29 Mayıs 2010
Post Modern Çağda Anarşist Ahlak, Dave Baxter
Anarşizm, kendin insan özgürlüğünün etik ideallerine derin bir bağlılıkla tanımlamaya çalışır. Geleneksel olarak bu, hareketin gücünün en büyük kaynağı olarak kabul edilir. Anarşistler radikal eleştirilerini, modern devletin idari mekanizmaları ve kanun koyucuların insanlara uyguladıkları yıpratma temelli baskıcı yöntemleri üzerine kurarlar. Özgür insan doğasının ifade edilmesini etkili bir şekilde ezebilmek için devlet baskısı, bürokratik otoriterizm, ekonomik sömürü, ailevi ve cinsiyetçi egemenlik gibi araçları içeren bir mekanizma oluşturur. Bu nedenle anarşistler devamlı olarak bu mekanizmanın süratli bir şekilde tarihin tozlu sayfalarına gömülmemesi gerektiğini savunurlar.
Öte yandan bu ahlaki idealler sıklıkla anarşizmin en büyük zayıflığının da kaynağı olarak algılanmıştır. Böylece hem sağdan hem de soldan gelen bu düşmanca eleştiriler anarşizmin özgürlük anlayışı ve söylemini ahlaki yetersizlik ve sosyal düzensizlikle eşitlemeye çalışarak anarşizmin tutumunu önemsizleştirmeye çabalamaktadırlar. Onlara göre anarşizm felsefesi kaos ve karışıklığı savunmaktadır ve böylece, ciddi teorik ve pratik değerlendirmeleri hak etmediginden kolaylıkla göz ardı edilebilir.
Tabii ki bu yargı, hareketin kurucuları tarafından kararlılıkla yalanlanmıştır. Ve eğer son dönemlerin birtakım sözde anarşistlerinin tavır ve davranışları olmasaydı, söz konusu yargı çoktan politik mitolojinin derinliklerine gömülmüş olacaktı. Burada, potansiyel insan özgürlüklerini kutsarken bu yapılanı doğru ve yanlış ahlaki kavramlar arasındaki farkı kendi baslarına belirleyebilme hakki olarak algılayan bireyleri kastediyorum. Yani anarşist insanin özgürlük kavramı, ahlaki görecelik teorisine bağlılığı gerektirir iddiası yanlış ve basarisiz bir kavrayıştır.
Tabii ki göreceli ahlaka inanç, anarşist hareketin saflarıyla sınırlanmış değildir. Aksine bu doktrin bütün çağdaş toplumlarda yaygın bir etkiye sahiptir. Bu etkiyi açıklamak için birçok sosyolojik ve psikolojik neden ileri sürülüyorsa da (örneğin; şehirlerdeki çürüme, aile biriminin çözülüşü ve kurumlaşmış dinlerin ivme kaybetmesi) bunların hepsi su anda yüz yüze olduğumuz krizin teorik boyutlarını kavramakta basarisizdir. Bu kriz son dönemlerde moda olan entelektüel postmodernizm doktrini içinde gizlidir. Postmodernizm son zamanlarda sıklıkla günlük konuşmalarda ve makalelerde yeniden söz konusu olmaya başlayan bir terim. Maalesef bu terimin genel kullanım düzeyi ile terimin halk tarafından kavrandığı düzey arasında hemen hemen hiç bir ilişki yoktur. Bunun nedeni, postmodernistlerin kendi aralarında bile, postmodernizmin tanımı üzerinde ancak nadiren hemfikir olabildikleri olgusudur.
Bu bağlamda postmodernizmin ihtimamlı bir tanımını yapmaktansa bu doktrinin kanımca zararlı olan sonuçlarını göstermek benim için daha önemli. Bu bahsettiğim ikinci görevin üstesinden gelebilmek için postmodernist dünya görüsüne biçim veren felsefi öngörüleri enine boyuna düşünerek incelemek gerekmektedir.
Herhalde bu konuya yaklaşmanın en iyi yolu diş dünyada dilin nasıl anlaşıldığı üzerine birkaç söz söylemekle başlamaktır. Bunun ilk yolu, tek kelimelerin (örneğin ağaç) bir simge olarak onların karşılık geldiği (anısal) zihinsel kavramların (ağaç) ifade ettiği şey arasındaki uygunluğu tespit ederek anlaşılması ve tahlil edilmesidir. Bu zihinsel kavramlar çevremizdeki gerçek, maddi ağacı bazı felsefi özgün tutumlar içinde ifade eder. Simdi aslında simgeler onlara karşılık gelen anlamlar arasındaki ilişkinin keyfi olduğunu söylemek mantıklı görünmektedir. Bunu başka bir şekilde söylersek, gerçek bir ağacın doğasında onun bu belirli isimle adlandırılması zorunluluğuna ait hiçbir ima yoktur. Bu diğer toplum ve kültürlerin, belirli nesneye farklı isimler vermeleriyle açıkça gösterilebilir. (Fransızca’da “l’arbe” ve Almanca’daki “der baum” olduğu gibi) Fakat ayni şekilde bu belirli isimler günlük toplumsal konuşmaların bir parçası olduklarında isim (simge) ve kavram (ifade ettiği şey) arasındaki ilişkinin sabitleştiği de açıktır.
Bu yoruma postmodernistler iki öneriyle yaklaşmaktadır. İlki, işaret sistemlerinin kullanımının yalnızca İngilizce, Almanca, Fransızca gibi yaygın diller içinde sınırlandırılmamış olmasıdır. Postmodernistler daha ziyade, varlığımızın bir bütün olarak şayisiz işaret sistemleriyle istila edildiğini vurgulamaktadır. Ya da postmodernistlerin tercih ettiği tanımla “kod”lar (örneğin reklam, bilgi teknolojisi ve mimarlık) gibi her özel işaret çoğulculuk söylemişini bir yanının oluşturur. Bu çoğulculuk söylemi çağdaş toplumsal yapının temelini oluşturmaktadır.
Ayrıca daha da önemlisi postmodernistler, simgeler ve onlara karşılık gelen ifadeler arasındaki sabit ve durağan ilişkinin varlığını da sorgulamaktadırlar. Bu iddia çok önemli ve can alicidir çünkü ileri sürülen şey, objektif dünyaya herhangi bir anlamlı geçim yapmanın ilkesel olarak mümkün olmadığı olgusudur. Aksine içinde bulunduğumuz dünya işaret ve şekillerle rastlantısal bir evrendi. Bunlar ayni sistem içindeki diğer simgelerle ilgileri doğrultusunda ye da diğer simgelerle paralellik ilişkileriyle var olurlar. Tanınmış postmodernistlerden Jean Baudrillard’in sözleriyle “sonsuz temeli olmayan keyfi simgeler dışında hiçbir şey varolamaz”.
Dış dünyanın simge ve şekiller sistemi içinde erimesinin birçok önemli sonucu vardır. Bu sonuçlardan en özgün olanı, geleneksel gerçek dünyayı tanımak adına epistemolojik iddialarımızı kökünden zayıflatmaktadır. Eğer gerçek dünya birbiriyle ilintisiz sözlerden oluşturulmuş bir linguistik yapıdan başka bir şey değişse, o zaman her belirli sözün diğerleriyle ayni epistemolojik değere sahip olduğunu önermek olanaklı hale gelir. Böylesine bir dünyada Einstein’ın bilimsel teorilerinin Grimm’s hikayelerinden daha yüksek bir doğruluk değeri olamaz. Ayni şekilde Dostoyevski ve Tolstoy insanoğlunun doğasını, yerel gazetemizin mizah sayfalarından daha iyi anlamış olamazlar.
Eğer dünya simgelerin sürekli bir etkileşimiyle oluşuyorsa o zaman toplumun kültürel yapısını belirleyenlerin ilgi merkezleri simge ve işaretlerin etkili bir şekilde kontrol ve maniplesi konusunda yollar aramak Bu zaten reklam medyası tarafından organize edilen gösteri ve şovlarda gözlemlenmektedir. Basitçe anlatırsak, bu reklamlar bireysel konfor için gerekli olan hizmet ve ürünlerin tanıtıma yönelik değildir. Bu daha çok teknik ve psikolojik incelikleriyle düzenlenmiş linguistik stratejinin birbirinden ayırt edilemeyen sıralanmış malların sebepsizce ve sürekli bir biçimde tüketilmesi için istek yaratmaya yönelik bir şeydir.
Buradaki problem Susan Sontag’in da işaret ettiği gibi insanin bu saldırılar düzleminde kişisel ve toplumsal değerlerinin gerçek anlamlarını yitirmeye başlamasıdır. Örneğin ahlaki özgürlük artık doğruluk kavramlarını yani o bizim birbirimizle ve toplumsal hayatla olan ilişkimizde ideal olanı ifade etmemektedir. Bunun yerine özgürlük terimi, kapitalist yasam tarzının esasi olan, malların olağanüstü miktarlardaki tüketimi olarak karşılığını bulmaktadır. Bu bakış, Ontario Piyango İdaresi’nin ‘bir dolara özgürlük” deyimi hatırlandığında netleşebilir. Bu stratejinin altında yatan ahlaki zorunluluk kavramı bundan daha açık bir şekilde ortaya çıkamaz; mevcut kültürdeki simgeler ve imgeler tüketilmelidir ve bu bir kere yapılmaya başlandı mi artık durmaksızın mümkün olduğunca çok tüketilmelidir.
Ahlaki değer standartları objektif olarak tayin edilebilir gibi bir objektif gerçeklik yoksa (ki bizim doğrularımız bunun aksini iddia eder) o zaman olgu ve imgelem ile iyi ve kötü arasındaki farkı nasıl ve hangi temelde ayırt etmemiz beklenebilir? Postmodernistlere göre yanıt onların deyimiyle “etkin” ya da “estetik söylem” yani sözün sanatsal ifadesinde yatar. Başka bir deyişle; sürekli ve zorlayıcı bir şekilde belli bir bakış açısının doğru olarak kabul ettiği şeylerin kelimelerle ifadesidir. Eğer “Coca Cola” gerçek ise, bu sadece o holdingin daha iyi ve daha büyük reklamlarından ötürüdür ve bu gerçek, “Pepsi” daha çarpıcı reklamlarla çıkagelene dek varolmaya devam eder.
Is dünyasının kar marjlarını en üst sınırlara çıkarma girişimi, reklam etkinliğini sınırlandırmaktan daha fazlasını gerektirir. Bu açık bir olgu iken bu doktrinin sonuçlarının orada bitmeyeceğini belirtmek önemlidir. Doğru ve ahlaki değer kavramları söylemin gücü tarafından ortadan kaldırıldığında, tarihin kendi revizyonu için eninde sonunda yol açılacaktır. Diğer bir deyişle, Ernest Zundel ve David Irving gibi kişiler için imha propagandaları mümkün olmaya baslar.
Post modern dünyada 6 milyon insan ölmedi çünkü böyle bir olaya karsı direnecek olanların sesi, kurbanların sesinden daha gür çıkmaktadır.
Özellikle kendini radikal olarak tanımlayan akademisyenler arasında postmodernizmin kapitalizmin toplumsal ve politik öngörülerine karsı militan bir saldırı olarak görmek gibi yaygın bir eğilim vardır. Gerçeklerden böylesine uzak bir bakış açısı daha olamaz. Postmodernistler kapitalist düzeni yıkmak, zayıflatmak gereğini duymazlar. Tam aksine Jurgen Habermas’in dediği gibi, teorik prensipler bu projeye biçim vermekte ve neo-tutuculuğun sosyal ve ekonomik gündemini bütünleştirmekte, tamamlamaktadır.
Kabul edilmelidir ki, ilk bakışta bunun üzerinde durulması gereken bir mesele haline geldiğini anlamak zordur.
Bütün bunlardan sonra postmodernist bakisi biçimlendiren göreceli ahlak bu gündemin önemli prensiplerinden biriyle bağdaşmamaktadır. 70’li yılların ortalarından beri Amerika, İngiltere ve Kanada’daki yöneticiler vaatlerini “çalışkanlık, tasarruf, özdisiplin, aile değerleri, ailevi sorumluluklar” gibi kabul görür doğrular üzerine kurmaya başladılar. Ve bunun ardından bu yaygın ahlaki normlara uymayanları, issizleri, resmi olmayan birliktelikleri ve küçük yasta hamile kalanları kabaca yargılamaya başladılar. Halkın ahlaki tutumundaki bu kusurlar neo-tutucu söylemin temel dayanağına karsı önemli bir ideolojik karsı koyuş olarak algılanmalıdır. Bu söylem özellikle, özgür rekabet ve karin sinirsizliği üzerindeki ekonomik ve politik sınırlamaların kaldırmasını savunmaktadır. Bu, kamuya ait endüstriyel alanların insafsızca özelleştirilmesi, pazarın denetlenmemesi, özellikle diş yatırımlar üzerindeki kontrolün kaldırılması, uluslararası sosyal yardımlaşma programlarının kısıtlanması, vergi yükümlülüğünün zenginlerin lehine yeniden düzenlenmesi ve eğitim ödeneklerinin kesilmesi anlamına gelmektedir. Bundan da öte, bu söylem sürekli bir issizlik tehlikesi tehdidini kullanarak sistemli bir şekilde sendikal hareketleri zayıflatmaya çalışarak itaatkar ve disiplinli bir işgücü oluşturmaya çalışmaktadır. En belirgin şekilde neo-tutuculuk, bütün toplumsal etkileşimin geleneksel formlarını ve insanoğlunun toplumculuk duygularını, bireyin ekonomik hedonizmi lehine çürütmeye çalışır. Marks ve Engels’in sözlerinde olduğu gibi, kapitalizm, insanlar arasında çıplak bencillikle, kati nakit ödemekten başka hiçbir bağ bırakmaz.
Değiş tokuş edilen değerler insan ilişkilerini zayıflatır ve ahlak serbest piyasanın zorunlu isleyişinden ibarettir artık. Bu tutarsız ahlaki davranışların sahiplerinin, karlarını büyütmenin en kolay ortamlarını yaratabilmek için yıllarca en geniş anlamda yozlaşmayı, dolandırıcılığı, hırsızlığı ve hilekarlığı teşvik etmeleri is kültüründe görüldüğünden daha açık bir şekilde hiçbir yerde görülmemiştir. Bu uygulamalar halk kitlelerince fark edildiginde ise, “rekabetçi baskı” gerekçesiyle hakli gösterilmektedir.
Son zamanlarda yaygın ahlaki iklim önemli bir dönüşüme uğramıştır. Büyük is çevreleri simdi ahlaki prensiplerin cazibesini günlük aktiviteleri sırasında kazançlı bir şekilde kullanabileceklerini keşfettiler. Büyük şirketler simdi çevreyi koruma gibi toplumsal meselelerde duyarlı bireylerden oluşan yapılanmalar kurmaya başlamış görünüyorlar. Böylesine bir duyarlılık ve ilgi satış çizelgelerini etkiliyor ve kâr limitinin yükselmesini sağlıyor olmalı. Bu tavır giderek hevesle benimseniyor. Fakat son noktada bu tavrın basarisiz olduğu yerlerde bu ihmal edilebilmektedir.
Ahlaki değerlerin gerçek anlamda terk edilmesi yalnız şirketlerle sınırlanmamıştır, aksine bu halk arasında da karşılaşılan bir durumdur. Değerler kişisel çıkarlar için kurban edilmektedir.
Lorena Bobbit, Damien Williams veya Menendes kardeşler isledikleri suçlardan ötürü pişmanlık göstermeyi reddettiklerinde halk, kişinin rengi, cinsi ve yetişme koşullarının bu kişinin yaptıklarının özrü olarak nasıl sunulduğunu gördü. Ayni şekilde muhafazakar lider Kim, TV ekranına çıkıp yumuşak bir edayla Kanada tarihinin en büyük seçim yenilgisinin bütün sorumluluğunu inkâr ederken halka kişisel sorumlulukların, politik ahlak açısından değerlendirilemeyeceğini gösterdi. Bu örnekler çoğaltılabilir, fakat genel ders bellidir: Basitçe, ne zaman bizim geleneksel ahlaki değerlerimizin temel ilkelerinden doğru ve yanlış tasarımlarının ilişkisini kesersek, bunları birbirinden ayırırsak ahlaki sorumluluk kavramları yok olmaya baslar. Bunların hepsi kişisel çıkarların bencilce hesabında yatar. Daha önce de belirtildiği gibi anarşist hareket her zaman kapitalist toplumun eleştirisini bireysel ve toplumsal özgürlük idealinin etkili temelinde yapmaya çalışır. Böylece bu idealin aslında nasıl varolduğunu net bir şekilde anlamak önemlidir. Birçok anarşist için bu ideal her tür devlet baskısına, ekonomik sömürüye, kişinin beden ve zihnine yönelik saldırılara karsı özgürlük olarak yorumlanıyor. Fakat geleneksel olarak “negatif” özgürlük olarak tanımlanan bu özgürlük, anarşist söylemin sadece bir yanını teşkil eder. Eşit derecede bir çarpıcılıkla “pozitif” özgürlük kavramı da vurgulanmaktadır. Bu ikinci kavrayış anarşist terminolojide, insanlığın yeni ve özgürleştirici bir toplumsal yapı yaratmak için etkin bir şekilde uygulayacağı özgürlüklerin ve hakların ayrımlandırılması biçiminde ele alınmaktadır. Buradaki temel zorluk, ana hedefleri, anarşist projeye tezat olmak olan diğer felsefelere hizmet eden haklar ve özgürlüklerin ayırt edilmesidir. Örneğin postmodernist idealdeki kişisel istek ve tutkuların tatmini anlamındaki bireysel pozitif özgürlük. Anarşizmin bu yönünü ahlaki eylem belirler. Bunun için de bireysel ihtiyaçlar geniş kitlelerin mutluluk ve özgürlükleri göz önünde bulundurularak belirlenir. Kısaca anarşizm, kapitalizm ve postmodernizmin şiddetle yok etmeye çalıştığı bireysel ve toplumsal ahlaki idealleri açığa çıkarmaya çalışır.
Bu durumun karıştırıldığı bellidir, anarşistler doğru ve yanlısı tespit ederken bireysel davranmanın ahlaki sorumlulukla ilgili bir mesele olduğu varsayımını görmezlikten geldiklerinde sınıfsal temelli kapitalist yönetim kültürünün sürekliliğine hizmet ederler. Anarşistler, ahlaki değerlerin sosyal adalet bağlarıyla kökleştirilmesi gerektiğini fark etmekte basarisiz olduklarında daha özgür ve daha iyi bir toplum yaratmak için üzerinde durdukları zemini bütünüyle kaybetmiş olacaklardır. Anarşistler kendi bireyselliklerinden başka bir şeyle ilgilenmediklerini savunurlarsa anarşizmi toplumsal ve tarihsel bir proje olmamaya mahkum etmiş olurlar.
Sonuç olarak, anarşistlerin her zaman pratikte etkili ve ahlaki olarak kabul edilebilir bir strateji konusunda problemleri olduğu görülmektedir. Bütün bunlar burada yeterince üzerinde durulamayacak denli zor sorunlardır. Fakat açık olan su ki; söz konusu strateji, insan varlığını biçimlendiren, atik değerlere karsı engin ve derin bir saygı taşımalıdır. Mevcut sistematiğe ve onun bahsettiğimiz değerlere yönelik merhametsiz saldırılarına karsı direnmek cesur ve devrimci bir harekettir.
Çev: Muazzez (kara mecmuA sayı:5 2001 Aralık)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder