01 Haziran 2014

yakup kadri'den atatürk'e mektup/ nazım'dan yakup kadri'ye hiciv

nazım hikmet'in Yakup Kadri için yazdığı hiciv*

Karamaça Bey

behey!kara boynuz gibi kaşlı mukaddes apis başlı adam;
behey!kara maça bey!
şiirin asil kamusuyla konuşuyorsun,
ben asaletten anlamam.
şapka çıkarmam konuştuğun dile,
düşmanıyım asaletin kelimelerde
bile.
behey!kara maça bey!
ben bilirimbu tehevvür bu şikâyaaat niçin?bilirim beni uykumda boğmak için bekliyorsun geceyi..
ben ki bileklerimde tel kelepçeyi bir altın bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp kıllı kalın ensemi kaşımışım,
tehdidine pabuç bırakır mıyım hiç?
behey!kara boynuz gibi kaşlı mukaddes apis başlı adam,
behey!kara maça bey,behey, yüzü kara.
ruhunu bir zenci esir gibi çıkardın pazara,
bir orospu odası yaptın kafatasını...
hâki ceketli ölülerin ceplerinden çalarak parasını 
satın aldın kendineisviçre dağlarının havasını.
ve işte bundandır ki, bugün ablak sarı suratında senin kanlı altınların kızıllığı var..

acayip rüzgârlar esmiyegörsün başımdan.
yoksa musahhih maaşımdan haftada üç papel taksite bağlayıp seni
bir şamar oğlanı gibi kullanırım.
beyimin böyle işlerle ülfeti var sanırım,mükemmel yapar vazifesini..

behey!kara maça bey!
halka ahmak diyen sensin.
halkın soyulmuş derisinden sırtına frak giyen sensin.
yala bal tutan beş parmağını beş çürük muz gibi,
homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi.
meydan senin...mi dersin?
hata edersin, bizde o göz var mı baksana!!
ben içirmek için sana kendi kara kanını 
bir ateş çemberle çevirdim dört yanını!
sağa git yok geçit,sola git yok,
ileri geri yok.
kıvır kuyruk kalemini kalbine sok
bir akrep gibi intihar et...



Sunuş
Yakup Kadri’nin hayatında İsviçre’nin önemli bir yeri var. Birinci Dünya savaşı yıllarında geçirdiği uzun bir rahatsızlık döneminden sonra İsviçre’ye gider ve ancak Mondros Mütarekesinden sonra yurda döner. Millî Mücadele dönemi boyunca Atatürk’ün başlattığı hareketi yazılarıyla destekler. Cumhuriyet kurulduktan sonra da Hakimiyet-i Milliye ve Cumhuriyet’te yazılarına devam eder. 1926 yılında tedavi için tekrar İsviçre’ye gitmek zorunda kalır.1
Yakup Kadri gibi bir yazarın, bu uzun süreli kalışta bir şeyler yazmamasını düşünmek zor. Nedense bugüne kadar bütün eserlerini yayınlayanların bir türlü günümüz okuyucusuna ulaştırmadıkları eseri, Alp Dağlarından ve Miss Chalfrin’in Albümünden adını taşıyor. 1942 yılında Remzi Kitabevince baskısı yapılan eserin başka bir basımına rastlayamadık.2
Eserin basımına dair “Birkaç söz” kaleme alan Yakup Kadri, bu eseri şöyle tanıtıyor: “Alp Dağlarından ile Miss Chalfrin’in Albümünden’i arasında ne yazılış tarihleri itibariyle ne de onları doğurmuş olan ruh ve fikir bakımından hiçbir akrabalıkları yoktur. O kadar ki Miss Chalfrin’in Albümü –hele birinci kısımda– bundan büsbütün başka bir muharrir tarafından yazılmış gibidir. ‘Buna rağmen, birbirine bu derece yabancı yazılar bir ciltte neden toplanmış?’ diye sorulabilir. İşte, böyle bir suali önlemek içindir ki şu birkaç sözü söylemek lüzumunu duydum. İlk bakışta birbiriyle hiç alâkası yok gibi görünen Alp Dağlarından ile Miss Chalfrin’in Albümü iç örgüleri itibariyle bir sikkenin yüzü ve tersi gibidirler. Zira, Alp Dağlarından şarklı gözüyle Avrupa’nın, Miss Chalfrin’in Albümü de garplı gözüyle şarkın kabataslak bir tablosudur ve her ikisi de benim fikrî gelişmemden iki esaslı merhalenin müşterek işaretini teşkil etmektedir.”
Eserin kendisi ayrı bir yazı konusu. Yakup Kadri’nin ikinci kez geldiği döneme ait yazıları Alp Dağlarından başlığında toplanmış. Kitapta Ekim 1926 tarihli yazıda “Ben bile bu dağların bir eteğinde karar kıldığım günden beri kendimi, devlerle meskûn bir âlemin ortasında sanıyorum. İlim ve medeniyetin en son sistem techizatiyle mücehhez bulunan şu içinde yaşadığım, şu her dakika linolium ve lizol ve ‘Rue de la Paix’ kokularıyla meşbu havasını teneffüs ettiğim ‘palace’ muhiti bile beni bu zehabımdan ve bu tahayyülden men edemiyor. Çünkü bazı râkid ve berrak gecelerde, Leysen köyü elektriklerini söndürdükten ve bütün bu ‘palace’lar, bu oteller, bu pansiyonlar uykuya daldıktan sonra, bu dağların kendilerine mahsus bir hayat ile gizliden gizliye nasıl yaşamaya başladıklarını ben biliyorum.” (s. 2) diye mutlu bir ruh halini yansıtsa da gerçek oldukça farklıdır.
Yakup Kadri, Leyzen’de süren tedavisinin arka planında yaşadıklarını dile getiren mektubu Atatürk’e yazmış.3 Sanatkâr bir ruhun kırgınlığı, aldatılmışlık hissinin verdiği ümitsizlik, yabancı bir ülkede kırılan gururun ıstırapları, çekilen manevi sıkıntılar satırlara yansımış durumda. Yakup Kadri’nin bu mektubunun çok çeşitli yönlerden değerlendirilmesini okurlara bırakarak takdim ediyoruz. 4

Yakup Kadri’den Atatürk’e Bir Mektup


Leyzen, 22/12/1926
Pek aziz ve pek muhterem efendim hazretleri,
Zât-ı devletlerine bu mektubu şedîd bir ıztırârın tazyikî altında yazıyorum. İsviçre’ye geldiğim günden beri bu, üçüncü defadır ki hep aynı ıztırârın tazyiki altında bu hatâyı ref’ etmek ihtiyacına karşı âdeta hâl-i mücadelede bulunuyor ve bu hareketin kalbime büyük bir teselli vereceğini bilmeme rağmen, zât-ı sâmilerini taciz endişesine kapılarak daima vukuunu tehir ediyordum. Fakat bu sefer, o ihtiyaç benim için mukavemetsûz bir mâhiyet iktisâb etti ve beni belki fazla laübali bir tarzda huzurunuza çıkardı.
Hafızanızın ne kadar muhayyir-ül-ukûl bir surette kudretli olduğunu bildiğim için buraya ne gibi şerait altında, kimin emr ü tensibiyle ve hangi arkadaşların teminât-ı dostanelerine güvenerek geldiğimi zât-ı devletlerine hatırlatmayacağım. Yalnız emr-i sâmilerini, bendeniz, henüz Ankara’da hasta bulunduğum esnada teblîğ ve tebşîr eden arkadaşların, beni tesrîr gayretiyle fazla nikbîn görünmüş olmaları ihtimâline binâen, o zaman beni vukuundan haberdar ettikleri bir vak’ayı burada tekrara lüzum göreceğim: Zât-ı sâmîleri –zannedersem İş Bankasında bulundukları bir sırada– bazı vekil beylerin muvacehesinde bendenizin hastalığıma muttali olur olmaz, derhal berâ-yı tedavi İsviçre’ye i’zâmımı tensib ve bu hususta ihtiyârı lazım gelen mesârifin hükümet tarafından deruhte edilmesini orada hazır bulunan vekil beylere emir buyurmuşsunuz. Hatta bendeniz bu ulûvv-i cenâba rağmen İsviçre’de tedavimin hayli uzun sürebileceğini ve hayli masrafı bâdi olacağını söylediğim halde, emr-i devletlerini bana tebşîr eden rûfekâ-yı muhterem: “İşin bu cihetini düşünmek sana taalluk etmez. Çünki tedavin meselesini üzerine alan koca bir devlettir.” demiştiler.
İşte muhterem Paşa hazretleri, bunun üzerinden beş ay geçtikten ve aynı teminat bendenize laakal on kerre tekrar edildikten sonradır ki, oldukça sıkı şerâit içinde yola çıktım ve burada en az altı ay devamı lazım gelen bir tedaviye kendimi kaptırmış bulundum. Elyevm bu altı ayın dördü geçmiş ikisi kalmıştır ve hekimin ifadesine göre bünyem kati ifâkat yoluna girmiştir. Fakat bu neticenin bendenize ne çok manevî ıstıraba, ne kadar manevî fedakârlığa mal olduğunu zât-ı riyasetpenahîlerine arz etmek isterim. Esasen mektubumun mevzuunu da bu teşkil etmektedir:
İsviçre’ye geldiğim günden beri, bir haftam geçmemiştir ki Ankara’daki dostlara vaziyet-i maliyem hakkında uzun iştikâlar yazmak mecburiyetinde kalmış olmayayım. İnsanlar bir lehçe veya bir psikoloji hatası olarak para sıkıntılarına maddî sıkıntı nâmını vermişlerdir. Halbuki son tecrübeme nazaran bundan daha manevî bir azap daha tasavvur edemiyorum. Zira, bu, doğrudan doğruya insanın hubb-ı nefsi, gururu ve haysiyyeti ile alâkadar bir hâdisedir. Nitekim bendeniz burada hem otel ve sanatoryum sahiplerine karşı gayr-i muntazam ve müşkül te’diyâtta bulunan bir ecnebi eksikliğini mütemadiyen hissetmekte olduğum gibi, bütün mektuplarımı ve telgraflarımı gayr-i kâbil-i izâh bir sükût ile karşılayan Ankara’daki dostlarla olan münasebetimde de kendimi fevkalâde humilié, mahçup ve ma’yûb bir vaziyete düşmüş kıyas ediyorum. Hiçbir vechle kendi hatam eseri olmayarak düştüğüm bu vaziyetten kurtulmak için İsmet Paşa hazretlerini bile iki kere rahatsız etmek mecburiyetinde kaldım. Vâkıa kendileri ilk müracaatımda bendenizi mehmâemken tathîr etmek ulüvv-i cenâbını gösterdiler– fakat ikinci ve son müracaatım –ki bundan epeyce zaman evvel vuku bulmuş, hatta bu müracaatım, birincisi ki Bern sefirimiz Münir Bey tarafından da Hariciye Vekâleti vasıtasıyla te’kîd edilmiş olmasına rağmen henüz ne müsbet, ne menfî bir mukabeleye mazhar olamamıştır.
Gerçi bendeniz, büyük dostlarımızın o kadar yüksek ve mufassal devlet işleri arasında bana hasredecek vakitleri olabileceğine ihtimal verecek kadar insafsız değilim; ne de politika âlemindeki muhabbet ve tesanüd râbıtalarının bir ana-baba şefkati derecesinde kuvvetli olacağını veyahut olması lazım geldiğini düşünecek kadar sâdedilim. Hususiyle büyük bir felaketten henüz çıkmış bir millet efrâdının selamet ve saadet sahiline erer ermez âdeta marazî bir hodbîni ve hodendişeye mübtelâ olduğunu, en kati bir dûstûr-ı tarihî gibi bilirim. Yalnız, aziz ve muhterem efendim, kendi kendime halledemediğim bir nokta varsa o da hîn-i müzarekâtımda mukarrer şerâitin idâmesi maddeten kâbil olamadığı takdirde bendenize ihbâr-ı keyfiyet edilmemiş ve buradaki vaziyetimin hem sıhhatim, hem haysiyetim aleyhine terdîden devamına sebebiyet verilmiş olmasıdır. Hatta Adliye vekilimiz Mahmut Esad Bey’in dahi burada vuku bulan mülâkatımızda bendenize söylediği gibi, eğer hükûmetçe buradaki mesârifim fazla veya fuzûli görülüyorsa, şimdiye kadar çoktan avdet emrini almış olmam lazım gelirdi. Bendeniz böyle bir hareket karşısında rencide olmak şöyle dursun, hatta bu emri vereceklere minnetdar kalırdım. Zira, burada manen bu rütbe azap çekmemiş olurdum.
Esasen, bendeniz bugüne kadar hükûmetin, fırkanın veya siyasî rüfekâmızdan her hangi birinin bana şu veya bu muâveneti yapmaya mecbur olabileceğini asla hatırımdan geçirmemiş ve kendimi istisnâî bir muhabbet ve ihtimama elyak telakkî etmemişimdir. En yüksek bir cûşişle girdiğim bu mukaddes yolda benim en büyük mükâfatım, teveccüh-i devletleriyle kendi vicdanımın zevkidir. Eğer mücadele-i milliyenin ilk günlerinden beri bütün nâçiz kabiliyetlerimi bilahisset ortaya attım ise, bu hareketim bittabi, günün birinde hasta olurum da beni İsviçre’ye gönderirler ve orada tedavi ve iâşe ettirirler ümidine müstenid değildi. Elan da hasîs ve şahsi kaygulara kalbimde ufacık bir yer vermesini istemem. Çünki böyle bir hisse kapılmakla, senelerden beri sizin peşinizde, sizin emriniz altında –tıpkı Sakarya’da kumanda ettiğiniz isimsiz muharipler gibi– ihrâz ettiğim ruhâni şerefleri bir bezirgân metâı derecesine indirmiş olurum.
Muhterem Paşa Hazretleri, hassaten sizin nazarınızda sonuna kadar böyle kalmak istedim. Zira, ben siyâsî hayata ancak sizin aşkınızın ruhuma verdiği vecd ile atıldım. İstemem ki dinî perestişlere benzeyen bu saf ve kudretli aşka menfaat âleminden küçücük bir çamur damlası sıçrasın.
Binaenaleyh, zât-ı devletlerine, ne olursa olsun hadd-i zâtinde bir para meselesi olan bu çirkin mevzudan bahsetmeye mecbur bulunduğum şu anda, hayatımın en büyük hicâb ve azabını hissetmekteyim. Onun içindir ki bu arîzamı yukarıdan beri bahsetmekte olduğum mâli müzayakamın halli hususunda bir istirham gibi telakkî buyurmayınız. Bu satırlar sırf rencîde olan, hem de pek derin bir surette rencîde olan bir “hubb-ı nefsin” feryatlarını ifade için yazılıyor. Bunları sizden daha iyi ve daha ince bir tarzda kim anlayabilir? Kim takdir eder? Sonra siz yalnız devletin reisi değil, benim reisim, benim nâzım-ı efkârımsınız! Zafer meserret ve saadet anlarında bütün düşüncelerim size doğru gideceği gibi, ye’s ve elem anlarında da ellerimi yalnız size doğru uzatabilirim. İşte bu hiss-i zaruretin bana verdiği cüretledir ki, zât-ı devletlerine, hayatıma ait üç acı hakikat söyleyeceğim. (1) Birkaç ay sonra kırk yaşıma giriyorum. Bu yaşa gelinceye kadar Yakup Kadri, hiçbir defa, hiçbir mecburiyet altında hiç kimseye bir (para müracaatında) bulunmamıştı; bu yıl, siyasî mukadderatını mukadderatlarına bağladığı arkadaşları sayesinde, onların ihmali, teseyyübü ve “nâdürüstî”si yüzünden bir sokak dilencisi haline girmiştir. (2) Aynı Yakup Kadri bundan on sene evvel yine bugünki esbâb ve şerâit içinde ve fakat kendisinin daima tenkîd ettiği, tezyîf ettiği bir fırka ve bir hükûmet tarafından İsviçre’ye tedaviye gelmiş ve burada tam üç sene bilâ-zillet ve bilâ-zahmet kalmak imkânını bulmuştu ve bu üç sene zarfında, para için herkesi izâc etmek şöyle dursun, hatta ekseriya parayı gönderenlere teşekkür lüzumunu bile hissetmemiştir. (3) Bugün ise, kendi âilesinden ziyade sevdiği bir fırka ve kendi eseri ve malı gibi üzerine titrediği bir hükûmet, o Yakup Kadri’yi adeta bir nevi (hâric ezmemleket) bir serseri derekesine atıyor.
Aziz efendim, bu ibretâmiz hadise karşısında, hiç şüphesiz, zât-ı devletleri de benim gibi hayret içinde kalacaklardır. Filhakîka, bu, üzerinde eyepce tevakkufa değer bir hayat vesikasıdır. Temenni ederim ki, bu mektubum elinize sâkin ve âsûde bir zamanınızda geçsin de mutadınız olan tahlîl ve tefelsüf eğlencelerinden birine vesile teşkil etsin.
Şimdilik derin bir hasret ve iştiyâk ile güzel ve asîl ellerinizden öper ve gerek benim gerek refikamın hürmet ve ta’zîmâtımızın kabulünü rica ederim, muhterem ve aziz Paşa hazretleri.

Yakup Kadri





Arîza: küçükten büyüğe yazılan yazı
Bâdi olmak: sebep olmak
Bera-yı tedavi: tedavi olmak üzere
Bilâhisset: cömertçe
Bilâzahmet: sıkıntısız
Bilâzillet: itibarlı
Cûşiş: coşku, coşma
Deruhte etmek: üstlenmek
Düstûr-i tarih: tarih kuralı
Efkâr: düşünceler
Elyak: layık
Elyevm: bugün
Esbâb: sebepler
Gayr-i kabil-i izah: açıklanamayan
Hâric ezmemeleket: yurt dışında
Hîn-i müzakerât: konuşma esnasında
Hodbînî: bencillik
Hodendîş: kendini düşünen
Hubb-ı nefs: benlik
İ’zâm: gönderilme
İbretâmiz: ibretli
İdame: sürdürme, devam ettirme
İfakat: iyileşme
İhbar-ı keyfiyet etmek: durumdan haberdar etmek
İhraz etmek: elde etmek
İhtimam: özen
İstisnaî: özel, ayrı tutma
İştikâ: şikâyetler
İştiyak: özleme
İzâc etmek: rahatsız etmek
Iztırar: çaresizlik, mecburiyet
La-akal: en az
Ma’yûb: ayıplanmış
Mali müzayaka: mali sıkıntı
Marazî: hastalıklı
Mazhar olmak: layık olmak
Mehmâemken: mümkün olduğu kadar
Mesârif: Masraflar
Meserret: sevinç
Muavenet: yardım
Mufassal: ayrıntılı
Muhayyir-ül-ukûl: akıllara durgunluk veren
Mukarrer: kararlaştırılmış
Mukavemetsûz: dayanılmaz hâle getiren
Muttali olmak: öğrenmek
Muvacehe: ön, karşı
Mübtela: tutkun
Nâciz: değersiz
Nâdürüstî: yanlışlık, haksızlık
Nâzım: düzenleyen
Rabıta: bağ
Ref’ etmek: geçersiz kılmak
Rüfeka: arkadaşlar
Sâdedil: temiz kalpli
Şerait: şartlar
Ta’zîmât: saygılar, hürmetler
Taalluk etmek: ilgilendirmek
Tathîr etmek: temizlemek
Te’diyât: ödemeler
Te’kid etmek: yinelemek
Tebşîr etmek: müjdelemek
Tefelsüf: felsefî sözler etme
Terdîd: geri çevirme
Tesanüd: dayanışma
Teseyyüb: kayıtsızlık
Tevakkuf: durma
Tezyif etmek: alay etmek
Ulüvv-i cenab: cömertlik
Vaziyet-i maliye: mali durum





1 Yakup Kadri, Mardin milletvekili olarak seçildiği TBMM üyelerine ait hal tercümesi kâğıdında, tedavi olmak üzere İsviçre’ye gittiğini ve orada üç yıl kaldığını, Mütarekeden sonra İstanbul’a geldiğini kaydediyor. TBMM Arşivi 591 numaralı dosya; Yakup Kadri’nin bütün eserlerini yayınlayan İletişim Yayınları ise, yazarın biyografisine dair bilgi verirken İsviçre’ye birinci kez gidişini belirtiyor, ancak ikinci kez gidişine ilişkin hiçbir şey açıklamıyor. www.iletisim.com.tr; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şerif Aktaş, Kültür ve Turizm Bak. Yay. Ank. 1987
2 Şerif Aktaş adı geçen kitabında, “İkinci defa İsviçre’ye giden Yakup Kadri, buralara ait intibalarını, “Alp Dağlarından” başlığı altında neşredecektir.” notunun dışında, eserlerinin listesini verirken, “makaleleri” başlığı altında bu eseri zikretmektedir. İletişim Yayınları’nın “Yazar Çalışmaları” başlıklı bölümünde ise bu eserin adı geçmemektedir. Bkz. www.iletisim.com.tr3 ATASE, ATA-ZB, K.39, G.20, B.20(1-5)
4 Mektubun diline müdahele edilmeyerek olduğu gibi aktarılmış, metnin sonunda bir lügatçe verilmiştir.


 YAkup KAdri'nin mektubu ve sunuş yazısı, YKY Kitap-lık dergisi, Ahmet Tetik'in Yakup Kadri’den Atatürk’e Bir Mektup adlı yazısı'ndan alıntıdır..
------

*rivayet odur ki Atatürk Nazım yazdığı şiiri çok beğenir dost meclislerinde sık sık okuturmuş.

Hiç yorum yok: