01 Haziran 2014

Fikret’ten Bir “Fikr-i Muhayyel”!*




Yıl, 1770!
Yeni yılın ilk aylarıyla birlikte, Okyanus haritasının henüz bilinmeyen son köşeleri –bilimsel anlamdaki gölgeleri– de böylece aydınlığa kavuşmuş oluyor.
Çünkü o tarihte Kaptan Cook, James Cook, “Yeni Zelanda kıyılarını belirleme”yi başarıyor. Cook’un bölge sularında gerçekleştirdiği üç deniz seferi, İngiltere Krallığı’na yeni sömürge topraklarını armağan ediyor. Zaten, sefer gemilerinin isimleri bile belirli bir güç sergilemekte; açık bir güven ve iddia ortaya koymakta: Discovery, Resolution ve Endeavour gibi...
Öte yandan İngiliz sömürge siyasasının bu etkin ve “başarılı” kişiliği –her yerde, her zaman, bağımsızlık uğruna özveride bulunanlar olacağı gerçeğini– doğrudan kendisi de bir yerlinin bıçak darbeleri altında, geç de olsa öğreniyor.
İşte, bu tarihten yaklaşık bir-bir buçuk yüzyıl sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nda –daha doğrusu İstanbul sınırları içinde– bir avuç aydın hiç bilmedikleri, tanımadıkları, görmedikleri Yeni Zelanda’ya gitmeye kalkışırlar.
Bu aydınlar, Servet-i Fünun dergisi çevesinde kümeleniyor genelde. O dönemde, “Servet-i Fünun bir sanat ve edebiyat ocağı” olarak anılmakta, bilinmekte. 1896, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Mekteb-i Mülkiye’yi bitiriş yılı; aynı zamanda Servet-i Fünun kümelenişinin de başlangıcı. Ama, o hem Maarif Nezareti’nde ‘kâtip’ olarak çalışıyor (yani, devlette görevli); hem gazetelere (Tarık, Sabah ve Saadet gibi) yazı yazıyor, hem de Servet-i Fünun’a tüm “ruhuyla bağlı”.
Derginin çevresinde toplananlar ve orada yazı yazanlar arasında paradan daha güçlü ve daha canlı bir bağ olduğunu ileri sürüyor, Hüseyin Cahit: “Ülkü!” “Yüce bir sanat ülküsü, yurt ülküsü!”
Öte yandan, Servet-i Fünun denilince de “güçlü, belirgin ve ezici kişiliğiyle” akla Tevfik Fikret gelmekte öncelikle. Fikret, “sanat ve yurtseverlik yolunun başı” kabul ediliyor, H. Cahit’in nitelemesiyle.

* * *

Yeni Zelanda projesini ilk ortaya atanın kim olduğu –anılar, notlar ve mektuplardan çıkarılabileceği kadarıyla– bilinemiyor. Kaldı ki, niçin gidilmek istendiği de açık seçik belli değil.
Mehmet Rauf’un tanışı bir İngiliz Kaptan ona Yeni Zelanda’ya göçmen gönderildiğinden söz edince ilk kez gündeme gelmiş oluyor büyük olasılıkla.
Söz konusu Servet-i Fünun topluluğunun arasında, Hüseyin Cahit’e bakılırsa, Yeni Zelanda’ya toplu ve kesin göç düşüncesini benimsemeyen hemen hemen hiç kimse yok! Fikret başta olmak üzere Eylül romanı yazarı Mehmed Rauf, dilci ve Büyük Türk Lûgatı yazarı Hüseyin Kâzım Kadri, göz hekimi Esat Paşa (Eski Paris ve Moskova Büyükelçisi, daha sonra Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık’ın babası) ve bir de Hüseyin Cahit elbet. Sonra, şair Süleyman Nesip. Öykücü Ahmet Hikmet Müftüoğlu...
Bununla birlikte, yine H. Cahit’in sözlerine bakılırsa, “Servet-i Fünun’da belirli bir ‘siyasal komplo’ düşüncesi ve girişimi”ne yer verildiği de görülmekte. “Çünkü, bu edebiyat açıktan açığa yurt, ulus ve özgürlük konularına dokunamıyor.” O zaman, geriye gizli etkinlik kalıyor.
Dolayısıyla, böyle bir yargı da Edebiyat tarihçisi İsmail Habib Sevük’e hak verdirmiş oluyor: “Tanzimat edebiyatı –Servet-i Fünun edebiyatıyla karşılaştırıldığında– daha yurtseverdir!”
O halde, Servet-i Fünuncular Güney Yarımküreye neden gitmek istiyorlardı? Halley ve Darwin gibi, o coğrafyanın bilimsel verileriyle belirli bir süre çalışmak ve kendi alanlarında birtakım ürünler vermek için mi? Böyle bir nedenle mi, H. Cahit “Hayat-ı Muhayyel” isimli öyküsünde “Orada her şey, gökyüzü bile yeniydi” türünde bir tümce kullanmak gereği duyar?
Kaldı ki, süre konusu bile Yeni Zelanda Gönüllüleri’ni bölüyor, araya anlaşmazlık sokuyor. Fikret, örneğin, o topraklara yerleşip hiç dönmemeyi düşünür; oysa, ilk fire veren de o olacaktır. Öte yandan, H. Cahit ise, İkinci Abdülhamid ölür de ülkede Meşrutiyet ilan edilirse İstanbul’a geri döneceğini söyler.

* * *

Afrika’da, Boerler (Transval) Savaşı patlak verir, tam o yıllarda. İngiltere’yle Güney Afrika topraklarına daha önce yerleşmiş Hollanda kökenli Boerler arasında iki yılı aşkın bir savaş, acımasız bir kıyımla sona erer (1899-1902). Oradaki çiftlikleri yakan, stokları yok eden, içlerinde kadınlar ve çocukların da bulunduğu binlerce kişiyi toplama kamplarında yaşamaya zorlayan Feldmareşal Lord Kitchner’in sert komutanlığı böylece yirmi beş bin kişinin ölümüne neden olur.
Daha önce Mısır’da, Sudan’da da benzer yaptırımların unutulmaz ismi Kitchner’i Güney Afrika’dan sonra da Hindistan’da ve son olarak da Doğu Akdeniz’de, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı askeri eylemler içinde görürüz.
Ne var ki, kişiliği bilinmeyenlerle gölgeli İsmail Kemal isimli bir kişinin ardından giderek Servet-i Fünuncular’dan birtakım gençler yazılı bir bildiriyle Boer Savaşı’nda izlenmiş olan İngiliz emperyalist siyasetini desteklerler. Amaç, Meşrutiyet yönetimi kurulabilmesi yönünde İngiltere’nin katkısını sağlamaktır. Öte yandan, söz konusu bildirinin Tevfik Fikret tarafından kaleme alındığı bile, dönemin söylentileri arasında...
İmparatorluğun dış siyasasına temelden karşıt olan (çünkü, İngiltere, o tarihte ve daha sonra Rus Çarlığı’yla yakın ilişki içindedir) bu hareket, Saray’ın da büyük tepkisine yol açar. Tutuklanan imzacıların özgür bırakılmaları için bile, İngiliz Elçiliği Babıâli’ye baskı yapar. Bununla birlikte yine de, özgür bırakılanlar sürgün edilmekten kurtulamazlar. Bunlardan, sözgelimi biri de, yazar Peyami Safa’nın babası, şair İsmail Safa! Gönderildiği Sivas sürgününden bir daha geri dönemeyerek orada ölüyor. Ötekilerse, ancak meşrutiyetin ilanıyla yeniden İstanbul’a gelebiliyorlar.
Görülen o ki, Osmanlı aydınlarından sonra bir bakıma Servet-i Fünun’un çağdaşı sayılacak İngiliz Fabian Society da, Boer Savaşı’nda izlenen İngiliz emperyalist çizgisi yüzünden hışma uğruyor ve ülkedeki etkin Barışçı Radikaller’le öbür sosyalist akımların bu Dernek’le bağları kopuyor.
Oysa, İngiliz Sosyalist Derneği (Fabian Society) toplumdan bir kaçış yerine anamalcı toplumu değiştirmeyi, üretim araçlarını topluma maletmeyi amaçlayan aydınlardan oluşmakta. İçlerinde iktisatçılar, sendikacılar, toplumbilimciler, erkekler kadar kadınlar da yer almakta. H. G. Wells, B. Russell, G. B. Shaw, S. Webb gibi yazarlarla İskoçyalı Filozof Thomas Davidson bunlardan birkaçı...

* * *

Servet-i Fünuncular dönemin baskı, yıldırma ve izleme siyasetinden mi kaçmak istiyorlardı? Hüseyin Cahit’in anıları böyle söylüyor: “Hafiyelerle, sansürcülerle, sürgünler ve baskılarla çevrili bu yaşam içinde vicdanca rahat bir dakika geçirmek pek zordu.”
Acaba tüm başarısızlıklardan, siyasal sıkıntılardan tek başına Padişah İkinci Abdülhamid’i suçlu görmek doğru muydu? “İstibdata karşı kanlı, yırtıcı bir husumet” beslemek?
Hükümdardan çok jurnalcıların etkinliği, yasaklı sözcüklerin sayısının gittikçe artması da yazı yazmayı zorlaştırmıştı kuşkusuz.
Bir ara Fikret’in babası Hüseyin Efendi de –Şeyhülislamla görüşmesi gerekçe gösterilerek– Hama’ya (Suriye) ‘mutasarrıf’ olarak sürülüyor (1898). Oradan da Nablus, Akka, Urfa, Halep ve sonunda Antep’e atanıyor ve orada ölüyor.
Öte yandan, Boerler Savaşı Bildirisi’yle çakışan iki gelişme özellikle dikkat çekici: biri, 1900’de, Tevfik Fikret’in ünlü Rübâb-ı Şîkeste (Kırık Saz) isimli şiir kitabının yayımlanması ve bir ayda tükenecek ölçüde ilgi görmesi; öbürü, bir yıl sonra, H. Cahit’in “Edebiyat ve Hukuk” başlığı altında –1789’u anlatan– yayımladığı çeviri! Bu yazı nedeniyle Servet-i Fünun kapatılır ve H. Cahit de dergi yönetiminden uzaklaştırılır.
O arada bir de Fikret’in gözaltına alınıp Hasanpaşa Karakolu’nda (Beşiktaş) iki gün tutuluşu ve evinin iğneden ipliğe aranması, gündemi işgal eder. Bu durum bahane edilerek babasından gelen mektuplara el konulur.
Kuşkusuz içe kapanıklık, asırlık duygusallık Servet-i Fünuncular’ı –birkaçı dışında– gerçeklerden kaçma, “kendi hayallerine göre bir cennet” kurmaya itmişti. Bir çeşit “kendi kendini aldatış!” Böylece, Fikret örneğinde olduğu gibi, şair istemediği –onu inciten ya da incitmiş ne varsa hepsini– her şeyi bir “unutuş bulutu”nun ardına itebileceğini sanıyor. Buna da gerçekten inanıyor. Nerdeyse, unutuştan üretilmiş yapay bir mutluluk!
Söz konusu girişime “Yeşil Yurt” adını Fikret koymamış mıydı? O halde, ancak böylesi bir yeşil yurtta “kederi bir dakikacık olsun sükût ediyor.” Pekiyi, bu “keder” ne? Nereden kaynaklanıyor? Kişisel ve duygusal nedenler, toplumsal bir kaçışın gerekçesi olabilirler mi? Ya da tersi?
Öte yandan Halit Ziya da, anılarında (Kırk Yıl), bu düşünceyi bir “muhal hayal” olarak nitelemişti. Dahası, kendisini bu “hayal hicranzedeleri”nden ayrı tutmaya özellikle dikkat etmişti.
Ancak onlar, yalnız varolan siyasal koşullardan (gittikçe kararan siyasal ufuklar) değil, toplumdan da kopmak ve uzaklaşmak; bir anlamda kendi geçmişlerini, dahası öz varlıklarını bile yok saymaya çalışmışlar.


Bu durumu en açık seçik bir biçimde yansıtan örnek, 1898 yılı aralık ayında, Servet-i Fünuncular arasındaki “en içli ve bedbin şiirler”in yazarı Hüseyin Siret tarafından hazırlanan ‘soruşturma’da görülebilir. Dergi’nin beş üyesi (H. Siret de içinde olmak koşuluyla), otuz soruya verdikleri cevapta, “saadet hayalleri” Ayastefanos’tan (ne ilgi çekici bir rastlantı ki, şimdiki ismi ‘Yeşilköy’) daha ileri gitmez. Üstelik, yaşamak istedikleri kadar ölmek istedikleri yer de Ayastefanos’tur. Yalnız Halit Ziya Büyük Sahra’da, Mehmed Rauf ise bir deniz savaşında ölmek istediğini dile getirir.
Belki Fikret, asıl düşüncelerini gizler; kaçamak karşılıklar vermekle yetinir: “Burası değil, burası değil!” gibi... Kuşkucu mizacı, üstükapalı geçer pek çok soruyu!
Bu arada, Avrupa’ya kaçmak isteyenler de vardır aralarında. Örnekse, H. Cahit gibi Mülkiyeli sayılacak Ahmet Şuayıp! Onun amacı ötekilere oranla biraz daha belirgin ve sınırlıdır, denebilir.
Ancak, Hüseyin Kâzım Kadri’nin anılarında vurguladığı umutsuzluk (“Her şeyden nevmîd idik” sözü), “bütün ümit kapılarının kapanmış olması,” sergilenen toplu hayal kırıklığı, ortak çekingenlik, yanı sıra bir karşı seçeneği –aynı yüzyılın başındaki Owen’cılar gibi, örneğin– getiriyor mu? Böyle bir soruya “Evet!” karşılığı vermek zor kuşkusuz!
İlerleme ve mutluluğa inanan sosyalist Robert Owen ve arkadaşları, bir yüzyıl önce, ‘Ortaklaşa Çalışma Köyleri’ kurmuşlardı; yani, karşılıklı işbirliği ve mal ortaklığına dayanan değişik bir sistem! İngiltere yerine, uzak topraklarda, Amerika’da gerçekleştirilmiş “New Harmony Kolonisi”!
Ama Hüseyin Cahit’in anılarında Yeni Zelanda’ya herkes eşleriyle gideceği not düşülmüş. Yalnız o da değil: “Bir sosyalist cemaat halinde yaşayacaktık” deniliyor. “Aramızda mülkiyet ilkesi değil, uhuvvet (kardeşlik ya da dostluk) ilkesi hüküm sürecekti.”

* * *

Yeşil Yurt projesi, başlıca iki aşama göstermiş: birincisi, Yeni Zelanda Adaları bölümü. Bu aşamada, ‘göç’ün parasal yönünü Dr. Esat Paşa üstleniyor. Ne var ki, Ankara’daki çiftliğin o tarihlerde satışı gerçekleşemez. Dolayısıyla, Yeni Zelanda Adaları’na gidişin –böyle bir gönüllü sürgünün– parası da sağlanamaz.
Projenin ikinci aşamasına gelince, o da, İmparatorluk sınırları içinde bulunan bir bölgeye –Ege’de, Manisa dolaylarında Sarıçam Köyü’nün bulunduğu yöre– sığınmak biçiminde kendini gösteriyor. Aslında, orada, Hüseyin Kâzım Kadri’nin arazisi bulunmakta; topluluk da, bu yolla, öylesine verimli ve yeşil bir arazi üstünde tarımla uğraşma olanağına kavuşacaktır. Bu ikinci girişimin parasal ve mali yönünü de, doğrudan Hüseyin Kâzım karşılamayı vadeder.
Her iki göç düşüncesinde de, H. Cahit’le H. Kâzım’ın ön planda ve etkin olduğu görülüyor. Sözgelimi Yeni Zelanda’ya önce bu ikilinin gidip izlenimlerini aktarmaları kararlaştırılmış; benzer biçimde, Manisa’ya da yine Hüseyin Cahit gider. Üstelik, yasadışı yollardan ve İzmir üstünden. Böylece H. Cahit, sözkonusu araziyi, bağları ve arkadaşı H. Kâzım’ın çiftliğini görür. Büyük şair onu, yokluğunda, yazdığı bir şiirle “Ümit Habercisi” olarak selamlar.
Dönüş, bir hayal kırıklığıyla örtüşür. Yolculuktan önce Sarıçam Köyü için ivedi bir ‘çiftlik planı’ bile çizmiş olan Fikret, “o hiçbir şeyden memnun olamayan mizacı”yla, çoktan yolculuktan vazgeçmiş; dahası, bu arada, Rumelihisarı’ndaki ‘Aşiyan’ın inşaatı işine bile girişmiştir.
Oysa, gerçekten bir ‘göç’ü düşünen kimse bunu yapar mı? Parasını, zamanını ve geleceğini “İstanbul”a yatırır mı? Kaldı ki, Manisa da İmparatorluk sınırları içindedir ve yakınılan ne varsa orada da varlığını sürüp gidecektir, kuşkusuz.
Aslında, Fransa’da, Üçüncü Napolyon döneminin yıkılması ve yeniden Cumhuriyet’in ilanıyla bir çeşit Ulusal Savunma Hükümeti’nin kurulması, Servet-i Fünuncular’ı en çok etkilemiş görünür. 1870 güzünde Cumhuriyetçi çoğunluğun önderi ve sözcüsü Léon Gambetta’nın –H. Cahit’in odasını süsleyen– bir resmi karşısında bile, onların “adetâ taparcasına kendilerinden geçtikleri anlar” oluyormuş. Zaten hepsi de, o yıllarda doğmuş yurtsever gençler!..
Belli ki, o yıllarda, Servet-i Fünuncu genç kuşağın “bütün sonsuzluk onlarınmışçasına sınırsız dilekleri, umutları var”mış. Ama, sonunda, H. Cahit’in de söylemek zorunda kaldığı gibi “her şey unutuluyor, ömür yürüyor ve bütün bunlar geri gelmez birer anı, birer hiç oluyor!”
Böylece, Yeni Zelanda ütopyası yerini Fikret için ‘Aşiyan’a; H. Cahit ve Dr. Esat Işık için Malta sürgünlüğüne, Hüseyin Kâzım için Saruhan (Manisa) milletvekilliğine, Halit Ziya için de Yeşilköy’deki bahçesine Avrupa’dan getirttiği çiçeklerle, bahçe tarımı yapmaya bırakıyor




Uğur Kökden


*YKY Kitap-lık 93. sayı

Hiç yorum yok: