29 Ağustos 2011

anarşist manifesto denemesi üzerine, sabri cuha
























Bu yazı Ömer Naci Soykanın "Özgürlük ve Sürekli Barış Yolunda Anarşizm" üstbaşlıklı "manifesto denemesi" ne bir eleş­tiridir.
Neden böyle bir eleştiri yapma ih­tiyacı duyuyorum? İki önemli nedeni var.
Birincisi, yaşadığımız çağın anar­şizm açısından analizinin önemine inanıyorum. Çünkü anarşizm özellik­le "reddiye" (yani negasyon) üzerinde yükselen bir varoluş biçimidir. Onu vareden temel reddiyeler (anti-otorite, anti-hiyerarşi, anti-mihjarizm ve anti-seksizm) zamanın akışından pek az etkileniyorlar. Bu nedenle herhan­gi bir tartışmada anarşist düşüncenin tıkanması, "söz" üretememesi çok zor. Hatta tam da aynı nedenle, anar­şizmin eylemlilik kısırlığına düşmesi de pek mümkün değil. Ancak anar­şizmin doğasından kaynaklanan bu güçlü tarafı, onu bir zaafîyet potansi­yeliyle de donatıyor: anarşistler genel olarak tarih anlayışıyla ve özel olarak da yaşadıkları çağın analiziyle daha az ilgileniyorlar. Oysa söz ve eylemli­lik salt memnuniyetsizlik belirtme araçları değillerdir; son derece güçlü iletişim olanakları sunan kapitalizm, dünyayı bir hamur gibi yoğurmaya her zamankinden fazla girişmişken her söz, her eylem, içeriği, yeri, za­manı ve tonuyla ister istemez "oluş­turucu" bir rol üstleniyor. O halde "anarşistler hemen şimdi neyi oluşturmaktalar, neyi oluşrurmalılar?" sorusu herhangi bir anarşist tata­rından hem çok kolay, hem çok zor cevaplanabilecek bir sorudur. Bu so­runun kolay cevabı anarşizmin reddi­ye temeliyle, zor cevabı ise hem tarih anlayışıyla hem çağın analiziyle müm­kündür. Sanırım anarşistler olarak en zorlandığımız nokta da, kolay ve zor cevabın birbirleriyle çelişmezliğini ve uyumunu sağlama noktasındadır. Bu iş çaba istiyor ve en önemlisi, güvenli taş kalenin dışına çıkıp bağrını her yönden gelebilecek darbelere açma cesareti istiyor. İşte bu nedenle Ömer Naci Soykan'ın "manifesto" metni, anarşistler tarafından sessizlikle ge­çiştirilemeyecek ve üzerinde düşünü­lerek değerlendirilmesi (yani eleştiril­mesi) gereken bir girişim örneğidir

İkinci sebep ise bu tür bir girişimin tek örneğinin bu "manifesto" olma­masıdır. Bazı çevrelerin, alt başlığına "manifesto" diye yazmasalar da, anar­şizm adına oluşturdukları benzer me­tinler var. Ve bu tür bir işe soyunanla­rın hemen hepsi de, anarşizmden farklı olarak varlık sebebini bir "tarih anlayışına" borçlu olan, dolayısıyla bu konularda çok fazla metin üretmiş Matksizmden dolaylı ya da dolaysız faydalanıyorlar. Bazılarının Marksizmden ve onun versiyonlarından nis­peten yeni kopmuş bağları var. Bazı­ları ise sanırım Marksizmin bu "ve­rimli" tarlasından görüş derlemeyi daha kolay buluyor. Türkiye'de anarşizm, Marksizmdeki tüm bağlarını koparabilmeyi ilk kez 80'li yılların so­nunda başarmıştı. Ancak son dönem­de Matksist tedrisattan geçmiş birçok insanın anarşist olmayı seçmesi ve anarşist çevrelerde aktivizmin yü­celtilip, söz üretmenin aşağılanması sonucunda, "Marksizmle hesaplaş­mak" tekrardan anarşizmin meselesi olarak kendini dayatmaktadır. Ve Soykan'ın metni de bu hesaplaşmaya giriş" açısından vesile yaratacak bir di­zi argümanla dolu.

Soykanın manifestosunu eleştirme­ye nasıl başlayabilirim? Bu eleştiriye "manifesto" sözcüğünden başlamak istemiyorum. Çünkü soru hemen "anarşizmin manifestosu olur mu" formuna dökülüyor. Bu soru ise bizi meselenin özünden uzaklaştırabilir; çünkü manifesto sonuç olarak bir "görüşler manzumesinin ele güne ilan edilmesi" eylemidir. Birçok politik akımın ve hatta birçok sanat akımı­nın manifestoları vardır. Sanırım bu metindeki manifesto altbaşlığının huzursuz edici karakteri, özellikle gi­riş paragrafının meşhur "komünist manifesto" ile olan amaçlanmış ben­zerliğidir. Bu benzelik bizi, metni na­sıl okumalıyız konusunda şartlandır­maktadır. Özellikle, komünist mani­festonun dünya tarihinde oynamış ol­duğu rolü düşünürseniz, Soykan'ın da bu metinden nasıl bir işlev umduğu­nu, bu metnin bahtının nasıl olmasını dilediğini anlayabilirsiniz. Giriş pa­ragrafının son cümlesi, yani bu met­nin bir taslak olduğu ve anarşistlerin katkısını beklediği ifadeleri bile ne yazık ki bu ağır nostalji durumunu hafifletmeye yetmiyor. Bu kadar iddi­alı bir giriş sonrasında yazarın felsefi, tarihsel, politik önermelerinde tartı­şılmaz bir iç tutarlılık ve neredeyse dünya-tarihsel boyutun her noktasına ışık tutacak bit kapsayıcılık sunmak dışında bir şansı olamaz. Oysa Soykan görüşlerini, bu tip bir tutarlılık ve kapsayıcılık iddi­asıyla prangaya vur­madan dile getirmiş ve tartışmaya aç­mış olsaydı, anar­şizmin özüne çok daha uyumlu bir tutum sergilemiş olurdu. Çünkü her kilidi açmak, olası her sorunu çöz­mek için yeterli -temel argümantasyona sahip olma iddiasındaki "temel metinler" anarşizmle barışık olamazlar. Neden böyle
olduğunun cevabı, bu metni eleştirirken başlangıç noktamı oluştu­racak olan tartışmada ortaya çıkacak. Bilim, anarşizm ve ütopya... Bu başlık altında Soykan, anarşizmle il­gili     olarak bence tümüyle "Marksist" simya ile bir ayrıştırma yapıyor: Rea­lite ve İdeal. Bana sorarsanız bu ay­rıştırma siyasi bir düşünce için Habil'in Kabil'i öldürmesi gibi bir şey­dir. Soykanın bölümün sonunda iyiniyetli olduğunu düşündüğüm şekil­de, "Belki gelecekte toplumsal prati­ğin çözümleyebileceği bazı güçlükler, çözümlenemez gibi görünen bazı sorunlar şimdiden kuramsal düz­lemde karşımıza çıktığında, anarşizmin insanlık için sonsuz bir ödev olduğunu, bizim onun içinde değil, daima yolunda ola­cağımızı söyleyerek kendimize haklı bir savunma biçimi buluruz" dediğinde, aslında bu ayrı­mın nasıl bir reel politika ve ide­oloji çatlağı yaratacağının far­kında olduğunu hissettiriyor. | Anarşizmin bir ütopya olarak tanımlanmasının her zaman tehlikeli olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü bu "hiçbir zaman tam olarak ulaşılamayacak" olan şey, tam ve tamam olanı belki de ulaşılamayacak bir geleceğe ertelemek demektir. Oysa anarşizm "hemen ve şimdi"dir ve asla "tam ve tamam" bir tanımı yoktur.

Anarşizm, Marksizmden tama­men taban tabana zıt olduğu bu iki özellik sayesinde reel politika ve düşük gramajlı ideal hokkabazlığın­dan uzak durabilmiştir, Türkiye'de 80 döneminde Marksist hareketin "elbette tam, yani ideal komünizm ya da komünist şimdi var olamaz" savunmasıyla ne herzeleri örtbas ettiğini biliyoruz. "Dört dörtlük", "dörtte üçlük" devrimci abuklukları da da o dönemin gözde mavra konu­larıydı. Dünya tarihindeki trajiko­mik örneklere girerek kafa şişirmek istemiyorum.

Anarşizm, "hemen, şimdi" derken arınmış kalabilmek için pragmatik bir yöntem mi öneriyor? Eğer durum buysa, Soykanın tüm çabası bize, aşina olduğumuz ama belki de daha faydalı bir yöntem önermektir. Ama hayır; anarşizm "hemen, şimdi" der­ken bir kolaycılık peşinde değildir. Marksizm ve anarşizm arasındaki bu temel fark, tarih anlayışlarından kaynaklanmaktadır. Sözkonusu manifesto metninin hemen her sayfasında Soy­kan'ın, tarih anlayışı olarak Marksist yorumu benimsediğinin ipuçlarını buluyoruz. İlk bölümde çok net bir ifade var: "Biz anarşizmi insanlık tari­hinin gidişi yönünde arıyoruz" diyor (aslına bakarsanız, bu cümleye "o ta­rafta arama, bulamazsın" diyesi geli­yor insanın). Bu cümleyi yazmak de­mek, iki temel önermeyi kabul etmek demektir: 1) İnsanlık tarihinin bir gi­diş yönü vardır ve bu bilinebilir 2) Anarşizm bu gidiş yönündedir, yani diğer değişle tarihsel zorunluluktur. Ben kendimi yormayayım. Soykan zaten "Anarşizm Yolunda Başlıca En­geller: Kapitalizm ve Teknoloji" baş­lıklı bölümde kendisi ifade ediyor: "Çözümlemelerimizden açıkça anla­şıldığı gibi, anarşizmi uygarlığın ta­rihsel gidişi yönünde kaçınılmaz bir sonuç olarak görüyoruz" diyor ve ek­liyor: "Ama bu kaçınımazlığı da 'na­sılsa öyle olacak' deyip kendi haline bırakmak istemiyoruz." Ama neden biz anarşizmi kendi ellerimizle, Mark­sizmin bir türlü çözemediği "ken­diliğinden ama biraz yardımla" açma­zına sürüklüyoruz? Bu saçma açmaz, tamamen Marksizmin "bilimsel" ta­rih anlayışının mantıki ve kaçınılmaz sonucudur. Soykan anarşizme bir manifesto dikeyim derken anarşizmi, Marksist deli gömleğine tıkmaya ça­lışıyor. Ben bu noktada, metindeki düzinelerce benzer ifadeyle ilgilenmeyip, doğrudan tarih anlayışı mesele­sine dalmak istiyorum.

Marksizmin özü, tüm insanlık tari­hini, üretim araçları ve üretici güçle­rin gelişimi ve bu gelişime uygun üretim ilişkileri ve üretim araçlarının mülkiyeti çerçevesinde açıklamaktır. Marks bu temelde insanlık tarihinin gelişim mekanizmasını, tıpkı bir biyo­log gibi "objektif" olarak "bilimsel" metodla formüle etmiştir. Bu formülasyon, her bilimsel metotta olması gerektiği gibi, gelecekte de ne olaca­ğının öngörüsünü verir bize. Bu anla­yışla, insanlık tarihi, birbirini doğu­ran ve bu doğum sırasında da elbette sancılanan toplumsal düzenlerin peş peşe dizilmesinden başka bir şey değildir. Bir düzen, İçerebileceği tüm "gelişme"yi içermeden yerini yeni düzene bırakamaz. Eğer olur da böyle bir anomali yaşa­nırsa, bu da erken doğum gibi sorunlu bir sürece yol açar. Bu tarih çözümlemesi metodunda insan iradesi, altyapı koşullarıyla olgunlaşan bir öğedir. Yani eğer altyapı henüz olgunlaşmamışsa, zamansız ortaya çıkıveren bir insan talebi ya erken öten horoz gibi budanıverir ya da deli saçması şek­linde dışlanır. Ama üretici güçler yeterince geliştiğinde, insan talepleri mana kazanır ve sınıf talepleri olarak bir sonraki düzenin oluşması için ge­rekli "doğum-devrim" alt-üst oluşu­nu gerçekleştirir. Marx ve Engels bili­nen İnsanlık tarihini bu lineer tarih anlayışına uydurmak için çok çaba sarf etmiştir ve çok fazla sorun çıkar­dığı için olsa gerek, en önemli mede­niyetleri, örneğin su pompası, ya da vinç gibi üretim araçlarını batı me­deniyetlerinden en az bir kaç bin yıl önce geliştirmiş, feodalite tanımları­na pek uymayan ve kapitalizmi do­ğurmamakta ısrarla direnen Mezopo­tamya ve Uzak Asya medeniyetlerini geçiştirivermişlerdir.

Anarşizm insanlık tarihini böyle li­neer algılamaz. Anarşizme göre, tari­hin hiç bir evresi zorunlu ya da ka­çınılmaz değildir; insanlık tarihi bir çok kırılma ve yön değiştirme içer­mektedir. Yani Sümer devletine karşı bağırıldığını bildiğimiz "amargi" ke­limesi (sümer dilinde özgürlük de­mektir) bir deli hezeyanı, bir zaman­sın öten horoz çığlığı değildir. Bİr anarşist olarak inanıyorum ki eğer Spartaküs ve arkadaşları Roma'yı dize getirebilselerdi (ki az kalmıştı) ya da Sovyetler Birliğine hükmeden Stalin gibi bir zat olmasaydı ve İspanya anarşistleri bu zatla el sıkışmışlığın pervasızlığı ile davranan Hitler'in uçaklarından atılan bombalarla imha ediimeselerdi tarih böyle akmazdı. Dolayısıyla rahatlıkla denilebilir ki, 1917 Ekim'inde bir avuç iktidar muh­terisi bolşeviğe karşı daha uyanık olunabilseydi çok daha farklı bir Sov­yetler ve dünya tarihi olacaktı. Kısa­cası kapitalizm ya da günümüz dün­yası kaçınılmaz kaderimiz değildi. Benim görüşüme gö­re, tarih tek yönlü bir "gidiş" değildir ve tarih bize gelece­ğimizin ne olacağını değil, ne olmaması gerektiğini gösterir. Olmakta olanın na­sıl durdurulacağı, bu "gidiş" ten nasıl "dönülebileceği" ve olmaması gereken­den nasıl kaçınılaca­ğı elbette ki olan bi­tenin bir analizini gerekser. Bu analız gerçekten önemli­dir ve bence anarşizm açısından tek­rar tekrar önemle ele alınması gere­ken konulardan biridir.

Ben anarşist tarih anlayışına burada ayrıntılı olarak girmeyeceğim ama bu konunun kavranabilmesi için, rast­lantı ve zorunluluğun, bir ve tek du­rumun değişik ölçeklerde tarifi oldu­ğunun kavranması gerektiğini düşü­nüyorum. Bu durumu Ömer Naci Soykan'ın da başvurduğu fizik bili­minden örnekleyebiliriz: Kapalı bir kapta tuttuğunuz gazın, kabın iç ci­darına her noktada eşit basınç uygu­lamasını bir "zorunluluk" olarak nite­liyorsanız, bir de duruma daha yakın­dan bakın: bu "zorunluluk", mil­yarlarca gaz molekülünün kabın ci­darına çarpışındaki tartışılmaz "rastlantısalhk"tan başka birşey değildir. Eğer her bir gaz molekülünün iç ci­dara çarpma sıralamasında bir zorun­luluk bulabilseydik, elimizde içinde durduğu kabın hangi noktasına ne zaman ne basınç uygulayacağı kesti­rilemeyen "rastlantısal" bir gaz dav­ranışı kalırdı. 

Soykan'ın manifesto taslağına yö­nelteceğim ikinci temel eleştiri "kir­lenmiş insan" ve onun "eğitim"i ko­nusundadır. Bu konuda Soykan kafa­mızı karıştırmak ister görünüyor; ör­neğin şu iki argüman birbirlerinden sadece 6 (altı) satır uzaklıktadır:

(ar­güman 1) "Ancak böyle bir saydam­laşma durumuna tarih boyu kirlen­miş insanın kendiliğinden varacağı beklenemez. Eğitim insanın bu do­ğasına dönüşünü hazırlamalıdır"
ve
(argüman 2) "İnsanın tarihsel oluşu­mu süresince doğası üzerine bulaşmış kirlerden kendini arıtması ve aydın­lanması, ancak kendi kendisinin saye­sinde olur. Başkası tarafından sözümona aydınlatılmış insan, başkasının vesayeti altında kendi erginliğini yiti­rir".
Açıkçası ilk okuduğumda benim kafam karıştı. Bu iki argüman açıkça çelişik gibi görünüyorlar. Biraz daha aşağıda (yaklaşık 3 satır) üçüncü bir argümanla.karşılaşınca, bu çelişkiler yumağının sebebi bana aleni oldu:

(argüman 3) "Kaldı ki bu 'kirlenme' de yine bir gelişmeyi, ilerlemeyi gösterir. Eğer insan hiç kirlenmeseydi, yani kültürü yaratmasaydı, bu doğal durumda o hayvandan farksız olur­du". Bu bilmecenin anahtarı yine Marksizmdedir; tekrar Marksizme dönelim. Marksist anlayışa göre "kül­tür" üst-yapıdır ve bu üstyapı, alt­yapı tarafından belirlenir. Bu öner­meyi lineer tarih çizgisi üzerinde "ge­riye" doğru kaydırırsak, giderek basitleşen ve yalınlaşan altyapısal strüktürlere (avcı ve toplayıcı top­lumlar) dolayısıyla önermenin gereği olarak basit ve yalın "kültür"lere ula­şırız. Şimdi, gidebildiğimiz kadar ge­riye gitmeyi deneyelim: İnsanlığın başlangıç noktasına. Bu noktada yine önermenin gereği olarak bizi alt-ya­pısız ve dolayısıyla kültürsüz "insan" beklemektedir. Eğer kültür bir kir­lenme ise, bizi tarihin başlangıcında bekleyen bu arkadaş "tertemiz"dir (seks yapma günahı dışında; e ama onu da yapmasa insanlık nasıl üreyecekti?). Elindeki avucundaki tek şey "saf insan doğası" dır (yoksa "hay­van" mı deme­liydim?). Bu "kir­lenmemiş insan" mitosunu Mark­sizm sanki Hıris­tiyanlıktan yürüt­müş ve hepimizin başına da bela et­miştir. Kaldı ki taa Taş Devrine kadar geriye gidip o dönemin kül­türlerini biraz ay­rıntılı incelerseniz, "kültür yoksunu ilkel insan" safsatası darmadağın olur. Devam edelim; insanlığın tarih çizgisinde "sağa" (kartezyen simgeleşrirmeye göre) kayarsak, doğal ola­rak "ilerlemiş" oluruz; Marksist lineer (kronolojik de diyebiliriz) tarih anla­yışına göre, dünya güneşin etrafında döndükçe insanlık "ilerler"; yeter ki çizginin üzerinde kalmayı basarsın. Eğer çizgiden çıkarsa tek seçenek bekler onu: Barbarlık (meşhur "ya sosyalizm ya da barbarlık" sloganı). Bu "zorunlu" ("zoraki" kelimesi daha güzel ifade ediyor aslına bakılırsa) ilerlemede, kültürel yani üst-yapısal değişimler maalesef hep biraz geriden gelir, çünkü üst-yapıyı belirleyen daima alt-yapıdır ve bu "belirlenme ilişkisi nedeniyle oluşan asenkronluk" yüzünden "toplumsal kültürel deği­şim" daima "toplumsal alt-yapı değişimi'ni bir adım geriden takip eder. İnsanların talepleri bilinç seviyesinde formüle edildiğine göre, dile getir­dikleri talepler üst-yapısal öğelerdir ve mevcut alt-yapıya göre şekillenmiş olmalıdırlar. Ama böyle olunca da Marksizm bir açmazla karşılaşır: ör­neğin komünist toplumsal altyapı yerli yerine oturmadan, komünist bir üst-yapının yani kültürün nasıl oluşa­bileceğini açıklamakta zorluk çek­mektedir Bu bir açmazdır, çünkü her ne kadar     ilerleme zorunlu olsa da, bir öndeki vagona atlayabilmek için sos­yal bir alt-üst oluş yani devrim gerek­lidir ve devrimleri de tarih değil in­sanlar kendileri yapar. Ama bu devri­mi yapan insanlar gene önermenin gereği olarak, henüz oluş­mamış bir toplumun kültü­rünü taşıyamazlar. Anlayaca­ğınız "tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan" benzeri bir durumdur, (gerçi Soykan bu paradigmaya ta­mamen sahip çıkarak bunun "paradoks değil, döngü" ol­duğunu yazmış). Bu açmazın etrafından dolaşmak için özellikle Le-nin çok çaba sarfetmiştir ve sivri sa­kalı kadar sivri zekasıyla "öncü dev­rimci" kavramını icat etmiştir. Öncü devrimci çok çalışır ve kendini "dep­lasmanda" (yani kapitalist toplumun bağrında) neredeyse mesih mertebe­sine ulaşana kadar "arıtır ve eğitir". Bu zorlu işi başarabilenlerin bir avuç olmaları çok doğaldır. Aynı doğal­lıkla bu bir avuç öncünün, punduna getirdikleri ilk fırsatta "kürsüyü" (ya­ni iktidarı) ele geçirip, ezber etmiş oldukları dersi, "loş ve kirli" kitlelere (gerekiyorsa kafasına vura vura; ne de olsa öğretmenin vurduğu yerde gül biter) öğretmeleri, uygulatmaları beklenir. Öyle de olmuştur. (Bolşe­viklerin eli, bildik öğretmenlerden biraz daha ağırdı; Kronştad'ı kıpkızıl gül bahçesine çevirdiler) Ömer Naci Soykan da manifestosunun "kültür ve eğitim" konusunun sacayaklarından ikisini Marksizmden ödünç alınca üçüncü ayak elbette ki dingildiyor. 

Ben konunun detaylarında da hep kenarda ve öksüz kalmış bu üçüncü ayağa, yani bence anarşizme ait olan tek ayağa yine Soykan'ın ifadesiyle sahip çıkmak istiyorum: "Başkası ta­rafından sözümona aydınlatılmış in­san, başkasının vesayeti altında kendi erginliğini yitirir." Bence anarşizm Marksizmden (ve onun beslendiği kaynaklardan) damlayan terminoloji­yi terketmelidir. Ne "kirlenme", ne "aydınlanma", ne de "eğitim" kav­ramları anarşizmde anlamlı görüşler üretmeye uygun değildir. Bence "ya­ratıcılık", "merak" ve "bilgiyi paylaş­mak" anarşist düşünce ve pratiği zenginleştiren çok daha ufuk açıcı kavramlardır. Ayrıca herhangi bir anarşistin kendini bir "öncü" olarak niteleyip, kendinden menkul ayrıcalıklı bir statü kazanmasını çok teh­likeli buluyorum. Anarşist "öncü" değil, öneren ve örnekleyen olarak tanımlanmalıdır. Bu anlamda anar­şistin misyonu yoktur, "yapmadan duramadığı iç devinimi" vardır. Anarşist devrim konusu ise gerçekten üzerinde yeterince kafa patlatılmamış bir konudur bence. Benim bu konuda net bit dille ifade edebileceğim tek şey, anarşist devrimin tek bir kırılma anından ibaret olamayacağı ve bu devrime katılan herkesin, en az her­kes kadar ne istediğini ve ne yapmak­ta olduğunu biliyor olacağıdır.

Manifestonun önemli bir bölümü de teknoloji ve kapitalizm konularına ayrılmış. Bu bölümde Soykan, aynı "ilerlemeci" Marksist tarih anlayışın­dan hateketle bir analiz yapıyor. Ben bu bölümü ibretle okudum ve Soy­kanın teknolojiden kurtulmak için önerdiği, "ülkelerin yaklaşık eşit re­fah düzeyini sağlayacak gelişmişliğe ulaşmalarını beklemek" çözümünü okuyunca gerçekten şaşırdım. Sadec şu kısa paragrafı yorumsuz alıntılaya cağım: "Fakat bugün ciddi ölçüde açlık ve beslenme sorunlarıyla karşı karşıya olan milyonlarca insan varken zengin ülkelerin onlara 'Aman fabrika kurup doğayı kirletmeyin' ya da biraz daha iyi durumda olan gelişme sürecindeki ülkelere 'bu kadar yeter olduğunuz yerde kalın, daha fazla sanayileşmeyin, bak biz sanayileştik de ne oldu' diyerek onları ikna etmeye kalkışmaları komik olur".

Yorum yapmıycam dedim ama dayanılır gibi değil: asıl komik olan bu mantık silsilesi, bu kavramlaştırmadır. Neden ülkeler ülkelerle yani anlaşılan devletler devletlerle konuşuyor ki? Bir zengin kapitalist devlet teknolojiyi kaldırmak mı istiyor? İsteyebilir mi?

Soykan "teknolojiye hayır' derken sadece çevre kirliliğini mi kastediyor? Oysa kendis diyor ki "teknolojiye hayır çünkü teknoloji iktidar üre­tir". O halde bazı zengin kapi­talist devletler, iktidar üreti­mini sakıncalı bulacak duruma gelebilirler diye umuyor. Bunu ummak komik olmuyor da birisi kalkıp diğerine "aman sa­nayileşmeyin" derse bunun neresi ko­mik? Sanayileşme mi açlık sorununu çözüyor? Yoksa kaynakları zaten yağ­malanmış, sanayileşme kaygısı ve pi­yasa ekonomisi ile yerleşik yaşam tarz­ları ve dolayısıyla besin üretim orga­nizasyonları darmadağın olmuş ülke­lerde mi açlık var? Zengin ülkeler bu refahlarını teknolojilerine mi borçlu­lar? Yoksa kanlı sömürgeci tarihlerine mi?
Ekonomi bölümün ilk cümlesi ol­dukça manidar: "Anarşizmin yumu­şak karnı ekonomidir". Manifestonun bu bölümünü okuyunca ben de diyo­rum ki: "Marksizmi, yumuşak karın­lara 'alien' gibi yerleştirmenin manası nedir?" Bir bütün olarak bu bölümde açıkça görülüyor ki, Soykan Marksist ekonomi-politiğe, kavram emplan-tasyonu (organ nakli) ile anarşizm makyajı yapmaya çalışmaktadır. Tek­rardan bütün Marksist külliyatı ma­sanın üzerine yığıp, satır satır karşılaştırmayı açıkçası canım çekmiyor. Sadece birkaç küçük örnekle bu du­rumu sergilemek istiyorum. İlk ola­rak Soykan bize insanlık tarihinde ik­tidarın nasıl oluştuğunu anlatıyor; di­yor ki: "İnsanın avcı veya toplayıcı ol­duğu bir dönemde anarşist veya ko­münist olmak kolaydır" çünkü "öyle bir durumda maddi yaşamın en aşağı koşullarını vermekle yetinen ekono­mik erkinliğin bir iktidar üreteceği söylenemez". Ben bu Marksist ekono­mist görüşe katılmıyorum. Bir biraradalığın iktidar üretmemesinin, maddi yaşamın en aşağı koşullarını vermekle ye­tinen ekonomik etkinli­ğe bağlı olmadığını dü­şünüyorum. Bence     Soy­kan işin kolayına kaçıp, antopoloji konusundaki eksik gedik bilgisi ile nam yapmış Engels'in görüşlerini toparlayıvermiş. Avcı ve toplayıcı toplulukların refah sevi­yesinin birçok örnekte çok yüksek olduğunu, bu tür toplumların birçoğunda günde ortala­ma 4 saat "ekonomik" faaliyet yapmanın tüm gıda sorun­larını çözdüğünü hatırlatmak isterim. Elbette "refah seviyesi"nden ne anla­dığınız çok önemli; eğer Soykan gibi kapitalist düzeni de bir "ilerleme" olarak görüyorsanız, örneğin elektrik­siz bir refah düşünemezsiniz. Dolayı­sıyla modern kapitalist dünya nüfu­sunun çok ciddi bir bölümü günde 12-16 saat çalışma ile açlık sınırındayken, avcı-toplayıcı toplulukların durumu bence bir refah tablosudur ve "maddi yaşamın en aşağı koşul­ları" gibi tanımlanamaz. Ayrıca Soykan'ın yine yanıldığı konu şudur ki, bu topluluklarda iktidar ve hiyerarşi vardır: Şeflik sistemi ve yaş hiyerar­şisi. Elbette argümanın gövdesi Marksizmden alınıp içine "devlet" yerine "iktidar" kavramı monte edilince tu­haf bir sonuç ortaya çıkıyor. Marx ve Engels'in, avcı-toplayıcı toplumları "ilkel komünal toplumlar" olarak nitelemeleri, bu topluluklarda iktidar ve hiyerarşinin olmaması değil, üre­tim araçlarının özel mülkiyetinin ve bir kurum olarak devletin olma­masıdır. Marksistlerin "komün"ü ile     anarşistlerin "komün"ü arasında da zaten bu nedenle fark vardır: Mark­sist komünde hem iktidar (devlet de­ğil) hem hiyerarşi var olabilir; anarşistlerinkinde ise asla.

Sayfaların devamında Soykan aynı "ekonomist" görüşüyle, şu anda var olan kapitalist toplumsal düzendeki her tür iğrençliğin, anarşizme daha kolay geçiş hazırladığına bizi ikna etmeye çalışıyor. Ama kapitalist ge­lişmenin insan yaratıcılığı üzerindeki belki de geri dönüşümsüz tahribatını, insanda kökleşen nedensiz şiddeti, koşulsuz faydacılığı ve çölleştirici uz­manlaşmayı doğrudan besleyen bu ekonomik-teknolojik süreçler ne an­lamda anarşizme geçişi kolaylaştı­rabilir? Yapılan her elektrik santra­line (nükleerler de dahil), her otoyola, açılan her fabrikaya, her borsaya ba­kıp için için sevinmeliyiz mi yani? "Aman üretici güçler gelişsin, maddi şartlar olgunlaşsın" Marksist zırvalığı değil midir bu? Bence anarşizmin maddi şartları ilk insan topluluğun­dan bu yana mevcuttur. Çünkü anarşizm bir ekonomik modelle özdeşleştirilemez. Soykan'ın kendisinin de­diği gibi "anarşist durumda ekono­mik yapının, esasında bir ethik kav­ram olan 'yardımlaşma' ilkesine daya­nacağı kuşkusuzdur". O halde anarşist toplumun asgari maddi şartı bir elma ağacıdır.

Manifestonun son bölümünde, anarşizme hangi yoldan gidileceği tartışılıyor. Ekonominin tersine, bu konu anarşizmin "sert karnı" olmalı ki, manifestonun geneline damgasını vuran Marksist bakış burada biraz ha­fifliyor ve anarşistlerin daha fazla tar­tıştıkları konulara değiniliyor: şiddet karşıtlığı, kır, kent alternatif yaşam projeleri vb. "Anarşizme nasıl gi­dilir?" sorusunu, formüle edilişindeki "varılacak yer" vurgusunu dikkate almayıp, "anarşist mücadele nasıl olma­lıdır" diye tercüme edersek, önemsemek gerekir diye düşünü­yorum. Aslına bakar­sanız tam da bu ne­denle, bu konuyu bu yazının içine katma­yacağım. Hatta Soy­kanın buram buram Marksizm tüten "Anar­şist devrim, dünyada yaklaşık olarak eş za­manda olmalıdır. Fa­kat devrimin başını çekecek olan, bugü­nün ekonomisi ve demokrasisi en ge­lişmiş olan ABD ve benzeri ülkeler olmalıdır" tezini daha sonra ayrıca tartışmak istiyorum.

Sonuç olarak, ben bu "anarşist ma­nifesto" denemesinin, ilham alınan orijinalinden, yani meşhur "komünist manifesto"dan öz olarak da pek fazla farklılaşamadığnıı düşünüyorum. Sö­züm meclisten dışarı: "Eşşeğe altın semer vursan, eşşek gene eşşek"








kara mecmu-a 9. sayı 2003 

Hiç yorum yok: