24 Haziran 2009

Kitleselleşen Sıkıntı Psikolojisi, John Zerzan

[John Zerzan'ın Gelecekteki İlkel kitabından alıntıdır.]

Marcuse, uzunca bir zaman önce, 60′lardaki çalkantıların kesilmeyen, ama daha dolaylı ve daha gözden ırak bir doğrultuda seyretmek zorunda kalan değişimlerin hemen arifesinde, One-Dimensional Man (Tek Boyutlu İnsan) adlı eserinde, yontulmuş kişilikler, hoşnutluk ve doygunluk tarafından karakterize edilen bir halk tanımı yapmıştı. Her tarafı kasıp kavuran bugünkü ıstırap dikkate alındığında, kim böyle tanımlanabilir? Aslında çok önceden başlamış olması gereken derin bir tartışma bu.

Bireyselliğin son kalıntılarını da ortadan kaldıran bu erozyon üzerine pek çok teorik çalışma yapıldı; ancak eğer durum gerçekten böyleyse, yani toplum artık tamamen homojenleşmiş ve evcilleşmiş insanlardan oluşuyorsa, nasıl oluyor da hâlâ tahammül kapasitemizi zorlayacak boyutta acılar ve kayıplar yaşanıyor? Şahsen tanıdığım pek çok kişi teker teker çıldırdı. Artık genelleşmiş olan bu acı, duygusal hastalıklar bağlamında, her şey insanı afallatan bir noktaya doğru gidiyor.

Marx, hatalı bir şekilde, derinleşen maddi bir yoksullaşmanın, bir başkaldırıya ve böylece sermayenin düşüşüne yol açacağını öngörmüştü. Sakın başkaldırıyı yeniden gündeme getiren olgu, giderek artan psikolojik acılar olmasın; hatta direnişin son umudu da bu olmasın?

Kaldı ki, acının “tek başına” hiçbir şeyin güvencesi olmadığı apaçık ortada. “Arzu devrimi ‘istemiyor’, o kendi gerçekliğinde devrimcidir” diyen Deleuze ve Guattari, daha sonra Anti-Oedipus’ta faşizmi hatırlayarak, insanların kendi çıkarlarına ters olanı arzuladıklarını, aşağılanmaya ve köleleşmeye gösterilen hoşgörünün yaygınlığını koruduğunu fark ediyorlardı.

Kitlesel bir reddediş, gerçekliğin tüm boyutlarına yönelen bir karşı duruşun en azından bazı belirtilerini gösterse de, ruhsal baskının ve kuşatılmışlığın arkasında toplumsal baskıların olduğunu biliyoruz. Toplumsallık bilinci, kişisel olanı göz ardı etmemelidir; zira bu, psikolojinin temel hatasını olduğu gibi tekrar etmek anlamına gelecektir. Eğer bugünkü karabasan içinde her birimizin kendi korkuları ve sınırlamaları varsa, bu durum, bütünün önceliğini ve bu bütünün her birimizdeki uzantısını es geçen bir kurtuluş yolunun olmadığını gösterir.

Stres, yalnızlık, bunalım, sıkıntı; bunların tümü günlük yaşamdaki çılgınlıklardır. Giderek devasa boyutlara ulaşan mutsuzluk, içten içe de olsa beraberinde, her şeyin farklı olabileceği düşüncesini getirmektedir. Teknolojik toplumda, bu yabancılaşma ve bunalım çölünde, herhangi bir sevinç kırıntısı kalmış mıdır? Akıl sağlığı uzmanları, sadece yüzde yirmimizin psiko-patolojik semptımlar sergilemediğini belirtmektedir. Yani, ciddi biçimde sağlıksız bir toplumun kronik ruhsal sefaletiyle belirlenen bir “normallik patolojisi” sergiliyoruz.

Arthur Barsky’nin Worried Sick (Kaygılı Hasta, 1988) adlı eseri, bunca tıbbi “ilerlemelere” rağmen, halkın daha önce asla böylesine “yoğun bir tıbbi bakım ihtiyacı” hissetmediği bir Amerika panoraması çiziyor. Aileyi ve kişisel yaşamı kulatan genel kriz, sağlık arayışının, özellikle de duygusal sağlık arayışının, ciddi endüstriyel boyutlara ulaştığını göstermektedir. Kelimenin tam anlamıyla adeta zehir saçan bir iş yaşamı, ailenin çözülüşüyle birleşerek sağlık sanayisi holdinglerini devasa boyutlarda büyütmektedir. Ancak dramatik olan şu ki, tıbbi bakıma geçmişe oranla daha çok ilgi gösteren sıkıntı içindeki bir toplum için mevcut tıbbi bakım modeli, sorunun çözümü değil, bizzat kaynalarından biridir. Thomas Bittker, “Amerikan Psikiyatrisinin Sanayileşmesi”nden bahsederken,1 Gina Kolata, ilaç artık herhangi bir ticari mal olarak görüldüğünden, doktorlara yönelik güvensizliğin boyutlarını ele almaktadır.2

Her şeyi olduğu gibi kabul etme biçimindeki ruhsal bozukluk, yarattığı tahribatı azaltmak üzere, artık tamamen biyokimyasallarla tedavi edilmektedir. Sakinleştiriciler artık dünyanın en çok tavsiye edilen ilaçlarıdır ve anti-depresanlar da satış rekorları kırmaktadır. Geçici bir rahatlamaya – tüm yan etkileri ve bağımlılık yaratan özellikleriyle birlikte – çabucak ulaşılırken, hepimiz gittikçe daha çok çöküyoruz. Durumu idare etmenin güçlüğü, “herkes adeta tükenmiş gibi görünüyor” diyen Trish Hall’ün “Neden Tüm İnsanlar Hiç Zamanlarının Olmadığını Hissediyorlar” adlı makalesinden de anlaşılmaktadır.3

Ekim 1989′da yapılan bir anket, stresten kaynaklanan hastalıkların tüm işyerlerindeki başlıca tehlike olmaya başladığını gösteriyor; bundan bir ay sonra ise, Kaliforniya’da yapılan stres kaynaklı hastalık başvurularının 1982 ile 1986 arasında neredeyse beş kat arttığı haber veriliyordu. Daha yakın dönemlere ilişkin rakamlara dayanılarak, çalışanlara yardım programlarındaki yeni vakaların neredeyse üçte ikisinin psikiyatri stres semptomları içerdiği tahmin edilmektedir. Douglas La Bier, Modern Madness (Modern Çılgınlık, 1986) adlı eserinde, “İş nasıl bir şeydir ki günümüzde bu kadar tahribat yaratıyor?” diye soruyordu. Bu sorunun kısmi cevabı, “yarının bürosu” olan Bilgi Çağı’nın, dünün kan ter içindeki atölyesinden daha iyi olmayacağını gözler önüne seren ve giderek artan literatürde bulunmaktadır. Gerçekten de bilgisayarlaşma, eski işyeri denetim tekniklerinin tümünü katbekat aşan neo-Taylorcu bir iş denetimini gündeme getirmektedir. Curt Supplee, Washington Post’ta yayımlanan Ocak 1990 tarihli makalesinde, “teknolojik kırbacın” artık tüm beyaz yakalıları tehdit ettiğini belirttikten sonra şu sonuca varıyor: “Geleceği gördük ve bu bize acı veriyor.” Bundan birkaç ay önce ise, Sue Miller, Baltimore Evening Sun’da yazdığı bir makalede, Amerikan kadınlarının %93 gibi şaşırtıcı bir oranının “hüzün epidemisine yakalandığını” ortaya çıkaran ulusal çapta bir klinik psikoloji çalışmasını işaret ederek, mesleki tükenmişlik tablolarına bir yenisini ekliyordu.

Bu arada, ABD’deki intihar ve cinayet oranları hızla artıyor; halkın yüzde sekseni intiharı en azından aklından geçirdiğini itiraf etmektedir. 13-19 yaş grubundaki genç intiharları son otuz yıl içinde muazzam bir şekilde arttır ve akıl hastanelerine kapatılan aynı yaş grubundaki gençlerin oranı 1970′ten günümüze kadar yüksek boyutlara fırladı. Bu ıstırap pek çok farklı biçimde dışa vurmaktadır: Çocuklardaki aşırı şişmanlık son 15-20 yıl içinde yüzde elliyi aşkın bir artış gösterdi; yüksek okullardaki kadınlar arasında rastlanan yoğun beslenme bozuklukları (bulimia ve anorexia) giderek genelleşiyor; cinsel işlevsizlik yaygınlaşıyor; panikten ve tedirginlikten kaynaklanan saldırı vakaları, bunalımı bile sollayarak, en genel psikolojik hastalığımız olma noktasına ulaşıyor; yalıtılmışlık ve anlamsızlık duygusu, en saçma tarikatları ve televizyondaki İncil vaazlarını bile pek çok kişi için çekici hale getirmeye devam ediyor.

Kültürel semptomlardaki artış ise uçsuz bucaksız bir silsileye dönüşüyor. Genel kaçamak işlevlerine rağmen, çağdaş filmlerin çoğu karamsarlığı yansıtıyor; buna örnek olarak, Robert Philip Kolker’ın A Cinema of Loneliness: Penn, Kubrick, Scorsese, Spielberg, Altman (Bir Yalnızlık Sinemasi: Penn, Kubrick, Scorsese, Spielberg, Altman) adlı eserini gösterebiliriz. Hakeza, yakın dönemlerde yazılan romanların çoğu, toplumdaki yalnızlığı, erdemsizliği ve özellikle de gençlikteki tükenmişliği betimlemekte çok daha cesur davranıyor; örneğin Bret Easton Ellis’in Less Than Zero (Sıfırdan da Az), Fred Pfail’in Good Man 2020 ve Harry Crews’ün The Knock-out Artist (Nakavt Olan Sanatçı) adlı eserleri.

Bu genel yoksullaşma bağlamında, egemen değer ve erdemlerin başına gelenler, “kitle psikolojimizi” ve onun çarpıcı sonuçlarını yerli yerine oturtma bakımından son derece ilgi çekicidir. “Anlık zevklere” yönelik talebin gittikçe daha çok süreklileştiğini, buna bağlı olarak hem soldan hem de sağdan öfkeli fferyatların yükseldiğini ve baskı kurumlarının artan çürümüşlüğünü gösteren pek çok belirti var.

Kişisel iflas ve borç sorununa bir çözüm olarak kredi kartı sahtekârlığı ve özellikle de borçların kasten ertelenmesi, 1988′de bir-buçuk-milyar-dolar seviyesine ulaştı ve 1980 ile 1990 arasında iki katına çıktı. Federal öğrenci borçlarındaki savsaklamalar 1983 ile 1989 arasında neredeyse dörde katlandı.

Kasım 1989′da ABD Donanması’nda eşi görülmemiş bir olay yaşandı; donanma, son üç haftada dikkatsizlik sonucu ölümlere ve yaralanmalara yol açtığı kazalardan dolayı dünya çapındaki tüm operasyonlarını 48 saatliğine ertelemek zorunda kalıyordu. Bu erteleme esnasında yapılan teftişler, uyuşturucu kullanımı, mazeretsiz devamsızlık, vasıfsız personel ve donanmanın harekât kabiliyetini bir bütün olarak tehdit eden diğer sorunlarla ilgili tartışmaları yeniden alevlendirdi.
Bu arada, işyeri hırsızlığı oranları, bugüne kadar görülmemiş boyutlara ulaşmış durumda. Dallas Polis Örgütü, 1989′da, perakende satışlarda verilen fire oranının son beş yıl boyunca yüzde 29 oranında arttığını rapor ederken, kamuoyu araştırmaları yapan London House tarafından yapılan ulusal bir araştırma, fast-food çalışanlarının yüzde 62’sinin kasadan para çaldıklarını itiraf ettiklerini ortaya koyuyordu.

Kasım 1988 seçimleri son kırk yılın seçmen azalması rekorunu kırdı ve 1960′tan bu yana başkanlık seçimlerinin başbelası olan düşük katılım oranı aşağı inmeye devam ediyor. Kolej giriş sınavlarındaki not ortalaması, 70′li yıllar boyunca ve 80′li yılların başında düştü, ardından kısa bir süreliğine toparlandı ve nihayet 1988′de tekrar düşmeye başladı. Arthur Levin, kolej öğrencilerinin 80′li yıllarında başlangıcındaki portresini çizdiği When Dreams and Heroes Died (Düşlerin ve Kahramanların Öldüğü An) adlı eserinde, “genelleşen bir siniklik ve güven eksikliği”nden söz ederken, Robert Nisbetin 80′li yılların sonunda yayımlanan The Present Age: Progress and Anarchy in North America (Bugünkü Çağ: Kuzey Amerika’da İlerleme ve Anarşi) adlı eseri, “başıboş dolaşan” genç kuşağın sistem üzerinde yarattığı feci etkilerden yakınıyordu. George F. Fill ise kendi payına, hükümetin otoritesi de dahil olmak üzere tüm toplumsal düzenlemelerin, “halkın onlara inanma arzusuna” dayandığını hatırlatırken, Harvard’lı ekonomist Harvey Liebenstein, Inside the Firm (Firmanın İçinde) adlı eserinde, şirketlerin, çalışanlarının yapmak istedikleri iş türüne göre hareket etmeleri gerektiğini vurguluyordu.

Okulu yarım bırakma sorununa gösterilen kitlesel ilgiye rağmen, ülke çapında liseler, üniversite birinci sınıfa başlayacak olan öğrencilerin yüzde yetmişini zar zor mezun edebiliyorlar. Michael de Courcy Hinds’in belirttiği gibi,4 “ABD’li eğitimciler çocukları okulda tutmak için akla gelebilecek her şeyi deniyorlar.” Asıl önemli olgu ise, okuma yazma öğrenmek istemeyen çeşitli yaş gruplarındaki insanların sayısındaki artıştır. David Harman, Illiteracy: A National Dilemma (Okumamışlık: Ulusal Bir İkilem, 1987) adlı eserinde durumun ne kadar şaşırtıcı olduğunu dile getirerek, “görünüüşte çok basit olan yetenekleri edinmekten niçin böylesine kaytarıldığını” soruyordu.

Cevap şu olabilir; okumamışlık, tıpkı eğitim gibi, daha ziyade sırf işyerine sağladığı katkıyla değerlendirilmektedir. Giderek yaygınlaşan hoşnutsuzluk çerçevesinde, okur yazarlığın reddedilişi olsa olsa, sistemden kopuştaki yoğunlaşmanın bir diğer belirtisi olabilir. 1988 ortalarında, Hooper tarafından yapılan bir araştırma, işin, yaşamdaki önemli tatminler sıralamasında, on üzerinden sekizinci sırada olduğunu gösteriyordu, ve 1981-83′teki gerilemeden bu yana yıllık üretkenlik artışı, en düşük seviyesine 1989 yılında ulaştı. Uyuşturucu ile mücadele 80′li yıllarda hükümete neredeyse 25 milyar dolara mal olurken, uyuşturucu “salgını”, toplumu en şiddetli şekilde çalışmanın reddi ve yaşamın gözden çıkarılması noktasında tehdit ediyor. Hem bu sorunu ele alacak, hem de bu acı ve sahte değerler manzarasını savunacak herhangi bir “uyuşturucuyla savaş” türü ise yoktur. Kaçış ihtiyacı giderek artmakta ve kendisini ayakta tutan tüm dayanakları çürümüş olan hasta toplumsal düzen yüzüstü kaldığını hissetmektedir.

Ne yazık ki, en büyük “kaçış” esas olarak yine çarpık güncel hizmet etmektedir; Sennet bu kaçışı “psikolojinin burjuva yaşamda giderek artan önemi” olarak adlandırmıştır. Buna, 60′lı yıllardan beri yeni terapi türlerindeki olağanüstü artış da dahildir ve bu olgu psikolojinin hakim bir din olarak yükselmesine dayanmaktadır. Psikolojik bir toplumda birey kendisini bir sorun olarak görür. Toplumsal olanı yadsıdığı için, bu ideoloji eşi görülmemiş bir toplumsal hapsoluş teşkil etmektedir; psikoloji, insanların maruz kaldığı koşullardan bir bütün olarak toplumun da sorumlu olduğunu reddetmektedir.

Bu ideolojinin yarattığı sonuçlara her yerde rastlanabilir. Örneğin, iş stresi içinde boğulan insanlara “derin bir nefes almaları, gülmeleri ve yürüyüşe çıkmaları” türünden tavsiyelerde bulunulması gibi. Veya, çeşitli kullanım malzemelerinin geri dönüşümü sağlama doğrultusunda ahlâki dayatmalarda bulunulması; sanki, kişisel bir tüketim ahlâkı, endüstriyel üretimin yarattığı global eko-krize gerçek bir çözüm oluşturulmuş gibi. Ya da, Kaliforniya Özgüven Artırma Ekibi’nin, bu eyaletteki temel toplumsal çöküşe bir çöözüm olarak özgüven oluşturma girişimleri.

Çağdaş yaşamın merkezine oturan bu bakış açısı, yabancılaşmayı, yalnızlığı, umutuszluğu ve endişeyi meşrulaştırmaktadır, çünkü, sıkıntımızın gerçek boyutlarını görememektedir. Bu yaklaşım ıstırabı özelleştirmekte ve ancak toplumsal olmayan çözümlerin uygulanabilir olduğunu ileri sürmektedir. Adorno’nun deyişiyle, “içedönüklükten ibaret olan bu sınırsız sahtekârlık” tecrübeyi gizemlileştirip tahakkümü süreklileştirerek, Amerikan yaşamının tüm alanlarına yayılmaktadır.

Tedaviyi eksen alan bir dünya görüşüne gösterilen yaygın bağlılık, ruhsal sağlık adına, ruhsal hastalıklar edindiğimiz ve tedavinin zulmü altına giren bir kültür yaratmaktadır. Davranış uzmanlarının giderek yaygınlaşan etkisiyle birlikte, güçsüzlük ve yabancılaşma da yaygınlaşmaktadır; modern yaşam, artık çeşitli uzmanlıklar ve onların propagandacıları aracılığıyla yorumlanır hale gelmiştir.

Örneğin Gail Sheehy’nin Passages (Pasajlar, 1977) adlı eseri, hayattaki gelişmeleri, herhangi bir toplumsal ve tarihsel çerçeve olmaksızın ele alır ve böylelikle, Gail’in “özgür ve özerk kişiliğe” gösterdiği ilgiyi berbat eder. Arlie Russel Hochschild’in Managed Heart (Yönetilen Yürek, 1983) adlı eseri, giderek daha fazla hizmet sektörüne dayanan bir ekonomik sistemde “insan duygularının ticarileştirilmesi” üzerinde yoğunlaşır ve sınıflı toplumun mantığı ve bunun yarattığı mutsuzluk karşısında sergilediği cehaletle, totalitenin sorgulanmasını önlemeye çalışır. Anne Wilson Schaef’in When Society Becomes an Addict (toplum Bir Müptelaya Dönüştüğünde, 1987) adlı eseri ise, taşıdığı başlığa rağmen, sadece kişiler arası ilişkileri ele alarak toplumun varlığının inkârına yönelik tamamen tutarsız bir girişimdir. Üstelik bu kitaplar, kitabevlerini ve süpermarketleri saran “rehber” terapi kitapları silsilesi içinde, gerçeklikten en az kaçanlar arasındadır.

Açıkça görüldüğü gibi, psikolojinin kaynağı ısmen, cemaatin veya dayanışmanın olmayışı ve giderek ivme kazanan toplumsal parçalanmadır. Burada vurgulanan şey, insanın kişiliğinin değiştirilmesi ve bürokratik tüketim kapitalizminin sonuçları ile onun yaşamımız ve bilincimiz için ifade ettiği anlamın ne pahasına olursa olsun kavranmasına engel olunmasıdır. Örneğin, Samuel Klarreich’in Stress Solution (Stresin Çözümü, 1988) adlı eserini ele alalım: “…İşyerinde olup biteni hesaba katmayan çeşitli yaklaşımları benimseyerek, neyin stresli olduğunu ve hayatımızı ne kadar etkileyebileceğini çoğu zaman belirleyebileceğimize inanıyorum.” Böylece, üretkenlik kisvesi altında yurttaş artık, İvan İlliç’in de belirttiği gibi, herkesin terapinin müşterisi olma noktasına doğru gittiği veya en azından onun bakışını kabullenme eğiliminde olduğu bir endüstriyel dünyanın müebbet mahkûmu olarak yetiştirilmektedir.

Psikolojik toplumda, her türlü toplumsal çatışma, bireylere özel bir sorun olarak benimsetilmek üzere, otomatikman ruhsal sorunlar düzeyine çıkarılır. Örneğin eğitim, “hiper devinim” olarak kategorize edilip, ilaçlar ve/veya psikiyatri ideolojisiyle üstesinden gelinmeye çalışılan neredeyse evrensel bir direniş ile karşılaşmaktadır. Çocuğun karşı çıkışını görüp anlamak yerine, kimsenin tedavi tuzağından kurtulmamasını güvence altına almak üzere, çocuğun yaşamı daha çok istila edilmektedir.

Açıktır ki, toplumsal olandan geri çekiliş, ekseriyetle yenilgi deneyimini ve bu deneyim sonucunda ortaya çıkan boyun eğişi temel alarak, kişiselliği, gerçekliğin biricik alanı olarak sunmaktadır. Louise Banikow, “tekler dünyası”nın çaresiz bir sakinini şöyle betimler: “İsteklerim artık tümüyle kişisel. Yapmak istediğim tek şey aşık olmak.” Ancak, her ne kadar psikoloji tarafından budansa da bir şeyleri gerçekleştirme talebi, biçimlendirilmiş iç dünyanın bileşenlerini parçalama tehdidini taşıyan yoğun bir açlık ve ıstırap boyutu tarafından yaratılan bir taleptir. Yukarıda da belirtildiği gibi, otorite karşısında kayıtsızlık, kurumlara yönelik güvensizlik ve giderek yaygınlaşan bir nihilizm, tedavinin ne bireyi tatmin ettiği ne de sonuç olarak toplumsal düzeni güvence altına aldığı anlamına gelmektedir. Toynbee, gözden düşen bir kültürün, proletaryaya umut taşırken aslında sadece yönetici sınıfın ihtiyaçlarına hizmet eden yeni bir kilisenin yükselişini desteklediğini belirtmiştir. Muhtemelen kısa bir süre sonra, insanlar bu kilisenin psikoloji olduğunu anlamaya başlayacaklardır ki, hayatın nasıl olabileceği konusundaki “gerçekdışı beklentiler” karşısında terapi dünyasının ayağa kalkması da bundan kaynaklanıyor olsa gerek.
Yarım yüzyılı aşkın bir süredir bürokratik ve tüketici bir sistemin düzenleyici ve hiyerarşik ihtiyaçlarını karşılamak üzere, modern denetim ve tespit araçlarına ulaşılmaya çalışılmaktadır. Özü gerçeğin en üstün biçimi olarak kabul eden psikolojik yaklaşımın bu avutucu ideolojisi, bu denetim ihtiyacına hizmet etmiştir ve varlığını önemli oranda Sigmund Freud’a borçludur.

Freud’a ve onun çatışan güdülerden ve özün keyfi bir şekilde id’e, egoya ve süper egoya bölünmesinden oluşan Wagnerci teorisine göre, bireyin tutkuları başlangıçtan itibaren sabit ve tehlikeliydi. Uygarlığın işi, bu tutkuları dizginleyip denetlemekti. Psikanilizin tüm görkemi, diyordu Freud, zorunlu baskı teorisi üzerinde yükselmektedir; ki böyle bir yaklaşım açıkça tahakkümü desteklemektedir. Bu yaklaşıma göre, insan kültürü yalnızca acı veren yöntemlerle yaratılmıştır, uygarlığın sürmesi için arzudan sürekli olarak feragat edilmesi kaçınılmazdır ve çalışmanın sürekliliği, bastırılan sevginin enerjisine dayanmaktadır; “insan doğasının doğal saldırganlığı” tüm bunları gerektirmektedir, zira böyle bir insan doğası ebedi ve evrensel bir olgudur.

Tüm bu baskıların yozlaştırıcı gücünü gayet iyi anlayan Freud, nevrozun tüm insanların ayırt edici niteliği olma noktasına gelebileceğini düşünmüştür. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde faşimzden duyduğu korku giderek büyümesine rağmen, Freud yine de, mutluluktan feragat etmeyi gerekçelendirerek, faşizmin yükselişine katkıda bulunmuştur. “Birkaç yıl sonra, – cehaletin ve mutluluk korkusunun en iyi örneklerinden birini ortaya koyan – patolojik bir dahinin, ‘kahramanca özveri’ sloganıyla Avrupa’yı yıkımın eşiğine getirdiğini” gözlemleyen Reich, Freud ve Hitler’den derin bir acıyla söz etmiştir.

Suçun ve baskının kaçınılmaz kaynağı olan Oedipus kompleksiyle birlikte, Freud bir kez daha mükemmel bir Hobbesçu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylesi bir evrensel koşul, (erkek için) çocukluk döneminde babadan korkma ve anneyi arzulama deneyimleri aracılığıyla, kişinin kendi kendisine dayattığı tabuların öğrenilmesine yarayan bir araçtır. Bu yaklaşım, mevcut kadınların tümüne sahip olan ve oğulları tarafından öldürülerek yok edilen güçlü bir babanın tahakkümü altındaki ilk kalabalıklar hakkında Freud’un uydurduğu gerici peri masalına dayanmaktadır. Böylesi bir antropolojik yaklaşım, kaleme alındığı zaman bile gülünçtü ve Freud’un en temel hatalarından birini, toplumu uygarlıkla eşitleme hatasını açık seçik gözler önüne sermektedir. Freud’un, suç ve utanç anlayışımızın asıl kökeni olarak ileri sürdüğü tuhaf ataerkillik şöyle dursun, uygarlık öncesi yaşamın tahakkümünden uzak ve eşitlik içinde olduğu konusunda artık inandırıcı kanıtlar vardır. Freud, Oedipal geçmişin kaçınılmazlığına ve kültürel nedenlerden dolayı, hem Oedipal kompleksin hem de bizzat suçun geçerliliğine inanmaya devam etti.

Freud ruhsal yaşamı, kişinin kendi içine kapanması, toplum tarafından etkilenmemesi olarak ele almıştır. Böylesi bir hareket noktası, çocukluğun, hatta bebekliğin, determinist bir yaklaşımla değerlendirilmesine neden olduğu gibi, “yoksullaşma korkusu, ilkel anal erotizmden kaynaklanmaktadır” türünden düşüncelere de yol açmıştır. Freud’un, Psychopathology of Everyday Life (Günlük Yaşamın Psikopatolojisi) adlı eserini ve bu eserin 1904 ile 1924 arasında yaptığı on baskıyı bir düşünün; her baskıya durmadan yeni “sürçme” örnekleri veya elde olmadan ifşa edici ibr şekilde kullanılan sözcükler ekleniyordu. O yıllarda, Avusturya ve civarında meydana gelen onca çalkantıya rağmen, bu burjuva öznelerin duyduğu devrim korkusuyla ya da grevler, başkaldırılar türünden günlük toplumsal korkularla ilgili olarak Freud’un “sürçtüğü” tek bir örneğe bile rastlayamıyoruz. Freud’un evrenselci, tarihdışı düşünceleri açısından önemsiz oldukları için, böylesi konularda yapılan aleni hataların kolayca göz ardı edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Dikkate değer bir diğer nokta da, Freud’un ölüm içgüdüsünü “keşfetmiş” olmasıdır. Freud, gittikçe derinleşen bir kötümserlikle, yaşama içgüdüsü olan Eros’u, hayatta kalmaya çalışan türlerin taşıdığı temel ve yok edilemez bir ölüm ve yıkım tutkusu olan Tanatos’un karşısına çıkarmıştır. Bunu basitçe, “Hayatın biricik amacı ölümdür” biçiminde ifade etmiştir.5 Bu keşfe, Birinci Dünya Savaşı’ndaki kitlesel kıyım ların, giderek mutsuz hale gelen bir evliliğin ve bir çene kanserinin başlangıcının eşlik ettiğini hatırlatmak zor olmasa da, bu çarpık metafiziğinin otoritenin haklı gösterilmesine sunduğu katkıdan şüphe edilemez. Ölüm içgüdüsünün kaçınılmazlığı – yani, saldırganlığın, kinin ve korkunun hep içimizde olacağı iddiası – kurtuluşun mümkün olduğu düşüncesi önünde bir engeldir. Sonraki on yıllarda ise, Melanie Klein’in ölüm içgüdüsünü temel alan çalışmaları, özellikle saldırganlığı sınırlamak üzere toplumsal baskılara yaptığı vurgudan dolayı, İngiliz yönetici çevreleri arasında sükse yaptı. Günümüzün başlıca neo-Freudcusu olan Lacan da, ıstırabı ve tahakkümü kaçınılmaz olarak değerlendiriyor gibi görünmektedir; Lacan özellikle ataerkilliğin doğal bir yasa olduğu hususunda ısrar ediyor.

Freud’un düüşüncelerini buyurgan reçetelerden ziyade birer tanımlama olarak kabul eden Marcuse, Norman O. Brown ve başkaları, Freud’u radikal bir doğrultuda yeniden teorize ederlerken, Freud’un karanlık düşüncelerini, tasavvur edilebilir herhangi bir toplumsal dünyadan ziyade, yabancılaşmamış bir yaşam için geçerli kabul eden yaklaşımın inandırıcılığı oldukça sınırlıdır. Hatta pek çok Freudcu feminist bile vardır; böylesi feministlerin, kadınların maruz kaldığı baskı karşısında psikanalitik dogmalardan medet umma çabası içine girmeleri çok daha uyduruk bir yaklaşım olarak ortaya çıkıyor.

Aslında Freud, “dişilik ilkesini” doğaya daha yakın, daha az yüceltilmiş ve erkeklikle kıyaslandığında, baskıdan daha az etkilenmiş olarak tanımlamıştır. Fakat, tüm değerleri için geçerli olduğu üzere Freud, erkek entelektüelliğinin dişi duygusallığı karşısındaki zaferi için, uygarlığın ilerleyişine oldukça yoğun bir vurgu yapmıştır. Freud’u sahiplenmeye yönelik çabaların en üzüntü verici yanı ise, bu çabalarda herhangi bir uygarlık eleştirisinin olmayışıdır; Freud tüm çalışmalarında, uygarlığın en yüce değer olarak kabul edilmei ilkesini esas almıştır. Metodolojik bir anlayıştan yola çıkan Foucault ise, Freudcu yapıya yeni yönelimler kazandırmakla yetinenleri kastederek, herhangi bir sisteme yönelik arzunun “mevcut sistemdeki katılımımızı daha da uzatacağı” uyarısını yapmaktadır.

Freud’a yönelik bu kısa değerlendirmenin bütünlüğü ve derinliği hakkında herhangi bir iddiada bulunmuyorum, ancak, Freud’un bu inkârının6 ne kadar sakat olduğu, Freudculuğun, “objektif” bilime içkin olan değerlerin ötesinde herhangi bir anlam ifade edip etmediği şimdiye kadar anlaşılmış olmalıdır. Bu temel hataya, Freud’un neredeyse tüm felsefesinin keyfi doğası eklenebilir. Temel toplumsal gerçeklikten belirgin bir şekilde kopuk olmasının yanı sıra – buna pek çok örnek verilebilir, ama özellikle unutulmaz olanı, cinsel istismarın her şeyden önce bir fantezi olduğunu açıkladığı ayartma teorisidir – Freud’un vardığı herhangi bir sonuç, gayet inandırıcı bir şekilde çürütülebilir. Sonuç olarak, karşımıza, Frederick Crews tarafından özetlendiği üzere, “mekaniklik, şeyleşme ve keyfi bir evrenselcilikle zehirlenmiş bir doktrin” çıkmaktadır.

Tedavi konusuna gelince, onun kendi verilerini esas alarak söylemek gerekirse, Freud tek bir hastasını bile asla kalıcı bir şekilde iyileştirememiştir ve o tarihten günümüze dek psikanalizden herhangi bir sonuç elde edilememiştir. Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü 1984 yılında, kırk milyonu aşkın Amerikalının akıl hastası olduğu tahmininde bulunurken, Regier, Byd ve benzeri kişiler tarafından yapılan bir çalışma,7 yetişkin nüfusun yüzde on beşinin “psikiyatrik bozukluğa” sahip olduğunu göstermiştir. Joel Kovel’in deyimiyle, giderek kötüleşen bu durumun apaçık boyutlarındna biri, “kalıcı bir kriz bataklığına saplanmış” ve inanılmayacak kadar çok bireyi duygusal olarak kötürümleştirdikten sonra, akıl sağlığı sanayisinden medet umar hale gelmiş modern ailedir.

Yabancılaşma tüm psikiyatrik koşulların özü ise, psikoloji yabancılaşanları inceleyen bir bilimdir, ancak bunun farkında değildir. Bireyin kendisini tanıyamaz hale geldiği total bir toplumun etkisi, Freud ve Psikolojik Toplum gibi ağır toplar tarafından, teşhis ve tedaviden bağımsız olarak görülmektedir. Böylece psikiyatri, insanı adeta kötürümleştiren acıyı ve hüsranı kendisine çalışma alanı olarak seçer, bu olguları birer hastalık olarak yeniden tanımlar ve bazı durumlarda bu semptomları dizginler. Tüm bunlar olup biterken, iğrenç bir dünya, sürekli bir kendiliğindenliği ve sevgiyi içeren her türlü yaşamı dışlayan yabancılaştırıcı teknolojik rasyonelliğini sürdürmeye devam eder: Böylece kişi, duygularının yok oluşu pahasına, kendisini bir üretim aracına dönüştürmek üzere tasarlanmış bir disiplinin boyunduruğu altına girmektedir.

Akıl hastalığı, her şeyden önce, farkında olmadan bu disiplin tasarımından kaçış ve pasif bir direniş biçimidir. R.D. Laing, şizofreniden, kişinin iç canlılığını korumak üzere bir tür ölü numarası yaptığı, ruhsal bir uyuşma olarak söz etmiştir. Tipik bir şizofren, kendisini işyerindeki rolünü üstlenmeye hazırlayan uzun bir sosyalleşme döneminin doruk noktası olan 20 yaş civarındadır. Ve böyle bir yazgıya “uygun” değildir. Torrey’in Schizophrenia and Civilisation (Şizofreni ve Uygarlık, 1980) adlı eserinde ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi, şizofreninin endüstriyalizmle yakından ilgili olduğu kayda değer bir tarihsel olgudur.
Son yıllarda, Ssasz, Foucault, Goffman ve başkaları, “akıl hastalığı” değerlendirmelerine kaynaklık eden ideolojik önyargılara dikkat çekmişlerdir. Örneğin cinsel “bozukluk” vakalarına yönelik kültürel önyargılar “objektif” dil tarafından gizlenmektedir: 19. yüzyılda mastürbasyon bir hastalık olarak değerlendiriliyordu ve psikolojik kurumların eşcinselliği hastalık kategorisinden çıkarması ancak son yirmi yıl içinde mümkün olabildi.

Öte yandan, akıl hastalığının kökenlerini ve tedavisini çağrıştıran bir sınıfın varlığı uzunca bir süre önce anlaşıldı. Sadece, zenginler arasında “egzantrik” olarak adlandırılan durumların yoksullar arasında genellikle psikiyatrik bozukluk biçiminde tanımlanması – ve oldukça farklı bir şekilde yorumlanması – anlamında değil, Hollingshed ve Redlich’in Social Class and Mental Illness (Toplumsal Sınıf ve Akıl Hastalığı, 1958) adlı eserinden beri yapılan pek çok çalışma, yoksulların duygusal sakatlanmaya daha çok yatkın olduklarını göstermiştir. Ros Poster, deliliğin, gücü tasavvur ettiği için, hem kudretsizlik hem de sınırsız bir kudretlilik olduğunu gözlemlemiştir ki bu bize, yabancılaşmanın, güçsüzlüğün ve yoksulluğun etkisinden dolayı, kadınların erkeklere göre daha sık sinirsel çöküntüye uğradıklarını hatırlatıyor. Toplum, hepimizin maniple ve güvensizlik duygusuna kapılmasına yol açmaktadır: Kim böyle bir durumda “paranoyak” olmaktan ve bunalıma girmekten kurtulabilir? Kısacası, sözüm ona tarafsız ve akılcı olan sağlık modeli ile yüksek boyutlara varan ıstırap ve hastalık arasındaki uçurum giderek derinleşmekte ve bu sağlık modeli gözle görülür şekilde inandırıcılığını yitirmektedir.

Yayılmacı amaçlara sahip psikolojik tıbba son otuz yıldaki yükseliş trendini kazandıran şey, daha önceki toplumsal denetim biçimlerinin başarısızlığı olmuştur. Otoritenin tedavi modeli (ve bu modelin hizmetinde olan güya değerler-üstü profesyonel güç) devlet iktidarıyla fazlasıyla iç içe geçmiştir ve kişiselliği, geçmişe oranla çok daha yüksek boyutlarda istila etmiştir. Guattari’ye göre, “Psikanalitik kontrol hırsı sınır tanımamaktadır; eğer önünde herhangi bir engel olmazsa, hiçbir şey ondan kurtulamaz.”

Anormal davranışların ilaçla tedavi edilmesi konusunda ise, Sovyetler’deki muhaliflere yönelik psikiyatrik yaptırımları veya davranış modifikasyonu da dahil olmak üzere ABD cezaevlerindeki bellek kontrol teknikleri dizisini bile geride bırakan çok daha vahim şeyler oluyor. Cezalandırma artık tedaviyi içermekte ve tedavi de yeni bir cezalandırma biçimine dönüşmektedir; legal mekanizma, tıbbi, psikolojik ve pedagojik bir doğrultuda giderek büyüdükçe, tıp, psikoloji, eğitim, sosyal işler yepyeni kontrol ve disiplin boyutları kazanmaktadır. Ne var ki, korkuyu başlıca dayanak noktası olarak alan ve işlevsel olabilmek için yönetilenlerin işbirliğini her zamankinden fazla gerektiren yeni düzenlemeler, yurttaşlar arasındaki uyumu hiçbir şekilde garanti etmemektedir. Gerçekten de, bu yeni düzenlemelerin tümüyle başarısızlığa uğramasıyla birlikte, sınıflı toplum elindeki tüm taktikleri ve gerekçeleri yitirmekte ve yeni saldırılar yepyeni direniş mevzileri yaratmaktadır.
Günümüzde genellikle “toplumsal akıl sağlığı” olarak adlandırılan düzenlemenin kökeni, 1908′de kurulan Akıl Sağlığı Hareketi’ne dayandırılabilir. Çalışma saatlerini, aynı zamanda Bilimsel Yönetim olarak da adlandırılan ve işçinin üretim sürecine yepyeni bir boyut kazandıran Taylorcu tarzda düşürülmesi çerçevesinde, bu yeni psikolojik saldırının dayanak noktası, “bireysel huzursuzluğun önemli oranda ruhsal sağlığın bozulmasından kaynaklandığı” hükmüydü. Toplumsal psikiyatri, bu endüstriyel psikolojinin daha da ilerlemiş, ulusallaştırılmış biçimini temsil etmektedir ve toplumsal dönüşüme yönelik radikal akımları hedeflerinden saptırıp, yaşamı tekrar üretkenliğin egemen mantığının boyunduruu altına sokmak üzere geliştirilmiştir. 1920′lere gelindiğinde, Elton Mayo ve benzer kişilerin çalışmalarıyla, işçiler, eskiye oranla çok daha büyük ölçüde sosyal bilim uzmanlarının elinde bir nesneye dönüşmüşlerdi. Kolektif ve bireysel huzursuzluğu gidermek üzere, tüketimin bir yaşam biçimi olarak öne çıkarılmaya başlandığı dönem de bu olmuştur. Work and Madness (İş ve Delilik, 1983) adlı kitabın yazarı Diana Ralph’a göre, 1930′lu yılların sonlarına gelindiğinde, endüstriyel psikoloji “günümüzde toplumsal psikolojiyi tanımlayan başlıca buluşları çoktan geliştirmiştir.” Bunlara örnek olarak, kitlesel psikolojik testleri, akıl sağlığı ekiplerini, profesyonel olmayan yardımcı danışmanları, ayaküstü yapılan hasta ve aile terapisini ve iş yaşamına sunulan psikiyatrik danışmanlığı gösterebiliriz.

İkinci Dünya Savaşı esnasında “ruhsal açıdan uygun olmadıkları” gerekçesiyle bir milyonu aşkın kişinin silahlı kuvvetlere alınmaması ve stres kaynaklı hastalıklarda 50′li yıllardan itibaren gözlenen hızlı yükseliş, dikkatleri, modern endüstriyel yabancılaşmanın sakatlayıcı doğası üzernde yoğunlaştırdı. Bu hastalıklarla mücadele etmek üzere devlet finansmanı arayışına girildi ve 1963′e gelindiğinde Federal Toplumsal Akıl Sağlığı Merkezi adlı bir düzenlemeyle bu finans kaynağı sağlanmış oldu. Yoksulların yanı sıra işsizleri de uyuşturmak üzere görece yeni olan sakinleştirici ilaçlarla desteklenen bu yeni düzenleme, özellikle kentlerde, o güne kadar tedavinin erişemediği bir devlet müdahalesinin başlangıcı oldu. Bu yüzden, bazı siyah militanların, bu yeni akıl sağlığı hizmetini daha rafine bir polis müdahalesi ve gettolara yönelik bir gözetim sistemi olarak görmesi pek de şaşırtıcı olmasa gerek. Böylece, kitlelere karşı her zaman tedirgin olan egemen düzenin kaygıları, her alanda olduğu gibi bu alanda da, bilimin sağlıklı, normal ve üretken olarak addettiği bir imajla giderilmiş oluyordu. Psikolojik Topluma hakim olan baskıcı normallik, ifadesini, otoritenin en iyi arkadaşı olan amansız bir özdenetimde bulur.

Bir zamanlar çekirdek aile, Norman O. Brown’un “sınırsız bir şekilde yayılan teknolojik ilerleme kâbusu” olarak nitelediği olgunun ruhsal dayanaklarını teşkil ediyordu. Bazılarının dışsal dünyaya yönelik bir kalkan olarak düşündüğü aile, hep bir emniyet kemeri olarak egemen ideolojinin hizmetinde olmasının yanı sıra, kadının içe kapanma psikolojisinin üretildiği, kadın üzerindeki toplumsal ve ekonomik sömürünün meşrulaştırıldığı ve cinselliğe getirilen yapay kısıtlamaların korunduğu bir yer olmuştur.

Bu arada, Donzelot ve benzeri kişilerin çalışmalarında da görüldüğü üzere, devletin, eğitilemeyen ve sosyalleştirilemeyen çocuklar konusundaki sıkıntısını, aile üzerine düşen gölgelerin bir diğer boyutudur. Tıbbi tedaviyle oluşturulan iyilik imajı sayesinde devlet güçlenirken, aile hızlı bir şekilde işlevini yitirmektedir. Rothbaum ve Weisz, Child Psychopathology and the Quest for Control (Çocuk Psikopatolojisi ve Kontrol Arayışı, 1989) adlı eserde ele aldıkları konunun hızla yaygınlaşmakta olduğunu tartışırlarken, Castel ve Lovell, daha önce yazdıkları The Psyciatric Society (Psikiyatrik Toplum, 1982) adlı kitapta “çocukluğun ilaç ve psikoloji tarafından tamamen sıkı bir disiplin altına alınacağı” günlerin yaklaşmakta olduğunu fark edebilmişlerdir. Bu eğilim bazı açılardan artık sadece bir tahmin olmaktan çıkmıştır; örneğin James R. Schiffman, “Psikiyatrik Hastanelere Kapatılan 13-19 Yaş Grubundaki Gençlerin Sayısı Dehşet Verici” başlıklı makalesinde,8 adeta bir paçavraya dönüştürlen ailenin bu yan ürününden söz etmektedir.

Terapi, mevcut psikolojik dinimizin kilit ritüellerinden biridir ve etkisi giderek büyümektedir. Ameikan Psikiyatri Kurumu’nun üye sayısı 1983′te 27.355 iken, 80′li yılların sonuna gelindiğinde bu sayı 36.223′e çıktı ve 1989′da en azından bir kısmı sağlık sigortası kapsamında olan 22 milyon kişi psikiyatristlere veya diğer terapistlere başvurdu. Psikoterapinin tahminen 500 türünü uygulayanlardan yalnızca küçük bir azınlığının psikiyatristler veya sağlık sigortası kapsamına girenler olduğu dikkate alındığında, bu rakamlar terapinin karanlık dünyasının yakınından bile geçmemektedir.

Philip Rieff, psikanalizi “kültürün ürettiği yalnızlığa dayanmayı öğrenmenin bir başka yöntemi” olarak tanımlamıştır ve özellikle mesafeli, sınırlı ve eşitliğin olmadığı bir olay olan terapi ilişkisini ve onun doğurduğu yapay durumu anlatmanın en iyi yolu da budur. Terapide çoğu zaman bir kişi konuşur, diğer kişi ise dinler. Müşteri neredeyse her zaman kendisinden bahseder, terapist ise neredeyse hiçbir zaman kendisinden bahsetmez. Terapist hastalarıyla sosyal ilişki kurmaktan titizlikle kaçınır ki, bu da hastaların günlük gerçeklikten koparılmış, bu fazlasıyla sınırlı zaman dilimi içinde konuştukları kişinin bir dost olmadığını anımsatan bir başka olgudur. Benzer şekilde, terapi ilişkisinin tamamen sözleşmeye dayanan doğası, kendi içinde, her türlü terapinin kaçınılmaz olarak yabancılaşmış bir topluma hizmet ettiğinin garantisidir. Yabancılaşmayla, saat başına ücret ödenerek kurulan bir ilişki aracılığıyla baş etmeye çalışmak, yukarıda sıralanan nitelikler bağlamında bir terapist ile bir fahişe arasındaki benzerliği göz ardı etmekten başka bir şey değildir.

Gramsci, “aydını”, “onaylamaktan sorumlu memur” olarak tanımlamıştır ve bu formülasyon aynı zamanda terapistin rolüne de uymaktadır. Guattari’nin de belirttiği gibi terapist, insanları “tutkulu enerjilerini sosyal alanın dışına” yoğunlaştırmaya yöneltmekle, onları toplumun baskılarını kabul etme doğrultusunda maniple etmektedir. Müşterilerin deneyimlerine kaynaklık eden sosyal kategorileri değiştirme imkânına sahip olmayan terapist, bu kategorilerin insanlar üzerindeki denetimini daha da arttırmaktadır. Terapist tipik bir şekilde, müşterilerin ilgisini işle ilgili hikâyelerden çekip, sözümona “gerçek” alanlar olan kişisel yaşam ve çocukluğa yöneltmeye çalışır.

Terapinin bir işlevi olan psikolojik sağlık, büyük ölçüde eğitsel bir süreçtir. Rollerin ayrıldığı bir sistemdir söz konusu olan; müşteri, terapistin temel varsayım ve metafizik düşüncelerini kabul etmeye yöneltilir. François Roustang, Psychoanalysis Never Lets Go (Psikanaliz Asla Geçit Vermiyor, 1983) adlı eserinde bu konudaki kaygılarını şöyle ifade eder; “Başlıca amacı ‘hazzı ve verimliliği’ (Freud) sağlayacak kapasitedeki güçleri özgürlüğüne kavuşturmak olan terapi yöntemi, ya tedavinin ardı arkası gelmediği için.. ya da müşteri düşüncelerin dile getiriliş biçimine ve aynı zamanda psikanalizin tez ve önyargılarına adapte olduğu için, çoğu zaman yabancılaşmayla sonuçlanır.”

Hans Lysenko’nun 1952′de yayımlanan “Psikoterapinin Etkileri” başlıklı kısa ama ünlü makalesinden bu yana, şu saptaması, sayısız diğer çalışma tarafından da doğrulandı: “Yoğun ve uzun süreli bir psikoterapi gören kişiler, aynı zaman dilimi içinde herhangi bir tedavi görmeyen kişilerden daha iyi durumda olmuyor.” Öte yandan, terapinin veya tavsiyelerinin, yarattığı sonuçlardan bağımsız olarak, pek çok kişinin kendisini daha iyi hissetmesini sağladığına da şüphe yok. Bu anormallik, terapi tüketicilerinin, dikkate alındıklarına, biri tarafından dinlendiklerine ve rahatlatıldıklarına inanmaları olgusundan kaynaklanıyor olmalı. Giderek daha fazla yabancılaşan bir toplumda, bu hiç de az şey değildir. Ayrıca, Psikolojik Toplumun, mensuplarını kendilerini suçlayacak biçimde koşullandırdığı ve terapiye en çok ihtiyaç duyanların, en kolay şekilde sömürülebilenler olduğunu da unutmamak gerekiyor; terapiye en çok ihtiyaç duyanlar, en yalnız, en güvensiz, en sinirli ve en bunalımlı kişilerdir. Natura sanat, medicus curat (Doğa iyileştirir, doktorlar/danışmanlar/terapistler bakar) şeklinde eski bir deyişi hatırlamak zor değil; ancak içine gömüldüğümüz acı ve yalıtılmışlığın bu hiper yabancılaşmış dünyasında doğal olan ne kaldı ki? Buna rağmen dünyayı yeniden kurma gerekliliği pek de dile getirilmiyor. Eğer terapi iyileştirmek ve bütünleştirmek anlamına geliyorsa, bunun, mevcut dünyayı, toplumun de-terapize edilmesini de içerecek şekilde dönüştürmekten başka bir yolu var mıdır? Situationist Enternasyonal 1963 yılında “S.I., er ya da geç kendisini bir iyileştirici olarak tanımlamalıdır” sözlerini tamamen böyle bir ruhla ilan etmiştir.

Ne yazık ki, büyük komünal davalar söz konusu on yılın sonlarına doğru daha ziyade bir dejenerasyona dönüşerek, 60′lı yıllardaki coşkunun daha küçük ve daha kişisel çabalar içinde öğütüldüğü özgün bir terapi biçimini aldı. Naif eylemcilik, yenilginin ve düşkırıklığının istilasına uğradıkça, “Kişisel olan politik olandır” yaklaşımı sadece kişisel olana yol verdi.
İlgisini başka alanlardan çekip çocukluk ve bebeklik dönemindeki ilk gelişim evreleri üzerinde yoğunlaştıran Freudcu psikanalize verilen eleştirel karşılıklardan doğan İnsan Potansiyeli Hareketi 60′lı yılların ortasında başladı ve karakteristik özelliklerini yetmişli yılların başında kazandı. Bilinçli ego ve onun gerçekleştirilmesi üzerine yapılan post-Freudcu bir vurguyla birlikte İnsan Potansiyeli Hareketi, kişisel gelişim seminerlerinin çeşitli tür ve karışımlarını, vücut tanıma tekniklerini ve Doğu ruhani disiplinlerini de içeren bir terapi buketi ortaya attı. Buna göre, kısmi çözümler karmaşası içinde saklı olan yıkıcı bir potansiyel vardır; Adelaide Bry’nin de belirttiği gibi, bu nosyona göre, yaşam “sonsuz ve keyifli bir olasılıklar devri olabilir.” Ruhsal çöküntüden hemen kurtulma isteği, bireylerin onuru ve tatmini açısından giderek daha fazla önem kazanırken, bu arayışın kültürel odağını gören Daniel Yankelovich,9 70′li yılların sonuna gelindiğinde, Amerikalıların yaklaşık olarak yüzde sekseninin, dönüşüm için böyle bir terapi araştırmasına ilgi duydukları sonucuna varıyordu.

Ne var ki, çağdaş Psikolojik Toplumun doruk noktası olan İnsan Potansiyeli Hareketinin özelleşmiş yaklaşımları, aldatıcı olmayan uzun vadeli çözümler sağlamakta başarısız kalarak beklentileri boşa çıkardı. “Bu toplumdaki herkes büyük bir acı içindedir” diyerek bu gerçeği itiraf eden Arthur Janov, söz konusu acılara yol açan mevcut baskıcı topluma hiçbir şekilde değinmemektedir. Janov’un İlk Çığlık (Primal Scream) tekniği, 70′li yılların en gülünç her derde deva tekniği olarak bilinir. Bilimselciliğin bireylere güç verme iddiası, insanları otoriter yükümlülükler ve dünya görüşleri doğrultusunda sosyalleştirmek üzere başvurulan bio-elektronik geribesleme teknolojilerinden başka bir şeye dayanmıyordu. Moonies türünden tarikat gruplarının popülaritesi, bilinmeyeni keşfetme sürecini sabit deneyimlerle bize hatırlatmaktadır; yalıtılmışlık, bıkkınlık, bekleyiş ve öneri; gerek beyin yıkama faaliyetleri gerekse de şamanik vizyon arayışları bu deneyimlerden beslenmektedir.

Yoğun psikolojik manipülasyona bir örnek vermek gerekirse, Werner Erhard’ın est yönetimi, en popüler ve bir bakıma en karakteristik İnsan Potansiyelleri fenomenlerinden biri oldu. Erhard Eğitim Seminerlerine katılanlara, “onlar gibi olmayı tercih edin” diyerek yardımcı olan Werner Erhard epeyce zengin oldu. Kurbanı suçlama biçimindeki klasik tarza dayanan est yöntemi, çok sayıda kişiyi, neredeyse dinsel bir şekilde, sistemin en temel yalanlarından birine sarılma noktasına getirdi; bu yöntemin uygulayıcıları itaatkâr bir şekilde konformisttirler çünkü, mevcut duruma yol açan gelişmelerdeki “sorumluluklarını kabul ederler”. Uygulayıcılarının topluma pasif bir şekilde entegre olmalarına yardımcı olan Transandantal Meditasyon ise kendisini adeta pazarlamıştır. Örneğin Transandantal Meditasyonun, modern toplumun çeşit çeşit “aşırlıklarına ve streslerine” uyum sağlamakta işe yaradığı iddiası, şirketlere pazarlanmasında kullanılan başlıca temaydı.Büyük ölçüde rasyonelleşmiş teknolojik bir dünyanın tuzağına düşen İnsan Potansiyelleri arayışçıları doğal olarak, kişisel gelişim, duygusal yakınlık ve her şeyden önce de kendi yaşamları üzerinde belirli bir denetime sahip olma duygusuna ulaşmak istiyorlardı. Yetmişli yılların özyardım alanındaki best-seller kitapları10 çoğunlukla kontrol sorunu üzerinde yoğunlaşır. Ne var ki, gerçekliği kişisel bir yaratıcı olarak vaaz etmek, bu kontrolü son derece dar bir şekilde tanımlama zorunluluğu anlamına geliyordu. Toplumsal gerçekliğin bir veri olarak kabul edilmesi bir kez daha, “duyarlılık eğitiminin”, gerçekliğin hemen hemen tamamına yönelecek sürekli bir duyarsızlığa dönüşmesi olasılığı anlamına geliyordu; yani aynı yabancılaşmaya, cehalete ve esarete daha fazla yatkın hale gelme olasılığı.

İddia ettiği kadar başarılı olmasa da İnsan Potansiyelleri Hareketi, en azından soruun bir hastalık olmaktan çıkarılması yönündeki görüşünü kamusal alanda geniş bir şekilde gündeme getirmeyi başardı. Günlük yaşam giderek daha fazla ölçüde tıbbın denetim ve hakimiyeti altına girdikçe, daha eski, özellikle de Freudcu “bilimsel” davranış modellerinin çok daha kötü bir kopyası olan ve insanı adeta şaşkına çeviren yeni bir terapi silsilesi ortaya çıktı. Terapiye ilişkin beklentilerde yaşanan değişimle birlikte, yalnızca pozitif düşünme ve içi boş olan itiraf yaklaşımının da ötesine geçen ve sükûnetten daha farklı olan radikal bir umut ortaya çıktı.

Hem ticarileşerek bir uzmanlık alanı haline gelen geleneksel terapiden hem de kitlesel pazarlanan ve bir tür eğitim haline gelen seminer seanslarından daha ileri bir adımı ifade eden özyardım biçimlerinden biri de, günümüzde oldukça popülerlik kazanan “destek grubu”dur. Ticari olmayan, emsal-grup eşitliğine dayanan ve duygusal ıstırabın pek çok türüne hitap eden destek gruplarının sayısı son on yıl içinde dörde katlandı. Bireyin “Daha Yüksek Bir Güce “ boyun eğmesi (ki bunu, kurumlaşmamış her tür otoriteye boyun eğme olarak okuyabilirsiniz) esasına dayanan 12 aşamalı “anonim” grup (örneğin, Alkolikler Anonimi) ideolojisini uygulamayan bu destek grupları, hastalığın depolitize edici gücü veya yalıtılmışlık içinde yaşanan acılar karşısında büyük bir dayanışma kaynağı oluşturmaktadır.
Kişiliği yeniden biçimlendirmenin ve böylece yaşamı dönüştürmenin mümkün olduğunu savunan İnsan Potansiyelleri Hareketi, Yeni Çağcılığın (New Ageism) temel slogani olan “Kendi gerçekliğini yarat” sloganıyla bir adım daha ileri gitmiştir. Giderek artan ve her tarafı istila eden yalnızlık dikkate alındığında, alternatif bir gerçeklik, daha doğrusu dinin ebedi avuntusu arzu edilir hale gelmektedir. Çünkü, 1980′li yılların ortalarından beri revaçta olan New Age, esas itibariyle, çaresizlik ve güçsüzlük duyguları altında iki büklüm olan insanlar için gerçeklikten dinsel bir kopuşu, hatta mevcut ruhbilimsel kaçamaklardan çok daha keskin bir kopuşu ifade etmektedir. Din, gerçek yabancılaşmayı telafi etmek için, yabancılaşmamış bir alan yaratır; New Age ise, kabul edilemez mevcut durumu tersyüz ederek, yeni bir uyum ve barış çağının gelişini ilan eder. Hiçbir şey talep etmeyen, eklektik ve materyalist olan bu vekil dinde, her türlü teselli, her türlü gizemli saçmalık – medyumluk, kristal iyileştirme, reenkarnasyon, UFA’lar tarafından kurtarılma vb. – gider. “İnanıyorsanız doğrudur.”
Evet, otoritenin buyurduğu şeylerle gittiği sürece her şey gider; örneğin, kızgınlık “sağlıksızdır”, ne pahasına olursa olsun önüne geçilmesi gereken bir “olumsuzluktur”. Söylendiğine göre, New Age’in “kaynağını” Feminizm ve ekoloji teşkil etmektedir, tıpkı Nazi hareketinin “kökenlerinin” militan işçilere dayanması gibi (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, adını hatırlayalım). Bu ise akla, New Age’in başlıca etkili şahsiyetlerinden biri olan Carl Jung’u getirmektedir. Tüm eski inanç ve mitleri yeniden canlandırma çabası içinde olan Jung’un, bir psikolog olmaktan çok teoloji ve gericiliğin figürlerinden biri olduğu gerçeği “muhakeme yapmaktan yoksun” mutluluk avcıları tarafından ya bilinmemektedir ya da önemsenmemektedir. Daha önemlisi, 1933-1939 yılları arasında Uluslar arası Psikoterapi Derneği’ne başkanlık eden Jung, derneğinde Nazileştirilmiş Alman seksiyonuna başkanlık etmiş ve (aynı adı taşıyan Reichmareşal’in kuzeni M. H. Göring ile birlikte) Zentralblatt für Psychoterapie adlı yayını çıkarmıştır.

Otto Kernberg’in Borderline Conditions and Pathological Narcissism (Sınır Çizgisi Koşulları ve Patolojik Narsisizm, 1975) adlı eseri ile Christopher Lasch’ın The Culture of Narcissism (Narsizmin Kültürü, 1978) adlı kitabının yayımlanmasından beri, taraftar toplamaya devam eden bir başka düşünceye göre ise, “narsist kişilik bozuklukları” hepimizin başına gelen şeylerin en somut örneğidir ve çağımızdaki “kişilik yapısının dayandığı temeli” ifade etmektedir. Kendini sevmenin ve daha fazla tatmin isteğinin göstergesi olan Narcissus, suçluluk ve baskı bileşenleriyle birlikte, Oedipus kompleksinin yerine geçerek çağımızın miti haline gelmiştir; bu ise Freudcu toplumda olduğundan çok daha açıkça dile getirilip benimsenen bir değişime denk düşmektedir.

Bu arada, 60′lı yıllardan beri sürmekte olan bu değişimin, kişisel gelişim arayışı bağlamında, mensupları kendi arzularını daha az ciddiye alan New Age ile kıyaslandığında, İnsan Potansiyelleri Hareketine daha yakın olduğunu hatırlamakta yarar var. Yaygın New Age reçeteleri arasında olan “Sonsuz derecede yaratıcısınız”, “Sınırsız bir potansiyele sahipsiniz” türünden sloganlar, kendi değişim ve gelişim kapasitelerinden şüphe eden kişiler tarafından belirsiz hüsnükuruntulara dönüştürülmekte ve öfkeyi dizginleyici bir rol oynamaktadır. narsisizm kavramı klinik ve sosyal açıdan kısmen anlaşılmaz olmakla birlikte, bu kavram sık sık, geleneksel otoritenin bazı taraftarlarını ürküten dayatmacı ve saldırgan bir tarzda ifade edilmektedir. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, İnsan Potansiyelleri Hareketinin “kişinin kendi duygularıyla bağ kurması” doğrultusundaki faaliyetleri, duyguların – özellikle de öfkenin – aranan şeylerden daha güçlü şekilde var olduğu alanlarda, narsisizm kadar özgüven oluşturucu olmamıştır.

Otoriteye gösterilen bu içselleştirilmiş fedakârlık ve saygıdan vazgeçilmesi karşısında adeta yas tutan çevrelerin bu kadar revaçta olması dikkate alındığında, Lasch’ın “Narsisizmin Kültürü” kitabı, Oedipus kompleksinden Narcissus’a geçiş bağlamında, en etkili sosyal analizlerden biri olmaya devam ediyor. Ebeveynler ve toplum tarafından dayatılan sosyal disiplinin damgasını vurduğu eski otoriter günlere nostaljiyle bakan “yeni solcu” Lasch, katı bir Freudcu olduğunu, hatta bu hususta düpedüz muhafazakâr olduğunu kanıtlamıştır. Mevcut baskıcı düzeni mümkün olabilecek yegâne ahlâk olarak kucaklayan Lasch’ın eserinde herhangi bir karşı çıkışa rastlamak mümkün değildir. “İçtepi kaynaklı” narsist kişiliği hırçın bir şekilde reddeden Lasch’a benzer bir tutum da, Amusing Ourselves to Death (Kendimizi Ölümle Eğlendirmek) adlı eserinde Neil Postman tarafından sergilenmiştir. Postman, artık herhangi bir “ciddiyeti” kalmayan, tersine “laçkalaşarak absürd hale gelen” politik söylemdeki çöküntüyü bir erdem olarak görür; buna yol açan şey ise, “eğlencenin ve zevkin”, “ciddi kamusal katılımın” önüne geçtiğini savunan yaygın tutumdur. Mecut politik çerçeveden narsistçe bir kopuşu, en azından pozitif veya yıkıcı bir gelişme olarak gören bir zamanların radikallerine Sennet ve Bookchin de dahil edilebilir. Oysa, Russell Jacoby11 gibi ortodoks bir Freudcu bile, özverinin aşınmışlığı bağlamında “narsisizmin, bireysel sağlık ve mutluluk adına bir karşı çıkışı barındırdığını” kabul eder; Gilles Lipovesky ise, Fransa’daki narsisizmin, Mayıs 68 ayaklanmaları esnasında doğduğu kanısındadır.

Böylece narsisizm, arzunun basit bir şekilde öze yerleştirilmesinden veya özkimlik ve özsaygı duygularını her vesileyle koruma gerekliliğinden çok daha fazla şey ifade etmektedir. Başları “narsisizmle belada olan” insanların sayısı giderek artmakta ve böylesi insanlar, parçalanmış modern toplum ile onun kültürel ve ruhsal yoksullaşmasının yarattığı sevgisizliğin ve aşırı yabancılaşmanın ürünleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Tahakküm altında geçen bir yaşam ve kifayetsiz bir gerçeklikle bu yaşamı idame ettirmenin anlamsızlığı nedeniyle hissedilen ve aynı bağımlılık anlayışının genellikle dizginlendiği sınırsız bir öfke ile atbaşı giden derin boşluk duyguları, bir narsistin belirgin niteliklerini oluşturmaktadır.

Freudcu teori, başkaldırının genel özelliğini olgunlaşmamış bir “anal erotizm bağlılığı” olarak saptarken, narsistçe bir “huzursuzluk ve itaatsizlik”ten duyduğu korkuyu ifade eden Lasch ile paralellik içinde, toplumu göz ardı ederek mevcut baskıcı varoluşu savunmaktadır. Özerkliğe ve kişisel değere duyulan şiddetli özlem, bizzat değerin kendisini tartışma konusu yapan yeni bir değerler çatışmasını akla getirmektedir. Her birimizin içinde, kendi yetenekleri veya kendi nitelikleri için değil, bizzat kendisi için sevilmek isteyen bir narsist yaşamaktadır. Tehlikeli bir şekilde yardım karşıtı ve sermaye karşıtı olan bu içgüdüsel duruş kendinden menkul bir değerdir. Arnold Rothstein gibi Freudcu bir terapiste göre, “sırf kişi istiyor diye, dünyanın o kişiyi mutlu etmesini beklemek” tiksinti vericidir. Rothstein, nihayetinde, “insanın varoluş koşulları içinde örtük olarak bulunan göreceli pasifliğin, çaresizliğin ve zayıflığın” kabul edilmesini sağlayacak uzun psikanaliz reçeteleri yazmaktadır.

Birtakım kişiler de narsisizmi, nitel açıdan farklı bir dünyaya duyulan açlık olarak görmüşlerdir. Norman O. Brown narsisizmin “dünya ile sevgi birliği” tasarısına dikkat çekerken, feminist Stephanie Engel, “özgün narsist mutluluk anılarının çağrısı bizi bir gelecek düşüne doğru itmektedir” iddiasında blunmuştur. Öte yandan Marcuse, narsisizmi, ütopik düşüncenin başlıca unsuru, bütünlüğü kutsayan ve öven efsanevi bir yapı olarak görmüştür.

Otantikliğe duyulan şiddetli isteği köreltmek amacıyla beyhude çabalar içine giren Psikolojik Toplum, elbiselerden ve arabalardan tutun da kitaplara ve terapilere dek, her türlü yaşam biçimine hitap eden her türlü metayı sunmaktadır. Debord haklıydı; egemen ihtiyaç imgelerine kendimizi ne kadar çok kaptırırsak, kendi varlığımızı ve arzularımızı da o kadar az anlarız. Toplumun bize sağladığı imgeler, bize kendimizi kendi evimizde hissetme şansı tanımıyor; tersine, “narsisizmi” yıkıcı bir sıkıntı biçimi olarak önümüze süren ve insanı çileden çıkaran saçma sapan bir inkâr ve yitme duygusuyla karşılaşıyoruz.

Schiller, iki yüz yıl önce, uygarlığın modern insanda açtığı bir “yara”dan söz ederken iş bölümüne işaret etmişti. “Psikolojik insan” çağını ilan eden Philip Rieff ise, “sonuncu düşmanın da, yani insanın içsel yaşamının hatta bizzat insan ruhunun teknoloji tarafından ele geçirildiği” bir kültüre dikkat çekmişti. Bürokratik-endüstriyel çağımızın uzmanlık kültüründe, içsel yaşamın yorumlanması ve değerlendirilmesi bakımından uzmanlara duyulan güven bile kendi başına, işbölümünün ulaştığı en ürkütücü ve saldırgan düzeyi göstermektedir. Biz, artık işlenen, standardize edilen, etiketlenen ve hiyerarşik denetime tabi tutulan kendi deneyimlerimize giderek daha fazla yabancılaştıkça, teknoloji, sıkıntılarımızın arkasındaki güç ve ideolojik tahakkümün temel biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizi kemiren mutsuzluğun tüm yanılsamaları ortadan kaldırmasıyla birlikte, bizi yozlaştıran güç giderek daha çıplak şekilde gözler önüne serilmektedir.

Lasch ve benzeri kişiler tüm bunlara içerleyip, çağdaş “psikolojik” ruhun dayatmacı doğasını dönüştürmeye çalışabilirler, ancak, nereye varacağı kestirilememekle birlikte, bu tartışmanın çerçevesi artık pek çok kişi için bir hayli genişlemiştir. Pekâlâ da bu yüzden Psikolojik Toplum, “Kişi değişebilir mi?” şeklindeki gözde sorusu aracılığıyla mevcut çatışmaları saptırmakta hatta ertelemekte başarısız kalıyor olabilir. Oysa asıl sorulması gereken soru şu olmalı; acaba, değişim-gücümüzü-bizden-zorla-gasp-eden-dünya eşi benzeri görülmemiş bir değişime zorlanabilir mi?

1American Journal of Psychiatry, Şubat 1985

2New York Times, 20 Şubat 1990.

3New York Times, 2 Ocak 1989.

4New York Times, 17 Şubat 1990

51920

6New Introductory Lectures (Yeni Tanıtıcı Konferanslar, 1933)

7Archives of General Psychiatry (Genel Psikiyatri Arşivleri, Kasım 1988)

8Wall Street Journal, 3 Şubat 1989.

9New Rules, (Yeni Kurallar) 1981.

10Power (Güç), Your Erroneous Zones (Hatalı Olduğunuz Alanları), How To Take Charge of Your Life (Nasıl Yaşamınızın Efendisi Olabilirsiniz), Self-Creation (Özyaratım), Looking Out For #1 (Numaraya Göz Dikmek) ve Pulling Your Own Strings (Dizginleri Elinize Almak)

11Telos, Yaz 1980.

Hiç yorum yok: