Deniz, kum, güneş sözcükleri modern bir imajı, çağımızın imal edilmiş bir imgesini oluşturur. Bu üç sözcüğün, yan yana gelerek yarattığı estetik duygu, edebiyatta da henüz çok yeni sayılır. Örneğin, Türk edebiyatında, deniz kum ve güneşin plaj anlamına geldiğine dair, denizle en çok haşır neşir olan Sait Faik ve Halikarnas Balıkçısı’nda bile açık seçik bir ifade yoktur. Onlar, denizi kendi başına bir alem, bir varlık dünyası, insana duyusal boyutlar kazandıran engin bir tabiat parçası olarak ele alırlar. Çünkü o zamanlar, deniz, kum ve güneş henüz plaj ve tatil köyü anlamına gelmiyordu. Bu üç sözcükten plaj gibi mamul bir mekan yaratılması ve bu mekanın da turizm gibi bir sektörün en önemli dayanaklarından biri olması yirmi-otuz yıllık bir olaydır.
Herkes bilir ki, Türkiye’de 1980’den sonra turizm sözcüğünün arkasından gelen diğer sözcükler hep deniz, kum ve güneş oldu. Turizm ve tatil tüketimi bu yıllardan itibaren Avrupalılara paket paket sunuldu ve doğal olarak çok da cazip geldi. Hakkını teslim etmeli ki, Türkiye, tam da söyledikleri gibi, "turizm potansiyeline sahip" bir ülke. Çok uzun kıyılara sahip olmasının yanı sıra, hem zengin bir tarih mirası, hem doğal güzellikler hem de birkaç iklimin bir arada yaşanabilmesi, Avrupalının turistik hobilerine fazlasıyla hitap ediyor. Birçok ülkeye göre daha ekonomik olması ayrıca rağbeti arttırıyor. On milyona yakın bir turist kitlesi Türkiye’ye akın ediyor.
Avrupa’nın çalışan orta sınıfı, yılın onbir ayını kapalı, nemli ve çoğu zaman yağışlı bir iklimde sıkı bir çalışmayla geçirir. Bu sistematik ve yoğun çalışma programının devamı şüphesiz ki çalışanların ruhsal ve fiziksel sağlığına da bağlı. O nedenle, yılda bir ay zorunlu tatil yapılır. Yıllık tatilinin bir bölümünü Türkiye turuna ayırıp bir tatil köyünde dinlenmek, Avrupalı bir çalışan için son derece isabetli ve ideal bir seçenektir. Çünkü, bu kesim, dağ-taş, kale ve kalıntı gezip kültür turizmi yapacak kadar ne enerjik ve hareketlidir ne de geçmiş merakına sahip ve bilgiye susamıştır. Konforlu bir tatil köyünde, gündüzleri kumlara serilip güneşlenmek, geceleri de bol bol içip, animasyonları izlemek onlar için bulunmaz bir nimettir. Bu nedenle, en kötü paket program bile turisti memnun edebilecek asgari tatmine sahiptir. Bu tür avantajları iyi bilen TÜRSAB ve tesis sahipleri, turizmi eğlence tüketimi sınırlarına hapseden iki önemli faildir.
Eğlence tüketimi deyip geçmemek gerek. Onbir ay durmadan çalışan bu insanlar, bütün düş gücünü bir aylık tatil günleri üzerine kurar. Bu tatilde öyle şeyler yaşamalı ki ruhsal bir doyuma ersin. Felekten çalınan bu büyülü gündüz ve gecelerin tekrarı için, ikinci onbir ayın bitmesi adeta iple çekilir. Anlaşılan, eğlence tüketimi ruhsal bir sigorta olmanın ötesinde, toplumsal refah ve huzurdan alınan bir paydır aynı zamanda. Bu arada yeri gelmişken belirteyim; Marx’ın bir zamanlar sözünü ettiği işçi aristokrasisi şimdi bütün bir sınıfa yayılmış; çalışanlar, kendi konumlarından ve sahip oldukları çalışma koşullarından başka, tatillerini de kaybetmek istemiyorlar. Artık kaybedecekleri bir dizi zincirleri var.
Tabii bir de fotoğrafın negatif tarafından bakmak gerekir: Tatilciler arasında en yüksek intihar oranı tatilden dönüş anlarında yaşanıyormuş. Volan kayışıyla tekrar çarka bağlanmak istemeyen ve çalışmanın dayanılmaz boyunduruğunu fark ettikçe ağır bir depresyona giren bu kişiler, maalesef bir çıkış yolu bulamıyorlar. Örneğin, İsveç ve Finlandiya gibi kuzey ülkelerinde, bu tür dönüş yolculukları gemiyle yapılıyorsa, yolculuk boyunca mutlaka ruh doktoru bulundurulur, yolculara göz-kulak olunur, her zamankinden daha nazik davranılır ve geminin her yerine "kendinizi kötü hissediyorsanız lütfen doktorunuza görünün" türünden levhalar asılarak "önlem" alınır. Ama yine de, bu dünyadan ayrılmak üzere denize atlayanların önüne geçilemez. Çünkü hayat ve tatil bitmiştir. Yarın pazartesidir ve sabahın köründen kalkıp o kahrolası işe gidilecektir. Hoş, işe gidilmese ne olacak ki? Dünyanın bütün denizlerinde yüzülmüş, kumlarından, kentlerinden geçilmiş, en güzel barlarında yenilip içilmiş, gidilecek neresi varsa gidilmiş ve fotoğrafı çekilmiş, kamera kaydı alınmıştır. Öyleyse aynı programı tekrarlamak için kim başa dönmek ister? Çünkü yaşamayı bütün bir ömrümüze yaydığımız şeyleri, turizm sayesinde hızlandırmış, yaşamı kısaltarak hızla yaşamış ve tüketmişiz. Şimdiye kadar yaşadıklarımızdan daha enteresan ne yaşayabiliriz ki? Demek ki, yolun sonuna varmışız!
Turizmin, güzel bir turdan sonra intihara götürdüğü kişiler, bu kadar somut olmasa da aşağı yukarı bu minvalden bir muhakeme ve karamsarlığa düşüyorlar. Haksız da değiller; turizm, sunduğu eğlence tarzıyla, heyecan, coşku, hüzün gibi trans boyutlarını en üst limitten tüketir. Bu öylesine duyarlı bir yaşam kesitidir ki, bütün duyularınız ve gönlünüz en ince ve en dokunaklı perdesiyle hayata bağlıdır. Yaşadığınız güzel anlara sımsıkı bağlı olduğunuz kadar, anlaşılmaz bir hiçlikle yaşamdan kopup gidebilirsiniz de. Elbette, bu yalnızca Avrupalı turiste, gezgine özgü bir duygu değil. Mesela, Ege ve Akdeniz kıyılarında yaşanmış güzel bir haftadan sonra İstanbul’a dönerken İzmit’ten itibaren otoban bariyerlerinin ruhumuzda yarattığı pranga duygusunu yaşayanlar çok iyi hatırlayacaktır. Geride kalan mutlu saatler, yerini sıkıntılı bir pazartesi psikolojisine bırakmış, istemeye istemeye, adeta ayak sürüyerek şehre gireriz. Sözü buraya getirmişken, bu kasvetli duyguyu bir nebze de olsa azaltmak için size bir önerim var: Bir gün, hoşça vakit geçirdiğiniz güzel bir seyahatten İstanbul’a dönerseniz Sapanca’dan itibaren otobandan sapın. Ya Yalova üzerinden vapurla şehre girin ya da daha kuzeyden dolanarak Beykoz üzerinden girin. Bu güzergahlar, boynunuzu bıçağa uzatırken size küçük bir anestezi etkisi yapar.
Üzerinde durulması gereken başka bir nokta ise, turizm mantığı ve bu sektörün yol açtığı sonuçlardır. Turizm deyince, muhalif düşüncelerin (ki bu bir iki dergi çevresini geçmiyor) en çok seslendirdiği şey; turizmin doğada yarattığı tahribat ve çevreye yaydığı kirliliktir. Şüphesiz bunu yalnızca yatların denize bıraktığı çöp ve sintine suyu, lüks otel ve tatil köyü cumhuriyetlerinin ürettiği çöp dağları ve gürültü kirliliği ile sınırlamak doğru olmaz. Olayın en başında kültürel bir kirlenme, deformasyon ve yoğun bir dejenerasyon söz konusu.
Turizmin en çok sırıtan yanlarından biri de, her türlü folklorik, otantik değeri postmodern bir neşe içinde yuttuktan sonra geriye kalan ıvır zıvırı arkaik ve otantik fetişizmiyle cilalayıp baş tacı etmesidir. Eskiden gönül zenginliğini bir erdem olarak gören insanların yerinde, şimdi, sorduğunuz bir adresin ya da bir bardak ayranın karşılığını bekleyen kıyı köylüsü var karşınızda. İşin tuhaf yanı; esnaf ve işletmecinin gösterdiği dost gülücüklü sinsilikler bile, turistler tarafından, başka yerlerde karşılaşamadıkları bir şirinlik ve misafirperverlik olarak kabul görüyor. İnsanal ilişkilerin bu derece aşınması, yardımseverlik duygusu ve dayanışma ahlâkının yerine geçen ve durmadan körüklenen bu gözü doymazlık bütünüyle turizmin eseridir. Bu kültürel tahribatın dışında, turistik ilişkilerin yerleştiği her çevrede kaçınılmaz bir sonuç olarak meydana gelen bozulma ve doğal yapının deformasyonu, önüne geçilemeyecek türden etkileşimlerdir. Turizm bölgelerinin başlıca sorunlarından biri olan yapılaşma ve SİT alanlarının istilası gibi konuları, üzerinde çok konuşulduğu için es geçiyorum. Ancak, turizm sektörüne bakarken es geçilemeyecek bir gerçek var. O da; turist ile seyyah arasında mutlaka dikkate almamız gereken ayrımdır. Turist, devasa tatil piyasasında rezervasyonu yapılmış bir arzdır. Seyyah ise, her kervansarayda nasip sahibi, gerçek misafirperverlikte gönül mihmanıdır.
Turist çalışır ve buna mukabil de dinlenir, tatil yapar. Seyyah iş çarkının dışındadır. Turist, gidiş-dönüş garantisi olmadan yola çıkmaz. Seyyah ise, tefekküründen ve merak saikiyle yollara düşer; az gider uz gider ama hep yolda olur.
Eskinin seyyahlarına çok benzeyen günümüzdeki Gezginler, kendilerini özenle turist ve müşteri kavramının dışında tutarlar. Çanta ve uyku tulumlarım sırtında taşıyan bu modern seyyahları, turizmciler ve tesis sahipleri "çantalı turist" diye aşağılar, hatta "ayak altında" dolaşmalarından pek hoşlanmazlar. Pansiyoncular ise, tatil köyünden ve paket programdan nefret eden bu gezginleri, ancak çok kötü geçen bir sezonun tesellisi olarak kabullenirler. Yine de çok az bir tüketimle büyük mesafeler kat ettikleri ve çok daha serüvenci bir ruha sahip oldukları için, onlara turist yerine gezgin diyebiliriz. Ve bence, geleceğin "turizmi" rengini bu gezginlerden alır.
Uzak bir deniz kıyısında ya da dağ yükseltilerinin herhangi bir noktasında yapayalnız yürürken, bir an durup engin boşluğa baktığımızda, tabiatın bu ihtişamı karşısında korkuyla karışık bir heyecana kapılırız. Bu alemde herhangi bir varlık olduğumuzu belki de en iyi o an hissederiz. Tan sökümünü karşılarken ya da ufuk çizgisinin ardındaki parıltıyı izlerken, hep kapıldığımız bir duygudur seyyahlık. Dağların ardındaki dünyaları, ince bir buğu tabakasının içinden, bizi, yanıp sönen ışıklarına cezbeden hayatları düşünürken nasıl da içimiz içimizi yer; ve önüne geçilmez bir merakla yola koyulmak isteriz: oraya, o bilinmez uzaklara doğru...
Gel gör ki, varmak istediğimiz ufuk çizgisinin ardındaki o ışıklı dünya, turizm tarafından çoktan istila edilmiştir. Artık balık ve kuş senfonilerini delip geçen jet motorlu deniz araçları, hayatın başka bir gerçeğini yüzümüze çarpmaktadır: Bütün bu Club’ler, Country’ler, City’ler, daha dün çocukluğumuzun geçtiği meyve bahçeleri değil miydi?
Gazi Bertal-karamecmuA-sayı üç- 2001
1 yorum:
İnsanların “iş stresinden uzaklaşmak” parolasıyla çıktıkları, o belirli gün ve haftalar kıvamındaki tatiller, işe dönüşlerde deniz, kum, güneş vb. gibi ardı ardına sayabileceği kelimelerin çokluğuyla tatil kapsamında değerlendirilir.sıralayacağı kelime ve mekan sayısı az olanlar, tatilinin berbat geçtiği kanaatiyle o iş stresine merhaba derken, diğerleri de iş stresine itidalli yakınlaşmak için tatilde geçirdikleri o “muhteşem” günlerin derman olmadığını birkaç saatlik çalışmayla anlarlar.tabi, güneşin yakıcılığı efsanesi adı altında bu süreci geniş zamana yayma faaliyetleri de yok değildir sonuç alınamasa da..”hepimiz aynıyız,sadece bazılarımız bunu gizlemekte daha başarılı” gibi bir replik vardı breakfast club filminde.en azından aynı dertten muzdarip olunduğu koro halinde söylenebilir.sahildeki kızgın kumlara da, yirmi dört saat açık seyredilen dört duvara da gömülse, kumu yarıp duvarları çatlatacak güçtedir bu dert, tatil köyüne muhtar olsan ne yazar...seyrani, “sureta gezeriz gamhanelerde” demiş.belki de ferahlık, gamsız girilmeyen mekandadır şimdilerde.
Yorum Gönder