29 Ağustos 2011

turist değil gezgin, gazi bertal







Deniz, kum, güneş sözcükleri modern bir imajı, çağımızın imal edilmiş bir imgesini oluşturur. Bu üç sözcüğün, yan yana gelerek yarattığı estetik duygu, edebi­yatta da henüz çok yeni sayılır. Örne­ğin, Türk edebiyatında, deniz kum ve güneşin plaj anlamına geldiğine dair, denizle en çok haşır neşir olan Sait Faik ve Halikarnas Balıkçısı’nda bile açık seçik bir ifade yoktur. Onlar, de­nizi kendi başına bir alem, bir varlık dünyası, insana du­yusal boyutlar ka­zandıran engin bir tabiat parçası olarak ele alırlar. Çünkü o zamanlar, deniz, kum ve güneş he­nüz plaj ve tatil kö­yü anlamına gelmi­yordu. Bu üç söz­cükten plaj gibi mamul bir mekan yaratılması ve bu mekanın da turizm gibi bir sektörün en önemli dayanakla­rından biri olması yirmi-otuz yıllık bir olaydır.

Herkes bilir ki, Türkiye’de 1980’den sonra turizm sözcüğünün arkasından gelen diğer sözcükler hep deniz, kum ve güneş oldu. Turizm ve tatil tüketimi bu yıllardan itibaren Av­rupalılara paket paket sunuldu ve do­ğal olarak çok da cazip geldi. Hakkını teslim etmeli ki, Türkiye, tam da söy­ledikleri gibi, "turizm potansiyeline sahip" bir ülke. Çok uzun kıyılara sa­hip olmasının yanı sıra, hem zengin bir tarih mirası, hem doğal güzellikler hem de birkaç iklimin bir arada yaşa­nabilmesi, Avrupalının turistik hobile­rine fazlasıyla hitap ediyor. Birçok ül­keye göre daha ekonomik olması ayrı­ca rağbeti arttırıyor. On milyona ya­kın bir turist kitlesi Türkiye’ye akın ediyor.

Avrupa’nın çalışan orta sınıfı, yılın onbir ayını kapalı, nemli ve çoğu za­man yağışlı bir iklimde sıkı bir çalış­mayla geçirir. Bu sistematik ve yoğun çalışma programının devamı şüphesiz ki çalışanların ruhsal ve fiziksel sağlı­ğına da bağlı. O nedenle, yılda bir ay zorunlu tatil yapılır. Yıllık tatilinin bir bölümünü Türkiye turuna ayırıp bir tatil köyünde dinlenmek, Avrupalı bir çalışan için son derece isabetli ve ide­al bir seçenektir. Çünkü, bu kesim, dağ-taş, kale ve kalıntı gezip kültür turizmi yapacak kadar ne enerjik ve hareketlidir ne de geçmiş merakına sahip ve bilgiye susamıştır. Konforlu bir tatil köyünde, gündüzleri kumlara serilip güneşlenmek, geceleri de bol bol içip, animasyonları izlemek onlar için bulunmaz bir nimettir. Bu neden­le, en kötü paket program bile turisti memnun edebilecek asgari tatmine sa­hiptir. Bu tür avantajları iyi bilen TÜRSAB ve tesis sahipleri, turizmi eğ­lence tüketimi sınırlarına hapseden iki önemli faildir.

Eğlence tüketimi deyip geçmemek gerek. Onbir ay durmadan çalışan bu insanlar, bütün düş gücünü bir aylık tatil günleri üzerine kurar. Bu tatilde öyle şeyler yaşamalı ki ruhsal bir do­yuma ersin. Felekten çalınan bu bü­yülü gündüz ve gecelerin tekrarı için, ikinci onbir ayın bitmesi adeta iple çekilir. Anlaşılan, eğlence tüketimi ruhsal bir sigorta olmanın ötesinde, toplumsal refah ve huzurdan alınan bir paydır aynı zamanda. Bu arada ye­ri gelmişken belirteyim; Marx’ın bir zamanlar sözünü ettiği işçi aristokra­sisi şimdi bütün bir sınıfa yayılmış; çalışanlar, kendi konumlarından ve sahip oldukları çalışma koşullarından başka, tatillerini de kaybetmek istemi­yorlar. Artık kaybedecekleri bir dizi zincirleri var.

Tabii bir de fotoğrafın negatif tarafından bak­mak gerekir: Tatilciler arasında en yüksek inti­har oranı tatilden dönüş anlarında yaşanıyormuş. Volan kayışıyla tekrar çarka bağlanmak isteme­yen ve çalışmanın daya­nılmaz boyunduruğunu fark ettikçe ağır bir dep­resyona giren bu kişiler, maalesef bir çıkış yolu bulamıyorlar. Örneğin, İsveç ve Finlandiya gibi kuzey ülkelerinde, bu tür dönüş yolculukları ge­miyle yapılıyorsa, yolculuk boyunca mutlaka ruh doktoru bulundurulur, yolculara göz-kulak olunur, her za­mankinden daha nazik davranılır ve geminin her yerine "kendinizi kötü hissediyorsanız lütfen doktorunuza görünün" türünden levhalar asılarak "önlem" alınır. Ama yine de, bu dün­yadan ayrılmak üzere denize atlayan­ların önüne geçilemez. Çünkü hayat ve tatil bitmiştir. Yarın pazartesidir ve sabahın köründen kalkıp o kahrolası işe gidilecektir. Hoş, işe gidilmese ne olacak ki? Dünyanın bütün denizle­rinde yüzülmüş, kumlarından, kentle­rinden geçilmiş, en güzel barlarında yenilip içilmiş, gidilecek neresi varsa gidilmiş ve fotoğrafı çekilmiş, kamera kaydı alınmıştır. Öyleyse aynı progra­mı tekrarlamak için kim başa dönmek ister? Çünkü yaşamayı bütün bir öm­rümüze yaydığımız şeyleri, turizm sayesinde hızlandırmış, yaşamı kısalta­rak hızla yaşamış ve tüketmişiz. Şim­diye kadar yaşadıklarımızdan daha en­teresan ne yaşayabiliriz ki? Demek ki, yolun sonuna varmışız!

Turizmin, gü­zel bir turdan sonra intihara götürdüğü kişi­ler, bu kadar so­mut olmasa da aşağı yukarı bu minvalden bir muhakeme ve karamsarlığa dü­şüyorlar. Haksız da değiller; tu­rizm, sunduğu eğlence tarzıyla, heyecan, coşku, hüzün gibi trans boyutlarını en üst limitten tü­ketir. Bu öylesi­ne duyarlı bir yaşam kesitidir ki, bütün duyu­larınız ve gönlü­nüz en ince ve en dokunaklı perdesiyle hayata bağlıdır. Yaşadı­ğınız güzel anla­ra sımsıkı bağlı olduğunuz ka­dar, anlaşılmaz bir hiçlikle ya­şamdan kopup gidebilirsiniz de. Elbette, bu yal­nızca Avrupalı turiste, gezgine özgü bir duygu değil. Mesela, Ege ve Akdeniz kıyılarında yaşanmış güzel bir haftadan sonra İstanbul’a dönerken İzmit’ten itibaren otoban bariyerlerinin ruhumuzda yarattığı pranga duy­gusunu yaşayanlar çok iyi hatırlaya­caktır. Geride kalan mutlu saatler, ye­rini sıkıntılı bir pazartesi psikolojisine bırakmış, istemeye istemeye, adeta ayak sürüyerek şehre gireriz. Sözü bu­raya getirmişken, bu kasvetli duyguyu bir nebze de olsa azaltmak için size bir önerim var: Bir gün, hoşça vakit geçirdiğiniz güzel bir seyahatten İstanbul’a dönerseniz Sapanca’dan itibaren otobandan sapın. Ya Yalova üzerinden vapurla şehre girin ya da daha kuzey­den dolanarak Beykoz üzerinden girin. Bu güzergahlar, boynunuzu bıça­ğa uzatırken size küçük bir anestezi etkisi yapar.

Üzerinde durulması gereken başka bir nokta ise, turizm mantığı ve bu sektörün yol açtığı sonuçlardır. Tu­rizm deyince, muhalif düşüncelerin (ki bu bir iki dergi çevresini geçmiyor) en çok seslendirdiği şey; turizmin do­ğada yarattığı tahribat ve çevreye yay­dığı kirliliktir. Şüphesiz bunu yalnızca yatların denize bıraktığı çöp ve sintine suyu, lüks otel ve tatil köyü cumhuri­yetlerinin ürettiği çöp dağları ve gürültü kirliliği ile sınırlamak doğru ol­maz. Olayın en başında kültürel bir kirlenme, deformasyon ve yoğun bir dejenerasyon söz konusu.

Turizmin en çok sırıtan yanların­dan biri de, her türlü folklorik, otantik değe­ri postmodern bir neşe içinde yuttuktan sonra geriye kalan ıvır zıvırı arkaik ve otantik fetişizmiyle cilalayıp baş tacı etmesidir. Eskiden gönül zenginliğini bir erdem olarak gören in­sanların yerinde, şimdi, sorduğunuz bir adresin ya da bir bardak ayra­nın karşılığını bekleyen kıyı köylüsü var karşı­nızda. İşin tuhaf yanı; esnaf ve işletmecinin gösterdiği dost gülücüklü sinsilikler bile, turistler tarafından, başka yerlerde karşıla­şamadıkları bir şirinlik ve misafirperverlik ola­rak kabul görüyor.  İnsanal ilişkilerin bu de­rece aşınması, yardım­severlik duygusu ve dayanışma ahlâkının yerine geçen ve durma­dan körüklenen bu gö­zü doymazlık bütünüy­le turizmin eseridir. Bu kültürel tahribatın dı­şında, turistik ilişkile­rin yerleştiği her çevre­de kaçınılmaz bir so­nuç olarak meydana gelen bozulma ve doğal yapının deformasyonu, önüne geçile­meyecek türden etkileşimlerdir. Tu­rizm bölgelerinin başlıca sorunların­dan biri olan yapılaşma ve SİT alanla­rının istilası gibi konuları, üzerinde çok konuşulduğu için es geçiyorum. Ancak, turizm sektörüne bakarken es geçilemeyecek bir gerçek var. O da; turist ile seyyah arasında mutlaka dik­kate almamız gereken ayrımdır. Tu­rist, devasa tatil piyasasında rezervas­yonu yapılmış bir arzdır. Seyyah ise, her kervansarayda nasip sahibi, gerçek misafirperverlikte gönül mihmanıdır.

Turist çalışır ve buna mukabil de din­lenir, tatil yapar. Seyyah iş çarkının dışındadır. Turist, gidiş-dönüş garan­tisi olmadan yola çıkmaz. Seyyah ise, tefekküründen ve merak saikiyle yol­lara düşer; az gider uz gider ama hep yolda olur.

Eskinin seyyahlarına çok benzeyen günümüzdeki Gezginler, kendilerini özenle turist ve müşteri kavramının dışında tutarlar. Çanta ve uyku tulum­larım sırtında taşıyan bu modern sey­yahları, turizmciler ve tesis sahipleri "çantalı turist" diye aşağılar, hatta "ayak altında" dolaşmalarından pek hoşlanmazlar. Pansiyoncular ise, tatil köyünden ve paket programdan nefret eden bu gezginleri, ancak çok kötü geçen bir sezonun tesellisi olarak kabullenirler. Yine de çok az bir tüketimle büyük mesafeler kat ettikleri ve çok daha serüvenci bir ruha sahip oldukları için, onlara turist yerine gez­gin diyebiliriz. Ve bence, geleceğin "turizmi" rengini bu gezginlerden alır.

Uzak bir deniz kıyısında ya da dağ yükseltilerinin herhangi bir noktasın­da yapayalnız yürürken, bir an durup engin boşluğa baktığımızda, tabiatın bu ihtişamı karşısında korkuyla karışık bir heyecana kapılırız. Bu alemde herhangi bir varlık ol­duğumuzu belki de en iyi o an his­sederiz. Tan sökümünü karşılarken ya da ufuk çizgisinin ardındaki parıltıyı izlerken, hep kapıldığımız bir duy­gudur seyyahlık. Dağların ardındaki dünyaları, ince bir buğu tabakasının içinden, bizi, yanıp sönen ışıklarına cezbeden hayatları düşünürken nasıl da içimiz içimizi yer; ve önüne geçil­mez bir merakla yola koyulmak is­teriz: oraya, o bilinmez uzaklara doğ­ru...

Gel gör ki, varmak istediğimiz ufuk çizgisinin ardındaki o ışıklı dünya, turizm tarafından çoktan istila edil­miştir. Artık balık ve kuş senfonilerini delip geçen jet motorlu deniz araçları, hayatın başka bir gerçeğini yüzümüze çarpmaktadır: Bütün bu Club’ler, Country’ler, City’ler, daha dün çocuk­luğumuzun geçtiği meyve bahçeleri değil miydi?



Gazi Bertal-karamecmuA-sayı üç- 2001

1 yorum:

isfahan dedi ki...

İnsanların “iş stresinden uzaklaşmak” parolasıyla çıktıkları, o belirli gün ve haftalar kıvamındaki tatiller, işe dönüşlerde deniz, kum, güneş vb. gibi ardı ardına sayabileceği kelimelerin çokluğuyla tatil kapsamında değerlendirilir.sıralayacağı kelime ve mekan sayısı az olanlar, tatilinin berbat geçtiği kanaatiyle o iş stresine merhaba derken, diğerleri de iş stresine itidalli yakınlaşmak için tatilde geçirdikleri o “muhteşem” günlerin derman olmadığını birkaç saatlik çalışmayla anlarlar.tabi, güneşin yakıcılığı efsanesi adı altında bu süreci geniş zamana yayma faaliyetleri de yok değildir sonuç alınamasa da..”hepimiz aynıyız,sadece bazılarımız bunu gizlemekte daha başarılı” gibi bir replik vardı breakfast club filminde.en azından aynı dertten muzdarip olunduğu koro halinde söylenebilir.sahildeki kızgın kumlara da, yirmi dört saat açık seyredilen dört duvara da gömülse, kumu yarıp duvarları çatlatacak güçtedir bu dert, tatil köyüne muhtar olsan ne yazar...seyrani, “sureta gezeriz gamhanelerde” demiş.belki de ferahlık, gamsız girilmeyen mekandadır şimdilerde.