulabilmiş olmasının hayalini kuruyor. Varsayın ki 200 yıl sonra müsilaj bir yerlere gitmeden, kaybolmadan hâlâ korunmuştur ve Caddebostan sahillerinde bir baba sabah gezintisinde kurmaktadır şu cümleyi: Kızım bak, bu, insanlığın ilerlemeci endüstriyel çılgınlık çağında dünyayı getirdiği hâl!

Velhasıl, şiir vesilesiyle sosyal medya sosyolojisi çalışılabilir. Şiir vesilesiyle ortaya çıkan şey ucu kızarmış bir çıbandır.  Ama işimiz bu olmadığı için biz müsilaj şiirine dönelim.

Şiirin Biçimi

Esas olarak şiirin anlam dünyasına değinecek olsam da şiirin biçiminin genel bir çerçevesini çizebiliriz önce: Şiir 12 beyit ve bir dizeden oluşuyor, “gazel” formunda yazılmış. Ahmet Güntan’ın geleneksel formlarla, daha doğrusu onları örneksediği bazı biçimlerle de şiirler yazdığını biliyoruz. Şiir perisini nasıl rahat ederse öyle ağırlamayı seviyor: Bana kalırsa poetikasını farklı formlarla sınamaktan kaçınmıyor. İkili Tekrar’da da halk şiiri formlarında yapmıştı bu sınamayı. Ayrıca bu, şiirin içeriğini, yani müsilajı ve onun endüstriyel kapitalizmin son meşhur atığı olmaklığını göz önüne alırsak hoş bir kontra oluşturuyor. Biçim ile içerik arasındaki bu tür kontralar, iyi oluşturulduğunda, şiirin ontolojisine olumlu armağanlar sunuyor genellikle.

 

Ahmet Güntan Müsilaj’ı geleneksel bir yapı içinde kurmakla beraber geleneğe teslim olmuyor ya da şöyle söyleyelim, ona bütünüyle uyma zorunluluğunda hissetmiyor kendini. Beyitler yaklaşık bir uzunlukta olsa da hece ya da aruz ölçüsü kullanmamış örneğin. Ölçüsüz şiir olacağına inanmam ben. Serbest ölçü diye bir şeye de inanmam. Her şiirde ölçü vardır. Bu şiirin ölçüsünün de çok çarpıcı olduğunu okuyan hemen anlıyor, zira okurken imgelem ve ritim beyitten beyte suda seken bir taş gibi akıyor. Her iyi şiirde ölçü vardır, yani müzik vardır, Güntan da ölçüyü matematiksel olarak değil de okuyuşu ölçünleyerek oluşturmuş. Dolayısıyla dizeleri okurken gördüğümüz gibi, bizi belli bir okuyuşa yönelterek ölçüyü sağlamış.

 

müsilaj? Ne olacak, doğarken durdurulmuş insanlarız,

tasalıyız, kederliyiz biz. Oturma odalarımıza musallat

 

olan yoğun kaygı yığınından denize yansıyan alegorik

bir imaj bence müsilaj. Artık ev içinde zapt edemediğimiz

 

Kunteper Karanlıktan sokaklara taşan jel-mesaj, budur

bence müsilaj— varoluş korkumuzun salyası, metrolarda

 

 

 

Tipik gazelde her beyit kendi içinde bir bütünlüğe sahipken ve sonraki beyte ilişmezken Müsilaj’da her beyit kendini öteki beyte atıyor, ona ulaşıyor. Şiir de silsile bir eklemlenme hâlinde okunuyor bu şekilde. Örneğin yukarıdaki üç beyti -ve tüm şiiri de- birbirine ulamadan bitirmeniz olanaksız.

 

Şiirin okunuşu ve ölçüsü ile ilgili bu çalışılmış yapının altını çizdikten sonra, müziğini bu ölçüyle beraber sağlayan iç kafiyelere, ses tekrarlarına, baskılı hecelere de dikkat çekmek isterim. Her ne kadar dize sonlarında belirgin bir kafiye örüntüsü yoksa da kendindeki müziği duyurmak isteyen çok yer var: Şiir boyunca metaforik tanımları yapılıyor müsilaj’ın ve  kendisiyle sessel aynılığa sahip imaj /jel mesaj / makyaj / viraj / bagaj / sabotaj /fotomontaj / imaj sözcükleri kullanılıyor, dize sonlarında ya da belirgin bir yerinde değil dağınık yerlerde fakat “j” sesi o kadar baskın bir ses ki her tekrarında hem belli bir okuyuşu ve vurguyu dayatıyor hem de zorunlu olarak müsilaja götürüyor bizi. (Tam burada şiiri bir kez daha, sesli ve şairin okuma kılavuzuna uyarak okumanızı isteyeceğim sizden) Bu kelimelerin salt uyaklı oldukları için kullanılmadıklarını eklemeye gerek var mı? Söyledikleri öyle derin hakikatlere dairdir ki okurken bu sözcüklerin uyaklı oluşunu unutuyorsunuz, anlamın gücü sarıyor muhayyileyi. Müzikal efekti yaratan yalnızca sıraladığımız sözcükler değil elbette; mesela şiir boyunca “j” sesine yakın bir ses olarak “ş” sesinin kullanımlarını görebiliyoruz. Örneğin,

 

işten dönen üzgün babaları birbirine bağlayan yapıştırıcı

eriyik— içimizdeki şekilsiz eksiklik, o eksikliği dolduran

 

zararlı madde, alacağımızı hırsla emip aldıktan sonra

denize gelişigüzel attığımız sulu posa, oradan oraya

 

şuursuz koşarken döktüğümüz ekşi terle artık yüzümüzde

durmayıp akan kalın makyaj, bunlar bence müsilaj.

 

dizelerinde.

 

Bana kalırsa “-in” hecesinin ve “n” sesinin kullanımları da bilinçli bir örüntünün ya da şair sezgisinin bizim dil zevkimizin insafına bırakılmış küçük dokunuşlarıdır.  “Nedir bu müsilaj” tekrarlarının da benzer bir işlevi var şiir boyunca.

 

Şiirin yapısal ve biçimsel kuruluşunun ana hatlarını belirledikten sonra asıl meseleye gelelim: “Nedir bu müsilaj?”

 

Yeni Politik Şiir

 

Ahmet Güntan’ın şiiri biçim, dil ve yapı olarak usta işi bir şiir olmasının yanı sıra, içerik olarak da küçük bir noktadan, müsilaj sorunundan hareketle tüm bir sistemin, medeniyet tarihinin, endüstriyel kapitalizmin eleştirisine uzanarak bir genişlik kazanıyor. Şairin dünyaya, hayata baktığı yeri de ayan beyan gösteriyor.

 

Hatırlanacağı gibi bir çevre felaketi olarak müsilaj, hayatımıza distopik bir film sahnesi gibi girmişti. İnsanlar bir sabah kalkarlar ve gökyüzü kapkaradır, Güneş’in ışınları yeryüzüne ulaşmıyordur, Dünya’nın atmosferi tehlikededir filan. Aynı öyle oldu. Nihayetinde denizlerin müsilajla kaplanması da gökyüzünün kapkara olması gibi bir şey değil mi? Gazetelerde, televizyonlarda geniş açılı deniz fotoğrafları… Çoğunluk bilmiyordu tabii, sordular: Nedir bu müsilaj? Sonra yavaş yavaş cevaplar gelmeye, bilim insanları tv’lerde boy göstermeye başladı. Sonra, nasıl yok edilecek, denize girelim mi, balıklar hâlâ yenebilir mi gibi sorular geldi.

 

Çok acayipti gerçekten ve muhtemelen önümüzdeki yıllarda da sık sık bu kâbusla yüzleşeceğiz.

 

Ahmet Güntan’ın şiiri de bu tabloyu resmederek başlıyor:

 

Bir sabah uyandık, baktık, Türk Denizi’nin üstünde

bir tezyin— adeta göksel bir elin suya bıraktığı

 

bir ebrû: müsilaj. Herkes sorup duruyor o günden

itibaren: Müsilaj nedir? Müsilaj nedir?— Nedir bu

 

İlk iki beyit bu distopik görüntüyle başlıyor. Şiirin paylaşıldığı mecrada üzerinde yer alan uydu fotoğrafı tam olarak bir ebru görüntüsünü andırıyordu. Muhtemelen bu benzerliği fark eden şairin gözü ebru gibi güzel görüntüler sunduğu tescilli olan bir sanatla müsilajın tv’deki yüzümüzü buruşturarak baktığımız, çirkin, tiksindirici görüntüsünün nasıl birbirine benzeyebildiğine hayretle başladı şiire de. Evet, müsilaj bir ebrudur. Nerededir bu ebru? Türk Denizi’nin üstünde! Müsilaj Türkiye’de ortaya çıkmıştı. Batı’da ebru sanatına “Türk kâğıdı” denmektedir. Müsilaj’ın bir ebru olarak Türk denizinin üstünde ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilirdi ki? “Ebru” kelimesi Farsça “ebr” yani bulut kelimesinden gelmektedir. Denizin yoğun bulutlarla kaplanmasıdır müsilaj.  Neden Marmara ya da Ege demiyor da “Türk Denizi” diyor peki? Bu ironik anlatım Akdeniz’e Türk gölü denmesini hatırlatmıyor değil. Şanlı Türk tarihi, Türk’ün gücü vb. hamaset epiği söylemiyle kontra sağlıyor müsilaj. Yani Şanlı Türk milletinin denizinin üstünü kaplayan bir pislik! Traji-komik ve ironik. Tarihiyle övünmeyi pek seven bu millet sahip olduğu güzellikleri korumayı becerememiştir. Tersine hepsini mahvetmiştir. O anlı şanlı Türk milletinin üstüne ne yakışır? Elbette bir süs, tarihsel ve ilahi bir süs! Zaten seçilmiş bir millet değil mi o halde buna ilahi bir süs yakışır, o ilahi el elbette süslemek için başka milletleri değil bu şanlı milleti seçecektir. Ve öyle de yapmıştır. Fakat bu süs “ebru” görüntüsünde bir atık yığınıdır. Peki bu “süs”ü kim oraya bırakmıştır? Şair “adeta göksel bir elin” diyor, Tanrıyı imâ ederek…

 

Müsilaj görüntüsünün aynı zamanda ebruyu andırması pek çok okumaya müsaittir. Mesela ben şöyle bir tanesini söyleyeyim: Şiirin bütününde -yazı boyunca ele alacağımız gibi – yeryüzünü mahveden insan olgusu gösterildiğine göre Tanrısal bir el, müsilajla bize “Alın işte bu da sizin ödülünüzdür, bu da yaptıklarınızın karşılığı olan sanat eseridir.” demektedir.

 

Doğa her şekilde insanı uyarmaktadır. Doğrudan insanın yol açtığı felaketlerle ilgili de konuşabiliriz: Ozon tabakasındaki delik, küresel ısınma, kutup buzullarının erimesi, yok edilen ormanlar, HES’lerin yol açtığı tahribat, kuruyan göller ve akarsular, birden beliren obruklar, bitmez tükenmez enerji üretimi için yok edilen dünya kaynakları… Bunların her birinin doğrudan ya da dolaylı sonuçları… Doğanın kendi gücünü hatırlattığı seller, erozyonlar, depremler, aşırı iklim değişiklikleri, kasırgalar, hortumlar… Ama bütün bunlara rağmen durmayan insan! Onun bitmek tükenmek bilmeyen, doymayan zenginleşme ihtirası! Doğanın gücü filan diye sözüm ona insanı korkutarak durdurmaya çalışsak da gerçek bu değil. Doğanın gücü sonsuza kadar ve sınırsız değil. İlerleme çılgınlığı esasen insanın doğaya ve evrene hâkim olma tutkusunu ifade ediyor. Gerçek şu ki doğaya karşı savaşımızı ancak kaybedersek kazanmış olacağız! Oysa doğa birçok yerde ölüyor, can çekişiyor. Doğanın insandan en büyük intikamı pes ettiği noktada olacaktır. Doğa ölecektir bir gün. Bu, Dünya adını verdiğimiz gezegenin insan için “yaşanılmaz” bir gezegen olduğu anlamına gelir. Hava kirlenmiştir ve nefes alınamazdır; su içilemez hâle gelmiştir ve veya bitmiştir, toprak tarım yapılamaz hâldedir, denizlerde canlı yaşamıyordur, iklim yaşanamaz hâle gelmiştir. Doğanın ölümü budur, yeni politik insan buna göre bir politik mücadele yürütmelidir. Yeni politik şiir, politik sanat buna göre bir sanatsal içerik ve biçim kazanacaktır.

 

Şair, ilk iki beyitte insan türünün oluşturduğu tüm bu medeniyetle ve ilerleme halüsinasyonuyla yol açtığı felaketlerin Tanrısal bir ödülü ve ironik bir süs olarak müsilajı masaya koymuştur. İnsanlar bir sabah birdenbire hayatlarına dâhil olan bu ne idüğü belirsiz “şey” karşısında şaşkınlık içindedirler ve sormaktadırlar: “Nedir bu müsilaj?”

 

Gerçekten de bugüne değin yaşadığımız çevre felaketleri içerisinde en acayip olanıdır müsilaj.

 

Şair, evet mahvettiğimiz doğanın intikamını imliyor şiir boyunca ama yalnızca bu kadar değil. Şiir buradan başka bir genişliğe vararak haysiyetsiz yaşamlarımızın da bir karşılığı olarak imliyor müsilajı:

 

(---) Herkes sorup duruyor o günden

itibaren: Müsilaj nedir? Müsilaj nedir?— Nedir bu

 

müsilaj? Ne olacak, doğarken durdurulmuş insanlarız,

tasalıyız, kederliyiz biz. Oturma odalarımıza musallat

 

olan yoğun kaygı yığınından denize yansıyan alegorik

bir imaj bence müsilaj. (---)

 

Doğarken durdurulmuş insanlar o büyük ve necip Türk milleti epiğinin altında yatan zavallı hayatlarımızdır. Çünkü her Türk asker doğar filandır hayatlarımız. Heveslerimiz hemen kırılmıştır, farklılıklarımız ayıplanmıştır. Bilmemkaç bin dolar borçla doğmaktadır bu efsanevi milletin çocukları: Durdurulmuşlardır. Devletten kendilerini kurtaramazlar. Sadece modern Türkiye’yi hesaba katsak bile bir ev bir araba hayaline sıkıştırılmıştır ufukları ve sürdürmek zorunda bırakıldıkları hayat da bunu doğrulamaktadır her zaman. Asıl hayatın başka bir şey olduğunu söyleyen insanlar sefalete mahkûm olmaktadır. Durdurulurlar. Ötekilere örnek diye gösterilirler, ötekilere örnek olsun diye yok edilirler. Devlete karşı küçük kurnazlıklar düstur hâline gelmiştir. Doğru, ahlaklı ve dürüst yaşamak hiçbir zaman cezasız kalmaz. Ve öyle olduğu için durdurulanlar küçük kurnazlıklarla azıcık palazlananlar tarafından hakir görülür. “Ama ben dürüst ve ahlaklı yaşamak gerektiğine…” diye başlayan tiratları ezici kahkahalar arasında duyulmaz hâle gelir. Büyük çoğunluk her gün bu ezikliği yaşayarak durdurulmuştur: Tasalı ve kederlidir. Sessizdir ve içinden yaşar. Ne yazık ki şenlikli bir toplum değildir bu ve bir Avrupa stadındaki maçı izlerken bile Hollandalıların tribünlerdeki tasasızlığına, neşesine uysal bir gıpta ile bakmaktadır. Oturma odalarımıza musallat olan yoğun kaygı yığını’nın da bir ödülüdür müsilaj. O odalar ki en büyük eğlenceleri televizyondur. Yoksulluk üzerinde konuşulmayan ama her an hissedilen gerçeğidir o odaların. Hiçbir konu ayrıntılı olarak konuşulamaz çünkü herkes hatalıdır, herkes kendini kötü hisseder; anne babaların çocukların açık bir sorusuna verecek cevapları yoktur, şımartılmamış o çocukların içlerine attıkları ufak tefek istekleri bile karşılanamamıştır, onlar da beklentilere karşılık verememenin ezikliği içinde suçlu hissederler. Kimsenin inancı kalmadığı hâlde başka çözüm bulamadıkları, başka hayal kuramadıkları için “çocukların okulu” merkezindedir bu hayatların ama sözüm ona, yüzeyde, en çok adı geçen, en çok azar konusu olan ve gerçek anlamda hiçbir zaman eğilinememiş: Hayat fakiri olmanın, konusuzluğun zorladığı bir ortak didişme alanı. Çok az mutlu hatıra barındıran o daracık ve loş oturma odalarının tarihi bu nedenle tv karşısındaki sessizliklerle örülüdür. Amerikan filmi izleyen çocuğun aklına bunların niye oturma odası, misafir odası yok diye bir soru gelse de daha düşünmeye başlamadan kendini araba takibi sahnelerinin heyecanına bırakıverir. Müsilaj, bunların da bir ödülüdür bir bakıma.

 

Rıza korkunç Allah’ım…

Doğarken durdurulmuş insanlar, Türk Denizi martavalıyla uyutulmuş insanlardır aynı zamanda. Acıklı bir Ortadoğu hikâyesi. İmparatorluk söylemi içinde şahsiyete izin verilmemiş insanlardan oluşan bir yığın. Bu söylem ister istemez son yıllarda birkaç kez duvara toslasa da her fırsatta yine kafasını gösteren Osmanlı’yı diriltme hayallerini, Akdeniz bir Türk gölüydü söylemini hatırlatıyor. Evlerde kendini hissettiren gelecek korkuları, çocukların geleceği ile ilgili kaygılar… Bir yanıyla da bu çocuksu adamların, büyüyememiş kadınların, beceriksiz, güvensiz, şahsiyetsiz toplumun sanatsal ödülüdür müsilaj. Zaten müsilaj, süregiden hayatların denize yansımasıdır bir bakıma.

 

Ev içinde zaptedemediğimiz Kunteper Canavarı nedir? Bir türlü gerçekleştiremediğimiz kendimiz olsa gerek. Baskılanmış hayatlarımız, aykırı yanlarımızdır herhalde. Göğsümüzdeki parmaklıkları zorlayabilir artık, evin sınırlarını zorlayabilir, özgürce yaşamak isteyebilir. Ama işte evdedir yine o Kunteper, bu toplum bunlara izin vermez. İşte müsilaj o baskılanmış şeylerin de öcüdür sanki. Belki tersi de düşünülebilir, belki de şair, Kunteper Canavarı ile, “barbar Türk” algısını imlemektedir. Bütün bir Batılılaşma, çağdaşlaşma teranelerine rağmen insanların içlerinde yaşayan ve artık zor durdurdukları “barbar Türk”tür. Ahmet Güntan şiir boyunca müsilajın bir şeylerin öcü olduğunu gösteriyor. Düz anlamıyla doğanın intikamı olarak görülebilecek müsilaj, metaforik bağlamda bütün bir saçma ve küçük hayatlarımızın, kandırılmış ve korkak insanlardan oluşan topluluğumuzun müstahak olduğu ürkünç armağandır.

 

metrolarda işten dönen üzgün babaları birbirine bağlayan yapıştırıcı eriyik kara kamunun kapitalizmin çarkları arasında ezilen umutsuz hayatlardır. Evi, oturma odası, yoksulluğu, sevgisi, nefreti, çocukları birbirine benzeyen babaların, ‘intikamı’ demeyelim bu kez, bu hayata razı oluşlarının bir tecellisidir müsilaj. Bu bir rıza toplumudur. Herkes korkaktır, herkes kolaycıdır, herkes razıdır. Başka bir çare bulamamışlardır. Ancak verilirse alırlar, ancak söylenirse yaparlar, ancak birileri giderse giderler. Bu yüzden tanrısal el onlara bir ebru yollamıştır. Müstahak oldukları bir ebru!

 

Şiirimizde az rastlanır türden güçlü bir toplum eleştirisidir Müsilaj şiiri: Adeta Türk toplumunun niteliklerini gösterir bir anlam dünyasına sahiptir. Müsilaj, sahte yüzlerimizin, maskeler altında süren toplumsal yaşamamızın yansımasıdır. O kadar ağır bir sahtelik makyajı içindeyizdir ki yüzümüz artık bu yükü kaldıramadığı için makyaj akmaktadır. İşte müsilaj hem toplumdan hem bireyden o akan makyaj bulamacı boyalardır. Sahtelik makyajının boyaları…

 

(---) oradan oraya

şuursuz koşarken döktüğümüz ekşi terle artık yüzümüzde

durmayıp akan kalın makyaj, bunlar bence müsilaj.

 

Şiirde, Türklükle ilgili bir mesele de var, derin manada görülebiliyor. Türk Denizi tamlamasında nasıl görünüyorsa kavmimizin derken de görülüyor:

 

nedir? Müsilaj nedir? Nedir bu müsilaj? Ne olacak,

belki de kavmimizin hani hep isteyip de bir türlü

 

alamadığı, cennete açılan o nihai virajı, nihayet alırken

arka kasadan fırlayıp yola saçılan kocaman bagaj—

 

Birkaç farklı okumaya açık olan dizelerde, olası anlamlardan biri Türklerin medeniyetle kurduğu ilişkinin ele alınmış olmasıdır. Bu çerçevede, kavmimizin ulaşmak istediği cennet “muasır medeniyet seviyesi” olarak düşünülebilir. Hep ulaşılmak istenen hedef, Batılılaşmak, ileri bir millet olmak. Belki 2000’li yıllarda iyice yaklaşıldığı iddia edilen bir hedef. İHA’lar SİHA’lar, uydular, sağlık alanında teknolojik ilerlemeler, duble yollar, köprüler, hızlı trenler, metrolar, büyüyen şehirler, her şehirde bir üniverisite filan. Tam “oluyor muyuz, olduk mu yoksa, sevinebilir miyiz” şaşkınlığı içindeyken yani o virajı alırken tam, savrulan bir bagaj müsilaj. Çünkü bu görüntüsel ve iddia düzeyindeki “modern ve çağdaş ülke” oluyoruz lafları birer manüplasyon kuşkusuz; temelsiz büyüme, bir yerlerden defolarını gösteriyor. Gerçek bir büyüme olmadığı gibi olanın da temeli ve arka planı olmadığı için sindirilmemiş, büyünürken doğaya saygılı olunmamış, malzemeden çalınmış ve rüşvet vermeye devam edilmiş, devlet imkânları Karadenizli müteahhitlere hazine garantili olarak peşkeş çekilmiştir, tam da bu nedenle depremlerde evler yıkılıveriyordur, sellerde şehirler sular altında kalıyor ve müsilaj kaplıyordur denizleri.

 

Ama yaşanan bütün felaketlerde kendiyle yüzleşmek yerine, “Türk Denizi” safsatasının bir uzantısı olarak ve bilinçaltında her zaman var olan “Türkün Türkten başka dostu yoktur” düsturuyla, suçluyu dış mihraklar olarak gösterenlere sesleniyor şair ya da bu yalana inandırılmak istenenlere:

 

“Ne çok uluslu cepheden hain bir sabotaj ne

dış mihrakların yaptığı zillet amaçlı fotomontaj.”

Bunlar değil diyor, sen ey kavim kendine bak, kendi hatalarınla yüzleş. Fotomontaj bir yandan da yakın tarihteki olaylar nedeniyle FETÖ’yü çağrıştırıyor. Hakikatlerin fotomontaj denerek görmezden gelinmeye çalışılmasına, bu yakın tarihe bir atıf seziyorum. Malum olduğu üzere, yaşadığımız siyasal, ekonomik, sosyolojik, siyasal vb. her türlü felaketin müsebbibi olarak ‘dış mihraklar’ın gösterilmesi eski alışkanlık ama buna bir de FETÖ eklendi son yıllarda müsebbip olarak ve üstelik bu, toplumun kendi eleştiri mekanizmalarına aba altından sopa göstererek onları etkisizleştirme aracı olarak kullanılıyor. Ahmet Güntan’ın dizeleri bu çerçevede siyasal bir eleştiriyi de gövdelendiriyor.

 

Şiirin sonunda şair kendi inancını açıklıyor bize, “bence” diyerek. Ve müsilajın insanlara bir “öğüt” olduğuna inandığını anlıyoruz. Tanrı, insanlara artık böyle yaşamamaları, doğaya saygılı ve insan onuruna yakışır bir hayat sürmeleri gerektiğine dair bir öğüt. Hamasetle değil hakikatle yürümek gerektiğine dair:

 

Nedir

 

mi müsilaj? Bence gökten eşref-i mahlukata bir öğüt

olarak sulara yansıyan kutsal bir imaj. Bence bırakın—

 

denizin üstünde bir enstalasyon gibi öyle kalsın müsilaj.

 

                                                                                                       Mehmet İŞTEN, Eylül 2021

                                                                                                        Bu Çağ dergisinde yayımlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: