02 Ocak 2009

önce sakallar gitti

önce sakallar gitti

 
Cumhuriyet'te sakalın başına gelenler küreselleşme çağında bıyığın da başına geldi.

Yapılan bir araştırmaya göre Türk toplumunda bıyıklı erkek sayısı hızla azalıyor. 1993 yılında yüzde 23 olan bıyıksız erkek oranı, bu yıl yüzde 54'e ulaşmış. Demek balta kesmez palabıyık, adına türküler yakılan kaytanbıyık, karayağız Anadolu delikanlılarının olmazsa olmazı burma bıyık, dahası karanfil bıyık, dudakörten bıyık, akrepkıskacı bıyık...bu gidişle belki tarihe karışacak...
Bazen uğruna ölümü bile göze aldığımız karabıyığımıza cilet çalmamızın esbab - ı mucibesi ne ola ki?.. Hatırlayanlar olacaktır: Daha dün denilebilecek yakın geçmişte 'adam' bıyığından tanınırdı. Adamın bıyığına şöyle bir baktın mı nasıl bir dünya tasavvuruna sahip olduğunu, topluma, doğaya, yaşadığımız güne bakış açısının ne olduğunu üç aşağı beş yukarı bilirdin...
Milli Görüşçüler, akıncılar ille sünnet-i şerif usûlüne göre dudakları iyice açıkta bırakan üstten kırpılmış bıyık bırakırlardı. (Bu arada yenilikçi Tayyip'in bıyık hususunda en ufak bir yeniliğe gitmediği dikkati çekiyor.) Ülkücünün bıyığı hilal şeklinde olur, uçları aşağıya sarkardı. (Günümüzde ülkücüler arasında matruşluk modasının alıp yürüdüğünü bilmeyenlere haber verelim.) Devrimciler ise Bektaşi usûlü posbıyığı pek severlerdi. (Milli şefin bıyığına Hitler tipi bıyık dendiği gibi bu taifenin de bıyığına Stalin tipi bıyık diyenler olurdu. Azametli bıyıktı vesselam, o kadar ki gördün mü selam durasın gelirdi...) Bu bıyıklarla bazen bir mahalleden başka bir mahalleye geçmek bile yürek isteyen bir işti ki ölüm tehlikesi bile mevcuttu. Ama nasıl ki bedeli ne olursa olsun bir bayrak yere düşürülmezse bıyık da öyle kolayına vazgeçilecek bir şey değildi...
Bıyık 'adam'ın bir nevi alâmet - i farikası gibiydi.
Sakal ise bu topraklarda binlerce yıl sürdürdüğü hükümranlığını daha 20. yy başlarında yitirmeye başladı. Cumhuriyetle birlikte büsbütün mecalden düştü. Din adamları, berduşlar, entelektüeller, bazı garip ve tuhaf adamalar, serseriler, fantezi düşkünleri, ipsiz sapsızlar... Dışında kalan büyük çoğunluk sakala artık pek yüz vermemeye başlamıştı. Cumhuriyet idaresi de sakallılara karşı hissedilir bir baskı uyguluyordu. Bununla birlikte bir avuç sakallının gösterdiği direniş herhalde tarihe geçmiş olmalıdır. Biz sakalını kesmemek için üniversitedeki görevinden istifa edenleri biliriz.

Matruş ve cevlaki
Hasılı kelam bu memleket, doğrusu bu ya, bir gariptir: Hocalara, bilimadamlarına akademik hayatlarına devam edebilmeleri için sakalını kesmeyi şart koşan zihniyet, yüz küsur yıl önce de Şinasi'yi, sakalını kesmiş vaziyette meclise gelmiş olduğundan meclis-i maârif azâlığından tard etmişti. Nereden nereye değil mi? Zihniyetin tekamülüne bakar mısınız? (Bu arada bir operasyon sonrası İBDA - C'ci S. Mirzabeyoğlu'na yapılan 'eşek tıraşı'nı hatırlıyorum: Muhteremin zorla da olsa hiç değilse dış görünümü çağdaşlaştırılmıştı. 'O kafa' işte bunu anlamıyordu: Milletin muasır medeniyet seviyesine ulaşmasına kim mani olabilirdi ki millet dahil... Ha... Belki bu arada bazı kelleler gidebilirdi... O ayrı...)
Cumhuriyet öncesi matruşluk Avrupalılara özgü bir şey. Bir cevlakiler var ki onlar da 'dünya süsünü' bırakıp 'çirkin görünüşlü' olmak için cascavlak dolaşırlar; yoksa sakalsızlık hele bıyıksızlık hiç de hoş görülen bir şey değil...
Cumhuriyet devrinde 'Avrupai'leşmek çerçevesinde sakal eski cazibesini yitirdi. Küreselleşme devrinde anlaşılan aynı akıbet bıyığın da başına gelecek. O bıyık ki Ortadoğu, Balkanlar ve hatta dünya şampiyonluğunu hiç kimselere bırakmazdık. Ve o şampiyonlar ki bıyıklarının her teline bir adam assan asılırdı. Araştırma sonuçlarına bakılırsa 'bıyık elden gidiyor'. Ehl-i bıyığın da 'zamane'ye karşı, elinden homurdanmaktan başka bir şey gelmiyora benziyor. Ama yine de hiç değilse Başbakan Ecevit var, teselli ikramiyesi niyetine...
Hülasa arkeolog ve ressam Sait Oral Uyan ölüm orucunda Wernicke - Korsakoff hastalığına yakalanmış olsa bile yine de 'hayat dönüş operasyonu' sonrası kendilerine aşağılayıcı bir biçimde 'eşek tıraşı' yapıldığını hatırlıyor. Görevliler eşek tıraşıyla uğraşadursun ölüm oruççusu İ.H. Sağdiç ise tahliyesinden sonra 'dışarı'yı şöyle anlatıyor: "İlk dikkatimi çeken yaşlı bir teyzeydi. Kimsesiz, üstü başı perişan teyze, çöpten aldığı kirli ekmeği yemeye çalışıyordu.
İnsanlar ise onu görmüyordu. Hatta bazıları yanından kaçarcasına uzaklaşıyordu."
Neydi? yalnız içerdekilere değil dışarıdakilere de mi eşek tıraşı yapılmıştı? Hem de yalnızca saça, sakala, bıyığa değil vicdanlarımıza da, insanlığımıza da... "Susma, sustukça sıra sana gelecek!" Yok, hayır, bu belki de laf-ü güzaf. Muktedirler, artık belki de şöyle düşünüyorlar: "Görülen lüzum üzerine... Sırası gelebilecek insana artık tesadüf edilmediğinden.... Gereğinin yapılması..." Ama belki de, öyle çeyrek meyrek değil tam aydınlarımızdan birinin dediği gibi "Belki, belki diye bir şey de yoktur."
Refik Halit Karay'ın 'Deli' piyesinin kahramanı Maruf Bey, meşrutiyetten önce delirir ve ancak 20 yıl sonra aklı başına gelir. Gördüğü değişikliklerle aklını yine yitirecek gibi olur. Duvardaki matruş Atatürk fotoğrafını yakışıklı bir İngiliz'in fotoğrafı zanneder. Paşanın piyesi okurken gözlerinden yaş gelinceye kadar güldüğü ve o sıralar sürgünde olan Karay'ı bu piyesinden dolayı affettiği nakledilir.
Biz çocukken güldüren aynalar vardı. -Hâlâ da var ya. Baktığımızda bizi çarpık çurpuk gösterir, biz de gülmeden edemezdik. Şimdi, aynı aynayı olan biten her şeye öldürücü, kahredici ilgisizliğimizde, duyarsızlığımızda buluyoruz. Bir farkla ki, bu güldüren ayna bizi olduğumuz gibi gösteriyor. Matruş, eşek tıraşı olmuş halimizle. Gülmeden edemiyoruz biz de: Hah hah ha... Hah hah ha... Gülerken gözümüzden yaş boşanıyor. Kolay değil hızla küreselleşiyoruz.
Ah! Şu medeniyetin deli gömleği...


Hiç yorum yok: