Liman Mehmetcihat'ın müthiş şiiri Ellere Vay Delisi’ni okur
okumaz tekrar okudum 😊
Daha yakınlarda bir yerlerde acılara mesafe alarak
bakabilmekten, acıların üstünde tepinmemekten söz etmiştim, yoksa işin arabeske
dönüşeceğinden filan. Gül Abus Semerci’nin Dışarıdan İyiyiz de İçimizdeki
Sıkıntılar Büyük adlı şiiri vesilesiyle. Liman’ın şiiri de tam kıvamı
tutturuyor. Yine yaptığımız kötülüklerin unutulup gidememesi var.
Evet normal böyle şeyler, hayat böyle, ben ne yapabilirim ki filan. Tamam da şair sonra o bedenine batan cam kırıklarını temizleme çalışıyor, çalışacak. ‘Ölmeyen’ ve giderek çevresindekilere ‘yük’ haine gelen bir ‘arkadaş’ gibi, Liman’ın şiirinde de basit bir şey var: Bir meczuba, deli-dilenci birine yapılan kötülüğün (ya da kaçınılan bir iyiliğin mi demeli) kalbe yer etmesi, bir hesaplaşmaya dönüşmesi. Böyle şeyler yaşanmadan yazılamaz, bunu biliyorum.
“Adını söylediği türküden alan deli” olarak tanıyoruz. Var
böyle bir adlandırma biçimi: Adını “çıktığı yöreden alan tatlı” “rakibini
öldürme biçiminden alan seri katil” Her şeyin bir alametifarikası var. Bununki
de söylediği türkü.
Adını söylediği türküden alan deli: Ellere Vay Delisi
Halkımız pek mahirdir delilere isim takmada, bilyeli deli,
abalı, Napolyon, örümcekçi, entel deli, deli veli, ipli, atçı, kaydıraklı,
padişah, popyonlu, kabakçı mustafa, duvaklı…
Bu da Ellere Vay Delisi
Delinin kafası karıncalı, öyle. Bir psikiyatr hassaslığıyla
teşhisi koyuyor: Karıncalı. Adamcağızın kafasına karıncalar üşüşüyor. N’apsın
deli olmasın da!?
Karıncalar felaket getirir. Şahsi tarih. Kötü anılar.
Karıncalar basmış bir mutfak. Bir psikolojik gerilim filminde kötü gidecek
günün başlangıcı: Tuhaf bir farklılık. Anlam verilemeyen şeylerin daha anlamlı
olması ya da kötü anlamlı olarak yorumlanması. Kunduz kaçmıyor, kaçmadan yüzüme
bakıyor. Ne olacak? Hayvanlar, totemler… Ben çöpün kapağını kapamamış mıydım,
neden açıldı? Hava kızıllaştı, deprem mi?..
Kırar insanı…
ne acayip ne etkili. Kalbimize dokunur gibi ağdalı değil, İçimizi
daraltır gibi kasvetli değil. Vicdanımızı rahatsız eder gibi
kentsoylu değil: Kırar insanı! Düpedüz hakikat. Düpedüz şair.
Kırar insanı delinin neden bu türküyü seçtiği
Düşünelim: Deli “Yoğurt koydum
dolaba/Elllere vay/ Bögün başım kalaba/ Ellere vay/ Seni doğuran ana/ Ellere
vay/ Olsun bana kaynana” diyor, bu bizi kırıyor. Neden kırıyor? Yaklaşalım
biraz. Karıncalar var kafada, kalaba. Adam deli ve sözleri böylesine absürt
olan bir türküyü söyleyerek dolaşıyor. Alakasız şeyleri bir araya getiriyor. Ne
ilgisi var dolaba yoğurt koymanın bugün başımızın kalabalık olmasıyla. Ve bütün
bunların sonucunda benimle evlenir misin dileğini annen benim kaynanam olsun
diye bir yere bağlamanın. Ama deli ya, daha iyisi mi olur. Deli mi akıllı mı? Fransa’da
doğsan sürrealizmi filan kurardın, burada doğdun Ellere Vay delisi oldun. Bu
insanı kırmaz mı? Kırar. Fazla düşünmeyeceen bu devirde. Kafayı
yersin yoğusa.. Üstelik bizi kıran ve gayet acıklı bir hal olan şey oyun havası
olarak çalınır söylenir. Bu da insanı kırar.
Bilmek istiyorum başka deli var mı üzücü türkülerle
saldıran
Delilere hep saldırı öznesi olma potansiyeli atfedilir. Çoğu
yapmaz bunu aslında. Ama öyledir. Çocuklar böyle korkutulur. Ama bizim delimiz gerçekten
saldırgan. Tek ki üzücü bir türküyle saldırıyor insana!..
Bir insanın bütün gün aynı türküyü söyleyerek dolaşması,
böyle bir oluş… Hayatın bazılarına bu derece zalim olmasına nasıl kayıtsız
kalacaksın? Ama kalıyorsun işte. Deli varlığıyla bu kayıtsızlığa saplıyor
okunu: Yoğurt koydum dolaba!..
Söğüt dediğin ağacın delisi: Yere bakıyor gibi görünürler
aslında göğe bakarlar.
Söğütler çılgın/mecnun/meczup ağaçlardır. Sağ gösterip sol
vururlar. Delilerin sözlerinde ayrı bir hikmet aramaya eğilimliyizdir. Çocuklar
hariç. Tehlikeli Oyunlarda’ydı herhalde, Oğuz Atay söyler: Delileri önce
çocuklar fark eder.
Tunceli en çılgın dünya şehridir, meydanında Seyduşen’in
heykeli vardır. Bir gece yarısı çılgın bir söğüt tarafından kafası taşla ezilen
Seyduşen’in. Ki karla karışan kanı pembe bir leke gibi durur hafızalarda.
Delinin adını dağlara taşlara yazan yöresel ressamların gayet kötü resimleri
durur meyhanelerinde.
Bütün gündelik hay huy içinde, günü akşama erdirme gayretleri
içinde, kaygısızlıklar, umursamazlıklar, küçük iyilikler, kötülükler,
gösterişler, yalancı alçakgönüllülükler içinde adam bir şeye kahrediyor ve
başlıyor söylemeğe: Ellere vay... Şairin çekirge zihni “kalaba”yı türküden
çekip alıyor tabii bunu anlatmak için: “Kalabalar içinde, ölümü dayatan
selalar, pek de umut vermeyen iş ilanları, lokma dağıtılan lokasyon bilgileri…”
Türküden delinin deli oluş nedenine karıncalar olarak geçip oradan bizim akıllı
usturuplu dünyamızın öznelerine dönüşüyor kalabalar karıncalar, delinin rüya
gerçekliği olmaklıktan kurtulup bizim sert gerçeğimiz oluyor.
“kuru erik gerçek bir sebze değildir, lahana boru gibi bir
sebzedir.”diye nazire yapıyor Frank Zappa bizim deliye.
Liman bir
tostçuda rastlıyor tanıdığı deliye. Deli, ondan bir tost söylemesini istiyor.
Geçiştiriyor o, deli ısrar ediyor. Ne biçim deliyse, çok da akıllı. Liman
ikinci bir çalımla kalkıyorduk, hesabı öderken söylerim diyor. Sonra “Bekle
söylerim.” diyor içinden. Kötülük cümlesi bu. Sonra neden söylemediğinin
muhasebesini yapıyor filan, canı sıkılıyor. Sonra gece yarısı delinin, evinin
önünden geçtiğini görüyor, sanıyor vs. Dilenci manalı bakıyor. Şair daha manalı
anlıyor. Ellere vay delisi gerçekte yok belki de ama şair aklından çıkaramıyor:
“Bu şiiri yazarken, balkona
sigara içmeye çıktım. Baktım aşağıdan geçiyor. Gece 3 civarı. Türküyü
söylemiyor ama. Elleri cebinde usul usul yürüyor. 50 metre ilerde, gülseren
kuaför’ün önünde durdu. Aynalı camdan beni kesiyor sanki. Sanki tost zaten
onunmuş da ben ayağımla ezmişim gibi, ne biçim insanmışsın sen adi herif der
gibi ya da daha kötüsü, canın sağolsun der gibi bakıyor.”
Yaptığı
küçük kötülüklerle kafası karıncalanan kaldı mı şairlerden başka?
Mehmet işten
2021
Kasım, Merkezefendi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder