Birkaç yıl önce bir arkadaşa, “Teknolojinin her hangi bir seviyesinde yaşayabilseydin, ne olurdu?” diye sormuştum.
Arkadaşım kaprisli ve aksi bir insan olabilir. O bu ruh durumlardan birindeydi. “Bu aptal bir soru. Bizler ne istediğimiz hakkında fantezi kurabiliriz, fakat sadece ayakta durabilir bir düzeydeki teknoloji taş devridir. Şu an sahip olduğumuz ise çok kısa bir bip sesidir- bizler, içten tutuşmalı motorların (özellikle de iki devirli) korkunç sesini duymuş olan sadece altı veya yedi nesilden biriyiz – ve zamanla insanların kendi varlıklarının çoğu için yaşadıkları tarza dönülecektir. En fazla birkaç yüz yıl içinde. Tek soru oraya gelene kadar dünyada neyin kalacağı olmalıdır" demişti.
O elbette ki haklıydı. Yenilenemez kaynakların kullanımı üzerine kurulu her hangi bir sosyal sistemin kendi deyimiyle ayakta kalamayacağını çözmek için bir roket bilimcisi olmaya gerek yok: Esasen belki de bunu çözmek için her hangi bir fakat bir roket bilimcisini gerektiriyor. Aynı şekilde, yenilenebilir kaynakların yenilenemez kullanımına dayalı her hangi bir kültür sadece ayakta kalamaz olandır: şayet her yıl bir önceki yıldan daha az som balığı geri gelmiyorsa, daha erken veya daha geç hiç biri geri dönmeyecektir. Şayet her yıl önceki yıldan daha az orman kalıyorsa, daha erken veya daha geç hiçbiri kalmayacaktır. Bunu, örneğin, balık bölgelerinin dünya çapındaki balık bölgelerinin çöküşünden sonra görebiliriz: ekonomik olarak değerli balıkların uzun süreli avlanması, şimdi bile sözde işe yaramaz balıkların kökü kazınmıştır, endüstriyel uygarlığın gerçekten doymak bilmez midesinde yok olmaktadırlar.
Bütün bunları yerleştirmek için başka bir yol, kendi yaşam alanlarına vermekten çok daha fazlasını alan her hangi bir grup yaratığın (insanlar veya insan olmayanlar, bitkiler veya hayvanlar) açıkça kendi yaşam alanlarını tüketmeleridir. Bizim kültürümüz – Batı Uygarlığı – Orta Doğu’da başlayarak ve şimdi bütün gezegeni tüketmeye yayılarak yaklaşık altı bin yıldır kendi yaşam alanını tüketmektedir. Bu kültürün sürekli genişlemesi gerektiğini neden düşünesiniz? Ve bununla tesadüfi olarak sadece zorunluluk değil aynı zamanda da arzu edilebilir ve hatta sürekli büyümenin ahlaksallığını –hiçbir insanın şimdiye kadar cesaretle gidemediği--açık kılan bir retorik – nasıl yaşayacağımızı bize öğreten bir dizi hikaye - geliştirmiş olduğunu neden düşünesiniz? Belki de uygarlığın tanımlanan özelliği, Şehirler çevredeki kırlıklardan kaynakların kullanılmasına her zaman bel bağlamıştır, anlam, ilk olarak, şu ki hiçbir şehir asla ve asla ayakta kalamaz, ve ikinci olarak anlam şu ki, şehirlerin kendi aralıksız genişlemesi için genişleyeceği bölgeleri durmadan hiper-sömürüye uğratmak zorundadır: koloniler. Eminim ki sizler bunun sunduğu problemleri görebilirsiniz ve son nokta sınırlı bir gezegen üzerine uzanmak zorundadır. Şayet bu problemleri göremiyorsanız veya görmeyecekseniz, o zaman politikadaki ve iş yaşamınızdaki kariyerinizde başarılar dilerim. Bizim– takıntı noktasına varan –kabulden sakınmamız ve bu son noktanın kefaleti üzerinde hareket etmemiz, özellikle belirli sonuçlarda, tuhaftan da öteye geçer.
Çünkü insanlar genel olarak kendilerini açlıktan öldürmeyi seçmezler; çünkü aklı başında olan insanlar genel olarak kendi toprak temellerini yok ederler; ve çünkü endüstriyel üretimin sürmesi için kaynakların ithalatına ihtiyaç duyar, ticaret – ne kadar düzensiz olduğu önemli değil – birinin diğerinin yaşam biçimine müsaade edecek kadar yeterince güvenilir değildir. Kaynaklar zorla alınmalıdır. Uzun tarihlerden beridir savaşlar olması bu yüzdendir. Bu, kapitalist porpagandacı Thomas Friedman, "Pazarın gizli eli gizli bir yumruğu olmadan çalışmayacaktır - McDonald's Silicon Valley'in teknoloojiilerine Birleşmiş Milletler Ordusu, Hava Kuvvetleri, Donanama, ve Denizcilik Kolordusu adları verildiği için dünyayı emniyetli kılan gizli yumruğu ve F-15’in tasarımcısı McDonnell Douglas olmadan gelişemez." Olduğunu kabul ederken, antropolog Stanley Diamond’un, "Uygarlık yurtdışında fetih,kendi evinde baskı yaratır" diye yazmasıyla başlangıçta doğruydu ve bu bugün de doğrudur.
Çok şükür ki, biz bir tür olarak uygarlığın şafağından öncesinden son birkaç bin yılda esaslı bir biçimde değişime uğramadık, her yeni çocuk belli bir yerde kendi hayatını sürdürebilir bir çeşit yetişkin olma potansiyeliyle hala bir insandır, şayet sadece çocuğa, yaşamını idame ettirebilirliğine değer veren, ödüllendiren, yaşamını idame ettirilebilirliği tarafından yaşayan, kendisine yaşamını devam ettirebilmesini destekleyen hikayeler anlatan ve kendi yaşamını idame ettirememesine neden olabilecek bir çeşit istismarına sert bir biçimde müdahale eden bir kültür bağlamı içinde büyümesine müsaade edilmektedir. Bu doğaldır. Bu bizim kim olduğumuzu anlatır.
“İleriye” doğru gitmek için, her çocuğun uygar olmanın ne olduğu yerine insan olmanın ne demek olduğunu unutturulması gerekiyor. Psikiyatrist ve filozof RD Laing şöyle koyar; "Doğumun ilk anından itibaren, Taş Devri bebeği yirminci yüzyıl annesiyle karşı karşıya geldiğinde bebek şiddetin bu güçlerine tabi olmaktadır. . . aynı onun annesi ve babası ve onların aileleri ve ondan öncekilerin tabi olduğu gibi. Bu güçler temelde kendi olasılıklarının çoğunu yok etmekle ilgilenmektedir ve bu girişimin tamamı başarılıdır. Zamanla yeni insanoğlu on beş veya civarına geldiğinde, bizler kendimiz olmaya bırakılırız, yarım çıldırtılmış bir yaratık çılgın bir dünyaya daha fazla veya az alıştırılmış olur. Bu bizim mevcut çağımızın normalliğidir."
Her birimize gereken şey bu normalliğe uymamak.
Çeviri : Ramapithecus
(Green Anarchy 9, Yaz 2002 sayısından)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder