28 Ocak 2012

Türkiye’deki Anarşizmin Dünü, Bugünü… Gün Zileli


Nezahat Altan’ın anısına…

Barış Soydan, Türkiye’de Anarşizm-Yüz Yıllık Gecikme, 2013, İletişim

İnsanın kendisinin de yer aldığı bir kitabı değerlendirmesi, eleştirmesi, tanıtması oldukça zordur. Her şeyden önce, objektifliği koruyamama tehlikesidir bu zorluğa yol açan. Yine de bunu yapmaktan kendimi alamıyorum. Türkiye’deki anarşizmi dünüyle, bugünüyle, hatta geleceğe ilişkin bakış açılarıyla bu kadar ayrıntılı inceleyen bir kitap çıkmamıştı bugüne kadar. Evet, tüm kaygılarımı bir yana bırakıp bu tanıtmayı yapmalı, kitapta geçen kimi röportajlarda takıldığım birkaç noktayı açık sözlülükle eleştirmeliyim.

Kitap, röportajlardan oluşuyor. Barış Soydan, anarşizmin içindeki çeşitli farklı eğilimleri en geniş şekilde yansıtmaya çalışmış kitaba (anarko-feminizm, postyapısalcı anarşizm, anarko-sendikalizm, ilkelci anarşizm, Bookchinci eğilim, Hakim Beyci eğilim, İslamcı anarşizm). Bununla da kalmamış, anarşizmin dayandığı çeşitli bileşenleri de röportajlarla vermeye çalışmış (Kürt mücadelesi, vicdani ret mücadelesi, ekoloji mücadelesi, kadın mücadelesi, sınıf mücadelesi, LGBT mücadelesi, anarşist yayıncılık ve habercilik). Kitabın bir diğer  boyutu, anarşizmin tarihini (aynı zamanda kitabın isminden de anlaşılacağı gibi,  Türkiye’deki yüz yıllık gecikmenin nedenlerini) yüz yıllık (Mehmet Ö. Alkan, Cemal Selbuz röportajları) elli yıllık (Gün Zileli röportajı) ve somut başlangıç olarak yirmi beş yıllık (Tayfun Gönül, Ahmet Kurt, Ufuk Ahıska, Kadir Çakır, Ali Kürek, Ufuk Özcan, Alişan Şahin, Dilaver Demirağ, Yavuz Atan, Gazi Bertal, Kadir Çakır röportajları) mesafelerle değerlendirilmiş.
Böylesi bir çok boyutluluk ve çeşitlilikle karşılaşılınca ister istemez eksikler de daha fazla göze çarpıyor. Örneğin, kanımca, kitapta “klasik anarşizm” diye de adı geçen anarko-komünizmin bir savunucusuna; ayrıca, madem AGF’ye yer verildi, günümüzdeki “örgütlü” anarşizmin örneklerinden Devrimci Anarşist Faaliyet (DAF) örgütünün bir temsilcisine de yer verilmeliydi. Bir diğer eksiklik, kadın anarşistlerin röportajlarının oldukça az olmasıdır. Oysa Türkiye’deki anarşist hareketlerde kadınların önemli bir rolü vardır. İlla bir isim vermek gerekirse, böyle bir kitapta, en azından, tek anarşist yayınevi olan Kaos Yayınlarını Gazi Bertal ile birlikte yirmi yıldır sırtında taşıyan Zelha Çangı’nın ve 1970 mücadelelerinin içinden sıyrılıp gelmiş, 1970’leri gayet iyi değerlendirebilecek Defne Sandalcı’nın röportajlarını görmek isterdim doğrusu.
Kitap bana çok şey öğretti. Her şeyden önce anarşizmin çok renkliliğinin ve çeşitliliğinin yarattığı zenginliği çok daha derinden kavradığımı belirtmeliyim. Bütün röportajların yanı sıra, özellikle Dilaver Demirağ, Kürşat Kızıltuğ, Rahmi Öğdül, Sami Görendağ-İsmail Yıldız, İnan Mayıs Aru, Göksun Yazıcı, Reni Parker, felsefi açılımlarıyla kitaba da, bana da çok şey kattılar.
Ne var ki, ben bu yazıda eleştiriye ağırlık vereceğim. Eleştirilerim dört arkadaşın röportajlarındaki kimi katılmadığım noktaları hedef alacak: Gazi Bertal, Umut Kara, Ramazan Kaya ve Gün Zileli (yani kendim).

Avrupalı ve Amerikalı Anarşistlere Eleştiri

Gazi Bertal’dan başlayalım.
Gazi Bertal, Avrupalı ve Amerikalı (yani Batılı) anarşistlere şu tür eleştiriler yöneltmiş:
Avrupalı ve Amerikalı anarşistlerin bizim çok gerimizde şeylerle uğraştığını fark ettik mesela. Sanayileşme, kalkınma, refah için mücadele gibi konularda, kısacası demokrasi mücadelesi alanında neredeyse sosyalistlerle aynı şeyleri düşündüklerini fark ettik.” (Gazi Bertal, s. 187)
Avrupalı anarşist arkadaşlarımız sanayileşme mantığını çok da derinlemesine incelememişler. Teknoloji meselesinden neredeyse bihaberler.” (Gazi Bertal, s. 188)
Yine Batı’yı kastederek:
Anarşizm ‘68’de kaldığı yerde duruyordu.” (Gazi Bertal, s. 188)
Gerçekten hayret ettim bu satırları okuyunca. Herhalde Attila İlhan yaşasaydı ve bu satırları okusaydı,
“Hangi?” dizisine bir yeni kitap daha ekleyip “Hangi Batı Anarşizmi?” başlıklı bir kitap daha yazardı.
Yirmi yıl Avrupa’da yaşadım (15 yıl İngiltere’de, 5 yıl İsviçre’de). Buna rağmen yukarıdaki gibi keskin ve toptancı ifadeler kullanma fütursuzluğunu asla gösteremem. Bir kere, Avrupa’daki, Türkiye’den çok daha büyük bir çeşitlilik arz eden anarşizmi tanımak ve kavramak o kadar kolay olmadığı için böyledir bu. O kadar farklı ve gizil anarşist eğilimler ve akımlar vardır ki orada, elli yıl da yaşasanız ve inceleseniz tam ve kesin sonuçlara varmanız bir hayli güçtür. Eğer Gazi Bertal, “tanıdığımız, görüştüğümüz Avrupalı anarşistler” deseydi, buna bir itirazım olmazdı. Çünkü o büyük farklılık ve çeşitlilik içinde mutlaka dediği türden anarşistler de vardır. Ama öyle demiyor, akıl almaz bir toptancılıkla “Avrupalı ve Amerikalı anarşistler” diyor. Üstelik bunu, özel bir sohbetin rahatlığı içinde mazur görülebilecek bir ortamda değil, yayınlanacak ve ebediyen sayfalarda yazılı kalacak bir röportajda söylüyor.
Söyledikleri yanlış ayrıca. Avrupalı ve Amerikalı anarşistler, bildiğim kadarıyla söyleyeyim, hiç de onun ifade ettiği gibi, “sanayici” falan değil. Tam tersine, ağırlıklı olarak sanayiciliği eleştirme eğilimi Batılı anarşistlerde ana eğilimdir ve daha da önemlisi, biz Türkiyeli anarşistler sanayi taraftarlığını eleştirmeyi esasen Batı anarşizminden öğrenmişizdir. Ayrıca “68’de donup kalmak” nitelemesi de tek kelimeyle saçmadır. Çünkü Batı anarşizmi, sanayi taraftarlığını ve teknolojiyi eleştirme eğilimini, esasen ‘68’le birlikte geliştirmişlerdir.
Açıkça belirtmem gerekirse, Gazi Bertal gibi, deneyimli bir arkadaşa bu afakiliği yakıştıramadığım gibi, afakilikle her zaman el ele giden boş kibirliliği de yakıştıramadım.

Sınıf Mücadelesini ve Toplumsal Devrimi Ret

Gazi Bertal’ın diğer görüşlerinin eleştirisine geçecek olursak:
Sonuçta sınıf mücadelesinin temel alınamayacağı kanısına vardım. Bunun da sebebi şu. Kapitalizmi sermaye ve emek birlikte var ediyor; burjuvazi ile proletaryanın ortak ürünü. Sistemin devamını ikisi birlikte sağlıyor.” (Gazi Bertal, s. 189)
Uygarlık karşıtı bir anarşistin, işçi sınıfının en ufak bir eylemini duyduğunda ona koşması, işçi sınıfının mücadelesi içinde yer alması, onu önemsemesi, söylediği şeylerle uyumlu değil ki…” (Gazi Bertal, s. 189)
Ben bu açmazın toplumsal devrimden de kaynaklandığı, toplumsal devrimi savunurken sanayi örgütlenmesini reddedemeyeceğimiz kanısına vardım.” (Gazi Bertal, s. 189)
Anarşizmin içinde sınıf mücadelesini temel alan anarko-sendikalist ya da anarko-komünist eğilimle, sınıf mücadelesini temel almayı reddeden başka bazı eğilimlerin varlığı eskiden beri bilinir, hatta bu iki eğilim arasında bir iç mücadelenin, çekişme ve gerilimin olduğu da malûmdur. Bununla birlikte ben şahsen, sınıf mücadelesini temel almaya karşı çıkan eğilimlerin, sınıf mücadelesini, yukarıda Gazi Bertal’dan alıntıladığım cümlelerdeki gibi keskin bir şekilde reddettiklerine tanık olmadım. Onlar, sınıf mücadelesini tamamen reddetmez ya da işçi sınıfını kapitalizmin “işbirlikçisi” ilan etmezler de, sınıf mücadelesini temel almayı eleştirirler daha çok. Demek, bunu da görecekmişiz!
Gazi Bertal’a dönecek olursak, emekle sermayenin kapitalizmi birlikte var ettikleri görüşü oldukça saçmadır. Eğer Gazi Bertal, sermayenin aslında emeğin birikiminden başka bir şey olmadığını söyleseydi doğru bir şey söylemiş olacaktı. Ne var ki o bunu söylemiyor. Sanki emeğin dışında bir sermaye varmış ve sermayenin dışında ayrı bir kapitalizm varmış gibi, sermaye, emek ve kapitalizmi ayrı ayrı ele alıyor ve kapitalizmi sermaye ile emeğin birlikte var ettiklerini söylüyor. Bu durumda da sınıf mücadelesi kapitalizme var eden, yaşatan bir şey oluyor.
Temelden yanlış. Daha doğrusu, doğru gibi görünen bir fikirden hareketle temelden yanlış bir yere varılıyor. Eğer Gazi Bertal, “sınıf mücadelesi”nin reformist bir tarzda yürütülmesini eleştirseydi buna katılmak mümkün olabilirdi. Gerçekten de, solcularımızın genellikle düştüğü bir hatadır bu. Her türlü sınıf çatışmasının otomatikman kapitalizmin aleyhine olduğunu düşünürler. Oysa böyle değildir. Kapitalizm, sınıf çatışmalarını da soğurur ve kendine eklemler. Bunun en iyi örneği, sendikaların son yüz yıl içinde kapitalizme eklemlenmeleri ve işçi sınıfının hak alma, grev, toplu sözleşme mücadelelerinin ehlileştirilerek sisteme entegre edilmesidir. Evet ama bu, sınıf mücadelesinin yanlışlığını mı gösterir, yoksa sınıf mücadelesinin ehlileştirilmesinin, yani aslında sınıf mücadelesinin yatıştırılıp sınıf işbirliğine dönüşmesinin yanlışlığını mı? Sanırım, Gazi Bertal sınıf mücadelesi ile sınıf işbirliğini birbirine karıştırmış.
Öte yandan, emeğin sermayeyi var ettiği, dolayısıyla solcuların emeği yüceltmesinin saçmalık olduğu gerçeğini ifade etmek başkadır, emekle sermayenin el ele verip kapitalizmi var ettiklerini söylemek yine başkadır. Sermayeyi ve kapitalizmi var eden, işçilerin sömürülen emeğidir, dolayısıyla emek sermayeyi var eder, bu anlamda sömürülen işçi de sermayeyi var etmiş olur ama aynı sömürülen işçi kendisini sömüren kapitalizme karşı mücadele etmeye başladığı andan itibaren kapitalizmin yanında değil, karşısında yer alır. Gerçi bu da yetmez. Sermaye, emeğin sömürüsüyle oluşmuş büyük birikimini bu mücadeleyi yatıştırmak ve soğurmak için kullanır. Böylece mücadele eden işçi sınıfını yeniden ve yeniden sisteme entegre eder. Ne var ki, sömürülmemekte kararlı olan işçi, grev ve hak alma mücadelesiyle yetinmeyip doğrudan sistemi hedef alan bir sınıf mücadelesi yürütmeye başladığı zaman yeniden sistem için büyük bir tehlike arz etmeye başlar. Elbette sermayenin buna karşı da başka önlemleri vardır. Bu, belli antibiyotiklere karşı bağışıklık kazanan bir virüse daha yüksek dozda bir antibiyotik geliştirmeye benzer. Sonuç olarak sınıf mücadelesi sermayenin başına beladır ve en sonunda onu alt edinceye kadar bir üst düzeye, bir üst düzeye doğru tırmanarak devam eder. Ya da devam etmez. Sönümlenir. Bu durumda işçi sınıfı tamamen sisteme eklemlenmiş olur ki, bu da sermayenin hedefine ulaştığını, yani sınıf mücadelesini etkisiz hale getirdiğini gösterir.
Şu basit mantıkla soralım: Eğer emeğin sınıf mücadelesi kapitalizmi yaşatıyorsa sermaye, sınıf mücadelesini yatıştırmak ve işçi sınıfını sisteme soğurmak için neden bu kadar uğraşsındı?
Uygarlık karşıtı anarşistlerin sınıf mücadelesine bu kadar meraklı olduklarını, en ufak bir işçi hareketine bile koştuklarını bilmiyordum gerçekten. Eğer durum Gazi Bertal’ın dediği gibiyse, bu arkadaşları kutlarım. Ayrıca uygarlığı yıkma mücadelesi ile işçi mücadelesi arasında bir çelişki görmediğimi de hemen belirteyim.
Toplumsal Devrim mücadelesine gelince. Sanırım Gazi Bertal’ın görüşleri esasen toplumsal devrimi reddetme kaygısından kaynaklanıyor. Elbette anarşizm içinde toplumsal devrimi reddeden bir eğilim de olabilir. Buna bir şey diyemem. Yeri geldiğinde tartışırız ama toplumsal devrimi sanayi örgütlenmesi ile özdeşleştirmek oldukça gariptir.
Nedir toplumsal devrim? Nihai olarak, var olan kapitalist sistemi topyekûn ortadan kaldırmak ve yerine özgürlükçü bir toplum kurmaktır. Toplumsal devrimi öngören bazı anarşistler halihazır üretim araçlarının ve teknolojinin temelleri üzerinden bir özgürlükçü toplum inşa etmeyi düşünebilirler. Ben şahsen toplumsal devrimi böyle anlamıyorum ve bu tür bir toplumsal devrim anlayışına karşı çıkar, tartışırım ama bu başka bir şeydir, toplumsal  devrim fikrini topyekûn sanayi ve teknoloji yanlısı ilan etmek yine başka bir şeydir. Tuhaf olan, Gazi Bertal’ın, en karşı olduğu fikre (yani toplumsal devrimle sanayi ve teknolojiyi bağdaştıran görüşe) hak vererek toplumsal devrim fikrini yere çalmaya çalışmasıdır. Bunun, anarşist mücadeleyi şiddet yöntemleriyle yürütmek isteyen anarşistlere hak verip, anarşizmi “terörist” ilan eden yaklaşımla, yöntem açısından çok da fazla farkı yoktur.
Bana soracak olursanız, toplumsal devrim, kapitalizmle birlikte sanayi toplumunu da ortadan kaldıracak tek gerçek alternatiftir. Ama böyle düşünmüş olmam, elbette toplumsal devrimi reddeden bir anarşist eğilimi “aile dışı” görmeme yol açmaz.

Eski ya da İlk Anarşistlere Çemkirme!

Umut Kara ve Ramazan Kaya, ilkelcilik noktasında çok uzak noktalarda yer almalarına rağmen, “eski” ya da “ilk” anarşistlere, tabirimi mazur görün, çemkirmekte ve oldukça keskin bir “eylemcilik” çizgisini savunmakta oldukça benzer şeyler söylüyorlar.
Anarşizm, devrimci mücadeleden uzaklaşmaya çalışan ‘ex’ devrimcilerin bir sığınağı haline gelmeye başladı.” (Umut Kara, s. 262)
Solla hesaplaşma gibi bir dert vardı. Bu yüzden her zaman sol merkezli bir siyaset yürüttüler ve kendilerini bir şekilde sol üzerinden ‘anti’ olma konumuna hapsettiler.” (Umut Kara, s. 263)
Anarşist Gençlik Federasyonu, yaşlı anarşistlerin gerontokrasisine bir isyandı aslında.” (Umut Kara, s. 264)
Anarşizm… Soldan gelen kimi kadroların anarşizm okumaları ve çevirileriyle zuhur etti. Bunun en olumsuz sonucu, solun yorgun kadrolarından sol karşıtı bir anarşizm çizgisinin devşirilmiş olmasıdır.” (Ramazan Kaya, s. 292)
Sola saplantılı bir şekilde düşman, kudretsiz bir anarşizm türü yaratıldı.” (Ramazan Kaya, s. 292)
Öte yandan, yukarıdakilerle bir anlamda çeliştiği, bir anlamda da tamamladığı düşünülebilecek bir başka saptama:
Kimi anarşist ağabeyler hâlâ Stalinist sola özgürlük aklı vererek, onları anarşistleştirmenin hayalini kuruyor.” (Ramazan Kaya, s. 293)
Bu konuya, İnan Mayıs Aru’nun kitaptaki röportajında geçen şu yerinde saptamasıyla gireyim:
Kendinden öncekileri kötüleyerek, kendinden öncekileri yadsıyarak yol alma hastalığı.” (İnan Mayıs Aru, s. 345)
Olay tam da budur. Ne yazık ki, Umut Kara’nın ve Ramazan Kaya’nın niyeti, kendilerinden öncekileri yadsıyarak kendilerini var etme çabasıdır. Ayrıca eleştirileri doğru olsa canım yanmayacak!
Ben, yaşça hepsinden büyük olsam da “ilk” anarşistlerin arasına girmem. 1992 yılının sonunda anarşist olduğumdan, o gün doğan çocuklar bugün genç anarşistler haline geldiğine göre, belki bugün artık “eski anarşist” kategorisinde görülebilirim ama 1986’da Türkiye’de anarşizmi başlatanların arasında değildim, o tarihte hâlâ, liberter eğilimler taşıyan bir Marksist-Leninisttim.
Ama “ilk” anarşistlere Umut Kara’nın ve Ramazan Kaya’nın büyük haksızlık yaptıkları ve eleştirilerinin de doğru olmadığı kanısındayım. Yani, solu düşman belleyerek kendini var etme çabasının doğru olmadığını söyleyeceğim. Tersine, “ilk” anarşistler, Kara’da sol düşmanlığı yapma kolaycılığına kaçmamaya özellikle özen göstermişlerdir. Bu iddiayı ortaya atan arkadaşların biraz daha dikkatli bir incelemede bulunup, örneğinKara’nın 4. Sayısında Kemal Demir imzasıyla çıkan, “Yenilmiş Asilere Çiçek Verelim” başlıklı yazıyı okumuş olmalarını beklerdim. Yazının başlığı bile ne anlatılmak istendiğini çok güzel ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte, Türkiye topraklarına ilk kez ayak basan anarşizmin, solu eleştirmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Çünkü seslenilen kitle, ister istemez, o zamanki radikalizmi temsil eden solun kitlesiydi. Anarşizm, liberal değil, devrimci bir akım olduğu için elbette öncelikle sol kitleye seslenecek, radikal alanda hâlâ büyük hegemonyası olan solu eleştirecekti. Eğer iddia edildiği gibi, “ilk” anarşistler “liberal” ya da “yorgun kadrolar” olsalardı, sola hitap etmek ya da onu eleştirmek gibi zor, hatta belalı bir işi üstlenmek yerine, o dönem gelişmekte olan sivil toplumculuğun sakin sularına doğru yelken açarlardı. Bunu yapmadılar, dalgalı, fırtınalı bir denize açılmayı göze aldılar.
“İlk” anarşistlerin “devrimci mücadeleden uzaklaşmak isteyen” “yorgun kadrolar” olduğu iddiası, eleştirinin de ötesinde sorumsuzca bir iftiradan başka bir şey değildir. Bu insanları tek tek tanırım neredeyse. Tayfun Gönül mü, devrimci mücadeleden uzaklaşmak isteyen yorgun kadrodur? Eğer öyle olsaydı, ilk vicdani retçi olmak gibi, özellikle o koşullarda son derece riskli bir eyleme girişmek yerine, o da askere gider, doktorluk mesleğini icra eder, para kazanırdı. Vedat Zencir ve diğer arkadaşlar da öyle. Bir Ahmet Kurt, bir Ufuk Ahıska ve diğerleri bugün de düzene entegre olmadan bir yerlerde anarşist fikirlerinde sebat ediyorlarsa, kusura bakmayın ama söylediklerinizin iftiradan öteye geçmeyeceğini belirtmek zorundayım. Reha Çamuroğlu mu? Her dönemde, her kesimde böyleleri elbette çıkmıştır. Daha sonra gelenlerin, “gerontokrasiye” karşı mücadele ettiklerini iddia edilenlerin arasından da çıkmamış mıdır böyleleri?
AGF’nin, “yaşlı anarşistlerin gerontokrasisine” karşı kurulduğu iddiası ise iyice gariptir. Kara’yı çıkaran, “İlk” anarşistler dediğimiz insanlar, o tarihte, yani 1986’da ancak yirmili yaşlarının sonlarında ya da otuzlu yaşlarının başlarındaydılar, ne “yaşlı anarşisti”. Yaş elbette görece bir şeydir ama insan bir söz söylerken en azından parmak hesabı yapmasını bilebilmelidir. Öte yandan, AGF’nin ne olduğu, nereye vardığı kitapta yeterince açıklık kazanmıştır sanıyorum.
Gelelim şu “anarşist ağabeyler”in yaptıklarına. Ramazan Kaya çoğul kullanmış ama ben bu “abi”lik ithamını şahsen üzerime alındım. Öyle sanıyorum ki, anarşist saflarda Stalinizmle benim kadar uğraşan başka “anarşist abi” yok.J
Peki bunun ne gibi bir sakıncası var? Yani Stalinistlere özgürlüğü benimsetmeye çalışmanın neresi kötü? Ben Kürtlere anarşizmi anlatmaya çalıştığınız için sizi eleştiriyor muyum? Ya da farklı farklı anarşist çevreler farklı toplumsal kesimlere ya da çevrelere özgürlük düşüncesini taşırken kötü bir şey mi yapıyorlar? Stalinist dedikleriniz kimdir? Çoğu, daha yirmi yaşlarında olan, solculuğa karışmış, devrimciliği Stalinizm sanan çocuklardır. Bu gençlere, Stalinizmin bildikleri gibi bir şey olmadığını anlatmak boş bir çaba mıdır? Geçmişinize dönüp bakın, hiç mi Stalinizmle kesişmedi yollarınız? Doğuştan anarşist miydiniz? Ben değildim. Yirmi yıl boyunca Stalin’in en büyük devrimci olduğunu sanarak dolaştım ortalıklarda. Şimdi vardığım sonuçları Stalinizme kapılmış genç kardeşlerime neden anlatmayacakmışım? Ayrıca unutulmasın ki, Stalin, çok sayıda Stalinisti Gulaglara, ölüme göndermiştir. Onları unutacak mıyız? Özgürlükçülüğe sığar mı bu? Her anarşistin bir çalışma alanı vardır. İzin verin, benim çalışma alanım da çok iyi bildiğim, otobiyografik bir tarzda tarihini yazdığım sol hareketler olsun.

Keskinlik ki Ne Keskinlik…

Umut Kara’nın ve Ramazan Kaya’nın kimi saptamalarını son derece keskin buldum. İçi boş bir keskinlik. Zaten keskinlik genellikle içi boşluktan gelir.
Şu satırlara bakın:
Anarşistler tehlikesizdir Türkiye’de. Bu dürtülerle anarşist olmayı tercih etmiş insanların devlet ve sermaye için tehdit haline gelmemesi ve ciddiye alınmaması da doğaldır.” (Umut Kara, s. 262)
Bu ortamda ciddi bir sosyal savaş pratiğinin tehlikesinden uzaklaşmak isteyenler… bu harekete sığınıyorlar.” (Umut Kara, s. 262)
Çoğu anarşist, devlete meydana okuyan, devlet tarafından sürekli baskı altına alınan, belirli bedelleri göze alan gruplara katılmaz.” (Umut Kara, s. 267)
Devlet ve sermaye için tehlike oluşturma ve devleti yıkmak amacıyla saldırı pozisyonundan ziyade…” (Umut Kara, s. 268)
Bugün önemli olan, devlet ve sermayeye her kanaldan saldırmaktır.” (Umut Kara, s. 268)
Kimse anarşistleri bu pasif halleriyle ciddiye almayacaktır.” (Umut Kara, s. 268)
Solun bugün Türkiye’deki anarşistlere yönelik eleştirileri büyük oranda doğrudur. ‘Siz mücadele kaçkınısınız’ diyorlar ki, bu doğrudur.” (Umut Kara, s. 269)
“… anti-militarizm, savaş karşıtlığı ve sivil itaatsizlik gibi örgütlenmeler bizde ezilenlerin öz-savunma güçlerini militarist ilan etmek olarak anlaşılmıştır. Şiddetin her zaman egemenden gelen bir olgu olduğu bilinçli olarak es geçilmiştir.” (Ramazan Kaya, s. 293)
 Türkiye’de bugün, liberal yaşam tarzı anarşistlerinden ayıracak bir ön sıfat kullanmadan kendini anarşist olarak tanımlamak mümkün değildir.” (Ramazan Kaya, s. 304)
Umut Kara, “tehlikeli” olmayı, “saldırı pozisyonunda” olmayı, “ciddiye alınmayı”, “sermaye ve devlete meydan okumayı” önemli buluyor. Evet ama bunların ne önemi var, kendini tatmin etmenin ötesinde. Diyelim ki, Umut Kara’nın arzu ettiği gibi, “tehlikeli” olduk, “saldırı pozisyonuna” geçtik, devlete “meydan okuduk”, “ciddiye alındık”, anarşizmin ve toplumsal devrim mücadelesinden ne kazancı olacak bundan? Kazancı bir yana bırakın kaybı olacak. Bir iki operasyonla, daha çok küçük ve çelimsiz olan ve devlete asla meydan okuyamayacak durumda olan anarşizmin çanına ot tıkayacaklar ve bir daha belini doğrultamayacak ölçüde ezecekler. Bu mudur istediğiniz? Artık Mahir Çayan’cı gruplar bile böylesi keskin yollardan kaçınmayı ve kendilerini ezdirmemeyi öğrenmişken, üstelik devletle bu tür hesaplaşmalara girmeye yapısı elverişli olmayan anarşizmi “tehlikeli olmaya” ve “saldırıya” davet etmek keskinlik uğruna bir sosyal hareketi intihara sürükleme önerisinden başka bir anlama gelir mi?
Üstelik ne olacak “ciddiye alınıp” da? Diyelim ki, devlet anarşistleri çok tehlikeli gördü ve ciddiye aldı, bunun sonucunda sosyal hareket mi gelişecek, yoksa bugün zaten ürkek olan ve anarşizme bir şiddet unsuruymuş gibi önyargıyla bakan insanların hem anarşizmden hem de toplumsal hareketlerden daha fazla kaçmasına mı yol açacak?
Tam tersine, bugün anarşizm alabildiğine açık, alabildiğine meşru, alabildiğine şiddetten uzak olmak zorundadır, devrimci fikirlerin geniş kitlelere ulaşıp onların toplumsal devrime katılmalarının bundan başka bir yolu yoktur. Anarşistler “öncü” kahramanlar falan değildir. 19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılın başlarında bunu böyle algılayanlar oldu ve anarşizmin bu algıyı değiştirmek için yüz yıl boyunca uğraşması gerekti. Yeniden aynı yöne mi gideceğiz? “Saldırı” denirken tam bir ricat durumu!
Ramazan Kaya arkadaş da yanılıyor. Anarşistler hiçbir zaman ezenlerin şiddetiyle ezilenlerin şiddetini aynı kefeye koymazlar, koymadılar. Tarihimiz bu açıdan temizdir. Ne var ki, bu ikisini aynı kefeye koymamak ezilenlerin şiddetini onaylamak anlamına gelmez. Geçmişte Kropotkin, Emma Goldman, anarşistlerin bireysel suikastlarını kamuoyu önünde kınamayı reddettiler ama anarşistlere bu yöntemlerin doğru olduğunu da hiçbir zaman söylemediler, tam tersine. Ayrıca ezilenlerin şiddetinin yakın geçmişte nelere yol açtığını, açabildiğini en iyi Ramazan Kaya’nın bilmesi gerekirdi.

“Anarşist Hareket” Üzerine Bir Not!

Gelelim, Gün Zileli’nin, yani benim röportajıma. Kendime şöyle bir eleştiri yapayım baştan: “Libero-anarşist” diye adlandırdığım, Taraf gazetesinden etkilenen arkadaşlara karşı daha az sertlik gösterebilirdim. Bu bir. İkincisi, toplumsal devrim konusunu ele aldığım yerde, “silkinip toparlanmış bir anarşist hareket”ten (s. 72) söz etmemin hatalı olduğunu düşünüyorum. Bu hatayı saptamamdaki en büyük pay, Barış Soydan’ın kitabında okuduğum röportajlara aittir. Bu röportajların bana öğrettiği şu ki, bütünsel bir anarşist hareket yoktur, olamaz, olmayacak ve olmamalıdır da. Tek bir anarşist hareketten söz etmek, merkez komitesi olan bir hareketten söz etmekten farksızdır aşağı yukarı. Toplumsal devrim nasıl bir anlık büyük bir altüst oluş olmayıp, parçalı, zamana yayılan bir devrimse, anarşizm de, çoğul hareketlerin toplamıdır. En önemlisi de, bir anarşist hareketten söz etmek, gelecekteki bir “anarşist iktidardan” söz etmek gibi bir şeydir. Oysa güç toplayacak ya da güç toplaması gereken bir “anarşist hareket”e ihtiyaç yok. Tersine, toplumsal sınıfların, güçlerin ve kesimlerin içine yayılıp bizatihi toplumun kendisini güç haline getirecek çoğul anarşist hareketlere ihtiyaç var.

Gün Zileli
19 Ocak 2013

Hiç yorum yok: