16 Aralık 2011

HANGİ HETERODOKSİ, HANGİ EŞİTLİK, HANGİ SOL: SOL İLAHİYATA “YAMUK BAKMAK” dilaver demirağ

Sol ilahiyat konusunda söyleyecek epeyi sözü olan Kazım Özdoğan’ın Hangi İslam, Neden Sol İlahiyat başlığı ile çıkan yazısı beni ve ümit aktaşı eksen almış. Ben sapkın olarak nitelediğim yazıyı yazarken meselemin anlaşılacağı umudunu taşıyordum. Lakin Kazım Özdoğan benim yazdıklarımı sağ anlayışlarla bir kefeye koyarak doğrusu yazımın dert edindiği şeye büyük bir ayıp etmiş.
Yazar basbayağı post yapısalcı anarşizmin argümanlarından da feyz alan yazımı sırf “İslam’dan sosyalizm çıkmaz”, “İslam komünalist bir toplum öngörmez” gibi bir inanç yapısının kendi doğrusuna sadık kalmaya çabalayan, ama o veriden hareketle İslam ile solu yakınlaştırma çabasını önemseyen bir yazıyı sağcı olarak nitelemek için kişinin fazlası ile ideolojik bir önyargı içinde olması gerekir. Kazım Özdoğan’ın benim yazımdaki “sapkın” denilen bakıştaki ironik yönü de, yazının bu eksendeki kalıplaşmış anlayışların dışında kalma çabasını da, dahası yazının anarşist denecek içeriğini de boş vermesi her şeyden önce kendisine yakıştıramayacağım kötü bir önyargı olmuş ne yazık.
Ne yazık ki okuduğumuz metinlerin dertlerini anlamak yerine kendi kafamızdaki şablonu o metne oturtmak bir polemik yazısının başına gelecek en kötü şey olsa gerek. O yazıda yer alanlar ile İslam’ın sol yorumuna ya da yaygın kullanımı ile Sol İlahiyat’a dönük geleneksel Sünni yorumlar arasında nasıl bir bağlantı kurulduğunu da izah etmek, bunu kanıtlamak da sanırım yazara kalsa gerek.
Özdoğan artık bir klişeye dönen hetorodoksi ortodoksi kavramlarını devreye sokmuş ve heterodoks yorumların sol anlayışa daha uygun olduğu gibi bir yoruma varmış. Ben yine sapkın olmak bahasına öncelikle bu klişelerin her olguya kolayca yapıştırılacak dikatomiler olmadığını, dahası bu kavramların yaygın kullanımı ya da anlaşıldığı gibi her durum ve koşullarda “ilerici” olmadıklarını ortaya koyarak, önce bir alan temizliği yapmak sonra mülkiyet meselesinde beni rahatsız eden indirgemciliklere başvuran yorumlara eleştirel yaklaşmaya çabalacağım.
Heterodoksi, Yüksek Rahiplik, Modernite ve Kapitalizm
Heterodoksi konusundaki yaygın inanç bunların çoğunun modernlik öncesi sol anlayışlar olarak görülebileceğidir. Her konuda olduğu gibi entelektüel dünyamız batıda ortaya çıkan olguların burada birebir karşılığı var mı diye kafa yormadığından Gazali öncesi Sünnilikle çok da uyumlu olmayan sufi topluluklarında batıdaki heterodoksinin karşılığı arandı. İlk bakışta batıdaki Hıristiyan grupların komünalist tarzı ve bizde de komünal yapılar olması nedeni ile bu yapıların heterodoks olduğu ve heterodoksinin de eşitlikçi olduğu yorumu yerleşik hale geldi. Oysaki her durum ve her şartta böyle değildir Öncelikle Hz. İsa ile Hz. Muhammed farklıdır ve İslam Hrıstiyanlığa oranla daha dünyevidir. Öyle ki cennette bile ticaret yapmayı öngören ve bu minvalde peygambere atfedilen sözler İslam’ın maddi hayat ile ruhani hayat arasında maddi hayat gerçekliğini kucaklayan bir dengeden yana olduğunu ortaya koyar.
Öncelikle sapkın ya da Heterodoks olarak kabul edilen öğretilerin, temelde pagan öğretilerin bu öğretilerden radikal kopuş çabasındaki tektanrıcı dinlerin içindeki Truva atları olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde paganlığın yeniden baş tacı edildiği ve kendisinde post modern hikmetlerin bulunması nedeni ile övgülere mazhar olan heterodoksinin de bu kadar sevimli olmasının nedenleri anlaşılabilir. Lanetlenen ve lanetlendikçe de heteorodoksiler ile dinin yaptırımlarından kaçma çabasındaki modern insanın hoşuna gidecek kalıplara sahip olmayan, tüketimci hazlarla pek uzlaşamayan, yenilenemeyen, şenlikli olamayan bu nedenle de kaba, sert, uzlaşmaz hatta gerici bulunan ortodoksinin ise lanetlenmesinin de nedeni budur.
Heterodoksinin bağdaştırıcılığı ile pagan uzlaşmacılığın ele ele verdiği bu düzlemde, kapitalizmin de bu yarıktan içeri girmesi zor olmadı. Heterodoksinin modernliğin ve kapitalizmin de Truva atı olduğunu söylemem muhtemelen Kazım Özdoğan tarafından sağcı ilan edilmeme yetecektir, ama ben kırmızıya da boyasalar kediye kedi derim diyen Bonano gibi olan neyse olduğu gibi söylemeyi, sevimsiz olma bahasına tercih edeceğim. Tek Tanrıcılığın ahlakiliği ile heterodoksinin pagan yapısından getirdiği ontolojiklik modernliğin insan merkezci kabında yetişen bir zehirli kaktüs olabilmiştir.  Belki ekolojist bir mantıkla baktığım için insan merkezciliği hiyerarşik anlayışı nedeni ile sevimli bulamıyorum, tıpkı gerçeklikle başka bir bağlantı kuran ortodoksiyi zincire vuran sekülerlikten ve moderniteden hazzedemeyişim gibi.
Tüm bu suçlamalardan sonra ortodoksinin avukatlığını yapmamadaki gerekçeleri de ortaya koymam gerek. Önce Ali Sarıkaya’nın şu saptamalarının tartışmada da ortodoksi lehinde olmayı sağlayan argümanlar olduğunu söylemem gerek.
“Her dinin maddi ve manevi yararları yanında karşılanması gereken bir maliyeti vardır. Dinler sınırlar çizer, yasaklar koyar, değişime direnirler, derinliğine kavranmadıklarında iç gerilimlere neden olur ve ötekiler oluştururlar. İnananları kendilerini sürekli bir manevi disiplin içinde durmaya tutmaya zorlarlar. Din yaşamın sathiliğine ilişkin bir bilinç oluşturur ve günlük yaşamın gerçekliğinin ne denli pamuk ipliğine bağlı olduğunun farkında olunmasını sağlar. Dolayısıyla sürekli ‘hazır ol’da yaşamak istemeyen insanı dinden başka yönlere çeken çok güçlü kuvvetler vardır. “Sapkın” ya da heterodoks hareketlerin temelinde de bu gerçek yatar. Aslında, dinin toplumsal ve psikolojik maliyetlerini azaltma ve kutsalı dünyeviye yaklaştırmayı amaçlayan bu hareketleri bir tür proto-sekülerleşme biçimi olarak nitelendirmek bile mümkün. Günümüzdeki New Age kültürü de benzer bir rol oynuyor.”
Gerçekten de pagan öğretiler olarak Heterodoksi bu sınırları delik deşik etmek, alarmist bir halde çileci bir yaşam yerine hedonizme kapı aralayan bir pagan neşeyi yaşatma mücadelesi rolü oynar. Hetedoroksi dinin maliyetlerine katlanmama çabasıdır.  Önemli ve ciddi yasaklar talep etmeyen bağdaştırıcı yönü ile yeni olanla kolayca uzlaşabilen hetorodoksi hedonist modernlik ve onun tüketimci insan profili ile daha çok uzlaşabilecek niteliktedir.
Bu eksende mesela radikal Tanrıtanımazlığın en iyi örneği olan Bavyera Aydınlanmacılığı sosyalist niteliklerine rağmen aynı zamanda burjuva aydınlanmacılığındaki yeri ile hetorodoksi modernlik ilişkisine iyi bir örnektir. Buna karşılık kapitalist sermaye birikimindeki rolü bakımından tapınak şövalyeleri ve masonluk heterodoksinin kapitalizmle olan ilişkisine ya da bağlantısına dönük iyi bir örnektir . Kaldı ki Protestanlık ta Katolik kilisesi ile kıyasladığımızda heterodokstu ve malum Protestan etik kapitalist sermaye birikimi için önemli bir ajan oldu. Ancak her halükarda heterodoksinin sekülerliğin doğuşunda, modern hümanizme kaynaklık etmekte önemli bir rolü olduğu söylenebilir.
Kısacası heterodoksi klişesi her halükarda proto-komünizm olarak olumlanacak bir nitelikte değildir. Heterodoksinin her halükârda olumlu bir role sahip olduğu gibi biranlayışın kendisi aslında bir sosyalbilim ya da alternatif tarih dogmasıdır. Buna karşılık ortodoksinin her halükarda selefilik gibi dogmatik bir öğreti olduğu inancı da.
Olan şudur heterodoksinin de ortodoksininde solcu bir din yorumu için elverişli ve elverişli olmayan yanları vardır. Ne Kazım Özdoğan’ın algıladığı gibi Ortodoksi her halükarda sağcı, ne de heterodoksi her halükarda ve şartta sol anlayışlara elverişlidir. Kaldı ki Özdoğan’ın bu eksende ekonomistçe algılanmaya uygun eşitlik anlayışı ekseninde yücelttiği Heterodoksinin komünal olması onların sol olacağı anlamına gelmez. Çünkü heterodoks öğretilerin çoğu, kaynağındaki Hermetizm ve Grek içrekçiliğin sentezi olan Yeni-Plâtonculuk gereği fena halde hiyerarşiktir. Bazıları bölüşümde eşitlikçi olsa da örgütsel yapılanması yatay değil dikey ve hiyerarşiktir..
Özet olarak şunu diyeceğim Heterodoksiyi yücelten anlayış ondaki katı itaatkâr yapıyı, şeyhin ya da ruhani önderin asla denetlenemeyen ve kaynağını mutlak kutsallıktan alan, şaman gibi ruhani bir kap olan bu nedenle de Tanrıyla birleştiği için Tanrı’da olan böyle olduğu içinde yapıp etmeleri asla sorgu suale konu olamayan ruhani önderin konumundaki anti- demokratik yan, aynı şekilde müzakereye kapalılık ve aklı tamamen hiçleştiren bu nedenle de tartışmayı, müzakereyi, meşvereti, akıl yürütmeyi, iddialarına akli bir dayanak sunmayı reddeden mutlak otoriter yapısını, piramidal hiyerarşisini göz ardı etmekte.
Buna karşın Ortodoksi’nin bilgiden doğan rasyonel otoritesini görmezden gelen, ondaki akılcı ve büyübozucu yanı dikkate almayan, tartışmaya, akıl yürütmeye, sorgulamaya açık yönlerini (Mesela Gazali’nin Descartes gibi yöntemli kuşku ile imanı araması) dikkate almayan bunun demokratik imkânlarını hiçe sayan kalıpçı bilgiler bu kavramları birer klişeye dönüştürür. Ne ortodoksi mutlak olarak sağcıdır, ne de heterodoksi mutlak olarak sola yakındır bu iki bilgi biçiminin siyasi yansımaları özsel değil durumsaldır.
Ortodoksiyi bugünün kıyası ile sağcı kılan saltanatçılık olmuştur, bu nedenle de beyana dayanan bilgiyi baskı yaparak sindirmişlerdir. Egemen sınıflar Sünni bilginleri kullanarak “dine karşı din” ortaya çıkarmışlardır. Ama bunun istisnası olan siyasi yaklaşımlar da olmuştur. Aynı şekilde heterodoksi her zaman olmasa da zaman zaman ezilen sınıfları etrafına toplayarak baskıya, adaletsizliğe başkaldırmış, ezenlere meydan okumuştur. Ama zaman zamanda yeniçerilik olgusunda olduğu gibi göçebe savaş makinesinin kapma aygıtı tarafından kodlanıp sabitlenip ordulaşmıştır, devlet ideolojisi olabilmiştir. Dolaysıyla kavramlar değil pozisyonlar daha önemlidir ve pozisyonlar içinde elverişli yorumlara olanak tanıyan anlayışları da tamamen elimizin tersi ile itmek durumunda değiliz.
Sonuç olarak mesele bu ikisini klişevari bir mutlak dikatomi ile görmek yerine, her ikisinde de sol  için alınacak sahiplenilecek yanlar olduğudur. Buraya kadar Heterodoksinin bünyesinde taşıdığı çeşitli arazlara dikkat çekmeye çalıştım. Paganlık ve tek tanrıcı din kıyaslaması ekseninde ontolojik ve etik olanın farkını çizerek de Heterodoksinin pek ala da totaliter olmaya uygun bir yapı da taşıdığını ortaya koymak mümkün. Bunların tümünü bu yazıda tüketmek istemediğimden hetorodoksi olgusunu bir kenara bırakıyorum.
Sınıfsız, Komünist Toplum mu?
Sol ilahiyat tartışmalarında sürekli ortaya konan eksenlerden biri de İslam’ın eşitlikçi olduğu, mülksüzlüğü öngördüğüdür. Oysaki buna ilişkin ellerinde net bir kanıt yok. Bu yorumların kaynağı İslami Sosyalizm anlayışları ve bu dili Ali Şeriati ‘den devralan İhsan Eliaçık. Öncelikle İktisadi mal ya da kazancın sabit yatırımı olarak mülkiyet ve üretim araçları üzerindeki mülkiyet yasağı var mıdır tartışmasına geçmeden önce Kuran’da farklı birkaç ayet hariç mülkün iktisadi mal anlamından daha çok iktidar, güç kudret anlamları ile vurgulandığını belirtmem gerekir. İslam dünyasında en önemli Kur’an kavramları sözlüğü çalışması yapanlardan Ragıp El Isfahani’ de mülk kavramına iktidar anlamı yükleniyor.  Dolayısıyla Mülk Allahın’dır dendiği zaman bundan bugün anladığımız biçimi ile Mal Allahın’dır anlamı çıkmıyor. Mülk yani Güç, İktidar Allahın’dır ondan başka kudret sahibi yoktur anlamı daha baskın. Oysa “Mallarınız sizin İçin İmtihandır” ifadesinde kastedilen ise açık olarak kişinin kazancı, iktisadi olarak biriktirdikleri, sahip olduklarıdır. Yunus’un Malda Yalan Mülk de yalan var biraz da sen oyalan derken ikisini ayrı ayrı vurgulaması da bu ayrım için önemli destek sunduğu söylenebilir.   Bu bağlamda Sufiler nezdinde Allah’ın takva sahibi kulları için mal da mülk de ölüm nedeni ile yalan ve beyhudedir. Hırs bu nedenle kişiyi Allah’tan ve ruhani kurtuluştan alıkoyan bir çıpadır. Bu anlamda sufiler malı da (zenginliği de) Mülkü’de (Siyasal İktidarı da) anlamsız buldular, onlar için bunların tümü ruhani yükselişe engel olan yüklerdi. Bu yönü ile sufi gelenek modern öncesinin paylaşmacı gnosislerinin özellikle de Zerdüştiliği de esin veren Maniciliği, uzak doğu bilgeliğinin mirasını taşır. Kur’an ‘da zenginleşmeye dönük olumsuzlamalar da bu esastan kaynaklanır. Bu ince ayrımı bunun içerdiği geleneği gözden kaçırırsak o zaman sol ilahiyatçıların çoğunun yaptığı gibi bir tür İslami Marksizm dili üretiriz ki bu seküler olmayan bir inanç sistemini sekülerleştirme çabasıdır. Benim temel itirazlarımdan biri budur.
Bu ayrıma değindikten sonra İslam modern anlamda eşitliği öngörüyor mu ona bakalım. Kabileci eşitlik olgusu ile modern eşitlik arasındaki fark nedir onu irdelemekle işe başlayabiliriz. Öncelikle İslam’ın doğduğu topraklar da göçebe hayvancı kabileler yaşamaktaydı ve oluşan şehir aristokrasisi ile bu kabileler arasında bir sınıfsal çıkar farkı söz konusuydu. Mekke Aristokrasisi için en önemli olgu ticaret yollarının kesişim noktasında olan Mekke’nin merkezi öneminin ve hac gelirlerinin muhafazasıydı. Kâbe’nin ve putların üzerinde ısrarlı bir biçimde durmalarının ve Muhammedi kabul etmemelerinin nedeni de bu oldu. Kaygıları Mekke’nin ve dolaysıyla kendilerinin ayrıcalıklı durumdan kaynaklanan imtiyazlı durumlarının ortadan kalkacak olmasıydı. Bu noktada İslam, sol yorumcuların çoğunun sunduğu gibi kabilelerin ve şehirli proletarya olan kölelerin dini olmadığı gibi aristokrasinin dini de değildi. İslam aristokrasi ile anlaşmazlık içindeydi çünkü aristokrasi kendi sınıfsal çıkarlarını bütün coğrafyanın çıkarlarından üstün tutuyordu. İslam bir kent diniydi ve bu yüzden göçebe topluluklar ile de derin anlaşmazlık içindeydi. Dolayısıyla sınıfsal zemin daha çok kentli orta sınıf ile aristokrasinin ezdiklerinin ittifakına dayanıyordu. Bu noktada İslam ince dengeler ile toplumsal değişimi gerçekleştirmek durumundaydı. Yani İslam peygamberi bir ihtilalciden çok, bir reformcu konumundaydı. Nitekim Kur’an’nın mevcut toplumsal yapıyı kökten değiştirmeyip oradan kalan kimi gelenekleri yeni dinle uzlaştırması da bundandır. İslam bir yanı ile şehirli ekonomi ile göçebe ekonomisi arasında şehirli ekonomi lehine bir uzlaşım çabasıydı. Şehirli yaşamın en önemli gelir kaynağı olan ticaretin dinde önemli bir yerinin olması buradan kaynaklanır. Bu konumdaki bir dinsel inanç sistemi nasıl olacakta mülkiyete karşı çıkacak, nasıl olacakta zenginleşmeyi kötüleyecek ve o günün işçi sınıfı olan kölelerin arzu ettiği varsayılan sınıfsız toplumu gerçekleştirecektir. Ne yazık ki sol ilahiyat yorumlarının çoğu İslam’ın tarihsel sosyolojisini tamamı ile göz ardı etmekte. İslam’ın sürekli orta yola, dengeye vurgu yapması onun ideolojik bir programdan çok uzlaşımları daha faydalı bulduğunun kanıtıdır. Nitekim İslam toplumlarının özellikle de Arabistan yarımadasının sosyolojisi üzerine önemli veriler sağlayan İbni Haldun gözünde İslam göçebe geleneklere onların asabiyetlerine şehirli ekonomiyi akamete uğratacağı için karşı çıkar. Göçebe gelenekler kent ekonomisine zayıflatıcı etkide bulunur (mesela zanaat, tarım vb pek çok şehirli meslek, ekonomik unsur göçebeler tarafından benimsenmez) yani İslam toplumu şehir toplumu lehine kabile hayatını çözücü bir rol oynamış kent merkezli bir toplumsal hayatı merkeze almıştır.
Nitekim onun görüşlerini Marksist bir çerçeveye oturtan İranlı Komünist.
“Muhammed daha ileriye gider ve Arap kabilelere yönelik sadakati zayıflatır; onları “tek ümmet” olarak yeni dine bağlar. Kur’an bu konuda oldukça açıktır. Müslümanları ısrarla Allah’a ibadete ve tek ümmetin içinde birleşmeye çağırır. Doğal olarak Arap kabileler, özellikle çölde yaşayıp, İslâmî hareketin kabile içi sadakate ve bağımsızlığa zarar vereceğini anlayanlar direnç gösterirler. Kur’an, bu eğilim konusunda, belirsiz kimi ifadelerle, uyarıda bulunur: “Bedevi Araplar, inkâr ve ikiyüzlülük açısından (kentsoylulardan) daha katıdırlar”. Kur’an sadece kabilelere yönelik sadakati zayıflatmanın tek tanrı inancına dayalı birlik için zarurî olduğunu düşünmez, ayrıca Arapların Arap olmayan kavimlere yönelik üstünlük fikirlerini de reddeder. Temelde şehir hayatına ve yaratmaya karşı olan göçebe hayatı, “insanların geçimi ve hayatları için zarurî zemini hazırlayan” zanaatkârların ürettiği ürünlere gereken değeri vermez; eğer insanlar iş ve sanat alanlarını terk ederlerse ve şehir hayatının kötü tarafları öne çıkartılacak olursa şehir hayatı çökecektir”
İslam tarımın ikincil değerde olduğu, hayvancılığın ekonomide ticaretten sonra en önemli gelir kaynağı olduğu bir toplumda doğdu. Kur’an’da ticarete yer verilmesine karşılık toprak mülkiyeti daha az yer verilen bir olgu olmuştur. Bu nedenle de ne mülkiyet olgusu Roma hukukundaki gibi mutlak mailikliktir, ne de hırıstıyan öğretilerde olduğu mal edinme ve kazanca soğuk bakar. Daha çok bu ikisi arasında bir denge kurmaya dayanır.
Arınmak ve Lanetli Pay
İslam’ın vererek arınma öğüdünü sürekli vermesi, paylaşmayı esas alması, Kârun kıssasında olduğu gibi kapitalist denecek bir sermaye birikimi ile malın mülkün tahakküm haline gelmesine itiraz etmesi başka bir düzlemde yorumlanmaya daha uygun düşer ki kabile asabiyeti ekseninde İslam’ın doğduğu topraklardaki kültür, o dönemin hâlâ süregelen gelenekleri buna daha doğru bir denk düşüştür. İslam’ın mal ve iktidar birikimi ile ilgili sınırlandırıcı tavrı kadim potlaç geleneği ile daha çok uyumludur. Malum potlaç karşılıklılığı esas alan vermeyi yücelten, elde tutmayı ise lanetlenmekle eş değer bulan bir kültürel gelenektir.
Armağan Döngüsü ya da Potlach konusunda iyi bir çalışma olan Jacgues. T. Goudbout Armağanın eşitsiz bir dünyaya denklik getirdiğini belirtir. Aynı şekilde armağan dünyasında sahiplik yani maliklik vardır ama kendine ait olanı saklamak, toplumla paylaşmayıp alıkoymanın olmadığını belirtir.
“Arkaik toplumdaki herkes bir şeylerin sahibidir, fakat kendinin olanı kendisinde alıkoymayı yasaklayan garip bir mülkiyet hakkı yasasına uyar”
Goudbout’un bu saptamaları eşliğinde kurana ve oradaki kıssaların mesajına bakar ve gerek bahçe sahipleri kıssasını, gerek Karun kıssasını ve bakara suresindeki infakla ilgili
Ve sana (Allah için) neyi infâk edeceklerini (vereceklerini) soruyorlar. De ki: “Afv ettiklerinizi (vazgeçtiklerinizi, ihtiyaç fazlasını) (infâk edin).” Allah, âyetleri size işte böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz tefekkür edersiniz (bunlardaki hikmetleri düşünürsünüz).”
Saptamaları bu eksende anlarsak Kuran’da söz edilen toplumsal yapının Potlaç esaslı olduğunu görürüz. Ancak burada da denge ölçütü elden kaçırılmaz.
“Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar.”(Furkan, 25/67).
“Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma ki, herkes tarafından ayıplanan, kaybettiklerine hasret çeken bir hale düşmeyesin.”(İsra, 17/29)
Böylece ihtiyaç fazlasındaki ölçüde anlaşılabiliyor. Kimseye muhtaç olmayan, kimseye kul durumuna düşmeyecek kişi yani yoksul olmama, ama cimrilikdeki gibi alıkoyma, biriktirme de dağılımı ve dengeyi ortadan kaldıracağından istenmez. O zaman denge bu ikisinin arasında kurulur. Ne kişiyi yoksul başkalarına muhtaç duruma düşürecek bir verme hali ne de ne de kişiyi aşırı zengin, malı tahakküm oluşturacak ölçüsüz zenginlik konumunda tutacak olan bir fazlalık. Orta karar olmak ya da orta sınıf toplumu olmak esas olan bir konum.
Kısacası İslam mülkiyeti yasaklamaz. Ama mülkiyetin tahakküme dönüşmesini engellemek, onun birikerek bir kapitalist despotluk halini almasın engellemek için potlacın yükümlülük mantığını merkeze koyar. Bu mantık iktidarın da mal birikiminde toplumsal denetimden çıkıp yabancılaşmasına ve tahakküm unsuruna dönüşümüne itiraz üzerine kuruludur.
İlkel toplumlar içsel birliklerini korumak, bölünmüş bir toplum, sınıfsal kutuplaşmanın sömürünün ve tahakkümün olduğu topluma dönüşmemek için
“Kendi aralarında dizginlerini koparma riski taşıyan her şeyin-denetlenemez erk ya da geri dönüş dayatmasından kaçınarak birikim oluşturma tehdidi yaratacak ölçüde büyük bir zenginlik gibi-acımasızca izini sürerek, birilerinin nomos’a el koymasını ve simgesel kutbundan gerçeğin kutbuna kaydırmak suretiyle kendisinin kılmasını yasaklar.”
Bu anlamda malın da mülkünde sahibinin Allah olması simgesel Kutub, bunları yani rızık olarak verilenleri, zenginlik verilmesin Karun gibi ölçüsüce mal biriktirip gerçek kutba dönüştürerek nomosu yani ilahi yasayı çiğneyerek oligark olmak yasaklanır.
Denetlenemez fazla lanetli payı oluşturur. Kavramın Bataille’ci anlamı tersine dönüş anlamı taşır. Size talih veren bir şeyin istediğini yapmazsanız bu kez o tersine dönüp  sizin için kötü talih halini alır. Devinim kesilirse, verme durursa o zaman “mana”nın ya da ilahi gücün lanetine uğrarsınız. Ritüel kirlenme olarak adlandırılan duruma düşmemek için vererek arınmanız gerekir. Bu da vermenin manevi yönüne dikkatimizi çeker. Vererek hafifler, manevi kirlerinizden kurtularak “temizlenirsiniz”, temizlenmek Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Bu noktada Müslüman’ın dünya ile ya da mal ve mülkle ilişkisinin manevi boyut taşıdığını görürüz, sizi vermeye yönelten şey cennet elde etmek, kurtuluşa, selamete ermektir. Ruhunun kurtuluşu için vermeniz gerekir. Yani Takva (Allahtan Korkmak, ona karşı sorumluluk duymak)  sahibi kişi verir. Zenginlerin kazancında yoksulun payı vardır, bu lanetli paydır, bu payı geri iade etmezseniz kurtulamazsınız Hz. İsa’nın dediği gibi iğne deliğinden geçemeyene halat olursunuz, cennete giremezsiniz, cehennemde o paylar üzerinize ateş olup yapışır, azab verir. Kimi zaman da Karun kıssasında olduğu gibi başınıza geçer. Ya da büyük bir zenginlikten büyük bir yoksulluğa düşersiniz. Bu bakımdan arınmak gerekir, temizlenmek gerekir, bu da infakla olur.
Ne yazık ki Müslüman solun da, çeşitli sol ilahiyat yorumlarının da gözden kaçırdığı budur. İnfak olgusundaki metafizik boyutu en iyi anlayan Sufiler olmuştur. Yeri gelmişken sol ilahıyat yanlılarının çoğunun kült figürü Ebu Zer bir kominist olmaktan çok bir tür ön sufidir. O sufilerin örnek aldığı Ashabı Suffa’dan biridir. Bu yönüyle zenginleşenlere ahreti, ölüm sonrası azabı hatırlatır, biriktirmenin lanetli payından söz eder. Zekât ve infak bu yönü ile rasyonel bir edim değildir o tamamı ile metafizik bir edimdir, hua’yı rasyonalize eden beyaz adamdır, beyaz adam kendi rasyonelliğini görmek ister armağan döngüsünde, oysa yerli için kula manevi bir değiş tokuştur, verdikçe mana güçlenir, vermeyi kestiğiniz anda mana sizi boğar. Ancak İslam ve ortaçağlar boyunca arkaik armağandaki aşırılığın dengelendiğini de görürüz. Çünkü potlaç bitene dek tüketmeye dayanır. Oysa İslam tüketmeyi, bitecek noktaya gelmeyi öğütlemez. Ebubekir gibi istisnalar, Peygamberin mal olmadan ölümü genel değildir. Nasıl peygamberin gece namazı farzdan sünnete dönüştüyse, onun orucu herkes için olmaktan çıktıysa, peygamberin tutumu da genele değildir. Peygamber zenginleşmeyi olduğu kadar fakrı da olumsuzlayarak kentsel ekonominin ayakta kalmasını sağlayan tutum benimsemiştir.
Nasıl köleliği yasaklamak yerine azad etmek yolu tercih edildiyse, kısas hakkı tanınmakla birlikte affetmenin erdemine vurgu yapıldıysa, insanların kazanç edle edecek faaliyetler içinde olması, kentsel ekonomiyi ayakta tutacak şeyler yapılması da özendirilerek istisnanın kurallaşıp ekonominin çökmesine engel olunmuştur.
Nitekim Ali Şeriati’de Sufiyane fakr etiğini reddeder, ekonominin devingenliğinin kapitalistçe olmasını bile Sufiyane olmaktan iyi olacağını belirtir.
“İslam tarihinde sade yaşama yönelik tekelci vurgu, dünyadan el etek çekip zühde eğilim gösterme; en iyi, en ilerici Müslümanın en gerici olmasına sebep oldu.”
Kısacası İslam sol ilahiyatçıların görmek istediği gibi eşitliği, mülksüzlüğü değil dengeyi merkeze alan bir toplumsal yapıyı esas alır. O yüzden İslam’dan metne ve onun ruhuna sadık kalarak sosyalizm de komünizm de çıkartamazsınız. Elbette böyle bir yorum yapılabilir ama bu da sizi keyfiyet anlamında aşırı yoruma götürür ki buradan da Müslümanlarla solun barışı değil sol atarafından absorbe eidlmiş bir anlayış çıkar ki Özne’nin emperyalizmi tam da budur. Direniş teolojisi, kurtuluş ilahiyatı, Latin Amerika’daki Katolik komünizmi o dini özgül şartlarından dolayı mümkün oluyor , çünkü bizzat İsa mülk edinmemeyi, yoksul bir hayatı önerdi. Latin Amerika’daki sol ilahiyat köklere dönmektir ve Kilise katolisizminin kapitalizmle flörtüne son vermektir. Bu anlamda Latina Amerikada yapılan şey zorlama ya da keyfiyet değildir, tersine o dinin ruhuna sadakattir. Ama aynı olguyu İslam uyarlamaya kalkarsanız olsa olsa kötü bir kopyacı, taşıma su ile değirmen döndürmek isteyen bir konuma düşmüş olursunuz. İslam’dan Kurtuluş Teolojisi türetemezsiniz çünkü İslam Hrıstiyanlık değildir. İslam dünyaya sırt dönmek değil, dünyada olmak ama dünya tarafından da ayartılmamaktır. Zor denge budur. Bunun anlamı kişi aşırıya varacak derecede (yani bir kapitalist olmamak kaydı ile) zenginleşmemek kaydı ile çok da rahat bir hayat sürebilir. Sorun mülkiyette değil sorun islamı kapitalimin ruhuna emanet eden kavinist islami sermaye ve onların hık deyicisi kiralık kalemi din adamlarında. Bunun için İslamı sosyalist ya da komünist bir biçime sokmaya gerek yok Adalet kavramının içerdiği şeyler zaten bu adamlara karşı koymak için yeterlidir.
İşin mülkiyet boyutu ile ilgili ez cümle bunlar denilebilir kanımca, elbette sol ilahiyat yorumlarındaki modern eşitlik tasavvurunun modern öncesindeki toplumlardaki yerini, yoksullukla ilgili modernist algıları da ele almak ve bunlardaki hatalı indirgemecilikleri ortaya koymak iyi olurdu, ha keza sufi etiğinin ekolojist bir okuması ile bir sade yaşam ve anti kapitalist direniş etiği de ele alarak kendi anlam dünyamızda zaten anti- kapitalist güçlü damarlar olduğunu dillendirmek de anlamlı olurdu, ama bunların tümünü tek bir dergi makalesine sığdırmak olanaklı değil.
Sonuç
Kısacası İslam İslamdır, Sosyalizm Sosyalizm, bu ikisinin arasında bir diyalog kurmak, sosyal adalet vurgusunu güçlendirmek, liberal İslam yorumlarının AKP’ci kalvinizmine, İslam’ı kapitalizmle barıştırma çabalarına karşı koymak, yoksulların durumu ile ilgili olmak, sorumluluk etiği oluşturup ötekinin koşulsuz buyruğuna teslim olan adalet etiği geliştirmek çok doğrudur ve elzemdir. Ama bu sol ilahiyat ya da Latin Amerika Kurtuluş Teolojisini lslama uyarlayarak İslamı Marksizm’in kibirli öznesinin emperyalizmine teslim ederek değil, olanın hakkını vererek yapılır. Bunu söylemek sağcılıksa evet ben Farkçı bir sağcılığı emperyalist bir solcu Özneciliğe teslim olmaya yeğlerim.
Bana göre sol ilahiyat tartışmalarıındaki çaba anamorfik bir bakışla İslam’ın kendi etiğini esas alan bir Müslüman sosyal adalet çabasına omuz verdiğinde yerli yerine oturur ve flu görmekten net görüşe kavuşur. İslamı kapitalizmin de, onu komünizme dönüştürecek aşırı yorumcu tevilin ayartısındın da sakınmalıyız. Söylemsel adalete inanıyorsak tabi…

Dilaver Demirağ

Hiç yorum yok: