24 Aralık 2010

Ahlakın Soykütüğüne Dair, Friedrich Nietzsche


Niestzsche'nin kitabıyla ilgili araştırma yaparken en derli toplu yazıyı -enteresandır- itüsözlük'te buldum..Nietzsche'nin en önemli kitaplarından olan "Ahlakın Soykütüğüne Dair" ile ilgili mütevazı bir öğrenci ödevi olan yazı kitabı en iyi özetleyen çalışma gibi görünüyor bana.

"bu kitap için türkçe ödevi olarak aslında kıytırık sayılabilecek özetimsi bişey yapmıştım zamanında.sözlükçülerin faydasına sunmayı borç bilirim:


ilk çalışma: "hayır ve şer", "iyi ve kötü":


bu çalışma ingiliz psikolog paul ree'nin "iyi" kavramına ve ahlakın kökenine dair ortaya attığı iddialara tepki olarak yazılmıştır. aslında dr. ree nietzsche'nin arkadaşıdır ancak bu çalışmada nietzsche onun iddialarına küçümseyici bir yaklaşımla yaklaşıp, onları çürütmektedir.

nietzsche'ye göre ree dahil olmak üzere ingiliz psikologların ahlakın soy kütünü çıkarma çabalarındaki yanlışları, tarihsel bilinçten yoksun olmalarıdır.onlara göre iyi kavramı şöyle ortaya çıkmıştı: kökeninde insan bencil olmayan eylemleri onayladı ve bu eylemlerle karşılaşanlar, yani, bu eylemlerden yararlananlar açısından onlara iyi dedi; sonraları bu onayın kaynağı unutuldu.çünkü, bencil olmayan eylemler hep, alışkanlık sonucu iyi olarak kabul gördü, iyi olarak duyumsandı-sanki iyi oluşları bu eylemlerin kaynağından geliyormuş gibi.

bu hipotez tamamen savunulamaz olmasının ötesinde içinde psikolojik bir saçmalık da taşıyordu. bencil olmayan eylemin onaylanmasının kaynağının unutulabilmesinin insan psikoloji açısından imkansız olmasının yanısıra, bu hipotezin doğru olması için bu eyleminin yararlılığının unutulması gerekmektedir.oysaki tam tersi doğrudur.

iyi bir dil bilimci olan nietzsche bu noktada, "iyi" sözcüğünün aslında eski dillerde tamamen "soylu" kavramından ortaya çıktığını gösteriyor.yani, "iyi" olanlar kendi başlarına iyiydi; soylu, güçlü yüksek konumlu ve yüksek ruhluydular.bunun tam tersi ise "kötü" kavramını oluşturdu.aynı şekilde "kötü" sözcüğü de filolojik olarak basit, gösterişsiz ve sıradan kavramlarından ortaya çıkmıştı.buna göre üstün doğmuş, fetheden, hükmeden ırk aynı zamanda gerçeğe sahip olandı; ezilenler ise basitçe kötüydü.bu kötü kavramı onlara hiçbir kasıt olmadan yüklenmişti, sadece "iyi" olmadıkları için.

nietzsche daha sonra şövalye aristokrasisi ile rahip aristokrasisini karşılaştırıyor.ilkinin değer yargıları capcanlı, zengin, coşku dolu sağlığı; bunu korumak için gereken savaşı, serüveni, dansı ve genelde sağlam, özgür sevinçli eylemleri temel alırken ikinci ise tamamen sağlıksızlığı, güçsüzlüğü ve insanla insan arasındaki uçurumun açılmasını temel alıyor. görülebileceği gibi savaş çıktığında rahipler çok güçsüz kalacaktır; bu yüzden onlar en şeytan düşmanlardır.güçsüzlükleri onlara büyük bir nefret aşılıyordu. bu noktada nietzsche şimdiye kadar "soylu" olana yapılan en büyük saldırının ve verilen zararın yahudiler (o rahip ruhlu halk) tarafından verildiğine dikkat çekiyor. bu güçsüz insanlar aristokratik değer eşitliğine karşı çıkarak, onları korkunç nefretlerinin gücüyle tersine çevirmiştir. böylece istilacı ve soylu roma'dan tinsel intikamlarını almışlardır. aslında yahudi ideallerinin zaferi çok daha farklı bir yoldan geldi. israil ve yahudi nefretine karşı görünerek, nasıralı isa aslında tamamen aynı hıncın bir kolu olarak gelişen sözde bir sevgiyle ve "çarmıhtaki tanrı" modeliyle kendini acındırarak yahudi değerlerinin güç kazanmasını sağladı. elbette israil'in düşmanları bu yemi gözleri kırpmadan yuttular. böylece yahudi kinciliği, bütün daha soylu değerlere karşı zafer kazanmış oldu.

buna göre her soylu ahlak, kendine zafer kazanmış bir biçimde "evet" demekten gelişirken, köle ahlakı daha başında kendi olmayana "hayır" der. soylu ahlakında "soylu" olmayana karşı bir önemsememezlik, bir küçümseme varken; köle ahlakında hınç vardır.böylece hınç duygusu insanlarından oluşan bir ırk sonunda herhangi bir soylu ırktan daha kurnaz olur ve bu kurnazlık onların var olma koşulları olarak kalır. soylu insanlar hınç duygusunu ani bir parlamayla içlerinden atarken, köleler bunun zehrini içlerine akıtır ve karşıdakini "şeytan" olarak görmeye başlarlar.oysa soylular düşmanlarını severler. bu içine akıtmanın sonucunda bellek oluşmaya başlar çünkü insan belleğinin temelinde acı vardır. köle ahlakının yarattığı kötü, bu noktada soyluların "kötü"sünden ayrılır ve "şer" adını alır.

savaş için doğmuş olan soylu ırk zaman zaman patlamalı, vahşete dönmelidir.bu yüzden nereye giderse gitsin arkasında "barbar" kavramını bırakır. nietzsche'ye göre bu "barbar" kavramını yaratan evcilleşmiş insanlar aslında insanlığın geri gidişidir: ...yabancısı olduğu şeyi barbarca, kendi aklına uyduramadığı şeyi akıldışı diye nitelendiren o değil midir?. ona göre avrupa insanının küçültülüp eşit duruma getirilmesi, karşımızdaki en güçlü tehlikeyi oluşturuyor. böylece insana olan sevgimizi, derin saygımızı, umudumuzu da yitiriyor, ondan bıkkınlık duyuyoruz: "bugün nihilizm bu değil de, nedir? bıkkınız insandan..."

nietzsche köle ahlakına sahip kişilerin sözde mantığını şöyle açıklıyor: " şer işleyenlerden farklı olalım yani iyi! can yakmayan, kimseyi incitmeyen, kimseye saldırmayan, misillemede bulunmayan, tanrıya bırakan, bizim gibi kendini gizleyen, şerrin uzağında, hayattan çok az şey isteyen, bizim gibi, sabırlı, alçakgönüllü ve adil kişi iyidir.".
öyleyse bu çeşit insanın, her yalanı mubah sayan, kendini koruma ve ileri sürme içgüdülerinden kaynaklanmış, kayıtsız, bağımsız bir özneye gereksinimi vardır: "özneye (yada daha yaygın deyimiyle, ruh) şimdiye dek yeryüzündeki her şeyden daha fazla inanılır, çünkü ölümlü olanların çoğunluğunun, her çeşit ezilmiş ve zayıfın, zayıflığı özgürlük, bu durumda oluşlarını bir kazanç olarak yorumlamasını olanaklı kılar."

sonuç olarak köle ahlakında misilleme görmeyen zayıflık "iyiliğe", kaygılı alçaklık "alçak gönüllülüğe", nefret edilenleri boyunduruk altına almak "boyun eğmeye" (yani, bu boyunduruğu buyurduğunu söyledikleri kişiye-tanrı diyorlar ona) dönüşüyor. zayıfın korkaklığı ve güçsüzlüğü yüceltiliyor.ve bunların hepsinin temelinde ebedi bir nefret vardır.

son olarak söylenebilecek olan şudur ki; yahudi(köle) ahlakı, roma(soylu) ahlakına karşı büyük bir zafer kazanmıştır.iki bin yıldan beri dünyanın her yerinde insanlar evcilleşmekte, evcilleştirilmektedir.


ikinci çalışma: "suç", "kara vicdan" ve benzerleri:

nietzsche bu çalışmaya sorumluluğun kaynağını açıklayarak başlıyor.bunun için öncelikle unutkanlığı açıklıyor.buna göre insanın mutlu olması için bilincinin kapılarını bir süre için kapatması, yeni şeylere yer açması gerekmektedir.bu mekanizma çalışmazsa insan hiçbir şey için "hazır" olmayacaktır.ama insan belleğe sahip olduğu için söz vermenin gerçekleştiği durumlarda unutkanlık askıya alınır.bu aslında "bir kere istenmiş olan şeyin sürekliliğini isteme, gerçek bir isteme belleği"dir. bunu yapmak için insan nedensel düşünmeyi öğrenmeli, amacının ne olduğunu ve ona ulaşmak için gerekli yolları kestirmeyi öğrenmelidir.yani tahmin edilebilir, düzenli ve zorunlu olmalıdır. bunlara sahip olan "özgür" insan yani söz verebilen ve bunları her koşulda yerine getirebilecek olan insan, yani bir anlamda egemen olan insan bu yetilere sahip olmayanlara kendinden yola çıkarak bakacak ve onları küçümseyecektir.bu üstün olma içgüdüsünü ise kendi "vicdanı" olarak adlandıracaktır.

yazar bu noktada belleğin ne olduğu kavramına giriyor ve psikolojin temel kavramı olarak gördüğü şu sözleri dile getiriyor: "bellekte olan her şeyi yakmalı.ancak durmadan acı veren kalır bellekte". insan ciddi olup, kendine bir bellek yaratma çabasına girince, bunu kan ve acı olmadan yapamaz ki çileciliğin temelinde de bu vardır. ceza yasaları da bu unutkan topluluğa toplumsal yaşayışın birkaç ilkel zorunlu kuralını şimdinin kuralı olarak empoze etmek için vardır. bir toplumun eski kaba içgüdüleri ne kadar güçlüyse ceza yasaları da o derece serttir bu yüzden. ayni nedenle toplumlar daha da geliştikçe, daha doğrusu evcilleştikçe ceza yasaları yumuşamaya başlar. bu hukukun asıl temelinde ise borçlu-alacaklı ilişkisi yatar. bunu daha da ilerletirsek, bir insan bir toplumda yaşamanın faydalarını kullanır ama o topluma karşı sorumluluğunu ödemezse cezayla karşı karşıya gelir. daha önce bahsedildiği gibi bu cezanın niteliği toplumun ilerlemişliğine bağlıdır çünkü, toplum güçlendikçe bireylere daha az önem vermeye başlar. böylece adalet kendi temellendiği kavramlardan koparak yok oluyor. biz bu kavramı "merhamet" olarak biliyoruz.

borçlu-alacaklı ilişkisini daha iyi açıklamak gerekirse: alacaklı zararın doğrudan ödetilmesi yerine gücünü, güçsüz üzerinde özgürce boşaltabilmenin şehvet dolu sevincini ve gönül rahatlığını yaşar. yani suç ve ceza "başlangıcı, yeryüzündeki bütün büyük şeyler gibi, temelinden uzun süre boyunca kanla sulanmıştır." zulüm eski insanın büyük şenlik sevincini oluşturmuştur; gerçekten de hemen hemen tüm hazların bir yapıtaşıdır. başkalarının acı çekişini görmek insanı mutlu eder. insan evcilleştikçe bu zulüm kalkmamış, gittikçe manevi bir kılığa bürünüp tanrısallaştırılmıştır. sonuç olarak suçluluk ve yükümlülük duygusu kaynağını en eski borçlu-alacaklı ilişkisinden alır. yani insana göre "her şeyin bir fiyatı vardır; her şeyin fiyatı ödenmelidir".

yani bütün ceza hukukundan şunu görüyoruz ki intikam, ve bütün tepkisel duygular, adalet adı altında meşrulaştırılmaya çalışılıyor. oysa "adalet ruhuyla ele geçirilebilecek en son alan, tepkisel duyguların alanıdır".adaletin yaptığı, hınç duygusunu kurumsallaşmış, kişilerden uzaklaştırılmış yasalarla bastırmaya çalışmaktır çünkü
"kendi başına, doğal olarak, hiçbir zarar verme, saldırı, sömürü ve yok etmeye adil değil diyemeyiz, çünkü hayat özünde, temel işlevlerini zarar verme, saldırı ve yok etmeyle gerçekleştirir." adalet, hınç duygusunu daha büyük güç birimleri yaratmak için kullanır.

bu yüzden cezanın aslında bir amacı olmadığını görüyoruz, çünkü evrimde belli bir amaca doğru ilerleme yoktur. bir kısmının yararının azaltılması gerçek ilerlemenin gerekleri arasındadır.hatta ilerlemenin büyüklüğü yapılan fedakarlıkların büyüklüğü ile bile ölçülebilir. bu süreç içerisinde ceza, her türlü anlama bürünebilir. ama amacı kesinlikle toplumun algıladığı gibi suçluluk duygusu yaratmak değildir çünkü "ceza insanı eğitmez, sadece evcilleştirir". böylece ceza insanı evcilleştirmiş ama daha iyi yapmamıştır, hatta tam tersi bile söylenebilir.

nietzsche'ye göre kara vicdan "kendini en sonunda toplumun ve barışın duvarları arasında bulduğu zaman oluşan değişikliğin gerilimi altında çökmek zorunda kalmış insanın ağır bir hastalığıdır".çünkü, dışarıya boşaltılamayan tüm içgüdüler içe döner.böylece, insanın kendisine acı çektirmesi başladı. sonunda kara vicdan özgeci (bencil olmayan) değerin koşullarını sağladı.

nietzsche, kara vicdan kavramını dayanak olarak kullanarak tanrı kavramının ortaya çıkışını anlatıyor. kara vicdanı yaratan devletin oluşumundan sonra kabile topluluğundakiler, kabileyi kuranlara karşı hukuksal bir borcu kabul ettiler (bkz: borçlu-alacaklı ilişkisi). topluluklar ilerleyip güçlendikçe bu borç çok büyük boyutlara ulaştı.öyle ki "en güçlü kabilenin ataları sonunda, artan korkunun hayaliyle korkunç boyutlara ulaşır, sonunda ata zorunlu olarak tanrı kılığına yükselir". bunun temelinde insanın suçluluk duygusunu (tanrısallığa karşı borçluluğun suçluluk duygusu) görüyoruz yani "tanrıtanımazlıkla bir tür masumiyet iç içedir". buradan görebileceğimiz üzere sorumluluk duygusunun çöküşü, tanrıtanımazlığı getirecekti ama hıristiyanlığın dahice bir darbesi bunu önledi: "tanrının kendisi, kendini insanlığın suçu için kurban edecekti".neden? sözde sevgisinden dolayı, borçlusuna olan sevgisinden dolayı!

sonuç olarak görüyoruz ki insanın evcilleştirilmesinden doğan "kara vicdan" nedeniyle tanrıya karşı işlenen suç, kendine cefa çektirmek için bir araç oluyor.

"suç" ve "kara vicdan" kavramlarını böylece netleştirdikten sonra belirtmemiz gereken son bir nokta daha var.burada bahsedilen tanrı kavramı yunan tanrıları da dahil olmak üzere eski soylu ırkların tanrılarını kapsamıyor. yunanlılar, hıristiyanların aksine tanrılarını "kara vicdan"ı yaşayışlarından uzak tutmak, ruhlarını özgür bırakmanın tadını çıkarabilmek için kullanıyorlardı. soylu yunanlılar, yüzyıllarca, içlerinden biri kendini anlaşılmaz dehşet ve kötülükle lekelediğinde kendilerine "onu, bir tanrı baştan çıkarmış olmalı" dediler.bu yunanlılar için tipik bir çıkış yoluydu.


çileci ideallerin anlamı nedir?:

nietzsche bu çalışmasına çileci ideallerin anlamının sabit olmadığını, toplumun farklı kesimleri için çok farklı anlamlara gelebileceğini belirterek başlıyor.

buna göre çileci ideallerin, sanatçıların için hiçbir anlamı yoktur çünkü, onlar hiçbir zaman "yeterince bağımsız bir biçimde dünyada ve dünyaya karşı, değer biçmeleri ve onların kendi başlarına değişmeleriyle ilgilenmeyi hak edecek bir konumda" olmamışlar.ne kadar gerçeklikten koparsanız, sanatta o kadar ilerlersiniz.ama insanın bunu kaldırabilmesi kolay bir şey değildir, bu yüzden bir çoğu belli felsefelerin arkasına sığınmak zorunda kalırlar ki bu da onları sanatçılıktan koparır.ayrıca güzellik kantçı felsefenin iddia ettiği gibi "çıkarsız haz sunan şey değil", stendhal'ın tanımıyla "mutluluk vaat eden, istemeyi uyaran şey"dir.

felsefeciler için ise çileci ideallerin oldukça önemli bir anlamı vardır. örneğin, tarihsel olarak her zaman felsefecilerin cinselliğe karşı bir önyargısı vardır.bundan dolayıdır ki çok azı evlenmiştir.filozof, sakındığı üç parlak ve gürültülü şeyden belli olur; ün, prenslik ve kadınlar.yazara göre çileci ideallerin felsefeciler için anlamı şudur: "felsefeci onda en yüksek, en cesur tinselliği ve gülümsemelerin en iyi koşullarını görür-"varlık" ı yadsımaz, aksine kendi varlığını öne sürer, yalnızca kendi varlığını...". bu onlar için, dünyadan, en iyi istemeyle, çetin ve iç açıcı bir şekilde uzaklaşmanın yoludur.

çileci idealler yüzünden, yeryüzündeki her en küçük adım, maddi ve manevi işkenceyle kazanılmıştır.kim tutup yeni bir cennet kurmaya kalksa, bu gücü ancak kendi cehenneminde bulabilmektedir.çileci, yaşamı, sonunda başlangıç noktasına dönülen yanlış bir yol yada davranışlarla düzeltilen- düzeltilmesi gereken bir hata olarak ele alır.çileci yaşam, bütün gücüyle kendini ayakta tutmaya çalışıp varlığı için savaşan, yozlaşmış bir yaşamın (zayıfların, hastalıklıların yaşamı) korunma ve kutsallaştırma içgüdüsünden kaynaklanır. fizyolojik yaşama yetisi azaldıkça, "en yüksek derecedeki çatışmada kazanılan zafer" i amaçlar."çileci ideal hep bu en üstünlük işareti altında savaşmıştır, bu ayartma bilmecesinde, bu zevk ve cefa tablosunda, en parlak ışığını, kurtuluşunu, en son zaferini tanımıştır.haç, fındık, ışık- çileci ideal için, bu üçü birdir."

böylece insanlar arasındaki hastalıklılık ne denli normalleşirse, güçlü ruh ve bedene sahip olmak o denli onurlu olmalı.ama tam tersi oluyor. zayıflar çileci ideali kullanarak "en azından adaleti, sevgiyi, bilgeliği, üstünlüğü temsil etmek hırslarına" ulaşıyorlar. bunlar erdemi tekellerine alıyorlar. nietzsche bu tip insanları "ahlak mastürbasyoncuları" olarak tanımlıyor. ona göre, bunların hepsi hınç duygusu insanıdır, mutlu olana karşı büyük bir hınç duyarlar ve bir gün mutlunun vicdanını da zehirlemeyi başardıklarında belki de mutlular mutluklarından utanmaya başlayacak. bu yüzden kendimizi iki en kötü salgına karşı korumalıyız: "insandaki büyük iğrençliğe karşı! insana büyük acımaya karşı!". sağlıklının hastaya bakıp iyileştirme görevi olmamalıdır.

bu noktada çileci rahip, hastalar sürüsü için bir kurtarıcı, bir çoban ve bir savunucu olarak ortaya çıkar.o, hınç duygusunun yönünü değiştirir. çünkü, bu çok güçlü bir patlayıcıdır ve sürüyü yok etme tehlikesi vardır. bu yüzden rahip, hınç duygusunu insanların bizzat kendisine yönlendirmesini sağlar: "haklısın, benim koyunum! biri suçlamalı seni, yalnızca sen kendini suçlamalısın". sonuçta insanların kendilerini derin bir fizyolojik çöküntüden, hipnotize etme sistemleri sayesinde kurtulmalarını sağladılar. bu sözde tedavi gibi görünen şey aslında insanı gittikçe daha hasta ve kötü durumda yapmaktadır.amaç memnuniyetsizliğin önlenmesidir. sonuçta ortaya çıkan şey ise "hipnotize edici bir hiçlik duygusu, en derin uykunun huzuru, kısacası acı yokluğu" dur ve "aynı duygu mantığına göre, bütün karamsar dinler hiçliğe tanrı diyeceklerdir."

acı çekme yetisinin, hipnotizasyonla tamamen köreltilmesinden daha yaygın yollar da ortaya konmuştur çileci rahipler tarafından.bunlardan biri "çalışma mutluluğu" dur. bu rahatlamada acı çekenin ilgisi, tümüyle acısından uzağa çekilmiştir. çöküntüye karşı daha değerli bir savaşma yolu ise kolayca elde edilebilen ve düzenli bir olay haline getirilen küçük sevinçler düzenlemektir. bunun en yaygın yolu ise "sevinç vermenin sevinci" dir. bu yardımlaşma eğilimi bir sürü oluşturulmasını kolaylaştırmaktadır: "güçlüler, doğal olarak ayrılmaya, zayıflar bir araya gelmeye eğilimlidir".

bütün bu masumane görünen yolların yanısıra çileci rahibin "suçlu yol" olarak görebileceğimiz bir diğer yolu da vardır ki bu da duygu taşkınlığıdır. "öfke, korku, şehvet, kin, umut, zafer, umutsuzluk, zalimlik; gerçekten de, çileci rahip, ayrım gözetmeksizin, insandaki tüm vahşi köpekleri işe koşar, kah birini kah öbürünü serbest bırakır, hep gözettiği aynı amaç için...ama hep bir dinsel yorumla, hep kendini haklı çıkararak". amaç, suçluluk duygusunu sömürmektir. böylece insanlar büyücüsünden, rahipten, acısının nedeninin ilk ipucunu alıyor: onu kendinde aramalıdır, bir suçta, geçmişin bir parçasında; acısını bir cezalandırma olarak anlamalıdır. daha önce de bahsedildiği gibi, nerede çileci rahibin tedavisi varsa orada hastalık, şaşılası bir hızla, derinliğine ve genişliğine yayılmıştır: "tövbe ve kurtuluş eğitiminin doruğuna ulaştığı dönemlerde muazzam sara salgınlar görüyoruz....bu ideal kadar, avrupa"nın sağlığı ve ırksal gücü üstünde, böylesine tahrip edici etki yaratan başka bir şey bilmiyorum; abartısız ona, avrupa sağlığının tarihindeki gerçek bela diyebiliriz."

nietzsche, daha sonra çileci idealin karşıt idealinin ne olabileceğini tartışmaya başlıyor. bu ideal bilim olamaz "çünkü bilim bugün hiç de kendi başına bir inanç değil, hele hele, kendi üstünde bir ideal olamaz, -genellikle bir tutku, bir aşk, bir şiddet, bir acı olduğu zaman bile, çileci idealin zıttı değil de, tersine en son, en soylu biçimidir onun". akademisyenler, genellikle, kim olduğunu kabule yanaşmayan, kendini uyuşturmuş, kendinin farkında olmayan, acı çeken insanlardır.sadece tek bir şeyden korkarlar: yeniden bilinçlerine kavuşmaktan...

çileci idealin zıttı felsefe de olamaz çünkü "bu ideal, kesinlikle onların (filozofların) da ideali; bu gün yalnızca onlar temsil ediyor onu, belki de yalnızca onlar; kendileri bu idealin en tinselleştirilmiş ürünleridir: en uçtaki akıncıları, en ileri keşif kolu, en tutkun, en ince, en akıl almaz ayartma biçimi.artık özgür ruhlar değiller çünkü hakikate inanıyorlar; kesinlikle, kesinlikle hakikate olan inançlarında herkesten çok daha katı, daha koşulsuzdurlar". bütün bunlar, geniş olarak bakıldığında, bir cinselliğin yadsınması kadar, çileci erdemi dile getiriyor. bunda kurtulmak için yapılması gereken tek şey: "hakikatin değerinin bir kez deneysel olarak sorgulanmasıdır". hakikati isteme bilincine vardıkça ahlak giderek ortadan kalkacaktır. görebileceğimiz gibi, bilim ve çileci ideal aynı temele; hakikati çok büyük görme üstüne dayanırlar.yaşamanın belirli bir şekilde yoksullaştırılması ikisinde de ön koşuldur. oysa ki sanat, içinde yalanın kutsallaştığı, aldatmayı istemenin temiz bir vicdana kavuştuğu sanat, çileci ideale bilimden daha temelli bir biçimde karşı çıkar.

sonuçta şunu diyebiliriz ki; çileci idealin dışında, insanın, bir hayvan olan insanın, şimdiye dek bir anlamı olmadı, "insana ne gerek var?" sorusu yanıtsızdı. "işte çileci idealin anlamı tam da bu; eksik olan bir şey, insanı çepeçevre saran müthiş bir boşluk...çektiği acının kendisinden gelmiyordu sorunu; "niçin bunca acı?" soru çığlığına yanıtı yoktu" ve böylece "bütün acıları suç açısından gördü.bütün bunlara rağmen "insan kurtuldu böylece, bir anlam sahibi oldu..."

Hiç yorum yok: