14 Ağustos 2012

BİR DEMECİN YANKILARI, Türk Dili dergisi, 1951 EKİM



BİR DEMECİN YANKILARI *






10 Temmuz 1951 tarihli Cum­huriyet gazetesinde, Ferdi Öner'in Profesör Şekip Tunçla bir konuş­ması çıktı :

Bütün okul kitaplarındaki aca­yip terimlerin çıkarılarak yerlerine “canlı ve yaşıyan türkçeye uygun” olanlarının konulması yolunda biri Ankara’da, diğeri şehrimizde iki komisyon kurulmuş ve bu teşekkül­ler çalışmalarına başlamışlardır. Ek­seriyetini Üniversite felsefe şubesi profesörlerinin teşkil ettikleri bu ko­misyonlardan îstanbuPdakinin ba­şında değerli ilim adamımız Mustafa Şekip Tunç bulunmaktadır.

Üstadı dün ziyaret ederek ko­misyon faaliyetleri etrafında kendi­sinden malûmat rica ettim. Mustafa Şekip Tunç, bu mevzuda Dil Kurumunun büyük bir hataya düştüğünü belirterek dedi ki :

“— Senelerce evvel, bu uydur­ma terimlerin okul kitaplarına so­kulmaması tezini cesaretle ortaya atmıştım. Fakat günün birinde za­manın Maarif Vekili tarafından tehdide uğradım. İlkönce Maarif Ve­kâletinin “eğitim” adı almasına şid­detle itiraz etmiştim. Zira, “Eğitim” hayvanat ve nebatat terbiyesinde uygun bir terimdi. Onun içindir ki hiç bir zaman terbiye kelimesinin yerini tutamamıştır. İşte size bir misal : “Bu ne terbiyesiz adam” yerine “Bu ne eğitimsiz adam” de­nebilir mi ? Görülüyor ki iş, baştan bozuk tutulmuştur.

“Okul kitaplarındaki terimleri tetkik ederken emin olun gülmekten kendimi alamıyorum. Dünyada bun­dan daha komik bir dil olamaz. Bakınn, o canım akıl kelimesi durur­ken yerine “us” kelimesi ikame edil­miş. Kırk yıllık “akıl” kelimesi “us” olunca, muhakeme veya muakâle de “usa vurma” oluvermiş. Sonra, beyaz kelimesi türkçe değildir de­mişler. yerine “ak” terimini almışlar. Fena değil, haydi beyaza ak diyelim. Fakat halk dilindeki beyaz peynire, “ak peynir” diyebilir miyiz ? Beyaz ten yerine ak ten diyebiliriz amma, beyaz peynire “ak peynir” diyeme­yiz.

“Arapça değil mi, uydur, uy­dur söyle !...” derler amma, 10 asır­lık bir mazisi olan türkçe böyle değildir. Kelimelerimizin bir çok ince fark ve mânaları vardır ki, iş uydurmaya dökülünce bunlar cümle arasında sırıtır kalır”.

Mustafa Şekip Tunç, okul ki­taplarına sokulan terimleri gösteren broşürü sinirli bir hareketle masanın üstünden aldı, yapraklarını gelişi güzel çevirdikten sonra :

— Şimdi, dedi, sizi yeni dilden imtihan edeceğim. Soracağım keli­melerin türkçede, pardon, Osmanlıcada ne mânalara geldiklerini cevap­landıracaksınız...


Bu yaştan sonra imtihana çe­kilmek hoş bir şey değildi amma, ne çare ! üstadın arzusunu yerine ge­tirmek lâzımdı. Bir öğrenci edasile boynumu büktüm, suali beklemeğe başladım. Profesör sordu :

— Anamal ne demek ?...

__ ??

— Ne durdunuz ? Cevap versenize !...

— Anamal, yeni terimlerde “ser­maye” demektir. O halde bir başka sual : bunalım ne ?

— Onu da bilemedin. “Buna­lım” “buhran” kelimesinin karşılığı.

Üstad, yeni kelimeleri birbiri peşine sıralıyordu :

— Angı, anlak, bilinç, birey, bulunç, devim, dizge, doğa, doğal ne ?

Cevap vermediğimi görünce bu acaip lâfların mânalarını sırasiyle açıkladı :

— Angı : hatıra. Anlak : zekâ. Bilinç : şuur. Birey : fert. Bulunç : vicdan. Devim : hareket. Dizge : sistem. Doğa : tabiat. Doğal : tabiî.

Mustafa Şekip Tunç, yukarı­daki kelimelerin sanki bize “korece” imişler gibi ne kadar yabancı gel­diklerini söyledikten sonra devam etti :

— Bir de bize bu kelimelere alışın diyorlar. Güya eski nesil, bizler, itiyadlarımıza mahkûm olup bu yeni kelimelere alışamazmışız. Peki amma, yeni nesil bu yeni kelimelere alıştı mı sanki ? Bu dil, kitaplara senelerce evvel sokuldu. Dil Kurumu dilile yetişen son neslin hikâye, şiir ve sair yazıları işte meydanda. Hangisi “vicdan” kelimesi yerine “bu lunç”u kullanıyor ? Şu halde yeni nesle istinat ettirilen bu ümit de boşa çıkmış olmuyor mu ?

Dil Kurumuııun büyük hatası, bir dilin kelime atomlarından ya­pıldığını zannetmek gibi eski ve hükmü çoktan geçmiş bir nazariyeye dayanmış olmasıdır. Halbuki her dilde ana unsur, kelime değil, cümle yapısıdır. Unutmamak lâzımdır ki, dil bir konuşma âletidir. Konuşma­da, cümle yapıları kelimelere hâkim olmalıdır. Onun içindir ki hiç kimse bir dili, yalnız o dilin lügatlerini bellemekle ne konuşabilir, ne yaza­bilir, ne de anlıyabilir. Çünkü lugattaki kelimeler, ancak cümleler içinde türlii mânalar, imalar ifade edebilirler. Görülüyor ki Dil Kurumunun okul kitaplarına soktuğu kelimeler, bütün dünyanın kabul ettiği dil prensiplerinin dışındadır. Zaten böyle oldukları için de ko­nuşma ve yazı dilimizden aforoz edilmişlerdir.

Sayın Profesörün bu demeci türlü yankılar uyandırdı. Onların hepsini veremiyeceğiz. Ancak Mustafa Şekip Tunç'a verilen cevapların bazılarından parçalar almakla yetineceğiz.

Cumhuriyet gazetesinin Temmuz tarihli sayısında Peyami Safa'nın buna cevap olan demeci çıktı. Peyami Safa, “okul terimlerini, yaşıyan türkçenin dil yapısına göre yemden gözden geçirmek kararımın Millî Eğitim Bakanlığından çok önce, Türk Dil Kurumuııun (...) yılında toplanan 6. Dil Kurultayında verilmiş olduğunu hatırlattıktan sonra o kurultayın, bu işe değgin kararlarını tutanaklardan, olduğu gibi alıyor, sonra diyor ki :

“Sokak adamı ve kahve mü­nevveri, Dil Kurumunun son karar­larından ve çalışma tarzından ha­berdar olmadığı için ağzma geleni söyler. Beni üzen şey, bu sokak dedikodularının çığırtkanlığını Mus­tafa Şekip Tunç gibi fikir davalarına ne büyük bir ciddiyetle sarıldığını 36 seneden beri pek iyi bildiğim bir dostumun yapmasıdır.



Fakat durunuz : Hangi Mus­tafa Şekip Tunç ? Çünkü benim bil­diğim bir sürü Mustafa Şekip Tunç vardır. Ben bunlardan yalnız biri­siyle dostum, ötekilerden bucak bucak kaçarım. Çünkü bu Mustafa Şekip Tunçlardan biri, uydurma dediği türkçe karşısında “Yangın var !” diye bağıracak kadar nefret duyduğunu söylediği halde, öteki Mustafa Şekip Tunç, Haşan Âli Yücel zamanında kurulan felsefe terimleri komisyonunun başkanlığını yaparken bütün o aforoz ettiği keli­meleri şiddetle müdafaa ederdi. Aramızda ağır münakaşalar olmuş­tur. Dün bir sabah gazetesinin de yazdığı gibi fasit daire mânasına gelen “yozdöngü” terimini bana karşı bunalarak ve terliyerek olanca şiddetiyle müdafaa eden gene o Mustafa Şekip Tunçlardan biridir. Size, zamanın Maarif Vekili tarafın­dan tehdit edildiğini söylüyor. Bu bir mazeret midir ? Tehdit karşısında her namuslu fikir adamının ilk tep­kisi istifadır. Şekip Tunç neden istifa etmemiştir de, şimdi, zamana uyarak aforozladığı terimleri tesbit eden raporu imzalamıştır ? Haydi onlar tehditti, lâkat kendi eserlerinde ve makalelerinde hiç bir baskıya uğra­madan, ihtiyarî olarak kullandığı “yüklem”, “payda”, “uzam”, “denk­lem”, “teğet”, “içgüdü” ve “içtepi” gibi yüzlcrce uydurma terime ne dersiniz ?

Peyami Safa “uydurma” sözünün iki mânası olduğunu, bütün dillerin bir takım köklerden yeni kelimeler yaptık­larını, yani uydurduklarını söylüyor, diyor ki :

“Şekip Tunç, bu uydurma te­rimlere alışamadığımızı söylüyor. Za­manın vereceği bir hükme onun kendi başına tercüman olmağa hakkı var mıdır ? Severek kullandığı “iç­güdü” ve “içtepi” kelimelerine alı­şılmışsa bunlardan daha sevimlilerine niçin alışılmıyacaktır ?

Fatih Rıfkı Atay da, 14 temmuz tarihli Yeni İstanbul'da Mustafa Şekip Tunç'a cevap verdi. Diyor ki :

“... Bir ilim adamının pek, ama pek kolay önü kesilebilecek bir po­lemik yoluna sapmasına akıl erdiri­lemez. Bilhassa bir felsefe profesö­ründen bu türlü tenkitlerde sadece metodlar ve prensipler üzerinde dur­masını beklemek hakkımız değil midir? Terimlerin türkçeleştirilmesinde bizim de eskiden beri zevke ve akla sığdıramadığımız bazı aksak ve aykırı şeyler vardır. Fakat yapıl­mak istenen şey, aslında doğrudur, ve büyüktür. Böyle bir dava, yüzde beş veya onu geçmiyen buluş veya anlayış sakatlığı yüzünden top ye­kûn gülünce alınamaz.

“Profesör gazeteciye sormuş : Angı nedir, birey, bulunç, dizge, doğa nedir ?

“Türkçeleşmenin hicvi bu... Yal­nız o gazeteciye değil, yirmi milyon Türkün on dokuz milyon dokuz yüz binini çağırsam : “Ey Türkler, söy­leyin bana : Haşisetülbüzak nedir, Hasat-i ihlîliye, haydi bilemediniz, Teşa'up, onu da bağışladım, Kebîse nedir ?” diye sorsam, ve bu türlü kelimelerden sırasiyle bin, bin beş yüz, iki bin tanesini sıralasana, böyle terimler kullanan osmanlıcayı “canlı ve yaşıyan dil" mi, yoksa “ölü ve müstahâse dil" mi sayacaklarını pro­fesörümüzden sorabilir miyim ?

“Bir Türk hiç olmazsa “anmak” nedir, “bir”, “bulmak”, “dizmek” ve “doğmak” nedir bilir.

“Bir defa prensip üzerinde du­ralım : Türkçe ek ve köklerden terim yapabilir miyiz, yapamaz mıyız ?

“Osmanlıcada kulak, tıp kita­bına giremez : Kulağa ait bütün terimler “üzün” arapçası ile yapıl­mak lâzımdır.

“Biz eski Türkçüler ve bugünkü türkçeciler şu fikirdeyiz : Tıp dilinde türkçe kelimeler kullanılmalıdır. Batı dillerindeki milletlerarası ortaklaşa terimler türkçeye de alınmalıdır. Biz psikoloji kelimesine ne arapça, ne türkçe karşılık aranması doğru ol­madığını düşünüyoruz.

“Soldaki aşırılar, zorlama da olsa, psikolojiye bir türkçe karşılık bulunmasını istemektedirler. Nasıl ki sağdaki aşırılar, yine zorlama da olsa, arapçadan bir karşılık almamızı istemişlerdir.

“Osmanlıca terimler iki kısım­dır : Bir kısmı, konuşma diline geç­miştir ve yerleşmiştir. İkinci kısmı kitapta kalmıştır. Hareket, vicdan, hatıra, konuşma diline geçmiş olan­lardandır. Yine biz eski tiirkçüler ve bugünkü türkçeciler, bu kelimeleri kendimizden sayarız. Özleştirme yo­luna gidilerek bir zorlama yapılma­sını doğru bulmayız.

“Sol aşırılar aksi fikirdedirler. Biz özleştirmecilerin böyle kelime­lere türkçe karşılıklar teklif etmelerine de ses çıkarmayız. Ama bunlar şahsî teklifler olarak kalmalıdırlar. Eski­leri ile yenileri arasında zaman hakem olmalıdır”.

Falih Rıfkı Atay yazısını bitiriyor :

“Türkçenin ilerleyişi, Türkiye’nin ilerleyişinden de hamleli ve geniştir. Dilin türkçeleşmesi tarihî bir ger­çektir. Tarihî gerçeklere karşı geli­nemez. Devlet ve ilim kendini millî bir hareketin dışına sürükliyemez. Türkçeciler bir hareketi icat edip zorlamamalılardır, artık bütün daya­nışları kıran ve çökerten bir harekete uymuşlardır.

“Bir gül ile bahar olmaz" derler. Birkaç solgun gül ile de güz olmaz.

“Bir Türk, Türklüğüne inana­bilmek içn, en başta türkçesine inanabilmelidir.

“Profesör Şekip Tunç da böyle bir Türktür. Reislik ettiği komis­yonun eseri, hiç şüphesiz kendisinden beklediğimize uyacaktır”.

M. Nermi de, Yeni İstanbul'un 15 temmuz sayısında çıkan yazısında, Mustafa Şekip Tunç'u anmadan, bu dil işine dokunuyor, diyor ki :

“... Son zamanlarda asıl sıkın­tılarımızı unutarak, gene içinden kolay kolay çıkamıyacağımız konu­ları ele almış bulunuyoruz. Anaya­samızı, yaşıyan Türkçeye çeviriyoruz. Dilimize aykırı imiş diye, bilim söz­lerini gene de ayıklamaya çalışıyo­ruz. Yıllarca harcanan emek boşa gitmiştir. Başladığımız noktaya dön­mek için, tekrar yıllarca uğraşacağız. Birkaç Türk nesli, yeni terimlerle yetişmiştir. Şimdi öğrendiklerini unut­turarak yaşıyan Türkçe (?) deki karşılıklarını belleteceğiz. Biz bunun hemen olup bitivercceğine inanıyorsak aldanıyoruz.

“Yaşıyan Türkçeden ne anla­şıldığını bilenler çok azdır. Türk ormanını balta nasıl tanınmıyacak bir şekle sokmuşsa, dilimizi de med­rese ile yarım aydın o dereceye düşürmüştür. Şimdi gözler, nasılsa canını kurtarmış tektük yeşillikler-dedir. Onları da silip süpürmedikçe içimiz rahat olmıyacaktır ! Yaşıyan türkçc iddiasiyle ortaya çıkanların ne elemek istediklerini biliyoruz. Türkçe onlara göre nasıl yakarış dili olmamışsa bilim dili de olmamalıdır. Kökleri birer birer kuruyup, Arap ve İran sözlüklerine sığınarak şah­siyetsiz yaşıyan bir dil, nasıl yaşıyan bir dil olabilir ? Biz, yüzyıllar bo­yunca, benliğimizden pek çok şeyler kaybetmişizdir. Kala kala bir avuç sözümüz kalmıştır. Şimdi onlardan da silkinmenin yolunu arıyoruz. Hal­buki ne kadar başka yollar aramak zorundayız. Niçin, eskinin büyüsün­den, kendimizi bir türlü kurtara­mıyoruz ? Neden dilimizi bu kadar yadırgıyoruz ?”

M. Nermi'nin o giizel yazısını buraya olduğu gibi alamadığımıza üzü­lüyoruz.

Naim Hazım Onat da, Ulus'un 18 temmuz 1951 tarihli sayısında çıkan “Korkuyorum” adlı yazısında Mustafa Şekip Tunç'a cevap verdi. Naim Hazım Onat, önce “eğitim” sözünün “hayvan terbiyesi” demek olamıyacağıııı anlatıyor,

diyor ki :

“Sayın Profesör “Eğitim” sözü­nün bu anlamını, bilmem nereden çıkarmışlardır ? Radloff Sözlüğii’nde de görüleceği üzere türkçede “eğitim” yetiştirmek, terbiye etmek anlamında ve yalnız insanlar için kullanılan bir sözdür.

“Bu kelime, yalnız Dil Kurumu’nda değil, Atatürk'ün on altı yıl önce Anadolu Kulübündeki özel dairelerinde topladıkları yirmi yedi kişilik dil, bilim ve sanat üstadlarından kurulmuş kılavuz çalışma ko­misyonu tarafından kabul edilmişti.

“O zamandan beri sevilip kul­lanılan bu kelimeyi yabancı sözlük­ler bile benimsemiş, son yıllarda yeni basılmış olan İngilizce-Türkçe Redhouse Sözlüğü, İngilizcelerinin izahlarında eğitim, eğitimli ve yara­tılan yeni türevlerinden eğitken (cducator) kelimelerini kullanıp du­rurken sayın Tunç demek ki bunu halâ kendi diline mal edememiştir”.

Naim Hazım Onat Mısır Dil Akademisi'nin de, bazan arapçanın kural­larını da zorlıyarak yeni sözler kurduğunu anlattıktan sonra yazısını şöyle bitiriyor : “Türk Dil Kurumu ve onunla birlik çalışan bilim ve sanat uzman­larının ortaya koydukları terim kar­şılıkları içinde bu kadar aykırı yol tutulduğuna pek az raslanır.

“Bu karşılıklar arasında, evet, yanlışları, hoşa gitmiyenleri, söyle­nişi güç olanları vardır. Son dil kurultayları esasen bu gibilerinin de­ğiştirilip düzeltilmesini karar altına almış ve bu yolda çalışmalara da başlamıştır.

“Dil Kurumu bütün endişeleri giderecek bu çalışmalarına devam ederken bugün :

“— Hayır, eğitim, öğretim de­ğil : talim, terbiye; bakan değil : nazır; oturum değil : celse; soruş­ma değil : tahkikat; gensoru değil : istizah... Türkçe değil : osmanlıca diye uğuldıyan uğursuz seslerden içimde üzüntüler, ürküntüler uya­nıyor; Atatürk’ün sağlığında büyük enerjisini, ölürken de bütün varını verdiği dil davasındaki ileri adımlara gerile emri, dil ticanilerine de bal­talama fırsatı mı verilecek diye kor­kuyorum”.

Mustafa Şekip Tunç, Naim Ha­zım Onat'ın bu yazısına, 14 ağustos tarihli Ulus’ta cevap verdi-, diyor ki : “Yalnız terim vadisinde kalmıyarak osmanlıcadır diye çobanların bile her gün kullandıkları veya bilip anladıkları “tilcik” dediğiniz keli­meleri bile sözde “özdil” yaratmak sevdanız ve devlet otoritesine daya­narak resmî kanallarla sürmek gay­retiniz daha düne kadar devam edip dururken 6 ncı Dil Kongrenizle ellerinizi yıkayıp “Amentü” dedikten sonra da bu amentüyü çektiren umu­mî efkâra ve bu uğurda mücadele eden, şimdiye kadar yarım düzine profesör yetiştiren, bir tanesi Ame­rika Üniversitelerinde mevki alan 43 yıllık bir hocaya evvelâ lüzumun­dan fazla medihler bağışladıktan sonra “Dil Ticanilerine de baltalama fırsatı mı verilecek” diye, şahsıma karşı bir dil âlimi sıfatınıza asla yakışmıyan amiyane bir imada bulu­narak, korktuğunuzu ilân ediyorsu­nuz. Altıncı dil kongrenizdeki karar­lara bakılırsa, “dün neydiler, bugün ne oldular” diye sîzlerden korkmak lâzımdır, ilâ maşallah... Öncü mü­dafi veya temsilcilerinizin o sunturlu “deyiş”lerine mi özdil denecek ? Dil Kurumu heyetinden olan sayın pro­fesör Saim Ali Dilemre’nin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi talebeleri için yazıp 1942 de “Genel Dil Bil­gisi” adile neşrettiği ders kitabının ikinci cildini gözden geçirdinizse, burada osmanlıca dediğiniz “Orta Zaman Kültür dilimiz”in terimle­rinden başka yeni terimlerle beynel­milel terimlerin kullanıldığını, ve eğer dil ticanileri diye bir şey varsa, koynunuzda da bulunduğunu göre­ceksiniz.

“İlim dilinin ne demek olduğunu tabiatiyle bilmesi lâzımgelen Dilemre de bir ilim adamı olarak özdil softası olamazdı ya...

“Zaten “Güneş-Dil” nazariyesi (!) ile çıkmaz bir “devrim” dava­sından daha Atatürk zamanında dönülmüştü. Bu dönüşü telleyip pullayanı Naim Hazım Onat bilmez mi ? Osmanlıcadaki nice arapça kelimelerin türkçeden geldiğini ispat etmeye çalışan kimdi ?

“Mevlâna halis Türk olduğu ve türkçe yazmak da istediği halde neye yazamadı ? Çünkü Türk dili henüz “Mesnevi” gibi muazzam bir eserin cevelân ettiği düşünce ve tahassüs plânına yükselmiş değildi. Düşünce plânında at koşturabilmck için dilin mücerret mefhum ve ke­limelerle bezenmiş olması lâzımdır. Dilimizin müşahhas plândan mücer­ret düşünce plânına geçmesi, başka bir deyimle türkçede bir (düşünce) ve, dolayısiyle, ilk dil inkılâbının vücut bulması osmanlıca denilen dinî kültür dilimizle başlar : Aynı dil tanzimat ile yeni zaman mede­niyetine doğrulmakla düşünce ve anlayışta hasıl olmıya başlıyan inkı­lâbın tesirleriyle devam edegelen kültür dilimizde de ona göre bir hareket zarurî olmuştu. Binaenaleyh bir inkılâb olursa ancak medeniyet­lerin tesiriyle oluyor ve bu inkılâplar dilden değil, düşünceden doğuyor. Nitekim Batı milletlerinde yeni ilmi düşüncenin doğmasiyle birlikte mü­şahhas mahiyette olan pratik anlaş­ma dillerinin büyük mütefekkir ve şairlerinde mücerret düşünce plânına yükselmeğe yüz tuttuğu görülür. Kafalarda bir istihale olmazsa dilde de inkılâp denebilecek bir değişiklik olamaz. Ne nam ile olursa olsun iki düşünce inkılâbına uymakla zama­nımıza kadar gelen dilimizin normal gelişmelerini tanımamazlıktan gele­rek öz türkçe vehmiyle anormal müdahaleleri devrim kahramanlığı saymanın âkibeti “korkmak” olmaz da ne olur ?Sayın Profesörün bu sözlerine, ga­zetenin gene o sayısında, Türk Dil Ku­rumu Genel Yazmanı Agâh Sırrı Levend şu cevabı verdi. :

“Sayın Profesöre göre : Mevlâna, Mesnevi’sini Türkçe yazmak istediği halde, Türk dili buna elve­rişli olmadığı için farsça yazmıştır. Sayın Profesörün, Türk dilini Anadolu türkçesinden ve onun Arap ve Fars dillerinin etkisi altında bozulmuş şekli olan osmanlıcadan ibaret san­ması, ancak hayret uyandırabilir.

“Acaba, Kutadgu Bilig, Aybe-tül-Hakayik (Hibe-tül-Hakayik veya Atebe-tül-Hakayik) ve Yesevi’nin Hikmetleri gibi fikrî ve tasavvufî eserler, Mevlâna’nın Mesnevi’sinden çok evvel yazılmış değil midir ? Yoksa bunlar, osmanlıca değildir diye, Türk dili mahsulü sayılmıyacak mıdır ?

“Bize kalırsa, Mevlâna’nın Mesnevi’yi Farsça yazmasının sebebini onun aile çevresinde, yetişme tar­zında, fikir terbiyesinde, nihayet zamamn ve mekânın şartlarında aramak daha doğru olur.

“Anadolu’da edebî dilin ne za­man ve hangi âmillerin etkisi altında vücut bulduğu malûmdur. Bir dilin kendi kendine gelişemiyeceği, yük­sek bir edebiyat ve sanat dili sevi­yesine, ancak gerçek sanatçıların himmetiyle ulaşabileceği ise, herkesçe bilinen bir hakikattir. Yunus Emre’nin, henüz teşekkül halinde olan edebî dilden ne harikalar yarata­bileceğini isbat eden İlâhileriyle ne­fesleri meydanda dururken, o devirde kendi sanat kısırlıklarını örtmek için kusuru Türk diline yükliyerek, ese­rini Türkçe yazdığı için “yarı vücu­dunun hacaletten eridiğini" söyliyen şairler birer “fodul” dan başka bir şey olmaz. İleri sürdükleri bu sebep ise, asla bir mazeret diye kabul edilemez.

“Gene sayın Profesöre göre : “Türkçede bir düşünce ve dolayısiyle ilk dil inkılâbının vücut bulması, osmanlıca denilen dinî kültür dili­mizle başlar”.

“Bu iddiadaki garabet, ötekin­den az değildir. XIV. yüzyıla ait, kitaplıklarımızı dolduran Türkçe Kur’an ve Sure tefsirlerini toptan inkâr etmedikçe, böyle bir iddiada bulunmak fazla bir cesaret olmaz mı ? Bu eserleri tanımamış olmak, ancak susmak için bir sebep teşkil eder sanırız. Kendilerine, bunlardan birkaçını Osmanlıca yazılmış tefsir­ler ve başka dinî eserlerle karşılaş­tırmasını tavsiye ederiz. Güzel Türkçenin ince kavramları ifadeye nasıl muktedir olduğunu o zaman göre­ceklerdir. Eğer bu tefsirlerin dili sanatçılarımız tarafından devam et­tirilmiş olsaydı, “ilk dil inkılâbının vücut bulması” için “Osmanlıca de­nilen dinî kültür dilimiz” in gelişme­sini beklemeğe hacet kalmazdı.

“Sayın Mustafa Şekip Tunç, Dil Kurumu’na karşı o kadar öfke­lidir ki, “tilcik” kelimesini Dil Kuru­mu tarafından uydurulmuş sanarak ona hücum etmektedir. Halbuki “tilcik”in ancak arkadaşımız Nurullah Ataç tarafından kullanıldığını herkes bilir. Yazısında “sunturlu” sıfatını ekliyerek “deyiş” kelime­siyle alay eden sayın Profesör, biraz aşağıda “deyim” kelimesini pek âlâ ustalıkla kullanabiliyor. Osmanlıcayı savunan sayın Profesör için bunu bir tezat değil, bir “hidayete erme” sayıyoruz. Yoksa “başka bir deyimle” diyecek yerde “tâbir-i âharle” de­mek kendisi için daha zevkli olurdu.



* Türk Dili Dergisi 1951 tarihinde yayın hayatına başlamıştır. Çok ilgin yazılar, şiirler var. 60'lı yıllarda neredeyse bütün II. Yeni'nin şiirlerini yayınladığı bir dergi olduğunu duymuştum, doğruymuş... Ama asıl meşhur Öz Türkçe tartışmaları ilgimi çekti.. Bundan sonra, okudukça ilginç bulduklarımı burada yayınlayacağım. Mesela bu makalede ilginç olan şu: İlerleyen yıllarda Öz Türkçeye karşı çıkacak olan Falih Rıfkı Atay henüz dil davasının yanındadır ve meşhur sağcı Peyami Safa Öz Türkçeyi hararetle savunmaktadır.







Hiç yorum yok: