Ülkenin Bağımsızlığı Ulusun Özgürlüğü Yanılsaması
Kürt toplumunun her türlü ulusal demokratik talebini savunan pek çok politikacı, yazar, düşünür, medya ve politik örgüt mensubu, bu konu her açıldığında aşağı yukarı şu ezberi tekrarlar: “Nüfusu bir milyon bile olmayan ulusal topluluklar bağımsız devlet kurabilirken kırk milyona varan Kürt ulusunun ulusal demokratik taleplerine neden bombalarla, şiddet ve baskıyla cevap veriliyor? Dünyada Kürtler kadar kalabalık nüfusa sahip olup da ulusal varlığı inkâr edilen başka bir toplum var mı? Çoğu toplumda milliyetçilik bile meşru görülürken Kürt yurtseverliği neden yadırganıyor?”
Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Kürtleri baskı altında tutan devletler, onları her türlü hak-hukuk statüsünden mahrum bırakırken, başka devletlerin benzer etnik sorunları karşısında daima çifte standartlı bir siyaset gütmüşlerdir. Örneğin, ulusal demokratik talepleri yalnızca tarafı oldukları –Kıbrıs, Batı Trakya, Bulgaristan, Kosova, Filistin vb.– toplumlar söz konusu olduğunda hak olarak görüp desteklerler. Bu iktidarların, egemenlikleri altındaki Kürtlere akla gelebilecek her türlü toplumsal baskıyı fütursuzca uyguladıkları bilinen bir gerçek. Haliyle, bu kabul edilemez ve elbette karşı çıkılması gereken bir adaletsizlik.
Ancak, bu adaletsizliğe karşı çıkarken sorunu daha derin boyutlarıyla ele alabilirsek, karşı karşıya olduğumuz zulmü kendi içimizde inşa etmekten de kurtulabiliriz belki. Bu anlamda ulusal demokratik haklar söz konusu olduğunda benim ilkem herkes için koşulsuz özgürlüktür. Şüphesiz ki özgürlüğü koşullara bağlayan şey, her türlü devlet ve iktidar örgütlenmesi, toplumsal işbölümü, mevcut hiyerarşik sistem ve onun kültüre yansıyan zihniyetidir. Bu nedenle, Kürtler de dahil olmak üzere, ulusal ve toplumsal kurtuluş yolu olarak iktidar ve devletin öngörülmesini en ılımlı ifadeyle tutarsız buluyorum. Bu talebin meşruiyeti etrafında dönen tartışmaların ise tamamen ikincil olduğu ortadadır. Çünkü hangi formda olursa olsun, hangi ulvi amaçlara dayanırsa dayansın, iktidar hem topluma, hem de toplum adına bireye karşıdır. Doğası gereği her türlü iktidar, kamu çıkarı, kamu refahı, kamu iradesi denilen soyutlamaları kendi bekâsı yönünde yorumlarken, bireylerin gerçek çıkarını ve gerçek iradesini daima yok sayar. Kısacası, sopsomut insanı soyut kamuya feda eder. Her iktidar, doğası gereğince özgürlüğün karşı kutbunda, otorite ve tahakküm odağıdır. İşte bundandır ki bütün bireylerin, toplulukların, kısaca insan ve doğanın özgürlüğü için yeni yeni otorite, hiyerarşi ve iktidarların inşa edilmesi değil varolanların da çözülmesi ve lağvedilmesi gerekir.
Başa dönersek, yukarıdaki ezberi, Kürt toplumunu egemenlikleri altına alan devletlerin, sözünü ettiğim çifte standartlı yaklaşımlarına karşı haklı bir analoji argümanı olması dışında sorunlu görüyorum. Söz konusu ezberi sık sık tekrarlayanların iktidar ve otorite konusunda hiçbir şerhlerinin olmaması bir yana, muhtemel bir Kürt iktidarını coşkuyla karşılama arzuları da oldukça düşündürücü. Öte yandan, toplumların temel yaşam hakkını ve özgürce varoluşunu engelleyen ya da onları tamamen ortadan kaldırmaya kalkışan birey, örgüt, parti, devlet ve iktidarların çeşitli sıfatlarla tanımlandığı bilinir. Gündelik dilde çoğu küfür anlamına da gelen bu sıfatlar saymakla bitmez: Cani, katil, zalim, zorba, diktatör, ırkçı, şoven, faşist vs. Biliyoruz ki şu son asır boyunca çeşitli devletlerin egemenliği altında yaşayan Kürt toplumu hemen her gün zalim, zorba, diktatör, ırkçı, şoven ve katil sürüsünün zulmüne maruz kalmaktadır. Kürt yurtseverleri, milliyetçileri, liberalleri, demokratları,
sosyalistleri ise, bu zulümden kurtulmanın yegâne yolu olarak illa nihayet, ülkenin bağımsızlığını ulusun özgürlüğünü hedeflemekteler. Başka bir deyişle, bağımsız Kürdistan’da egemen ulusal bir devleti öngörmekteler. Bu hedefin başarılıp başarılamaması elbette konumuzun dışında. Ancak, hedefin bizzat niteliği, Kürt ulusal hareketinin –örgütlü ya da örgütsüz– her ferdine şu soruyu sorma hakkımı doğurur: Yukarıda küfür anlamına geldiğini belirterek sıraladığım sıfatları taşıyan kişiler devlet veya iktidarı sahiplendikleri sürece sosyal konumları ne olursa olsun egemen yapıların özneleridir, yani Kürt siyasi hareketi karşısında en azından kategorik olarak düşman konumundadırlar. O halde Kürt ulusal muhalefeti benzer egemen yapıları hedeflemekle neden düşmanlarını taklit eder? Orduya, polise, yargıca, cellada, kısacası güç ve otoriteye sahip olmakla ne tür bir özgürlüğe kavuşulacak? Daha da açık konuşursam; bağımsız ulusal devlet demek, ülkenin ve ulusun egemenlik haklarını bir iktidar eliyle sağlamak ve sürdürmek demektir. Hepimiz biliriz ki bu, adına siyasi talepler ileri sürülen halkın, öncelikle kendi içinden çıkan bir iktidar eliti tarafından egemenlik altına alınmasıdır. Demek ki siz ulusal devlet inşa etmekle herkesten önce kendi toplumunuzu egemenlik altına almak istiyorsunuz. “Hayır, biz kimseyi egemenlik altına almak değil, yalnızca özgür olmak istiyoruz” diyeceğinizi biliyorum. İyi ama, ulusal devlet ve iktidar (yani otorite) özgürlüğün teminatı değil prangasıdır. Unutulmamalı ki, otoritenin olduğu yerde özgürlük yoktur. Eğer devlet olacaksa zorunlu olarak yönetim de olacaktır. Devrimci bir hükümet de yönetse yönetimin olduğu yerde özgürlük değil efendi ile köle var. Bu durumda, demokratik yönetimin hiçbir işe yaramadığını peşinen belirteyim. Çünkü, yönetim zorunlu olarak köleliği (tâbi olmayı) içerdiği için, yasalara dayandığı ve yasal olduğu için, milyonlarca yurttaşın oyu ile muazzam bir baskı mekanizması kurabildiği için kötülük kaynağıdır.
Eğer devlet kurmak ulusu veya toplumu özgürleştirebilseydi iki yüz yıldır devletleri olan İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar özgür olurdu. Keza yüz yıldır tepemizde ulusal devlete sahip olan Türkler özgür olurdu. Yoksa siz onların tahakküm odağı olan ulusal egemenliklerini özgürlükle mi karıştırıyorsunuz? Ulusal egemenliği özgürlük yerine ikâme eden siyasal düşünceler her şeyden önce toplumsal farklılıkları ve etnik çeşitliliği göz ardı ederler. Ulusal egemenlik, sözünü ettiğim bu farklılıkları tektipleştirici baskı sistemlerini kurmakla kalmaz, zaman içinde bu farklılıkları yok ederek arınır, tektipleşir. Çünkü, egemenlik aynı zamanda tahakküm evrenine ait bir güç sürecidir, ve özü gereği baskıcıdır. Onun için egemenlik ile özgürlük daima birbirini dışlar, hiçbir şekilde bir arada aynı düzlemde varolamaz. Bu tip tahakkümcü güç süreçlerine karşı özgürlük ilkesine gönülden bağlı onca insan, egemenliğin bu karakteristik niteliğini çoğu kez ya gözden kaçırmakta ya da es geçmektedir. Böylece, ulusal bağımsızlık kavramını coşkuyla karşılayan bu insanlar, ülkenin bağımsızlığı ulusun özgürlüğü ilkesinden hareketle ulusların aynı egemenlik sistemi içinde özgürleşip yan yana yer aldığını düşünürler. Oysa, ülkenin/devletin bağımsızlığı ulusun özgürlüğü anlamına gelmeyeceği gibi, ulusun özgürlüğü de insanın, bireyin ve toplumun özgürlüğü anlamına gelmez. Yabancı ya da öteki olarak tanımlanmış bir egemenlikten kurtulmak onun yerine ikâme edilen tahakkümü kolayca gizler. Üstelik bu tür tahakküm odaklarının ebatlarıyla orantısız bir güç ve şiddete aday oldukları hatta bunu uyguladıkları da çoğu kez görülmüştür.
Yüz elli yıl önce Karl Marx ile Mihail Bakunin arasında yapılmış bir tartışma sanırım bu konuda bize fikir verebilir. Proletarya devleti (devrimci iktidar) fikrini savunan Marx’a, Bakunin şunu söylüyordu: “Federe olsun ya da olmasın, her devlet, en güçlü devlet olmaya çalışır. Başka devletler tarafından yutulmamak için hırsla her şeyi yiyip yutacaktır, fethedilmemek için fethedecektir, boyunduruk altına alınmamak için boyunduruk altına alacaktır; çünkü, birbirine benzeyen ama birbirine karşıt olan iki güç, karşılıklı yıkım olmaksızın bir arada varolamaz.”
Çoğumuz bu öngörünün işaret ettiği dönemin tanıkları sayılırız. Şimdi elimizi vicdanımıza koyalım; SSCB tam da böyle bir devlet değil miydi? Ya da dört bir yanı düşmanlarla çevrili olan Kürdistan’da durum bundan farklı olabilir mi? Hepimiz biliriz ki, bütün devletlerin varlık nedeni aynıdır, bütün devletler hem birbirinin benzeri hem de rakibi ve karşıtıdır. Aralarında hem resmi dostluk hem gizli düşmanlık esastır. Ve devletler asıl bu düşmanlık damarından beslenirler, düşmansız devlet bir gün bile ayakta kalamaz.
Gazi Bertal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder