24 Ağustos 2011

Türkçeye Karsı Takınılan Olumsuz Tutumlar, Suat UNGAN*


Türkçeye Karsı Takınılan Olumsuz Tutumlar

Türklere ve Türkçeye karsı olumsuz tutum,Emevi ve Abbasi devletlerizamanında baslamıstır. Bu dönemlerde Suubiye hareketleri en üst seviyeyeçıkmıstı. El-Cahız Türklerin faziletlerini anlattığı ve onları övdüğü Fezailü’lEtrak adlı eserini yazmıstır. Hatta Divanü Lugat’it Türk’ün yazılma zeminiArap ve Đranlıların Türklere karsı olumsuz tutumlarının olusturduğunu,Kasgar’dan Bağdat’a gelen Kasgarlı Mahmut’un bu durumdan etkilenerekeserini yazmaya basladığını düsünebiliriz. Arapların Türklere karsı olumsuztutumunun Memluklar döneminde de devam ettiğini görmekteyiz. Arap asıllıdin bilginleri böyle bir halka mensup hanedanın iktidarının mesruolmayacağı ideolojisini alttan alta yaymıslardır(Develi, 2002).Selçuklu sultanları öz be öz Türk olmalarına rağmen, Đslâm dinine sarsılmaz bir iman ilebağlanmaları, halifelere Anadolu’nun hızla Türklestirilmesi için boylar hâlinde göç ederekgelen Türkler kenar semtlere yerlestirilmis, onlara toprak verilerek geçimlerini tarımlasağlama imkânı sunulmustu. Savas zamanında Selçuklu sultanlarının yanında olan Türkasiretleri normal zamanlarda tarım ve hayvancılık ile uğrasmaktaydılar. Islama karsı sonsuzitaatleri onların Arap kültürünün etkisine girmesine neden olmustu. Bastırdıkları paralardahalifelere duydukları itaati ifade ediyorlardı. Halkın dilinin, medrese eğitiminin Türkçeolmasına rağmen, medresede ilk önce Arapça öğretilmekte ve daha ileri zamanlarda daFarsça verilmekteydi. Böylece Türkçenin yanında medreselerde Arapça, Farsça okumus, budilleri bilen aydınlar topluluğu sehir halkını meydana getiriyordu. Bu entel zümrenin anadilleri Türkçeydi. Evde, aile arasında, çarsıda, pazarda Türkçe konustukları, Türkçe anlasıpbirlestikleri halde kendilerini Türk saymıyor, sehirli biliyordu, onlara göre Türk, sehrindısında köyde, obada, kıslak ve yaylak, yarı göçebe hayat süren, geçimini daha çok hayvanbesiciliği, çift-çubukla sürdüren Türkmenlerdi. Bunlar, sehirlinin nazarında okuyupyazmasını bilmeyen, giyimi, kusamı, konusması ile kaba-saba insanlardı.(Önder, 1993)Türklerin ve Türkçenin bu kadar horlandığı, küçük görüldüğü bir dönemde,Karamanoğlu Mehmet Beyin 13 Mayıs 1277 tarihinde Türkçe ile yayınladığıfermanı köylü Türklerin sehirli Türklere baskaldırısı olarakyorumlanmaktadır (Önder, 1993).Türkçenin yavas yavas itibar kazanması beylikler döneminde olmustur. XII.yüzyılın ortalarından itibaren, Moğol baskısı yüzüden sürekli olarak batıyadoğru akan Oğuz kitleleri, Anadolu’daki Türk nüfusunun artmasına veönceden burada var olan edebî geleneklerin yeni gelenlerle beslenerek dahada zenginlesmesini sağladılar. Artan nüfusun karsısında Türkçe, Farsça karsısında gittikçe kendini kabul ettirmeye ve Farsçanın hakimiyetine sonvererek bir yazı dili olarak yavas yavas filizlenmeye
basladı (Özkan,2004).Halkın sayısının fazla olması, dinî hayatın sosyal hayata hakim olması, dinîhayatı öğretecek eserlerin yazılmasının kaçınılmaz olması Türkçeninitibarını kazanmasına zemin hazırlamıstır. Beylikler döneminde Türkçeninkendisini bulması için ortak zeminin yavas yavas olustuğunu görmekteyiz.Bir çok bey bizzat emir vererek sairlerden Türkçe eser meydanagetirmelerini ya da tercüme etmelerini istemistir.

Germiyan Beyi SüleymanSah basta olmak üzere Osmanlı Sultanı II. Murat Han ile Umur Bey bunlarınbasında gelmektedir. Türkçeye tercüme edilen eserlerin bile dilinibeğenmeyerek ikinci defa tercüme edilmesini isteyen, hatta KaramanoğluĐbrahim Beye sevdegname olarak bilinen meshur yemini Türkçe olarakyaptıran II. Murat Hanın Türkçeye olan hizmeti pek fazladır (Yavuz, 1983).Türkçe Anadolu’da itibar kazanmasına rağmen bu çok da kolay olmamıstır.On dördüncü yüzyılda yasayan ve Garipname adlı mesneviyi yazan AsıkPasa (Aktaran Yavuz,1983) bu eserinde:Türk diline kimseler bakmaz idiTürklere hergiz gönül akmaz idi,Türk dahi bilmez idi bu dilleriĐnce yolu ol ulu menzilleri(Kimse Türk diline değer vermez, Türklere asla muhabbet duymazdı,Türklerin kendileri dahi, kendi dillerine değer vermez, ince ve uğrasılı budili iyi kullanmazlardı)Yine aynı yüzyılda Süheyl ü Nevbahar (Dilçin, 1991) adlı eseri yazan HocaMes’ud Türkçe için;

Bu bir nice beyti düzünce benim
Haceletten eridi yarı tenim
Ki bir ehl kisi eger okuya
Rekîkini anlaya ve kakıya
Diye hiç terkip bilmez imis
Söz içinde tertîp bilmez imis

(Bu kadar beyti yazınca, anlayan bir kisi çıkar da bu eserde niye hiçtamlama kullanılmamıs, bu sair hiç yazıyı düzene sokmayı bilmiyor diyerekbende kusur bulur korkusu ile utancımdan tenimin yarısı eridi.)

Hâlbuki gerek Âsık Pasa’nın yazmıs olduğu Garipname adlı eser ve gerekse Hoca Mesud’un eseri Türk Edebiyatı açısından bulunmaz bir hazine seviyesindedir, bunlar Türkçenin kendini bulduğu, halkın anlayacağı dildeve seviyede yazılmıs muhtesem eserlerdir. Bu eserler Türkçenin gelisiminezemin hazırlamıs, Türkçenin edebiyat alanında kullanılmasına ön ayakolmustur, fakat bu güzel eserleri meydana getiren sairler, bu isi kolaylıklayapmamıs, herkesin Türkçe yazmaktan çekindiği bir zamanda bütünelestirileri de göze alarak kendi ana dillerinde eser meydana getirmistir.

Yine on besinci yüzyıl sairlerinden Sarıca Kemal (Aktaran Dilçin,1991)Türkçe için:

Bu Türkî dil be-gâyet sert dildür
Söz ehli isbu dilden key hacîldür.

diyerek dilin sanat dili olarak gelismediğini, bu yüzden de sair ve yazarlarınbu dili kullanmakta hem zorluk çektiklerini hem de utandıklarını dilegetirmistir.On besinci yüzyıla gelindiğinde iki farklı bölgede, iki farklı sesin aynı yüreklilik ve duygu ile aynı seyleri söylediklerini görmekteyiz. Türk dünyasıedebiyatının en büyük sairlerinden Ali Sir Nevai ile sairliği onun kadar büyük olmasa bile kendi halinde fikirlerini dile getiren Kaygusuz Abdal Türkçeye karsı aynı bilinçle sarılmıs, Türkçenin yüceliğini dile getirmislerdir. Muhakemetü’l- Lugateyn adlı eseri meydana getiren Nevai Türkçenin en büyük savunucuları durumuna gelmis, Türkçenin Farsçadan daha ince derinliklerin bulunduğu söyleyerek:

Türk’ün bilgisiz ve zavallıgençleri, güzel sanarak Farsça siir söylemeye özeniyorlar. Türkçede buncazenginlik dururken bu dilde siir söyleminin hüner göstermenin daha yerindeve daha kolay olacağını anlar, Türk dilinin zenginlik ve genisliği buncadelillerle sabit olduktan sonra da lazımdır ki bu halk arasında yetisen sanatadamlarını, öz dileri dururken özge dillerle siir söylememelidir. (Banarlı,1987)

Ali Sir Nevaî ile aynı fikri savunan Alanyalı Kaygusuz Abdal, Gülistan(Güzel, 2002) adlı eserinde Türkçeye sahip çıkarak Türkçenin derinliğinin Hz.Adem’e kadar dayandığını dile getirmektedir.

Hak buyırdı Cebrâil’e var didi
Âdem’i cennet içinden sür didi
Geldi Cebrail Âdem’e söyledi
Hak buyrugunu âyân eyledi
Cebrâil didi, çıkgil Uçmag’dan Âdem
Tanrı’nın buyrugu budur is bu dem
Nice ki söyledi Âdem gitmedi
Cebrâil’in sözüni isitmedi
Türk dilin Tanrı buyurdu Cebrâil
Türk dilince söylegil dur git digil
Türk dilince Cebrail hey dur, didi
Duru-gel Uçmag’ın terkin ur didi,

Kaygusuz Abdal ilk insan olan Hz. Âdem’in Türkçeyi bildiğini veTürkçeden anladığını, bu dilden anladığı için cennetten çıktığını söylemekistemektedir.Yavuz (1983)

XIII-XVI Asırda. Türkçe eser veren sairlerin Türkçe yazman edenlerini birkaç baslık altında toplamıstır:

- Devlet adamlarının ve beylerinin doğrudan doğruyaTürkçeyi korumaları ve eserlerini Türkçe yazmaya zorlanması ve öğrenme istekleri,
- Tarikat büyüklerinin halkı irsat için Türkçe yazıpsöylemeleri
-Türkçe eser vermekle mensubu bulundukları millete ilimyönünden hizmet etme, hayır dua ile anılma ve unutulmamadüsüncesi,
-Tercüme arzusu yanında Tatarca ve Kırım Türkçesinibeğenmeyerek bunları Anadolu Türkçesine çevirmegayretleri,
-Meslek gayreti,
-Mevzuda yeni vadiler arama,
-İbret için eser yazma,
-Türkçecilik suuru ile eser verenler

Türkçeye karsı süpheli yaklasımın bazı siirlerde yavas yavas bilinçli baskaldırıya, isyana dönüstüğü görülmektedir. XVI. Yüzyıl mahallîlesmehareketlerinin ön plana çıktığı, sairlerin halkın dilini, kültürünü daha iyianlayıp benimsedikleri devir olmustur. Necati Bey ile baslayan halkın dilinive kültürünü divan siirine yansıtma yaklasımı, Türki-i basit akımı ile zirveyeçıkmıstır. Köprülü’nün (1986) millîlesme hareketi olarak gördüğü ve “acababu cereyan ne gibi tarihî amillerin tesiriyle doğdu, Türki-i basit ile yazanbaska sairler de oldu mu?” sorusunu sorduğu bu hareketin alt yapısında, dili,kültürü hırpalanmıs, merkezin dısında kalan sairlerin edebiyat dünyasınahızla girdiklerinin göstergesi olmustur. Nihal Atsız (1934) bu dönemi dildemilliyetperverliğin ön plâna çıktığı devir olarak nitelendirmistir. Andrews(2000) Türkî-i basit diye bilinen bu girisimden bugüne yalnızca EdirneliNazmî’nin 286 siiri kaldığını söylemektedir. Bu girisim çoğu zaman Türkmillî ruhunun veya Türk millî dilinin yabancı bir edebiyat geleneğinintahakkümüne karsı baskaldırısı olarak nitelenir, diyerek dildekimilliyetçiliğin bazı kesimlerce içsellestirildiğini göstermektedir. Mermer(2006) ise Edirneli Nazmî’de görülen sade Türkçe ile yazılan siirlerin divanedebiyatında ilk defa ortaya çıkmıs manzumeler olmadığını, az da olsa bazısairlerin divanlarında bu tür siirlere rastlandığını, XV. yüzyılda KaramanlıAyni, XVI. yüzyılda Kütahyalı Rahimî’de bu tarz siirlere rastlandığınısöylemekte, Türki-i basit hareketinin bir Türkçecilik akımı, Arapça veFarsçaya karsı bir tepki ve sanat hareketi olmadığını, bunun divan siiriningelisme çizgisinde mahallilesmenin önemli bir yansıması olduğunu dilegetirmektedir.

Fakat XV ve XVI. yüzyıllarda yasamıs bazı sairlerin siirlerine baktığımızdasairlerin dile karsı tutumlarının yansımadan ziyade bilinçli bir karsı çıkısı,fikir yürütmeyi, Arapçaya karsı körü körüne bağlanmanın anlamsız olduğudüsüncelerini görmekteyiz, bu ortamın yavas yavas Türki-i basit hareketindebir tepki olarak dısa yansıdığını sezmekteyiz.XV. Yüzyılda Âsık Pasanın Garipname’sinde lafzın değil mananın önemliolduğunu gösteren beyitlere rastlamaktayız ki burada Arapça ve Türkçe yazmanın bir farkı olmadığını, önemli olanın manasının zenginliği olduğudile getirilmistir.

Kamu dilde var-durur ma’nî sözi
Görene gizli degil ma’nî yüzi
Ma’ni ehli ma’nanun kadrin bilür
Kanda kim bulsa ana ragbet kılur
Çok acâyip çok garâyip kimseler
Söylenür dilde neler vardur neler
Ma’ni bir dilde sanmam söz hemân
Cümle dille anı söyler bî-gümân
Cümle dilde söylenen ol söz-durur
Cümle gözlerden gören ol göz-durur

Sair yukarıdaki beyitlerde, her dilde mana sözünün bulunacağını, gören göziçin mananın gizli olmayacağını, mana ehlinin mananın kıymetini bildiğini,manayı bulabileceği seylere değer vereceğini, bazı garip kimselerin lafzı önplana çıkarak söylediklerini, mananın bir dilde değil bütün dillerdeolduğunu, herkeste göz olduğu gibi her dilde söz, mana olduğunu dilegetirmistir.Yine XV. asırda Devletoğlu Yusuf da Vikâye Serhi(Aktaran, Yavuz, 1983)adlı eserinde Asık Pasa gibi düsünmektedir.

Bu kitâbun dahı lafzı Türkîdür
Kendünden alimleri ürküdür
Lîk çün ma’nî-durur maksûd heman
Türkî dilince n’ola olmaz ziyân
Türkîdür ders-i müderrisler ahı
Hem muhaddisler müfessirler dahı
Bu Hanîfe kim odur sahib-usûl
Ma’nîdür Kur’an didi bir kavlde o
Pârisice Kur’ânı câyiz gördi pes
Kim namazda okısan kılsan heves
Öyle olsa her ne dilce olsa ger
Lafz âlet ma’nî olur mu’teber

Sair eserinin dilinin alimleri ürküten Türkî dilinde yazdığın, kastının manayıdile getirmek olduğunu, bunu Türkçe yazma ile mananın kaybolmayacağını,bu dönemde müderrislerin, müfessirlerin, muhaddislerin Türkçe ders verdiğini, bir konuda hüküm verme yetkisine sahip Ebu Hanife’nin birsözünde mananın önemli olduğunu, Namazda bile olsa Farsça Kur’anokunmasının caiz gördüğünü, bu durumda mananın lafızdan daha muteberolduğunu dile getirmektedir.On besinci yüzyılda Kaygusuz Abdal Dilgusa (Güzel, 2002)adlı eserinde:Ey dervis, mî-danî, mî danî dir durursunSen hiç Türkîce bilmez misindiye isyan etmis, yine aynı eserinde, biz dillerden Türk dilin biliriz, bu dildünya durdukça duracaktır ve bu dili herkes öğrenecektir, diyerekTürkçenin her zeminde ve her yerde var olacağını, bunu bütün insanlığınöğreneceğini dile getirmistir.Aynı sekilde on altıncı yüzyıl sairlerinden olan ve Türkçeyi Yunus Emretarzında kullanan Naksi Ali Akkirmani, Gavriyye (Ulas, 1997) adlı mesnevisinde dil hakkında bilinçli bir yaklasım dile getirmistir. Akkirmanî,diller arasında bir farkın olmadığını, sadece Kur’anıkerim’in Arap dili ileindiği için Arapçanın diğer dillere üstünlüğünün olduğunu, bu yüzden onuntercih edildiğini, insan isteklerini hangi dilden yaparsa Allah için bir farkolmayacağını, çünkü onun bütün dillerden anlayacağını dile getirmekte vebuna örnek vermektedir. Sair örneğinde, iki kisinin bir çok dilden anlayanbir sahtan bir istekte bulunmak için birisi Arapça, birisi Türkçe olmak üzereiki beraat yazıp padisaha sunmalarının padisah için bir fark olmayacağını veonların muradını yerine getireceğini söylemekte, ilahî olan dört kitabın dadillerinin farklı olduğunu söyleyerek Arapçanın Kuran dili olması nedeni ilemuteber bir dil olduğunu fakat eserini Arapça yazmamasının da çok önemliolmadığını dile getirmektedir.

Cümle dil kim var durur ey sahriyâr
Birbirinden var mıdur farkı ey yâr
Kim demisler cümleden efdal Arab
Bir degil mi Hak katında cümle hep
Gerçi birdür cümle diller ey aziz Lâkin aslın ideyin
eyle temîzLîk gelmekde Arabda sâh-ı dîn
Bir degildür cümle diller pes hemîn
Hem kelâm-ı Hakk’ı gör ki bî-gümân
İs bu dilden nâzil oldu ol hemân
Bu sebepden eyleriz tercîh anı
Kim kalanı ten durur ol dil cânı
Hem anundur cümle diller ey ahî
Ol durur kim misli yokdur bir dahı
Cümle dilde âlim-i dânâdur ol
Her ne dilden olsa varur ana yol
Sen hemân ilmîn oku ey sehriyâr
Kangı dilden arz idersen ol duyar
Aydalım imdi ana biz bir misâlLîk andan anlayup bir hisse al
İki kisi bir sehden itseler murâd
Yazsa âhir anlara bir beraat
Bilse ol seh cümle dilden ey azîz
Okudukda eylese anı temîz
Birine yazsam Arapça bî-gümân
Birisine Türkçe yazsam pes ıyân
Virseler âhir ana ey sehriyar
ikisin de okuyup bilsem ne var
Anların virse murâdun cümle hep
Fark olur mu bunda pes ey bî-edep
Dört kitabın sen dilinden al haber
Kim olarla sened oldu bahr u ber
Yohsa bir dil mi vü yohsa gayrı o
Ben dediğim gibi değilse öte ko
Hall-i müskillerin bunda i yâr
Ger idersin fehmin anun asikâr
Kim zamana her ne dil kim söyledi
Emr-i Allah anun ile eyledi
Ger Resûl u ger ola Kur’ân i yâr
Ol dil ile nâzil oldu her ne var

Sonuç:Kavimleri millet yapan unsurların basında toprak gelmektedir. Orta Asya’nınuçsuz bucaksız bozkır çölleri kabına sığmayan Türklere vatan olmaniteliklerine sahip değildi, toprağın olmadığı yerde milletin bir aradadurması zor olmustur. Genis coğrafyaya dağılan milletler kendi dillerinikoruyamaz olmus ve sivelede hızlı bir artıs meydana gelmistir. Aynızamanda yeni bir din ile tanısma ve o dinin gereklerini yerine getirme çabası,bireylerin kendi anadillerine karsı soğuk davranmalarına sebep olmustur.Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen halkın destanları, hikayeleri, mani vetürküleri dillerini canlı tutmasını sağlamıs ve yavas yavas gelisen bu dildevlet kurma kabiliyeti olan kisilerin ortak bilincinde yer edinince dünyaüzerinde hak ettiği yeri almayı basarmıstır. Osmanlı Devleti’nde edebiyat vebilim dili Türkçe olmustur. Osmanlı Devleti çok uluslu, çok dilli birtebaadan olustuğu için bu ortamda dil milliyetçiliği yapmak pek mümkünolmamıstır. Balkanlarda, Bosna’nın batı sınırlarından Karadeniz kıyısınakadar uzanan kusağın batısında Sırpça, Hırvatça, Bosnakça; doğusundaBulgarca-Makedonca olarak ayrılan ve sayıca baskın bir Slav dilleri topluluğu, sayıca daha az olsa da kültürel olarak önemli bir yer tutanYunanca; daha dar, ama baska dillerle karısmadan yasayan Arnavutça veRumence; küçük ve dağınık kümeler hâlinde yasayan Yahudi Đspanyolcası,Arumen dili ve Çingenece konusulmakta idi. (Lory, 2002) Yine Arapça,Çerkezce, Abazaca, Lazca, Gürcüce, Süryanice, Kürtçe, Ermenicekonusulmustur. Öte yandan merkezin bir dili vardır, bu dil merkezininkimliğini olusturan unsurlardan biri olarak kendi doğal sürecindegelismektedir. Osmanlı Devleti’nin merkezinin dili Türkçedir ve merkezedoğru yaklasan her birey bu dili edinmek zorundadır.(Develi, 2006) Çokdilliliğin hâkim olduğu bir ortamda tek dil üzerine yoğunlasmak imkânsızolmustur.On birinci yüzyıldan sonra Đslamiyet bütün Türkleri kapsayan bir din hâlinegelmisti. Bir milletin dinini değistirmesi hayata bakıs tarzını, kültürünü,ufkunu farklı biçimlerde gelistirmistir. Belki daha fazla dindar olmaları dahafazla üreten, sağlıklı düsünen, devletler kuran topluluklar olmalarınısağlamıstır. Fakat dillerini kaybetmemeleri, kimliklerini kaybetmeleriniengellemistir. Arabistan’da, Mısır’da yasayan ve dillerini kaybeden ve belkide daha çok Müslüman kimliğine sahip bireylerden Türk diye bahsetmemizeimkân yoktur. Tüm olumsuz sartlara rağmen Türkçeyi koruyan, kollayan veonu masallarda, ninnilerde, türkülerde yasatan Türk insanı bugün bütünbenliği ile Türkçeye sahip çıkmak zorundadır.

Türkçenin Yazı Dili Olusum Sürecinde Karsılastığı Bazı TutumlarSuat UNGAN*

Hiç yorum yok: