Bu yazı Ömer Naci Soykanın "Özgürlük ve Sürekli Barış Yolunda Anarşizm" üstbaşlıklı "manifesto denemesi" ne bir eleştiridir. Neden böyle bir eleştiri yapma ihtiyacı duyuyorum? İki önemli nedeni var. Birincisi, yaşadığımız çağın anarşizm açısından analizinin önemine inanıyorum. Çünkü anarşizm özellikle "reddiye" (yani negasyon) üzerinde yükselen bir varoluş biçimidir. Onu vareden temel reddiyeler (anti-otorite, anti-hiyerarşi, anti-mihjarizm ve anti-seksizm) zamanın akışından pek az etkileniyorlar. Bu nedenle herhangi bir tartışmada anarşist düşüncenin tıkanması, "söz" üretememesi çok zor. Hatta tam da aynı nedenle, anarşizmin eylemlilik kısırlığına düşmesi de pek mümkün değil. Ancak anarşizmin doğasından kaynaklanan bu güçlü tarafı, onu bir zaafîyet potansiyeliyle de donatıyor: anarşistler genel olarak tarih anlayışıyla ve özel olarak da yaşadıkları çağın analiziyle daha az ilgileniyorlar. Oysa söz ve eylemlilik salt memnuniyetsizlik belirtme araçları değillerdir; son derece güçlü iletişim olanakları sunan kapitalizm, dünyayı bir hamur gibi yoğurmaya her zamankinden fazla girişmişken her söz, her eylem, içeriği, yeri, zamanı ve tonuyla ister istemez "oluşturucu" bir rol üstleniyor. O halde "anarşistler hemen şimdi neyi oluşturmaktalar, neyi oluşrurmalılar?" sorusu herhangi bir anarşist tatarından hem çok kolay, hem çok zor cevaplanabilecek bir sorudur. Bu sorunun kolay cevabı anarşizmin reddiye temeliyle, zor cevabı ise hem tarih anlayışıyla hem çağın analiziyle mümkündür. Sanırım anarşistler olarak en zorlandığımız nokta da, kolay ve zor cevabın birbirleriyle çelişmezliğini ve uyumunu sağlama noktasındadır. Bu iş çaba istiyor ve en önemlisi, güvenli taş kalenin dışına çıkıp bağrını her yönden gelebilecek darbelere açma cesareti istiyor. İşte bu nedenle Ömer Naci Soykan'ın "manifesto" metni, anarşistler tarafından sessizlikle geçiştirilemeyecek ve üzerinde düşünülerek değerlendirilmesi (yani eleştirilmesi) gereken bir girişim örneğidir
İkinci sebep ise bu tür bir girişimin tek örneğinin bu "manifesto" olmamasıdır. Bazı çevrelerin, alt başlığına "manifesto" diye yazmasalar da, anarşizm adına oluşturdukları benzer metinler var. Ve bu tür bir işe soyunanların hemen hepsi de, anarşizmden farklı olarak varlık sebebini bir "tarih anlayışına" borçlu olan, dolayısıyla bu konularda çok fazla metin üretmiş Matksizmden dolaylı ya da dolaysız faydalanıyorlar. Bazılarının Marksizmden ve onun versiyonlarından nispeten yeni kopmuş bağları var. Bazıları ise sanırım Marksizmin bu "verimli" tarlasından görüş derlemeyi daha kolay buluyor. Türkiye'de anarşizm, Marksizmdeki tüm bağlarını koparabilmeyi ilk kez 80'li yılların sonunda başarmıştı. Ancak son dönemde Matksist tedrisattan geçmiş birçok insanın anarşist olmayı seçmesi ve anarşist çevrelerde aktivizmin yüceltilip, söz üretmenin aşağılanması sonucunda, "Marksizmle hesaplaşmak" tekrardan anarşizmin meselesi olarak kendini dayatmaktadır. Ve Soykan'ın metni de bu hesaplaşmaya giriş" açısından vesile yaratacak bir dizi argümanla dolu.
Soykanın manifestosunu eleştirmeye nasıl başlayabilirim? Bu eleştiriye "manifesto" sözcüğünden başlamak istemiyorum. Çünkü soru hemen "anarşizmin manifestosu olur mu" formuna dökülüyor. Bu soru ise bizi meselenin özünden uzaklaştırabilir; çünkü manifesto sonuç olarak bir "görüşler manzumesinin ele güne ilan edilmesi" eylemidir. Birçok politik akımın ve hatta birçok sanat akımının manifestoları vardır. Sanırım bu metindeki manifesto altbaşlığının huzursuz edici karakteri, özellikle giriş paragrafının meşhur "komünist manifesto" ile olan amaçlanmış benzerliğidir. Bu benzelik bizi, metni nasıl okumalıyız konusunda şartlandırmaktadır. Özellikle, komünist manifestonun dünya tarihinde oynamış olduğu rolü düşünürseniz, Soykan'ın da bu metinden nasıl bir işlev umduğunu, bu metnin bahtının nasıl olmasını dilediğini anlayabilirsiniz. Giriş paragrafının son cümlesi, yani bu metnin bir taslak olduğu ve anarşistlerin katkısını beklediği ifadeleri bile ne yazık ki bu ağır nostalji durumunu hafifletmeye yetmiyor. Bu kadar iddialı bir giriş sonrasında yazarın felsefi, tarihsel, politik önermelerinde tartışılmaz bir iç tutarlılık ve neredeyse dünya-tarihsel boyutun her noktasına ışık tutacak bit kapsayıcılık sunmak dışında bir şansı olamaz. Oysa Soykan görüşlerini, bu tip bir tutarlılık ve kapsayıcılık iddiasıyla prangaya vurmadan dile getirmiş ve tartışmaya açmış olsaydı, anarşizmin özüne çok daha uyumlu bir tutum sergilemiş olurdu. Çünkü her kilidi açmak, olası her sorunu çözmek için yeterli -temel argümantasyona sahip olma iddiasındaki "temel metinler" anarşizmle barışık olamazlar. Neden böyle
olduğunun cevabı, bu metni eleştirirken başlangıç noktamı oluşturacak olan tartışmada ortaya çıkacak. Bilim, anarşizm ve ütopya... Bu başlık altında Soykan, anarşizmle ilgili olarak bence tümüyle "Marksist" simya ile bir ayrıştırma yapıyor: Realite ve İdeal. Bana sorarsanız bu ayrıştırma siyasi bir düşünce için Habil'in Kabil'i öldürmesi gibi bir şeydir. Soykanın bölümün sonunda iyiniyetli olduğunu düşündüğüm şekilde, "Belki gelecekte toplumsal pratiğin çözümleyebileceği bazı güçlükler, çözümlenemez gibi görünen bazı sorunlar şimdiden kuramsal düzlemde karşımıza çıktığında, anarşizmin insanlık için sonsuz bir ödev olduğunu, bizim onun içinde değil, daima yolunda olacağımızı söyleyerek kendimize haklı bir savunma biçimi buluruz" dediğinde, aslında bu ayrımın nasıl bir reel politika ve ideoloji çatlağı yaratacağının farkında olduğunu hissettiriyor. | Anarşizmin bir ütopya olarak tanımlanmasının her zaman tehlikeli olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü bu "hiçbir zaman tam olarak ulaşılamayacak" olan şey, tam ve tamam olanı belki de ulaşılamayacak bir geleceğe ertelemek demektir. Oysa anarşizm "hemen ve şimdi"dir ve asla "tam ve tamam" bir tanımı yoktur.
Anarşizm, Marksizmden tamamen taban tabana zıt olduğu bu iki özellik sayesinde reel politika ve düşük gramajlı ideal hokkabazlığından uzak durabilmiştir, Türkiye'de 80 döneminde Marksist hareketin "elbette tam, yani ideal komünizm ya da komünist şimdi var olamaz" savunmasıyla ne herzeleri örtbas ettiğini biliyoruz. "Dört dörtlük", "dörtte üçlük" devrimci abuklukları da da o dönemin gözde mavra konularıydı. Dünya tarihindeki trajikomik örneklere girerek kafa şişirmek istemiyorum.
Anarşizm, "hemen, şimdi" derken arınmış kalabilmek için pragmatik bir yöntem mi öneriyor? Eğer durum buysa, Soykanın tüm çabası bize, aşina olduğumuz ama belki de daha faydalı bir yöntem önermektir. Ama hayır; anarşizm "hemen, şimdi" derken bir kolaycılık peşinde değildir. Marksizm ve anarşizm arasındaki bu temel fark, tarih anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Sözkonusu manifesto metninin hemen her sayfasında Soykan'ın, tarih anlayışı olarak Marksist yorumu benimsediğinin ipuçlarını buluyoruz. İlk bölümde çok net bir ifade var: "Biz anarşizmi insanlık tarihinin gidişi yönünde arıyoruz" diyor (aslına bakarsanız, bu cümleye "o tarafta arama, bulamazsın" diyesi geliyor insanın). Bu cümleyi yazmak demek, iki temel önermeyi kabul etmek demektir: 1) İnsanlık tarihinin bir gidiş yönü vardır ve bu bilinebilir 2) Anarşizm bu gidiş yönündedir, yani diğer değişle tarihsel zorunluluktur. Ben kendimi yormayayım. Soykan zaten "Anarşizm Yolunda Başlıca Engeller: Kapitalizm ve Teknoloji" başlıklı bölümde kendisi ifade ediyor: "Çözümlemelerimizden açıkça anlaşıldığı gibi, anarşizmi uygarlığın tarihsel gidişi yönünde kaçınılmaz bir sonuç olarak görüyoruz" diyor ve ekliyor: "Ama bu kaçınımazlığı da 'nasılsa öyle olacak' deyip kendi haline bırakmak istemiyoruz." Ama neden biz anarşizmi kendi ellerimizle, Marksizmin bir türlü çözemediği "kendiliğinden ama biraz yardımla" açmazına sürüklüyoruz? Bu saçma açmaz, tamamen Marksizmin "bilimsel" tarih anlayışının mantıki ve kaçınılmaz sonucudur. Soykan anarşizme bir manifesto dikeyim derken anarşizmi, Marksist deli gömleğine tıkmaya çalışıyor. Ben bu noktada, metindeki düzinelerce benzer ifadeyle ilgilenmeyip, doğrudan tarih anlayışı meselesine dalmak istiyorum.
Marksizmin özü, tüm insanlık tarihini, üretim araçları ve üretici güçlerin gelişimi ve bu gelişime uygun üretim ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyeti çerçevesinde açıklamaktır. Marks bu temelde insanlık tarihinin gelişim mekanizmasını, tıpkı bir biyolog gibi "objektif" olarak "bilimsel" metodla formüle etmiştir. Bu formülasyon, her bilimsel metotta olması gerektiği gibi, gelecekte de ne olacağının öngörüsünü verir bize. Bu anlayışla, insanlık tarihi, birbirini doğuran ve bu doğum sırasında da elbette sancılanan toplumsal düzenlerin peş peşe dizilmesinden başka bir şey değildir. Bir düzen, İçerebileceği tüm "gelişme"yi içermeden yerini yeni düzene bırakamaz. Eğer olur da böyle bir anomali yaşanırsa, bu da erken doğum gibi sorunlu bir sürece yol açar. Bu tarih çözümlemesi metodunda insan iradesi, altyapı koşullarıyla olgunlaşan bir öğedir. Yani eğer altyapı henüz olgunlaşmamışsa, zamansız ortaya çıkıveren bir insan talebi ya erken öten horoz gibi budanıverir ya da deli saçması şeklinde dışlanır. Ama üretici güçler yeterince geliştiğinde, insan talepleri mana kazanır ve sınıf talepleri olarak bir sonraki düzenin oluşması için gerekli "doğum-devrim" alt-üst oluşunu gerçekleştirir. Marx ve Engels bilinen İnsanlık tarihini bu lineer tarih anlayışına uydurmak için çok çaba sarf etmiştir ve çok fazla sorun çıkardığı için olsa gerek, en önemli medeniyetleri, örneğin su pompası, ya da vinç gibi üretim araçlarını batı medeniyetlerinden en az bir kaç bin yıl önce geliştirmiş, feodalite tanımlarına pek uymayan ve kapitalizmi doğurmamakta ısrarla direnen Mezopotamya ve Uzak Asya medeniyetlerini geçiştirivermişlerdir.
Anarşizm insanlık tarihini böyle lineer algılamaz. Anarşizme göre, tarihin hiç bir evresi zorunlu ya da kaçınılmaz değildir; insanlık tarihi bir çok kırılma ve yön değiştirme içermektedir. Yani Sümer devletine karşı bağırıldığını bildiğimiz "amargi" kelimesi (sümer dilinde özgürlük demektir) bir deli hezeyanı, bir zamansın öten horoz çığlığı değildir. Bİr anarşist olarak inanıyorum ki eğer Spartaküs ve arkadaşları Roma'yı dize getirebilselerdi (ki az kalmıştı) ya da Sovyetler Birliğine hükmeden Stalin gibi bir zat olmasaydı ve İspanya anarşistleri bu zatla el sıkışmışlığın pervasızlığı ile davranan Hitler'in uçaklarından atılan bombalarla imha ediimeselerdi tarih böyle akmazdı. Dolayısıyla rahatlıkla denilebilir ki, 1917 Ekim'inde bir avuç iktidar muhterisi bolşeviğe karşı daha uyanık olunabilseydi çok daha farklı bir Sovyetler ve dünya tarihi olacaktı. Kısacası kapitalizm ya da günümüz dünyası kaçınılmaz kaderimiz değildi. Benim görüşüme göre, tarih tek yönlü bir "gidiş" değildir ve tarih bize geleceğimizin ne olacağını değil, ne olmaması gerektiğini gösterir. Olmakta olanın nasıl durdurulacağı, bu "gidiş" ten nasıl "dönülebileceği" ve olmaması gerekenden nasıl kaçınılacağı elbette ki olan bitenin bir analizini gerekser. Bu analız gerçekten önemlidir ve bence anarşizm açısından tekrar tekrar önemle ele alınması gereken konulardan biridir.
Ben anarşist tarih anlayışına burada ayrıntılı olarak girmeyeceğim ama bu konunun kavranabilmesi için, rastlantı ve zorunluluğun, bir ve tek durumun değişik ölçeklerde tarifi olduğunun kavranması gerektiğini düşünüyorum. Bu durumu Ömer Naci Soykan'ın da başvurduğu fizik biliminden örnekleyebiliriz: Kapalı bir kapta tuttuğunuz gazın, kabın iç cidarına her noktada eşit basınç uygulamasını bir "zorunluluk" olarak niteliyorsanız, bir de duruma daha yakından bakın: bu "zorunluluk", milyarlarca gaz molekülünün kabın cidarına çarpışındaki tartışılmaz "rastlantısalhk"tan başka birşey değildir. Eğer her bir gaz molekülünün iç cidara çarpma sıralamasında bir zorunluluk bulabilseydik, elimizde içinde durduğu kabın hangi noktasına ne zaman ne basınç uygulayacağı kestirilemeyen "rastlantısal" bir gaz davranışı kalırdı.
Soykan'ın manifesto taslağına yönelteceğim ikinci temel eleştiri "kirlenmiş insan" ve onun "eğitim"i konusundadır. Bu konuda Soykan kafamızı karıştırmak ister görünüyor; örneğin şu iki argüman birbirlerinden sadece 6 (altı) satır uzaklıktadır:
(argüman 1) "Ancak böyle bir saydamlaşma durumuna tarih boyu kirlenmiş insanın kendiliğinden varacağı beklenemez. Eğitim insanın bu doğasına dönüşünü hazırlamalıdır" ve (argüman 2) "İnsanın tarihsel oluşumu süresince doğası üzerine bulaşmış kirlerden kendini arıtması ve aydınlanması, ancak kendi kendisinin sayesinde olur. Başkası tarafından sözümona aydınlatılmış insan, başkasının vesayeti altında kendi erginliğini yitirir". Açıkçası ilk okuduğumda benim kafam karıştı. Bu iki argüman açıkça çelişik gibi görünüyorlar. Biraz daha aşağıda (yaklaşık 3 satır) üçüncü bir argümanla.karşılaşınca, bu çelişkiler yumağının sebebi bana aleni oldu:
(argüman 3) "Kaldı ki bu 'kirlenme' de yine bir gelişmeyi, ilerlemeyi gösterir. Eğer insan hiç kirlenmeseydi, yani kültürü yaratmasaydı, bu doğal durumda o hayvandan farksız olurdu". Bu bilmecenin anahtarı yine Marksizmdedir; tekrar Marksizme dönelim. Marksist anlayışa göre "kültür" üst-yapıdır ve bu üstyapı, altyapı tarafından belirlenir. Bu önermeyi lineer tarih çizgisi üzerinde "geriye" doğru kaydırırsak, giderek basitleşen ve yalınlaşan altyapısal strüktürlere (avcı ve toplayıcı toplumlar) dolayısıyla önermenin gereği olarak basit ve yalın "kültür"lere ulaşırız. Şimdi, gidebildiğimiz kadar geriye gitmeyi deneyelim: İnsanlığın başlangıç noktasına. Bu noktada yine önermenin gereği olarak bizi alt-yapısız ve dolayısıyla kültürsüz "insan" beklemektedir. Eğer kültür bir kirlenme ise, bizi tarihin başlangıcında bekleyen bu arkadaş "tertemiz"dir (seks yapma günahı dışında; e ama onu da yapmasa insanlık nasıl üreyecekti?). Elindeki avucundaki tek şey "saf insan doğası" dır (yoksa "hayvan" mı demeliydim?). Bu "kirlenmemiş insan" mitosunu Marksizm sanki Hıristiyanlıktan yürütmüş ve hepimizin başına da bela etmiştir. Kaldı ki taa Taş Devrine kadar geriye gidip o dönemin kültürlerini biraz ayrıntılı incelerseniz, "kültür yoksunu ilkel insan" safsatası darmadağın olur. Devam edelim; insanlığın tarih çizgisinde "sağa" (kartezyen simgeleşrirmeye göre) kayarsak, doğal olarak "ilerlemiş" oluruz; Marksist lineer (kronolojik de diyebiliriz) tarih anlayışına göre, dünya güneşin etrafında döndükçe insanlık "ilerler"; yeter ki çizginin üzerinde kalmayı basarsın. Eğer çizgiden çıkarsa tek seçenek bekler onu: Barbarlık (meşhur "ya sosyalizm ya da barbarlık" sloganı). Bu "zorunlu" ("zoraki" kelimesi daha güzel ifade ediyor aslına bakılırsa) ilerlemede, kültürel yani üst-yapısal değişimler maalesef hep biraz geriden gelir, çünkü üst-yapıyı belirleyen daima alt-yapıdır ve bu "belirlenme ilişkisi nedeniyle oluşan asenkronluk" yüzünden "toplumsal kültürel değişim" daima "toplumsal alt-yapı değişimi'ni bir adım geriden takip eder. İnsanların talepleri bilinç seviyesinde formüle edildiğine göre, dile getirdikleri talepler üst-yapısal öğelerdir ve mevcut alt-yapıya göre şekillenmiş olmalıdırlar. Ama böyle olunca da Marksizm bir açmazla karşılaşır: örneğin komünist toplumsal altyapı yerli yerine oturmadan, komünist bir üst-yapının yani kültürün nasıl oluşabileceğini açıklamakta zorluk çekmektedir Bu bir açmazdır, çünkü her ne kadar ilerleme zorunlu olsa da, bir öndeki vagona atlayabilmek için sosyal bir alt-üst oluş yani devrim gereklidir ve devrimleri de tarih değil insanlar kendileri yapar. Ama bu devrimi yapan insanlar gene önermenin gereği olarak, henüz oluşmamış bir toplumun kültürünü taşıyamazlar. Anlayacağınız "tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan" benzeri bir durumdur, (gerçi Soykan bu paradigmaya tamamen sahip çıkarak bunun "paradoks değil, döngü" olduğunu yazmış). Bu açmazın etrafından dolaşmak için özellikle Le-nin çok çaba sarfetmiştir ve sivri sakalı kadar sivri zekasıyla "öncü devrimci" kavramını icat etmiştir. Öncü devrimci çok çalışır ve kendini "deplasmanda" (yani kapitalist toplumun bağrında) neredeyse mesih mertebesine ulaşana kadar "arıtır ve eğitir". Bu zorlu işi başarabilenlerin bir avuç olmaları çok doğaldır. Aynı doğallıkla bu bir avuç öncünün, punduna getirdikleri ilk fırsatta "kürsüyü" (yani iktidarı) ele geçirip, ezber etmiş oldukları dersi, "loş ve kirli" kitlelere (gerekiyorsa kafasına vura vura; ne de olsa öğretmenin vurduğu yerde gül biter) öğretmeleri, uygulatmaları beklenir. Öyle de olmuştur. (Bolşeviklerin eli, bildik öğretmenlerden biraz daha ağırdı; Kronştad'ı kıpkızıl gül bahçesine çevirdiler) Ömer Naci Soykan da manifestosunun "kültür ve eğitim" konusunun sacayaklarından ikisini Marksizmden ödünç alınca üçüncü ayak elbette ki dingildiyor.
Ben konunun detaylarında da hep kenarda ve öksüz kalmış bu üçüncü ayağa, yani bence anarşizme ait olan tek ayağa yine Soykan'ın ifadesiyle sahip çıkmak istiyorum: "Başkası tarafından sözümona aydınlatılmış insan, başkasının vesayeti altında kendi erginliğini yitirir." Bence anarşizm Marksizmden (ve onun beslendiği kaynaklardan) damlayan terminolojiyi terketmelidir. Ne "kirlenme", ne "aydınlanma", ne de "eğitim" kavramları anarşizmde anlamlı görüşler üretmeye uygun değildir. Bence "yaratıcılık", "merak" ve "bilgiyi paylaşmak" anarşist düşünce ve pratiği zenginleştiren çok daha ufuk açıcı kavramlardır. Ayrıca herhangi bir anarşistin kendini bir "öncü" olarak niteleyip, kendinden menkul ayrıcalıklı bir statü kazanmasını çok tehlikeli buluyorum. Anarşist "öncü" değil, öneren ve örnekleyen olarak tanımlanmalıdır. Bu anlamda anarşistin misyonu yoktur, "yapmadan duramadığı iç devinimi" vardır. Anarşist devrim konusu ise gerçekten üzerinde yeterince kafa patlatılmamış bir konudur bence. Benim bu konuda net bit dille ifade edebileceğim tek şey, anarşist devrimin tek bir kırılma anından ibaret olamayacağı ve bu devrime katılan herkesin, en az herkes kadar ne istediğini ve ne yapmakta olduğunu biliyor olacağıdır.
Manifestonun önemli bir bölümü de teknoloji ve kapitalizm konularına ayrılmış. Bu bölümde Soykan, aynı "ilerlemeci" Marksist tarih anlayışından hateketle bir analiz yapıyor. Ben bu bölümü ibretle okudum ve Soykanın teknolojiden kurtulmak için önerdiği, "ülkelerin yaklaşık eşit refah düzeyini sağlayacak gelişmişliğe ulaşmalarını beklemek" çözümünü okuyunca gerçekten şaşırdım. Sadec şu kısa paragrafı yorumsuz alıntılaya cağım: "Fakat bugün ciddi ölçüde açlık ve beslenme sorunlarıyla karşı karşıya olan milyonlarca insan varken zengin ülkelerin onlara 'Aman fabrika kurup doğayı kirletmeyin' ya da biraz daha iyi durumda olan gelişme sürecindeki ülkelere 'bu kadar yeter olduğunuz yerde kalın, daha fazla sanayileşmeyin, bak biz sanayileştik de ne oldu' diyerek onları ikna etmeye kalkışmaları komik olur".
Yorum yapmıycam dedim ama dayanılır gibi değil: asıl komik olan bu mantık silsilesi, bu kavramlaştırmadır. Neden ülkeler ülkelerle yani anlaşılan devletler devletlerle konuşuyor ki? Bir zengin kapitalist devlet teknolojiyi kaldırmak mı istiyor? İsteyebilir mi?
Soykan "teknolojiye hayır' derken sadece çevre kirliliğini mi kastediyor? Oysa kendis diyor ki "teknolojiye hayır çünkü teknoloji iktidar üretir". O halde bazı zengin kapitalist devletler, iktidar üretimini sakıncalı bulacak duruma gelebilirler diye umuyor. Bunu ummak komik olmuyor da birisi kalkıp diğerine "aman sanayileşmeyin" derse bunun neresi komik? Sanayileşme mi açlık sorununu çözüyor? Yoksa kaynakları zaten yağmalanmış, sanayileşme kaygısı ve piyasa ekonomisi ile yerleşik yaşam tarzları ve dolayısıyla besin üretim organizasyonları darmadağın olmuş ülkelerde mi açlık var? Zengin ülkeler bu refahlarını teknolojilerine mi borçlular? Yoksa kanlı sömürgeci tarihlerine mi? Ekonomi bölümün ilk cümlesi oldukça manidar: "Anarşizmin yumuşak karnı ekonomidir". Manifestonun bu bölümünü okuyunca ben de diyorum ki: "Marksizmi, yumuşak karınlara 'alien' gibi yerleştirmenin manası nedir?" Bir bütün olarak bu bölümde açıkça görülüyor ki, Soykan Marksist ekonomi-politiğe, kavram emplan-tasyonu (organ nakli) ile anarşizm makyajı yapmaya çalışmaktadır. Tekrardan bütün Marksist külliyatı masanın üzerine yığıp, satır satır karşılaştırmayı açıkçası canım çekmiyor. Sadece birkaç küçük örnekle bu durumu sergilemek istiyorum. İlk olarak Soykan bize insanlık tarihinde iktidarın nasıl oluştuğunu anlatıyor; diyor ki: "İnsanın avcı veya toplayıcı olduğu bir dönemde anarşist veya komünist olmak kolaydır" çünkü "öyle bir durumda maddi yaşamın en aşağı koşullarını vermekle yetinen ekonomik erkinliğin bir iktidar üreteceği söylenemez". Ben bu Marksist ekonomist görüşe katılmıyorum. Bir biraradalığın iktidar üretmemesinin, maddi yaşamın en aşağı koşullarını vermekle yetinen ekonomik etkinliğe bağlı olmadığını düşünüyorum. Bence Soykan işin kolayına kaçıp, antopoloji konusundaki eksik gedik bilgisi ile nam yapmış Engels'in görüşlerini toparlayıvermiş. Avcı ve toplayıcı toplulukların refah seviyesinin birçok örnekte çok yüksek olduğunu, bu tür toplumların birçoğunda günde ortalama 4 saat "ekonomik" faaliyet yapmanın tüm gıda sorunlarını çözdüğünü hatırlatmak isterim. Elbette "refah seviyesi"nden ne anladığınız çok önemli; eğer Soykan gibi kapitalist düzeni de bir "ilerleme" olarak görüyorsanız, örneğin elektriksiz bir refah düşünemezsiniz. Dolayısıyla modern kapitalist dünya nüfusunun çok ciddi bir bölümü günde 12-16 saat çalışma ile açlık sınırındayken, avcı-toplayıcı toplulukların durumu bence bir refah tablosudur ve "maddi yaşamın en aşağı koşulları" gibi tanımlanamaz. Ayrıca Soykan'ın yine yanıldığı konu şudur ki, bu topluluklarda iktidar ve hiyerarşi vardır: Şeflik sistemi ve yaş hiyerarşisi. Elbette argümanın gövdesi Marksizmden alınıp içine "devlet" yerine "iktidar" kavramı monte edilince tuhaf bir sonuç ortaya çıkıyor. Marx ve Engels'in, avcı-toplayıcı toplumları "ilkel komünal toplumlar" olarak nitelemeleri, bu topluluklarda iktidar ve hiyerarşinin olmaması değil, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve bir kurum olarak devletin olmamasıdır. Marksistlerin "komün"ü ile anarşistlerin "komün"ü arasında da zaten bu nedenle fark vardır: Marksist komünde hem iktidar (devlet değil) hem hiyerarşi var olabilir; anarşistlerinkinde ise asla.
Sayfaların devamında Soykan aynı "ekonomist" görüşüyle, şu anda var olan kapitalist toplumsal düzendeki her tür iğrençliğin, anarşizme daha kolay geçiş hazırladığına bizi ikna etmeye çalışıyor. Ama kapitalist gelişmenin insan yaratıcılığı üzerindeki belki de geri dönüşümsüz tahribatını, insanda kökleşen nedensiz şiddeti, koşulsuz faydacılığı ve çölleştirici uzmanlaşmayı doğrudan besleyen bu ekonomik-teknolojik süreçler ne anlamda anarşizme geçişi kolaylaştırabilir? Yapılan her elektrik santraline (nükleerler de dahil), her otoyola, açılan her fabrikaya, her borsaya bakıp için için sevinmeliyiz mi yani? "Aman üretici güçler gelişsin, maddi şartlar olgunlaşsın" Marksist zırvalığı değil midir bu? Bence anarşizmin maddi şartları ilk insan topluluğundan bu yana mevcuttur. Çünkü anarşizm bir ekonomik modelle özdeşleştirilemez. Soykan'ın kendisinin dediği gibi "anarşist durumda ekonomik yapının, esasında bir ethik kavram olan 'yardımlaşma' ilkesine dayanacağı kuşkusuzdur". O halde anarşist toplumun asgari maddi şartı bir elma ağacıdır.
Manifestonun son bölümünde, anarşizme hangi yoldan gidileceği tartışılıyor. Ekonominin tersine, bu konu anarşizmin "sert karnı" olmalı ki, manifestonun geneline damgasını vuran Marksist bakış burada biraz hafifliyor ve anarşistlerin daha fazla tartıştıkları konulara değiniliyor: şiddet karşıtlığı, kır, kent alternatif yaşam projeleri vb. "Anarşizme nasıl gidilir?" sorusunu, formüle edilişindeki "varılacak yer" vurgusunu dikkate almayıp, "anarşist mücadele nasıl olmalıdır" diye tercüme edersek, önemsemek gerekir diye düşünüyorum. Aslına bakarsanız tam da bu nedenle, bu konuyu bu yazının içine katmayacağım. Hatta Soykanın buram buram Marksizm tüten "Anarşist devrim, dünyada yaklaşık olarak eş zamanda olmalıdır. Fakat devrimin başını çekecek olan, bugünün ekonomisi ve demokrasisi en gelişmiş olan ABD ve benzeri ülkeler olmalıdır" tezini daha sonra ayrıca tartışmak istiyorum.
Sonuç olarak, ben bu "anarşist manifesto" denemesinin, ilham alınan orijinalinden, yani meşhur "komünist manifesto"dan öz olarak da pek fazla farklılaşamadığnıı düşünüyorum. Sözüm meclisten dışarı: "Eşşeğe altın semer vursan, eşşek gene eşşek" |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder