24 Ağustos 2011

Medeni Şehirler Uygar Kentler, Lütfi Bergen

Türkiye’nin modern çağ Avrupa’sı gibi riyazileşmesi ve siteleşmesi, dört beş asır geri dönerek rönesansı yaşamaya başlaması demek değildir (…) Bugün rönesanstan bilet alıp tekrar Yirminci asra gelemeyiz (…) kabullenişimiz, rönesansın modern çağ içindeki bütün neticelerini idrak ve ona süratle intibak hamlesinden başka bir şey değildir. Bu idraki ve intıbaki çabuklaştıracak (…) düşünme ve yaşama prensiplerini ararken riyazileşmeyi ve siteleşmeyi buluyoruz (…) Avrupa’ da nüfus kesafeti arttıkça hayat mücadelesi şiddetlenmiş ve bu yüzden çoğalan amelî zaruretler, amelî zekayı fazla inkişaf ettirmiştir (…) Şark haddinden fazla tenha olduğu gibi, nüfus kesafeti de Avrupa’yı haddinden fazla kalabalık hale sokmuştur. Bu sıkışıklık Avrupa kafasını congestion= ihtikan halinde bulunduruyor (…) Bizim vaziyetimiz tamamıyla aksinedir. Tenhayız. Yeni endüstrileşiyoruz. Eski mistik ve iptidai dünya görüşümüzü yeni terk ediyoruz (…) bir yandan riyazileşirken, bir yandan da bize tarih ve iklim nimeti olan Şarklıya has kuvvetli seziş hassamızı iptidai mistik halinden mes’ud yeni terkiblere doğru tekamül ettirmeliyiz. Siteleşmeye ve büyük nüfus topluluğu vücude getirmeye mecburuz; Avrupa’nın (…) boğucu kesafetine girmeye bizi mahkum etmeyecek kadar geniş topraklarımız vardır” (SAFA, 1990, s:185- 89).

Peyami Safa bu satırlarını okuduğumuz kitabını 1938’de yazdı. Bugün nüfus kesafeti bakımından çok büyük kentlere kavuştuk. Ancak Peyami Safa’nın insan kesafetinden doğmasını beklediği “amelî akıl” Avrupa’nın ekonomik üstünlüğünü yıkamamış görünüyor. Dahası konut stoklarının oluşturduğu yapılaşmaların bir “kent” olduğu da şüphelidir. Evet caddeler, meydanlar, iş merkezleri, elektrik- doğalgaz tedariki,trafik işletimi, parklar, bahçeler bulunmaktadır. Ancak acaba bu “kent” mi? Mistik ve muhafazakar kitlelerin kırlardan koparak gözüne kestirdiği merkezleri sahiplenilecek ve tatmin olunacak bir nesne haline getirdiğini görmek entelektüelleri niçin şaşkına çevirmemektedir? Eski hayat zevklerimizle hakiki bir muhasebe içine girmemiş olmamızın, taşı toprağı altın denilecek belli merkezleri barbarca işgal etmemizin, bu zihniyeti beslediği açık. Kuşları dahi düşünüp evinin saçak altlarına “kuş evi” yapan kuşaklardan gelen nesillerin, soluk alınamayacak gökdelenler ve apartmanlara heveslenip “yükselmeleri” nasıl açıklanabilir?

Öncelikle kavramsallaştırma ihtiyacı vardır. Hatta bir ayrıma. Gündelik dilimizde kullandığımız “kent” ile “şehir” kavramlarını ayırmak ve ikisini de kendi kültür aidiyetlerinin tanımlarına kavuşturmak başlangıç sayılabilir.

Antik kültürde toplum bir “civitas” idaresi altına girmişti. Latincedeki civitas ve bunun karşılığı olan Polys kelimelerini Türkçe’ de aradığımız zaman: kent devlet, Fransızca karşılığı olan ‘cite’ kelimelerine ulaşırız. Romalıların Civitas’ ı ile bugünkü lügat karşılıkları arasındaki

münasebet tam değildir. Bugün bir milletten olmak, bir devletin tabiyetinde bulunmak demektir. Devlet hakim ve fert tebaadır. Roma’ da vatandaş olmak ise, müşterek bir hukuk altında toplanmış bir şirketin (cemiyetin) azası olmak demektir. Kelime olarak civitas, civis’ ten soyut bir isimdir. Civis, devlet (kent devleti) içinde yaşayan “hür ferttir”. Eski çağda vatandaş olmak demek, şehir devletine tabi bulunmak demekti. Her şehir devletinin bir tanrısı ve belli kanunları olduğu için vatandaş (civis) bu tanrı ve kanuna “bağımlı” ve boyun eğmeye mecburdu. Başka bir site devletinin civis’ i olabilmesi mümkün değildi. Bu nedenle polis dışında yaşayamazdı. Bir siteden diğerine ancak görevli ya da izinli olarak geçebilir ama tekrar kendi sitesine dönmeye mecbur kalırdı. Dolayısıyla civitas, 1) Bir birlik halinde teşkilatlanmış cives topluluğudur. Buradaki topluluk fertlerin yan yana yaşamasından meydana gelmiş bir yekünü değil, teşkilatlanmış yani kendi kendini idare eden hukuki bir topluluğu ifade eder. 2) Civislerin vatandaşlığını ifade eder. 3) Civislerin ikamet ettiği yeri ifade eder. Buna göre civitas, hem yer (ülke), hem vatandaşlığı, hem de hukuki durumu ifade eder (UMUR, 1984: 9).

Şehir dediğimizde böyle bir manayla karşı karşıya kalmayız. Latin toplumlarında ya da Antik kültürde kent dışında hayat imkanı bırakılmamıştır. Statü anlamında “hür” de olsa kentin vatandaşları kentin malıdır. Müslüman şehir zihniyeti ise, mekanı tasarruf ederken insanı “hürriyet” adı altında mekana bağlamaktan imtina etmiştir. Böylece Latin kültürün ve sonraki dönemde Kilise’nin kent üzerinden geliştirdiği insanı mal hükmüne irca eden toprağın Müslüman toplumlarda karşılığı yoktur. İnsanı, yaşanılan mekanın mütemmim cüzü kılan zihniyetinin karşısına “şehir” kavramını koyabiliriz. “Şehirden maksat, valisi, hakimi, müftüsü bulunan ve kanıunların uygulanma imkanı olan yerdir. Şehrin bitişiğinde bulunan yerleşim merkezleri de şehir hükmündendir, buralarda oturanlara da Cum’ a namazı farzdır” (YAZIR, 1997, c:1, s: 307). Bu şekilde bir tarif “kent” ile “şehir” arasındaki ayrımı vermeye yeter bir başlangıç sayılabilir.

İnsanlık, tarihinde hiçbir dönem Rousseaucu bir göçebe bireyler toplumu halinde olmamıştı. Ancak O, ilk toplumu aidiyet hissinden uzak göçebe bireyler toplumu gibi tasarlayarak Avrupa site devletinin ve kapitalist şekillenişin karşısında yer almıştı. Rousseau, “doğal yaşam” faraziyesi ile bir tarih felsefesi yapmıştır. Rousseau’ ya göre insanlığın başlangıcında bireyler toprağa bağlı olmadıkları için ve toplayıcılıkla geçindikleri için mülkiyetsiz ve eşitti. Ne zaman ki birileri toprağı çitledi insanlar arasında eşitsizlik oluştu. “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “Bu, bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu” (ROUSSEAU, 1986: 135). Rousseau’ nun söyledikleri Avrupa kapitalizminin eleştirisi olarak hatta Avrupa uygarlığının eleştirisi olarak okunabilir. “Doğa halinde hemen hiç bulunmayan eşitsizlik... mülkiyetin ve kanunların yerleşmesiyle sabitleşir ve yerleşir”( ROUSSEAU, 1986: 177). Onda uygarlık eleştirisi radikal söylemlerle ortaya çıkar ve ahlâki temellerden de beslenir: “Her ne pahasına olursa olsun zenginleşmek istenirse, fazilet ne olur? Eski devlet adamları hep faziletten, ahlaktan bahsederlerdi; bizimkiler yalnız ticaretten, paradan bahsediyorlar. Kimisi size filan memlekette bir insanın, Cezayir’de kaç paraya satılırsa o kadar değeri olduğunu söyler; kimisi de, bu hesabı ileri götürerek, bazı memleketlerde insan değerinin hiç, yahut hiçten aşağı olduğu neticesine varır. İnsanlara hayvan sürüleri gibi değer biçiyorlar... Para ile her şey satın alınır, ama ahlak ve vatandaş satın alınmaz” (ROUSSEAU, 1997: 31-32).

Gerçekten de Rousseau’ nun Avrupa kapitalizminin eleştirisine yönelen söyleminin bir karşılığı vardır ve Avrupa dışı toplumlarda da bir hayat tarzı geliştirmiştir. Öncelikle Amerika’ da yerliler “toprak esaslı” bir topluluk değillerdi. Mevsime göre tavır alan göçebe uygarlığı geliştirmişlerdi. Dolayısıyla “kent” Avrupa felsefesinin ve kapitalizminin toprağı mülk haline getirişi ile ortaya çıkmıştı. Antik toplumlardaki yaklaşımları da marxist tarih kuramının tersine, kapitalizm olarak okumak mümkündür. Nitekim Roma hukuku, borcunu ödemeyen borçluyu alacaklısına köle yapan hukuk sistemi ile kapitalizmin insanlığın doğuş devrinde dahi varlık bulan bir sistem olduğuna delil sayılmalıdır. Oysa Amerika, Asya ve Afrika yerli hayat tarzları için toprak mülk değil hayat alanıdır. Toplumsal sistemler modellerini kozmostan aldıklarından antik kültürün Olimpius Dağı’ nda yaşadığı farz edilen “tanrı kentlerini” kendi yaşam alanları için örnek sayması şaşırtıcı değil. Yerli kültür ise tabiatı “ölülerin ruhları” gibi görmekte ve mülkiyetine geçirmekten imtina etmekteydi. Dolayısıyla “tabiat tanrı” fikrinden “tanrı kenti” fikrine doğru evrilmenin bir aşama değil zihniyet olduğu söylenebilecektir. “M.Ö. 3000 yıllarına gelindiğinde, arkeologların Mısır, Mezopotamya ve İndüs Vadisi için çizdikleri basit çiftçilerden oluşan küçük toplumlar değil, çeşitli meslek ve sınıfları içeren devletlerdir. Bunların ardında da rahipler, prensler, yazıcılar ve memurlar ile sayısız zanaatçılar, profesyonel askerler ve çeşitli işçiler vardır; tümü de artık besin üretim işinden uzaklaşmıştır” (CHİLDE, 1978: 144). Bu sözler Mısır uygarlığı çevresinde ifade edilmişti. Tarih, MÖ. 3000 yılında keşfedilmiş ve Avrupa’ ya nakledilmiş “kent uygarlığının” niçin Amerika’ da Aztek ve Maya uygarlıklarına rağmen M.S. 1500’ lü yıllarda tatbik edilmediğini açıklamış değil. Bunun bir zihniyet meselesi olduğu ifade edilebilir. Uygarlıklar köle ve kul isterler. İnsanlar da daha basit bir yaşam vaadetse de angaryadan kurtulma amacındadır. Belki geniş arazi ve tabiattaki hazır besin Akdeniz çevresinde görülen angarya uygarlığının tesisini mümkün kılmıyordu.

Tabiatla uyum sağlamış bir cemaat düzeninde eşyaları ve yiyeceği doğrudan tabiattan alabilmeyi başarmış bir zihnin “uygar” olmayı önemsemeyeceği açıktır. Yiyeceği için öteki bir iktidara muhtaçlıktan kurtulmuş insan toplulukları kendi ürettiklerini tüketerek köleleştirici kapitalist zihniyetten kurtulmuştu. Dolayısıyla “yerli” zihniyet “kent” peşinde koşmamıştır. Nitekim Pawnee Kızılderililerinin reisi Kıvırcık Reis, 1800’ lü yıllarda hükümetten gelip de battaniye, silahlar, çakmak, çelik ve bıçak vermek isteyen memura şöyle der: “Bunların hiçbirine ihtiyacımız yok. Bufolomuz ve mısırımız var. Bunları bize Yöneten verdi. Bu deriyi görüyor musun? Kışın beni sıcak tutar, battaniyenize ihtiyacımız yok. Beyaz adamların yanlarında sığır görür ve ovaya genç bir inek sürmelerini ister. İnek sürülünce onu okuyla omzunun arkasından vurup öldürür. ‘Benim okum öldürmez mi? Sizin silahlarınıza ihtiyacım yok’. Taştan bıçağı ile ineğin derisini yüzüp etinden bir parça kesmiş konuşmuş, ‘Neden sizin bıçaklarınızı almam gereksin? Yöneten bana kesmem için kullanabileceğim bir şey verdi’. Bir kaç çubukla ateş yakıp eti pişirirken de sözünü tamamlar, ‘Görüyorsun kardeşim, Yöneten bana avlanmak ya da toprağı işlemek için her şeyi verdi. Şimdi geldiğiniz topraklara geri dönün. Ne sizin hediyelerinizi istiyoruz, ne de topraklarımıza gelmenizi” (Mc LUHAN, 1994).

Eğer Kıvırcık Reis’ in sözlerini ilkel bir aklın ürünü görmekten kurtulabilirsek Firavun ile Kıvırcık Reis arasındaki gerilimin esaslı bir çatışmadan kaynaklandığı zihniyet ayrışması olduğu anlaşılabilecektir. Tarih hiç de “ilerleme” üzerinde seyir almıyor. Zihniyet “uygarlık fatalizmini” ya da praxisi kırabilir. Bu nedenle dinin bu gerilimde nerede durduğu önemlidir. Eğer Musa(as) mücadelesini Mısır içinde verse idi rahatlıkla diyebilecektik ki, Batı toplumlarının insanlığı kapitalize etmesi yani uygarlaştırması doğrudur. Oysa Musa (as), kavmini Kıvırcık Reis’ in söylemini hatırlatırcasına ısrarla Mısır’ dan çıkarmaya çalışmıştır. Firavunla da çatışması bu yöndedir. Firavun Mısır’ ın işçisini vermek istememiştir: “Firavun kavminin kodamanları dediler ki : “Bu ikisi muhakkak sihirbazdır; büyüleriyle SİZİ ARZIMIZDAN ÇIKARMAK ve de en iyi örnek yolumuzu yok etmek istiyorlar. Onun için bütün tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra saf (sıra) hâlinde gelin. Bugün üstün gelen muhakkak felâh bulmuştur, dediler” (20 Taha 63- 64). Mısır’ dan çıktıktan sonra Musa kavminin çölde kırk yıl kaldığı da hatırlanmalıdır. Benzeri olay Hz. Peygamber (asv)’ in Mekke’ den Medine’ ye hicreti ile yeniden tekerrür etmiştir. Medine, Mekke’ ye göre gelişmemiş ve kırsal bir alandı. Taşra idi. Ya da yarı göçer toplumların mukim olduğu bölge idi.

Böylece kavramlarımızın oluşmasında bir dönemece girmiş olduk. Kentler sorunlu mahaller ve ilişkiler kuruyorlar. Dinler oradan kaçmayı önemsiyor. “Uygarlık” karşısında “medeniyet” ve “kent” karşısında “şehir” var. Bu çatışmayı İbn Haldun’ dan hareketle “bedavet- hadaret” şeklinde okumak veya Toynbee’ den hareketle “zealot- herodian” çatışması halinde de üretmek mümkün. Yahut Simmel’ in kent- metropol eleştirisi üzerinden Cumhuriyet Türkiye’ sinin devasa metropolleşmesi hakkında çarpık politikaları hakkında yaklaşımlar da geliştirebiliriz. Metropolleşme yerliliğin tasfiye edilmesi, kırın proleterleştirilmesi ve ulus aşırı kapitalizmin tüketim pazarı halinde yeniden üretilmesi sürecidir, önermesini haklı çıkaran bir analize bile girişebiliriz. Ancak bunlar başka yazıların konularıdır. Burada asıl mesele kentlerin “medeniyet”e ait olmadığı kanaatini besleyebilmekti. Doğal olarak da şehirlerin “uygarlık” olmadığını benimseyebilmek. Düşünce bu ayrımı temel alarak hareket ederse İslam’ ın Anadolu’ da bir medeniyet kurduğunu ve bu medeniyetin A. Hamdi Tanpınar’ a “Beş Şehir”i yazdıracak kadar zengin içeriklere haiz olduğunu algılayabilecektir.







- CHİLDE Gordon, Kendini Yaratan İnsan, Varlık, 1978

- Mc LUHAN, Yeryüzüne Dokun, İmge, 1994

- ROUSSEAU, Bilimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, MEB, 1997

- ROUSSEAU J. J., İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı, Say, 1986

- SAFA Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken, 1990

- UMUR Ziya, Roma Hukuku, Filiz, 1984

- YAZIR Elmalılı Hamdi, İslam Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kamusu, Eser neşriyat, 1997

Hiç yorum yok: