[John Zerzan'ın Gelecekteki İlkel kitabından alıntıdır.]
Uygarlığın vazgeçilmez temeli olan tarım, köken olarak tıpkı zaman, dil, sayı ve sanat gibi bir kazanım olarak değerlendirilmişti. Yabancılaşmanın cisimleşmiş anlamına gelen tarım, parçalanmanın zaferi olduğu kadar, gerek doğa ile kültür arasında gerekse de bizzatihi insanlar arasındaki kesin bölünmeyi ifade eder.
Sahip olduğu temel nitelikleriyle hem yaşamı hem de bilinci deforme eden tarım, üretimin doğuşunu temsil eder. Tarıma geçişle birlikte toprak, üretimin basit bir aracına dönüştürülürken, gezegendeki türler bu üretimin birer nesnesi haline gelir. Vahşi ya da evcil, yabani ot ya da ekin, doğa ile birlik içinde geçen o uzun ve muhteşem dönemin yerine, görece kısa bir süre içinde, ifadesini uygarlıkta bulan despotizmi, savaşları ve esareti geçiren
ve böylece birer canlı varlık olarak sahip olduğumuz ruhu bozan o temel dualizmi temsil eder. Adorno’nun “tarihin başlangıcındaki irrasyonel felâketin azameti” olarak değerlendirdiği, Freud’un “direnen bir çoğunluğa dayatılan bir olgu” olarak gördüğü ve Stanley Diamond’un “gönüllülüğe değil, yalnızca zorunlu askerliğe dayanan” bir serüven olarak tanımladığı uygarlığın o zorunlu yürüyülü tarım tarafından dayatılmıştır. Hakeza tarımın ortaya çıkışının, modern aklın, kapsamını kavrayamayacağı “büyük altüst oluşlara ve ruhsal çöküntülere yol açtığını” savunan Mircea Eliade haksız değildir.
“İnsanların üzerinde yaşadıkları toprakları dümdüz etmek, standartlaştırmak, bu toprakların düzensizliklerini ve sürprizlerini ortadan kaldırmak”; E.M. Cioran’a ait olan bu sözler, duygusallığın ağır bastığı yaşamsal etkinliklerin sona erişine tekabül eden ve parçalanmış bir yaşamı üretip cisimleştiren tarımın mantığını mükemmel bir şekilde ifade etmektedir. Günümüzde kültür olarak bilinen yapaylık ve çalışma, tarımın başlangıcıyla birlikte ortaya çıkmış ve o dönemden itibaren hızla artmıştır; hayvanları ve bitkileri evcilleştiren insan, zorunlu olarak kendisini de evcilleştirmiştir.
Tarihsel zaman, tıpkı tarım gibi, sosyal gerçekliğe içkin veya tarih boyutu, kaynağı üretimde ya da tarımda yatan başka bir işlevselliktir. Eşzamanlı ve kendiliğinden bir açıklığa dayanan avcı-toplayıcı yaşam, zaman karşıtı bir yaşamdı; zaman bilincini yaratan şey, ardışık görevlerin daraltıcılığını ve dikte ettirilen bir rutini esas alan tarımsal yaşamdır. Çeşitliliğe ve açıklığa dayalı Paleolitik yaşamın, yerini tarımın kapalılığına bırakmasıyla birlikte, zaman güç kazanmış ve dışa kapalı bir alan niteliği sergileme noktasına gelmiştir. Resmileştirilmiş zamansal referans noktaları, -örneğin, törenlerin belirli tarihlerde sabitleştirilmesi ve günlerin isimlendirilmesi- üretim dünyasının düzenlenmesi bakımından vazgeçilmez bir öneme sahiptir; üretimin tarifesi olan takvim, uygarlığın kopmaz parçalarından biridir. Tersinden düşünmek gerekirse, zaman tarifelerinin olmaması durumunda, sadece endüstriyel toplum imkânsız hale gelmekle kalmayacak, ama aynı zamanda (her türlü üretimin kaynağı olan) tarımın sonu da tarihsel zamanın sonu anlamına gelecektir.
Arzuyu baskı altına almanın aracı olan temsil, dil ile birlikte ortaya çıkar. Bağımsız imgelerin yerine sözsel sembollerin geçirilmesiyle birlikte, yaşam daraltılmakta ve katı bir deneyim altına alınmaktadır; böylece, her türlü doğrudan ve dolaylandırılmamış deneyim, ifadesini dilde bulan o sembolik ifade tarzının boyunduruğu altına girmektedir. Benjamin Whorf’un da belirttiği gibi, dil gerçekliği parçalayıp düzenlemekte ve doğanın, grameri andıracak biçimde bölümlere ayrılması, tarımın ortaya çıkacağı sahneyi hazırlamaktadır. Gerçekten de, Julian Jaynes, yeni linguistik zihniyetin doğrudan doğruya tarımı yarattığı sonucuna varmıştır. Tarımsal işlemlerin kayıtlarını tutma ihtiyacından dolayı, dilin daha da kristalleştirilerek yazı haline getirilişi, şüphesiz uygarlığın başladığını gösteren bir işarettir.
Sık sık vurgulandığı üzere, paylaşmayı esas alan, metalaşmamış eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzında sayıya ihtiyaç yoktu. Şeyleri nicelleştirme arzusu için hiçbir zemin olmadığı gibi, bütün olanın parçalanmasını gerektiren herhangi bir neden de yoktu. Böylesi kültürel kavramlar, ancak hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesinden sonra tam olarak ortaya çıkmışlardır. Sayı sisteminin iki ünlü şahsiyeti, bu sistemin, parçalanma ve mülkiyet ile olan ittifakını açıkça ortaya koymaktadır; bu şahsiyetler, fazlasıyla dinsel bir kült haline gelen sayı sisteminin merkezi olan Pisagor ile, matematik ile bilimin babası olan ve tarlaların, özel mülkiyet, vergi, e köle emeği gibi nedenlerle ölçülmesi anlamına gelen geometriyi yaratan Euclid’dir. Uygarlığın ilk biçimlerinden biri olan kabile sistemi, kabilenin her üyesinin kesin bir sayısal yere sahip olduğu, çizgisel bir katmanlaşma düzenini dayatmıştır. Saban kültürünün doğa karşıtı çizgiselliğinden kısa bir süre sonra ise, en eski şehirlerde bile göz çarpan 90 dereceden şaşmayan ızgara planı ortaya çıktı. İlk şehirlerdeki bu ısrarlı düzenlilik, kendi başına baskıcı bir ideoloji oluşturur. Artık sayısallaşan kültür, daha katı sınırlar içine girerek, tamamen ölü hale gelir.
Bu her iki kurumu gün ışığına çıkaran öğelerden biri de, tarımla ilişki içinde olan sanattır. Sanat, gerçekliği yorumlayıp boyunduruk altına alan, doğayı rasyonelleştiren ve temel nitelikleri itibariyle tarıma tekabül eden o büyük dönüm noktasına denk düşen bir araç olarak ortaya çıkar. Örneğin, oldukça canlı ve hareketli olan Neolitik öncesi mağara resimleri, hayvanlar aleminin görkemini ve özgürlüğünü yansıtan dinamik bir coşkunluğu ifade eder. Oysa neolitik çiftçi ve pastoralistlerin sanatı, stilize olmuş tarzların katılığını yansıtmaktadır; Franz Borkenau, neolitik dönemdeki çömlekçiliği, “materyallerin ve tarzların, dar ve ürkek bir biçimde baştan savma işlendiği” bir sanat türü olarak tanımlamıştır. Tarıma geçişle birlikte çeşitliliğini kaybeden sanat, standartlaştırılan, sınırlanan ve yönetilmeye başlanan bir yaşamı mükemmel bir şekilde, yansıtan renksiz ve tekrara dayalı modellerin doğuracağı dejenerasyonun habercisi olan geometrik dizaynlara dönüşerek standartlaşmıştır. Üstelik Paleolitik sanatta, insanın insanı öldürdüğü herhangi bir temsile rastlanmazken, insanlar arasındaki çatışmayı betimleme saplantısı Neolitik dönemle birlikte gelişmiş ve savaş sahneleri yaygınlaşmaya başlamıştır.
Tarımdan önce ortaya çıkan ve tarımı doğuran zaman, dil, sayı, sanat ve kültürün tüm diğer bileşenleri, sembolleşmeye dayanır. Nasıl ki özerklik varlıkların ve insanların evcilleştirilmesinden önce geliyorsa, rasyonel ve sosyal olan da sembolleşmeden önce gelir.
Büyük bir memnuniyet ve iftiharla sözü edilen yiyecek üretiminin, “insan türünün gelişimini sağlayan kültürel bir potansiyeli yarattığı” iddia edilir. Peki ya, sembolik olana, keyfi ve baskıcı biçimlerin yaratılıp dayatılmasına yönelik eğilime ne demeli? Bu eğilim, canlı olan her şeyi nesneleştirip, şeyleştirme kapasitesinin giderek artmasından başka bir anlama gelmez. Semboller, kültürün birer basit bileşeninden çok daha fazlasını ifade eder; semboller bizi kendi deyimlerimizden uzaklaştıran yansıtıcı araçlardır. Semboller, Leakey ile Lewin’ın çarpıcı sözlerinde olduğu gibi “bir deneyimi başka bir deneyimle ilişkilendirmek gibi altından kalkılmaz bir yükü,” sınıflandırıp azaltarak “ortadan kaldırmaktadır.”
Öyleyse kültüre yön veren şey, doğayı yeniden düzenleyip ikincil plana itme zorunluluğudur. Yapay bir çevre olarak değerlendirebileceğimiz tarım, tahakküm ilişkilerinin oluşumu için gerekli olan nesne manipülasyonunu sağlayan sembolizmle birlikte bu can alıcı dolaylamayı yaratmıştır. Üstelik boyunduruk altına alınan yalnızca dışsal doğa değildir; tarım öncesi yaşamın yüz yüze ilişkilere dayalı niteliği tahakküme hiçbir şekilde yol vermezken kültür, tahakkümü daha da genişletip meşrulaştırmıştır.
Paleolitik çağda bile, sembolleştirici bir tarzla ama değişken, istikrarsız ve belki de oyuncu bir anlayışla, bazı nesne veya düşüncelerin belirli isimlerle ilişkilendirilmiş olması mümkündür. Tarımla birlikte, aynılaşmaya ve güvenliğe duyulan ihtiyaç, sembollerin en azından çiftçilik yaşamı kadar durağan ve sabit hale geldiklerini gösterir. İfadesini işbölümünde bulan düzenlilik, kurallara uyma ve teknolojik değişim, karşılıklı bir etkileşim içine girerek sembolleşmeyi yaratıp ilerletmişlerdir. Tarım, sembolik değişimin son halkasını da tamamlamış ve böylece yabancılaşma virüsü, otantik ve özgür yaşam karşısında galip gelmiştir. Bu aynı zamanda kültürel denetimin zaferidir; antropolog Marshall Sahlins’in de belirttiği gibi, “Kültürün verimiyle birlikte, kişi başına düşen iş miktarı artarken, kişi başına düşen boş zaman miktarı azalmaktadır.”
Günümüzde hâlâ varlıklarını sürdüren birkaç avcı-toplayıcı grup, tarımın henüz ele geçirmediği Inuit’in karlı bölgeleri ya da Avustralya Aborjinlerinin yaşadığı çöller gibi, “dünyanın “ekonomik açıdan en az ilgi çeken” bölgelerinde yaşamaktadır. Buna rağmen, çifçilik gibi tatsız bir işi rededen bu yaşam tarzı, hak ettiği ödülü, karşıt bir düzenlemede bulmaktadır. Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinler’deki Tassadaylar, Bostwana’daki !Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başlarındaki çiftçiler açlıknta kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölü’ndeki !Kung Sanları, Hole ile Flannery’nin şu değerlendirmesini doğrulamaktadır; “Yeryüzünde hiçbir grup, zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçiren toplayıcılar kadar boş zamana sahip olamaz.” Service bu durumu haklı olarak, böylesi grupların “son derece yalın bir teknoloji kullanmalarına ve doğa üzerinde denetim kurmamalarına” dayandırmıştır. Üstelik, yalın Paleolitik yöntemler, kendi tarzında “ileri olan” yöntemlerdi. Örneğin, üstü kapatılmış bir çukurda ısıtılan taşlardan çıkan buharla yiyecekleri pişiren basit bir pişirme tekniğini ele alalım; böyle bir teknik, her türlü çömlekten, tencereden ya da kazandan çok daha eski (ve ne artı ürünü ne de mübadeleyi gerektiren, kap kacak karşıtı) bir teknik olduğu gibi, örneğin yiyeceği suda pişirmekten çok daha sağlıklı olan, en besleyici pişirme tarzıdır. Ya da, uzun ve şaşırtıcı biçimde ince olan “defne ağacından” yapılma bıçakları ele alalım; modern endüstriyel teknikler, zarif bir şekilde yontulan ve oldukça güçlü olan bıçakların benzerlerini üretememektedir.
Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, insan türü tarafından bugüne kadar ulaşılan en başarılı ve en uzun süreli adaptasyonu temsil eder. Yoğun bir yiyecek birikimi veya tek bir türün sistemli bir şekilde avlanması gibi tarım öncesi olgular, özellikle zevk verdiği için bunca uzun süre durağan kalan bir yaşam tarzını parçalamaya başlayan ilk belirtiler olarak değerlendirilebilir. Clark’ın deyimiyle, tarımın getirdiği “kifayetsizlik ve günbegün öğütülmüşlük,” kültürün taşıyıcı aracıdır; üstelik bu aracın “rasyonelliği”, yarattığı sürekli dengesizlikte ve mantıki ilerleyişinin bir sonucu olarak, aşağıda özetlemeye çalışacağım eşi benzeri görüşmemiş bir yıkım gerçekleştirmesinde yatar.
Toplayıcılığın, yaşamın sürdürülmesinde çok daha uzun süreli bir bileşen olduğu kabul edildiği için, avcı-toplayıcı terimini tersine çevirmek gerekmekle birlikte (ki bunu yapan mevcut antropologların sayısı hiç de az değildir), avcılığın doğası evcilleştirme ile belirgin bir karşıtlık içindedir. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi ya da çoban ile üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilşikiden, nitel bakımdan açıkça farklıdır.
Düzeni dayatma ve şeyleri egemenlik altına alma arzusunun kanıtlarına, yeni ortaya çıkmış dinlerin baskıcı törelerinde ve kirlilik tabularında rastlanmaktadır. Dünyanın nihai olarak boyunduruk altına alınması anlamına gelen tarım, en azından bazı nitelikleri itibariyle, muğlak davranışların ortadan kaldırıldığı ve arınmışlık ile kirlenmenin karşıt kategoriler olarak tanımlanıp dayatıldıkları bir gelişim seyri izlenmiştir.
Levi-Strauss dini, doğaya yönelik bir insanbiçimcilik olarak tanımlamıştır; doğaya herhangi bir kültürel değer veya özellik dayatmayan eski tinsellik, doğaya katılımı esas olmıştı. Kutsal olan, ayrı olan anlamına gelirken, şaman ve rahip türünden uzmanların denetiminde, günlük yaşamdaki birer etkinlik olmaktan çıkarılan ritüel ve biçimselleştirme, hiyerarşi ve kurumlaşmış iktidarla yakından ilişkilidir. Din, gerçekliğin “daha üstün” düzeni aracılığıyla, kültürü yaratan ve meşrulaştıran bir olgu olarak ortaya çıkmıştır; tarımın doğal olmayan talepler toplumdaki dayanışmayı korumak gibi bir işlevi özellikle gerektirmiştir.
Anadolu’daki Çatal Höyük’te bulunan Neolitik köyde, her üç odadan biri, ritüel amaçlar için kullanılmıştır. Kurban öğesinin eşlik ettiği sistematik bir baskı biçimi olan saban ve tohum, Burkert’e göre, birer ritüel kurban olarak değerlendirilebilir. Evcilleştirilmiş hayvanların (hatta insanların) ritüel amaçlarla kesilmesi anlamına gelen kurban olgusu, tarım toplumlarıyla birlikte yaygınlaşmaktadır; üstelik kurbana yalnızca tarım toplumlarında rastlanmaktadır.
Bazı önemli Neolitik dinler sık sık, toprak ana mitolojisi aracılığıyla, tarımın doğada yarattığı tahribatı gidermeye yönelik sembolik çabalar içine girmişlerdir; bu çabaların, yitirilen bir bütünlüğün yeniden kazanılması bakımından hiçbir işe yaramadıklarını söylemeye bile gerek yok. Bu dinlerin bir diğer çarpıcı özelliği de bereket efsaneleridir; Mısırlı Osiris, Yunanlı Persefones, Filistinli Baal ve İncil’deki İsa, ölümleri ve yeniden dirilmeleri, sadece insan ruhunun değil, ama aynı zamanda toprağın sebatkârlığına da tekabül eden tapılardır. İlk tapınaklar, bir evcilleştirme alanı veya çiftlik avlusu olarak evreni model alan kozmolojilerin ortaya çıkışını temsil eder; ve bu kozmolojile insanın bağımsızlığını ortadan kaldıran anlayışın meşrulaştırılmasına hizmet etmiştir. Redfield tarafından da belirtildiği gibi, uygarlık öncesi toplum, “çoğunlukla ilan edilmemiş olan ama sürekli olarak farkında olunan ahlâki anlayışlarla bir arada tutulurken” din, yurttaşları yaratan ve ahlâki ilkeleri kamusal yönetime tabi kılan bir yöntem olarak gelişmiştir.
Evcilleştirme, yoğun bir şekilde artan işbölümü anlamına gelen üretimi içermiş ve toplumsal katmanlaşmanın eksik kalan halkalarını tamamlamıştır. Bu ise, hem insan yaşamının niteliği hem de gelişimi açısından can alıcı bir dönüşüm anlamına gelmiş ve insanın gelişimini eşi görülmemiş bir şiddet ve çalışma ile gölgelemiştir. Bu arada, avcı-toplayıcıları şiddete yatkın ve saldırgan insanlar olarak betimleyen masalların aksine, son zamanlardaki bulgular, örneğin turnbull tarafından incelenen Mbuti (“pigmeleri”) türünden çiftçi olmayan grupların, hayvanları saldırgan olmayan bir ruhla, hatta bir tür mahçubiyetle öldürdüklerini göstermektedir. Oysa herhangi bir uygarlığın veya devletin oluşumu ile savaş arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunmaktadır.
İlk insanlar, farklı grupların toplayıcılık veya avcılık yaparken bölgeleri paylaşamamaları yüzünden birbirleriyle savaşmamışlardır. en azından, “toprak” mücadelesi, etnografik literatür içinde yer almamaktadır; kaldı ki, kaynakların çok daha bol olduğu ve henüz uygarlıkla ilişkinin kurulmadığı tarih öncesinde, böylesi mücadelelerin cereyan etmiş olması ihtimali çok daha düşüktür.
Gerçekten de, bu insanlar herhangi bir özel mülkiyet anlayışına sahip değildir; bölünmüş toplumun, ilk defa küçük bir toprak parçasını ekerek, “Bu toprak benimdir” diyen ve başkalarını kendisine inandıran kişinin eylemiyle ortaya çıktığını savunan Rousseau’nun bu çarpıcı değerlendirmesi kesinlikle doğrudur.
Pietro, Kolomb’un ikinci seferinde karşılaştığı yerlilerden, 1511′de şöyle söz ediyor: “Tüm kötülüklerin kaynağı olan ‘benimki ve seninki’nin onlar arasında yeri yoktur.” Birkaç yüzyıl sonra, hayatta kalmayı başaran Amerikan Yerlileri şöyle soruyordu; “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım malı mülkü yaratıp yüceltmektedir. İngilizce’deki belongings (kişisel eşyalar) sözcüğünün kökeni olan longing (özlem) sözcüğünü hatırlayın; bu sözcükler, yitirilen bir şeylerin yerini doldurmak gibi sonuçsuz bir çabayı ifade ediyormuş gibi görünüyor.
Benzer şekilde, farklılaşmış bir kategori olarak çalışma, tarımdan önce yoktu. İnsanların ekinlere ve hayvan sürülerine prangalanması durumu, görece kısa olan bir dönemde ortaya çıkmıştır. Yiyecek üretimi, genel yokluğu ya da toplum içindeki ritüel ve hiyerarşik boşluğu gidermiş ve zorunlu emekle tapınakların inşa edilmesi türünden uygarlaşmış etkinlikleri doğurmuştur. İç ve dış gerçeklik arasındaki “Kartezyen bölünme” tam da bu noktada karşımıza çıkmaktadır; ve bu bölünmeyle birlikte doğa, üzerinde “çalışılacak” basit bir nesneye dönüşmektedir. Uygarlığın tüm altyapısı ve yoğunluğu giderek artan baskısı, yerleşikliğe ve köleliğe geçilmesiyle ortaya çıkan böylesi bir yaşama dayanmaktadır.
Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Eleanor Lealock, tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki eşitçiliğin, “erkeklere olduğu kadar kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulandığını” savunmuştur; bunu sağlayan şey, görevlerin özerk olması ve kararların, bu kararları hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da değerlendirilmemişlerdir.
Tarımın doğurduğu sürekli çalışma iletiyle birlikte, Cennetten kovulma söylencesinde Tanrı kadına şöyle demiştir; “Senin acını ve gebeliğini fazlasıyla arttıracağım; acı içinde çocuk doğuracaksın; bu arzu senin kocana ait olacak ve o seni yönetecektir.” Benzer şekilde, bilinen ilk yasalar; örneğin Sümer kralı Ur-Namu’nun yasaları, arzularını evlilik dışında tatmin edecek tüm kadınların öldürülmesini emretmiştir. Whyte, kadınların “erkeklere ilk yenilgisinin, insanların avcılığa ve toplayıcılığa dayanan basit bir yaşamdan vazgeçmesiyle gerçekleştiğinden” söz ederken, Simone de Beauvoir, saban ile erkekli uzvu arasında kurulan denklemde, kadınlar üzerindeki erkek otoritesinin sembolünü saptamıştır.
Vahşi hayvanların et üreten birer makinaya dönüştürülmeleriyle birlikte, “toprağı işleme”” düşüncesi insanlara dayatılan bir erdem haline gelmektedir; bu erdemin anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükte koparılmasıdır. Rice’ın da işaret ettiği gibi, ilk uygarlık olan Sümerler tarafından kurulan ilk şehirlerin başlıca niteliği, bu şehirlerin, gelişkin bir örgütlenmeyi ve görev dağılımını içeren fabrikalara sahip olmasıdır. Uygarlık bu noktadan itibaren, insan emeğine dayalı kitlesek yiyecek üretimini, binaları, savaşları ve otoriteyi temsil etmektedir.
Yunanlılara göre, çalışma bir melanetten başka bir şey değildi. Yunanlıların çalışmaya verdiği isim -ponos Latince’de acı anlamına gelen poena sözcüğü ile aynı köke sahiptir. Çalışmanın kökenini bize hatırlatan bir diğer öğe de, Eski Ahit’teki Cennetten kovulma sahnesinde (Yaratılış 3:17-18) tarıma edilen bedduadır. Mumford tarafından da belirtildiği gibi; “Uyum, tekrar ve sabır, bu [Neolitik] kültürün… çalışma için gereken sabır kapasitesinin kilit öğeleri oluşturmuştur.” Paul Shepard’a göre, köylülerin “derin ve gizli duygularına, dürüstlük ve hantallık karışımı kalabalıklarına ve mizahtan yoksun oluşlarına” yol açan şey, duranlığı ve beklemeyi içeren bu monotonluk ve pasifliktir. Çiftçilikle birlikte ortaya çıkan evcilleşmiş yaşama, sabırlı bir duyarsızlık, dini inançların vazgeçilmez özelliği olan düş yoksunluğu, somurtkanlık ve şüphe gibi nitelikler de atfedilebilir.
Yiyecek üretimi özü itibariyle siyasal tahakküm için gizli bir gönüllüğü içermesine rağmen ve uygarlaştırıcı kültür başından beri bu tahakkümün propaganda aygıtı olmasına rağmen, bu büyük dönüşüm olağanüstü mücadelelere tanık olmuştur. Fredy Perlman’ın Against His-stroy, Against Leviathan!* (Erkeğin Tarihine Karşı, Leviathan’a Karşı!) adlı çalışması bu açıdan eşsiz bir eserdir ve uygarlığın içindeki ve dışındaki bileşenler olan “iç” ve “dış proletaryalara” dikkat çeken Toynbee’nin görüşlerini muazzam bir şekilde zenginleştirmektedir. Buna rağmen, değnekle kazarak yapılan çiftçilikten, sabana dayalı tarıma ve gelişkin bir sulama sistemine varan süreçte, toplayıcı ve avcılar zorunlu olarak neredeyse tamamen soykırıma uğratılmışlardır.
Artı ürünlerin ortaya çıkışı ve depolanması, evcilleştirici bir tarzla şeyleri denetim altına alma ve statikleştirme arzusunun bir uzantısı, sembolleştirme eğiliminin bir başka boyutudur. Doğanın akışına karşı kazılan bir siperi andıran artı ürün, sürü hayvanı veya bir tahıl ambarı olarak cisimleşmektedir. Depolanmış tahıl, eşdeğerliğin ilk aracı olduğu gibi, aynı zamanda sermayenin ilk biçimi olmuştur. emek sarfiyatı ile toplumsal sınıflardaki aşamalı değişim, ancak servetin depolanabilir tahıl olarak ortaya çıkmsıyla birlikte başlamıştır. Tüm bu olup bitenlerden önce de yabani tahıllar var olmalarına rağmen (bu arada, yabani buğday yüzde 24 oranında protein içerirken, evcilleştirilmiş buğday yüzde 12 oranında protein içermektedir), kültürel eğilimler her türlü farklılığı yaratmıştır. Şehirlerdeki uygarlık sembolleşmeye olduğu kadar tahıllara da dayanmıştır.
Eski çağlarda doğaya düşman olduğumuzu, boşa zamana sahip olmadığımızı savunan yaygın anlayışın son zamanlarda tamamen tersyüz edilmesiyle birlikte, tarımın kökenine ilişkin sırlara akıl erdirmek daha da zor hale gelmiştir. “İlk insanların,” diye yazar Arme, “ağır çalışmadan ve açlıktan kurtulmak üzere hayvanları ve bitkileri evcilleştirdiklerini düşünmek artık mümkün değildir. Zira bunun tam da tersi oldu ve tarımın ortaya çıkışı masumiyetin sona erişi anlamına geldi.” Uzunca bir süre hep şu soru sorulmuştur; “Tarım neden insan evriminde çok daha önceden geliştirilmedi?” Oysa daha yakın zamanlarda, Cohen’in deyimiyle, tarımın “avcılık ile toplayıcılıktan daha kolay olmadığını, yaşamın kalitesini yükseltmediğini ve daha lezzetli ve güvenli yiyecek kaynakları sağlamadığını” artık biliyoruz. O nedenle, günümüzde ortaya atılan ortak soru şudur; “Neden durup duruken tarım geliştirildi?”
Tarımın ortaya çıkışı konusunda, hiçbiri inandırıcı olmayan pek çok teori öne sürülmüştür. Childe ve benzeri tarihçilere göre, nüfus artışı, insan topluluklarının diğer türlerle daha yakın bir ilişkiye girmelerini gerektirmiş ve böylece, ek insan nüfusunun beslenmesi ihtiyacından ötürü, evcilleştirmeyi ve üretimi yaratmıştır. Ne var ki, nüfus artışının tarımı öncelemediği, tersine tarımın nüfus artışına yol açtığı olgusu son derece inandırıcı verilerle kanıtlanmıştır. Örneğin Flannery şu sonuca varır; “Dünyanın hiçbir yerinde, tarımın ortaya çıkışına nüfus baskısının yol açtığını gösteren herhangi bir kanıt göremiyorum.” Bir başka teoriye göre ise, Buzul Çağı’nın sonunda, yani yaklaşık 11.000 yıl önce, yaşanan büyük iklim değişiklikleri avcı-toplayıcı yaşamı bozmuş ve doğrudan belli başlı ürünlerin işlenmesine yol açmıştır. Ancak son zamanlardaki tarihlendirme yöntemleri bu yaklaşımı geçersiz hale getirmiştir; yeni bir yaşam tarzını dayatabilecek denli kapsamlı olan hehrangi bir iklim değişikliği yaşanmamıştır. Kaldı ki, her türlü iklimde uygulanabilecek – ya da reddedilebilecek – sayısız tarım türü bulunmaktadır. Bir diğer önemli hipoteze göre, tarım, kazara yapılan bir keşif ya da icat aracılığıyla ortaya çıkmıştır. Örneğin, filizlenen tohumun bir yiyeceğe dönüşmesi gibi; sanki daha önceki türler buna hiç tanık olmamış gibi. Oysa Paleolitik insanlığın, bitkilerin ekilmeye başlandığı dönemden on binlerce yıl önce bile muazzam bir flora ve fauna bilgisine sahip olduklarından artık şüphe edilmediğini dikkate aldığımızda, bu teori oldukça zayıf kalmaktadır.
“Tarımı doğuran şey, giderek artan ya da kronik hale gelen bir yiyecek kıtlığı değildir” diyen Carl Sauer’in bu çıkarsaması, daha önce öne sürülen tüm teorileri göz ardı etmek için fazlasıyla yeterlidir. Böylece geriye, Hahn, Isaac ve diğerlerinin savunduğu düşünce kalmaktadır; en makul hipotezlerden biri olan bu yaklaşıma göre, yiyecek üretimi başlangıçta dinsel bir etkinlik olarak ortaya çıkmıştır.
Evcilleştirilen ilk hayvanlar olan koyunların ve keçilerin, yaygın bir şekilde dinsel törenlerde kullanıldıkları ve kurban edilmek üzere yakın otlaklarda beslendikleri bilinmektedir. Daha da önemlisi, koyunlar evcilleştirilmeden önce, tekstil faaliyetlerinde değerlendirilmeye müsait olan yünden yoksundu. Darby’ye göre uygarlığın ilk merkezleri olan güneydoğu Asya ve doğu Akdeniz’de tavuk, “beslenmeden ziyade, kutsal nedenlerle veya bir kurbanlık olarak” kullanılmıştır. Sauer şunu ekler; evcilleştirilmiş kümes hayvanlarının “yumurta ve et kaynağı olma niteliği, görece bu hayvanların evcilleştirilmelerinden sonra ortaya çıkan bir sonuçtur.” Yabani sığırlar vahşi ve tehlikeliydi; ayrıca ne öküzlerin uysallığı ne de hadım edilmiş böylesi hayvanların sonradan değiştirilen et sertlikleri öngörülmüş olamaz. Büyük baş hayvanlar ancak ilk tutsaklıklarından yüzlerce yıl sonra sağılmaya başlanmıştır; ayrıca çeşitli temsiller, bu hayvanların, ilk kez, dini geçit törenlerinde koşum hayvanı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Bir sonraki adımda denetim altına alınan bitkiler de benzer bir köken sergilemektedir. Eskiden Yeni Dünya’da, tören çıngırakları olarak kullanılan balkabakları bunun örneğidir. Johannessen, Meksika’nın en önemli ekini olan ve yerli Neolitik dinin merkezinde bulunan mısırın ıslah edilmesini, dinsel ve mistik motiflerle ilişkilendirmiştir. Benzer şekilde, Anderson, büyüleyici çarpıcılıklarından ötürü ekilen farklı bitkilerin seçilmesini ve geliştirilmesini araştırmıştır. Şunu da eklemek isterim ki, şamanlar, ritüel ve dinsel etkinlikler çerçevesinde bitkilerin ıslah edilmesi ve ekilmesi aracılığıyla tarımı başlatabilecek elverişli bir iktidar konumuna sahip olmuşlardır.
Tarımın ortaya çıkışına getirilen dinsel açıklama genellkle küçümsenmesine rağmen, bence böyle bir açıklama bizi tam da üretimin doğuşu üzerine yapılan yorumların özüne götürmektedir; üretim derken, zaman, dil, sayı ve sanat biçiminde yaygınlaşan ve nihayet tarımla birlikte maddi ve manevi dünyayı ele geçiren o yabancılaşmanın rasyonel olmayan kültürel gücünü kastediyorum. “Din,” bu hastalığın ortaya çıkışını ve yayılmasını kavramsallaştıramayacak kadar dardır. Hakeza tahakküm de, din olarak adlandırdığımız patolojinin tek başına yaygınlaştıramayacağı ölçüde ciddi ve kuşatıcı bir olgudur.
Öte yandan, dinin birer bileşeni olan denetime ve tekbiçimliliğe dayalı kültürel değerler kesinlikle ve başlangıçtan itibaren tarımın da değerleridir. Tahıl türlerinin oldukça kolay bir şekilde birbirleri tarafından döllendiğini fark eden Anderson, son derece ilkel bir çiftçi grup olan Assam’daki Naga kabilesi üzerinde çalışmış ve bu kabilenin, bitkiden bitkiye herhangi bir farklılık sergilemeyen tahıllarını incelemiştir. Kültürün, üretimle birlikte başladığının somut örneği olan Naga kabilesi, “yalnızca ideal bir türe gösterdiği fanatik bir bağlılıkla” kendi tahıl türünü son derece sade tutmuştur. Bu örnek, kültür ile evcilleştirmenin tarım içindeki evliliğini ve bu evliliğin kaçınılmaz evlatları olan baskıyı ve çalışmayı göstermektedir.
Bitkilerin nesillerindeki hassas değişim, aynı zamanda hayvanların evcilleştirilmesiyle de paralellik içindedir, hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeye taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzla yeniden oluşturulmaktadır. Tıpkı bitkiler gibi, hayvanlar da yalnızca işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür; örneğin bir mandıra ineği, otu süte dönüştüren bir tür Makine olarak değerlendirilir. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilemek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Kural olarak, büyümeye daha çok, etkinliğe daha az enerjinin verildiği evcil memelilerde yeni nesillerin üretilmesiyle birlikte, beyin hacmi görece daha da küçülmüştür. En fazla evcilleştirilmiş sürü hayvanı olan koyunun sergilediği durgunluk, bu durumun en tipik örneğidir; zira yabani koyunlardaki çarpıcı zekâ, evcilleştirilen koyunlarda tamamen kaybolmuştur. Evcil hayvanlar arasındaki toplumcul ilişkiler, en kaba zorunluluklara indirgenmiştir. Hayvanların yaşam çemberinin üretime yönelik olmayan evreleri asgariye inmiş, aralarındaki kur oyunları azalmış ve hayvanın kendi türünü tanıma yetisi zayıflatılmıştır.
Çiftçilik aynı zamanda hızlı bir çevresel yıkım potansiyelini de beraberinde getirmiş ve doğa üzerinde kurulan tahakküm, uygarlığın ortaya çıktığı yemyeşil alanları kısa süre içinde çorak ve cansız bölgelere dönüştürmüştür. “Uçsuz bıcaksız bölgelerin görünüşü tamamen değişmiştir” diyen Zeuner’in tahminine göre bu değişim, “Neolitik dönemin başlangıcından itibaren, hep daha fazla kuraklık doğrultusunda olmuştur.” Bir zamanlar görkemli uygarlıkların filizlendiği bölgelerin çoğu günümüzde birer çöl haline gelmiştir ve bu ilk uygarlık oluşumlarının, çevrelerini kaçınılmaz olarak yıkıma uğrattıklarını gösteren pek çok tarihsel kanıt bulunmaktadır.
Akdeniz Havzası ile yanı başındaki Yakın Doğu ve Asya boyunca tarım, verimli ve cömert toprakları tüketerek çorak ve kayalık arazilere dönüştürmüştür. Yunanistan’ın ormansızlaştırılmasından söz eden ve daha önceki zenginlikle bir kıyaslama yapan Platon, Critias adlı eserinde Attika’yı “hastalığa yenik düşen bir iskelet” olarak tanımlar. Geviş getiren hayvanların evcilleştirilen ilk iki türü olan keçiler ve koyunlar için açılan otlaklar, Yunanistan, Lübnan ve Kuzey Afrika’nın çıplak hale getirilmesinde ve Roma ile Mezopotomya imparatorluklarının çölleşmesindeki başlıca faktördür.
Tarımın, son yıllarda giderek daha da aydınlığa kavuşturulan ilk sonuçlarından biri de, çiftçilerin fiziksel sağlıkları üzerindeki etkisidir. Lee ve Devore araştırmalarında şunu görmüşlerdir; “toplayıcı halkların beslenme rejimi çiftçilerin beslenme rejiminden çok daha sağlıklıdır, açlığa nadiren rastlanmaktadır, toplayıcıların sağlık koşulları genellikle daha iyidir ve kronik hastalık vakaları çok daha seyrektir.” Buna karşılık, Farb şu yorumu yapmıştır; “Üretim, sınırlı sayıda yiyeceğe dayanan daha düşük bir beslenme rejimi sağlar, çeşitli olumsuz koşullar ve iklimin beklenmeyen hareketlerinden dolayı daha az güvenilirdir ve harcanan insan emeği bağlamında çok daha pahalıdır.”
Öte yandan, paleopatolojinin yeni alanlarında çok daha önemli sonuçlara ulaşılmıştır; örneğin, Angel, “yiyecek toplayıcılığından yiyecek üretimine geçişle birlikte, büyümede ve besin değerinde ortaya çıkan bariz düşüşe” işaret etmiştir. İnsan ömrü konusunda daha önce varılan sonuçlar da yeniden tartışmaya açılmaktadır. Florida’daki Kızılderili babaların ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan on altıncı yüzyıldaki İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel halkların 30′lu ve 40′lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştır. Robson, Boyden ve diğerleri insan ömrünün uzunluğu konusundaki muammayı ortadan kaldırmış ve mevcut avcı-toplayıcıların, yaralanma ve şiddetli enfeksiyonlar dışında, çoğu zaman kendi çağdaşları olan uygar insanlardan daha fazla yaşadıklarını keşfetmişlerdir. Sanayi çağı boyunca, insan ömrü ancak yakın zamanlarda uzamıştır. Paleolitik dönemlerde ise, insanların çeşitli riskler bir kez atlatıldıktan sonra, uzun süre yaşayan hayvanlar oldukları olgusu artık yaygın bir kabul görmektedir. Uygarlıkla ilişki kurulmasıyla birlikte insan ömrünün bariz şekilde kısaldığını savunan De Vries haklıdır.
Jared Diamın şöyle yazmıştır: “Tüberküloz ve ishal hastalıkları çiftçiliğin ortaya çıkışıyla, kızamık ve hıyarcıklı veba ise büyük şehirlerin oluşumuyla birlikte başlamıştır.” Muhtemelen insanlığın en büyük katili olan sıtma ve neredeyse tüm diğer bulaşıcı hastalıklar tarımdan bize kalan mirastır. Beslenme bozuklukları ve dejeneratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve kültürün saltanatıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca birkaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır.
Tarım öncesi insanlar çok daha güçlü duyulara sahip olmuşlardır. R.H. Post, !Kung Sanları’nın, tek motorlu bir uçağın sesini 70 mil öteden duyabildiklerini ve Jüpiter’in dört uydusunu çıplak göze görebildiklerini belirtmiştir. Harris ile Ross’un şu düşüncesi pek çok kişi tarafından küçümsenmiştir; “çiftçiler daha önceki avcı-toplayıcılarla kıyaslandığında, insan yaşamının niteliğinde – muhtemelen uzunluğunda da – topyekün bir gerileme yaşandığı görülmektedir.”
En kalıcı ve yaygın söylencelerden birine göre, bir zamanlar, tarihin başlangıcından önce, huzurun ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir Altın Çağ vardır. Örneğin Hesiod, “envai çeşit meyvesini, ağır çalışma rüşvetini almadan sunan yaşam kaynağı topraktan” söz eder. Açıkçası Eden, avcı-toplayıcıların yaşadığı yerdi ve tairhsel cennet imgeleri, düşkırıklığına uğramış toprak işçilerinin yitik özgürlüklerine ve rahatlarına olan özlemini ifade etmektedir.
Uygarlık tarihi, doğanın giderek daha fazla insan deneyimlerinden koparıldığını göstermektedir ve bunun bir yansıması da yiyecek seçeneklerindeki azalmadır. Rooney’e göre, tarih öncesi insanlar 1500′ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, Wenke bize şunu hatırlatır; “Tüm uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya birkaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir.”
Pyke şu çarpıcı gerçeğe işaret eder; “yenilebilen farklı yiyeceklerin sayısı” yüzyıllar boyunca hızlı bir şekilde azalmıştır.” Dünya nüfusunun geçimi artık yalnızva 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir ve doğal bitki nesillerinin yerine suni melezleri geçirilirken, bu bitkilerin genetik oluşumundaki çeşitlilik giderek azalmıştır.
İmal edilen yiyecek oranı arttıkça, yiyeceklerdeki çeşitlilik ortadan kalkma veya zayıflama eğilimi göstermektedir. Günümüzde dünya çapında yaygınlaşan beslenme rejimi artık öylesine aynılaşmıştır ki, Inuitli bir Eskimo da Afrikalı bir tüketici de, muhtemelen kısa bir süre sonra, Wisconsin’de üretilen süt tozunu ya da İsveç’teki bir fabrikada üretilen donmuş balıkları yiyecektir. Dünya’nın en büyük yiyecek üretici firmalarından biri olan Unilever türünden çokuluslu şirketler, fazlasıyla entegre hale gelmiş bir hizmet sektörünün öncülüğünü yapmaktadır; ve bu sistem bireyin beslenmesini, hatta doyurulmasını değil, fabrikasyon ürünlere dayalı eşi benzeri görülmemiş bir tüketimin tüm dünyaya dayatılmasını amaçlamaktadır.
Descartes, insanın temel görevinin, maddenin her türlü amaç için serbestçe kullanılması olduğu ilkesini açıkça ifade ettiğinde, doğadan kopma sürecimiz tamamlanmış ve sanayi Devrimi’nin yolu açılmış oluyordu. Üç yüz elli yıl sonra bu ruh, Fransa’daki Doğal Tarih Müzesi Müdürü Jean Vorst’un kişiliğinde yeniden karşımıza çıktı; Vorst, türümüzün “akıldan ötürü” artık belli bir uygarlık barajını aşamayacağını ve böylece yeniden doğal bir ortamın parçası haline geldiğini belirtiyordu. Tarımın özgün ve azimli emperyalizmini mükemmel bir şekilde ifade eden Vorst sözlerine şöyle devam etmiştir; “Yeryüzü ilkel haliyle, yayılmamıza müsait olmadığından, insan muradına erebilmek için, yeryüzünü zincire vurmalıdır.”
İlk fabrikalar tamamen tarımsal modeli taklit etmiştir; bu da, her türlü üretimin esas olarak çiftçiliğe dayandığını göstermektedir. İlk yerleşimcilerin, toprağı ilk defa işlemek üzere bir sabana altı öküz koştukları Orta Amerika bozkırlarını hatırlamamak mümkün değil. Frank Norris’in 1870′teki The Octopus (Ahtapot) adlı eserinde, saban takımlarının bir kerede 175 hat açtığı San Joaquin Vadisi’nde “büyük bir topçu birliği” gibi sürüldükleri sahne de unutulmazdır.
Günümüzde, organik olandan geriye ne kalmışsa, birkaç petro-kimya holdingi tarafından tamamen mekanik hale getirilmektedir. Bu holdinglerin suni gübreleri, böcek ve bitki zehirleri ile dünyadaki tohum stokunun neredeyse tümüyle tekellerin eline geçmesi, ekimden tutun da tüketime varıncaya dek yiyecek üretimini tamamen entegre hale getiren bir ortamı ifade etmektedir. “Uygarlık aynen şeker pancarı gibi monokültür üretmektedir” diyen Levi-Strauss haklı olmakla birlikte, tamamen sentetik olan bu yönelim, yalnızca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizi tahakküm altına almaya başladı.
Tarım toprağa kattığı organik maddelerin çok daha fazlasını topraktan almakta ve erozyon yıllık monokültür raporlarının temel öğesi haline gelmektedir. Bazı yıllık raporlar, toprak konusunda ortaya çıkan vahim sonuçlarla dolup taşmaktadır; pamuk, soya fasulyesi ve mevcut evcilleştirilmiş haliyle tamamen tarıma bağımlı hale getirilen tahıl, en ölümcül veriler arasındadır. J. Russel Smith, tahılı, “kıtaların katili… ve insan geleceğinin en büyük düşmanlarından biri” olarak adlandırmıştır. Bir Iowa tahılı kilesinin erozyon maliyeti iki toprak kilesine eşdeğerdir; bu da, tarım alanlarında çok daha geniş bir ölçeğe ulaşan endüstriyel yıkımı ifade eder. Devasa boyutlara varan monokültürlerin kesintisiz işleyişi ve gübre ya da humus uygulanmaksızın kimyasalların yaygın bir şekilde kullanılması, toprağı daha da kötüleştirmekte ve toprak kaybını çok daha yüksek bir düzeye çıkarmaktadır.
Egemen tarımsal anlayışa göre, asıl amaçları azami üretim olan teknisyenlerin denetiminde, toprağa bol miktarda kimyasal madde katmak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, suni gübreler ve tüm diğer kimyasallar, topraktaki karmaşık yaşam gerekliliğini ortadan kaldırmakta ve toprağı basit bir üretim nesnesine dönüştürmektedir. Zira teknolojinin hedefi, biyosferin doğal dengesini bozan tamamen yapaylaşmış bir çevre, yani topyekün kontroldür.
Ancak, azalmaya başlayan büyük monokültürel kârları yükseltmek üzere sularında ve yiyeceklerde ortaya çıkan zehirli kirlenme kimsenin umrunda değil. ABD Tarım Bakanlığı, ülkenin ekilebilir arazilerinde yılda iki milyar tonluk toprak erozyonu yaşandığını bildirmektedir. Ulusal Bilimler Akademisi, yüzey toprağının üçte biri aşkın kısmının daha şimdiden yok olduğunu tahmin etmektedir. Tek tip tarım ve sentetik gübrelerin yarattığı ekolojik dengesizlik, zararlı böceklerde ve ekin hastalıklarında muazzam bir artışa yol açmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, böceklerden dolayı yaşanan mahsul kaybı iki katına çıkmıştır. Elbette teknoloji, daha sentetik gübrelemeler, “yabani ot” ve “haşere” öldürücü ilaçlarla bu kaybı gidermeye çalışmakta ve böylece doğaya karşı işlenen suçu daha da korkunç hale getirmektedir.
Savaş sonrası olgulardan biri de, yoksul Üçüncü Dünya’nın Amerikan sermayesi ve teknolojisi tarafından kurtarılması olarak yutturulan Yeşil Devrim’di. Ne var ki, Yeşil Devrim açları doyurmak yerine, büyük holding çiftliklerini geliştiren programın kurbanları olarak milyonlarca yoksul kişiyi Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki tarım alanlarından kopardı. Eski kırsal komünalizmi ortadan kaldıran, yoğun bir fosil yakıt tüketimini gerektiren ve doğaya karşı eşi benzeri görülmemiş ölçekte bir saldırı başlatan Yeşil Devrim, sermaye merkezli tarım ticaretine yol açan muazzam bir teknolojik sömürü anlamına geldi.
Çölleşme, ya da tarımdan kaynaklanan toprak kaybı hızlı bir şekilde arttır. Dünya çağında her yıl, Belçika’nın yüzölçümünün iki katını aşkın bir bölge çöle dönüşmektedir. Dünya’daki tropikal yağmur ormanlarının kaderi, bu çoraklaşmayı daha da arttıran bir faktördür; söz konusu yağmur ormanlarının yarısı, son otuz yıl içinde ortadan kaldırılmıştır. Afrika’nın son vahşi bölgesi olan Bostwana’daki ormanlık alanlar, Amazon’un balta girmemiş ormanlarının önemli bir kısmı ve Orta Amerika’daki yağmur ormanlarının neredeyse yarısı, sırf ABD ve Avrupa’daki hamburger pazarı için hayvan üretmek adına ortadan kaldırılmıştır. Şimdilik ormansızlaştırma tehlikesiyle karşı karşıya olmayan birkaç bölge ise, tarımın gitmek istemediği yerlerdir. Tıpkı 1980′li yılların ortalarında Afrika’da yaşanan şiddetli açlığın kaynağının toprak kaybı olması gibi, ABD’deki toprak kaybı da, ilk on üç koloninin kapsadığından çok daha büyük bir alan içermektedir ve nesilleri tükenen yabani hayvan ve bitki türleri birbirlerini izlemektedir.
Hayvanlara yeniden dönmek gerekirse, Yaratılış efsanesinde Tanrı’nın Nuh Peygamber’e söylediklerini anımsayabiliriz; “Ve senin korkun ve senin dehşetin, havadaki tüm kuşlar, yeryüzünde hareket eden tüm hayvanlar ve denizdeki tüm balıklar üzerinde olacaktır; onlar senin ellerine teslim edilmiştir.” Yeni keşfedilen topraklar, üretimin öncü birlikleri tarafından ilk kez ziyaret edildiklerinde, geniş bir tanıtım literatürünün de gösterdiği gibi, yabani memeliler ve kuşlar kâşiflerden hiçbir şekilde ürkmemişlerdir. Oysa İncil’deki pasajda oldukça isabetli bir şekilde önceden dile getirilen tarımcı zihniyet, yabani varlıkların yırtıcılığı konusunda abartılı bir inanç yaymaktadır; bunun nedeni, ilerlemenin getirdiği yabancılaşma, hayvanlar dünyasıyla ilişkinin yitirilmesi ve ayrıca bu dünya üzerinde tahakkü kurma ihtiyacıdır.
Evcil hayvanların kaderi, tarımcı teknolojistlerin, kendi üretim sistemlerini mükemmelleştirmek üzere daima fabrikaları bir model olarak görmeleri olgusuyla belirlenmektedir. Doğa bu sistemlerden tamamen dışlanmıştır; çiftlik hayvanları, deforme edilmiş yaşamları boyunca, büyük ölçüde hareketsiz tutulmakta ve tamamen suni bir ortamda kitlesel ölçekte yetiştirilmektedir. Örneğin milyarlarca tavuk, domuz ve dana, tarlalarda özgürce dolaştıkları eski günler şöyle dursun, artık gün ışığını bile görememektedir; ve alçakça hapsedilen bu varlıkları beslemek üzere gün geçtikçe daha fazla otlaş işlendikçe, kırlık alanlar da giderek daha ıssız bir hale gelmektedir.
Stresten kaynaklanan kavgalarda ölüm oranını azaltmak üzere gagaları kesilen yüksek teknoloji ürünü tavuklar çoğu zaman dörtlü hatta beşli gruplar halinde “12′ye 18′lik” bir kafeste yaşamakta ve yumurtlama dönemlerinin düzene girmesi için, on güne varan sürelerle yiyecekten ve sudan yoksun bırakılmaktadırlar. Domuzlar, herhangi bir yalıtım maddesinin bulunmadığı çıplak beyon zeminler üzerinde yaşamaktadır; fiziksel koşullardan ve stresten dolayı, ayak çürümesi, kuyruk ısırması ve birbirini yeme yaygın hastalıklardır. Dişi domuzlar, yavrularını metal bir ızgaranın ardından emzirmekte, anne ve diğer yavrular arasındaki doğal temas engellenmektedir. Danalar çoğu zaman karanlık içinde tutulmaktadır ve etraflarında dönmelerine, hatta normal bedensel duruşlarına bile imkân vermeyen daracık ahır tezgâhlarına zincirlenmişlerdir. Bunca işkence sonucu hastalığa karşı dayanaksız olma ihtimallerinin yüksek olmasından ötürü, bu hayvanlar sürekli olarak tıbbi bir perhize tabi tutulmaktadır; zira otomatikleşmiş hayvan üretimi, hormonlara ve antibiyotiklere dayanmaktadır. Ortaya ne tür bir yiyeceğin çıkacağı olgusu bir yana, böylesine sistematize edilmiş bir acımasızlık, her türlü tutsaklığın ve köleliğin her biçiminin kaynağının ya da modelinin tarım olduğunu akla getirmektedir.
Yiyecek, bizlerle doğal ortam arsındaki en doğrudan ilişki biçimlerinden biri olmuştur; ne var ki gün geçtikçe daha fazla teknolojik üretim sistemine bağımlı hale getirilmekteyiz ve bu sistem bazı duyularımızı bile artık gereksiz hale getirmiştir. Bir zamanlar herhangi bir yiyeceğin değeri ve güvenilirliği bakımından can alıcı temel bir öneme sahip olan tat, artık hiçbir şekilde hissedilmemekte, daha ziyade bir etiketle belgelenmektedir. Bir bütün olarak ele alındığında, tükettiğimiz yiyeceklerin sağlıklılığı hızla azalmakya ve bir zamanlar yiyecek için işlenen topraklarda, adeta açlığa zemin hazırlarcasına, bugün kahve, tütün, alkol hububatı, esrar ve diğer uyuşturucular üretilmektedir. Meyve ve sebze türünden işlenmemiş yiyecekler bile giderek tatsız ve yavan bir hale gelmektedir; çünkü beslenme ve zevk kaygısının yerini, işleme, ulaştırma ve depolama ihtiyaçlarından doğan kaygılar almıştır.
Tarımdan bize miras kalan topyekün savaş, Güneydoğu Asya’da Vietnam Savaşı esnasında milyonlarca dönümlük arazinin kullanılmaz hale getirilmesine yol açmıştı; ancak biyosferin talan edilmesi, gündelik global biçimiyle çok daha öldürücü bir düzeye erişmiştir. Üretimin bir fonksiyonu olarak yiyecek, asıl temel alanında tamamen başarısız kalmıştır; hepimizin bildiği gibi, dünyaın yarısı kötü beslenmeden mustariptir ve bizzatihi açlığın eşiğine dayanmıştır.
Bu arada, tarım öncesi sağlıklı beslenme rejimlerine karşılık, Eaton ve Konner, 31 Ocak 1985 tarihli New England Journal of Medicine’de “uygarlığın hastalıklarından” söz etmektedir; bu hastalıklar nasıl, ilaç, kozmetik ve fabrikasyon yiyecek üreticilerinin avı haline geldiğimiz, ne türden neşesiz ve kronik bir hastalık dünyasında yaşadığımızı gayet iyi açıklamaktadır. Genetik yiyecek mühendisliğinin yarattığı yeni hayvan türleri, yapay mikroorganizmalar ve bitkilerle bilikte, evcilleştirme yeni patolojik zirvelere ulaşmaktadır. Mantıki düşünmek gerekirse, üretim dünyası, tüm diğer doğal sistemleri bozup deforme ettiği ölçüde ilerleyeceğinden insanlığın kendisi de eninde sonunda bu düzenin evcil bir hayvanı haline gelecektir.
Tarımla birlikte başlayan ve tarım aracılığıyla ilerleyen, doğayı boyunduruk altına alma projesi devasa boyutlara ulaşmıştır. Uygarlığın ilerleyişinin “başarısı”, daha önceki insanlığın istemediği o başarı, giderek yakılmış bir cesedin küllerini andırmaktadır. James Serpell bu durumu şöyle özetlemiştir: “Kısaca ifade etmek gerekirse, yolun sonuna geldiğimiz anlaşılıyor. Artık daha fazla büyüyemeyiz; daha fazla tahribat yaratmadan üretimi yoğunlaştırmamız mümkün değil; ve dünya hızla bir çöplüğe dönüşmektedir.”
Fizyolog Jared Diamon tarımın başlangıcını, “etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığmız bir felâket” olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir “felâket” olmuştur ve öyle olmaya devam etmektedir; bugün canımıza kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu felâketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.
*Leviathan: Tevrat’ta adı geçen büyük bir su canavarı. Ç.n.
Uygarlığın vazgeçilmez temeli olan tarım, köken olarak tıpkı zaman, dil, sayı ve sanat gibi bir kazanım olarak değerlendirilmişti. Yabancılaşmanın cisimleşmiş anlamına gelen tarım, parçalanmanın zaferi olduğu kadar, gerek doğa ile kültür arasında gerekse de bizzatihi insanlar arasındaki kesin bölünmeyi ifade eder.
Sahip olduğu temel nitelikleriyle hem yaşamı hem de bilinci deforme eden tarım, üretimin doğuşunu temsil eder. Tarıma geçişle birlikte toprak, üretimin basit bir aracına dönüştürülürken, gezegendeki türler bu üretimin birer nesnesi haline gelir. Vahşi ya da evcil, yabani ot ya da ekin, doğa ile birlik içinde geçen o uzun ve muhteşem dönemin yerine, görece kısa bir süre içinde, ifadesini uygarlıkta bulan despotizmi, savaşları ve esareti geçiren
ve böylece birer canlı varlık olarak sahip olduğumuz ruhu bozan o temel dualizmi temsil eder. Adorno’nun “tarihin başlangıcındaki irrasyonel felâketin azameti” olarak değerlendirdiği, Freud’un “direnen bir çoğunluğa dayatılan bir olgu” olarak gördüğü ve Stanley Diamond’un “gönüllülüğe değil, yalnızca zorunlu askerliğe dayanan” bir serüven olarak tanımladığı uygarlığın o zorunlu yürüyülü tarım tarafından dayatılmıştır. Hakeza tarımın ortaya çıkışının, modern aklın, kapsamını kavrayamayacağı “büyük altüst oluşlara ve ruhsal çöküntülere yol açtığını” savunan Mircea Eliade haksız değildir.
“İnsanların üzerinde yaşadıkları toprakları dümdüz etmek, standartlaştırmak, bu toprakların düzensizliklerini ve sürprizlerini ortadan kaldırmak”; E.M. Cioran’a ait olan bu sözler, duygusallığın ağır bastığı yaşamsal etkinliklerin sona erişine tekabül eden ve parçalanmış bir yaşamı üretip cisimleştiren tarımın mantığını mükemmel bir şekilde ifade etmektedir. Günümüzde kültür olarak bilinen yapaylık ve çalışma, tarımın başlangıcıyla birlikte ortaya çıkmış ve o dönemden itibaren hızla artmıştır; hayvanları ve bitkileri evcilleştiren insan, zorunlu olarak kendisini de evcilleştirmiştir.
Tarihsel zaman, tıpkı tarım gibi, sosyal gerçekliğe içkin veya tarih boyutu, kaynağı üretimde ya da tarımda yatan başka bir işlevselliktir. Eşzamanlı ve kendiliğinden bir açıklığa dayanan avcı-toplayıcı yaşam, zaman karşıtı bir yaşamdı; zaman bilincini yaratan şey, ardışık görevlerin daraltıcılığını ve dikte ettirilen bir rutini esas alan tarımsal yaşamdır. Çeşitliliğe ve açıklığa dayalı Paleolitik yaşamın, yerini tarımın kapalılığına bırakmasıyla birlikte, zaman güç kazanmış ve dışa kapalı bir alan niteliği sergileme noktasına gelmiştir. Resmileştirilmiş zamansal referans noktaları, -örneğin, törenlerin belirli tarihlerde sabitleştirilmesi ve günlerin isimlendirilmesi- üretim dünyasının düzenlenmesi bakımından vazgeçilmez bir öneme sahiptir; üretimin tarifesi olan takvim, uygarlığın kopmaz parçalarından biridir. Tersinden düşünmek gerekirse, zaman tarifelerinin olmaması durumunda, sadece endüstriyel toplum imkânsız hale gelmekle kalmayacak, ama aynı zamanda (her türlü üretimin kaynağı olan) tarımın sonu da tarihsel zamanın sonu anlamına gelecektir.
Arzuyu baskı altına almanın aracı olan temsil, dil ile birlikte ortaya çıkar. Bağımsız imgelerin yerine sözsel sembollerin geçirilmesiyle birlikte, yaşam daraltılmakta ve katı bir deneyim altına alınmaktadır; böylece, her türlü doğrudan ve dolaylandırılmamış deneyim, ifadesini dilde bulan o sembolik ifade tarzının boyunduruğu altına girmektedir. Benjamin Whorf’un da belirttiği gibi, dil gerçekliği parçalayıp düzenlemekte ve doğanın, grameri andıracak biçimde bölümlere ayrılması, tarımın ortaya çıkacağı sahneyi hazırlamaktadır. Gerçekten de, Julian Jaynes, yeni linguistik zihniyetin doğrudan doğruya tarımı yarattığı sonucuna varmıştır. Tarımsal işlemlerin kayıtlarını tutma ihtiyacından dolayı, dilin daha da kristalleştirilerek yazı haline getirilişi, şüphesiz uygarlığın başladığını gösteren bir işarettir.
Sık sık vurgulandığı üzere, paylaşmayı esas alan, metalaşmamış eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzında sayıya ihtiyaç yoktu. Şeyleri nicelleştirme arzusu için hiçbir zemin olmadığı gibi, bütün olanın parçalanmasını gerektiren herhangi bir neden de yoktu. Böylesi kültürel kavramlar, ancak hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesinden sonra tam olarak ortaya çıkmışlardır. Sayı sisteminin iki ünlü şahsiyeti, bu sistemin, parçalanma ve mülkiyet ile olan ittifakını açıkça ortaya koymaktadır; bu şahsiyetler, fazlasıyla dinsel bir kült haline gelen sayı sisteminin merkezi olan Pisagor ile, matematik ile bilimin babası olan ve tarlaların, özel mülkiyet, vergi, e köle emeği gibi nedenlerle ölçülmesi anlamına gelen geometriyi yaratan Euclid’dir. Uygarlığın ilk biçimlerinden biri olan kabile sistemi, kabilenin her üyesinin kesin bir sayısal yere sahip olduğu, çizgisel bir katmanlaşma düzenini dayatmıştır. Saban kültürünün doğa karşıtı çizgiselliğinden kısa bir süre sonra ise, en eski şehirlerde bile göz çarpan 90 dereceden şaşmayan ızgara planı ortaya çıktı. İlk şehirlerdeki bu ısrarlı düzenlilik, kendi başına baskıcı bir ideoloji oluşturur. Artık sayısallaşan kültür, daha katı sınırlar içine girerek, tamamen ölü hale gelir.
Bu her iki kurumu gün ışığına çıkaran öğelerden biri de, tarımla ilişki içinde olan sanattır. Sanat, gerçekliği yorumlayıp boyunduruk altına alan, doğayı rasyonelleştiren ve temel nitelikleri itibariyle tarıma tekabül eden o büyük dönüm noktasına denk düşen bir araç olarak ortaya çıkar. Örneğin, oldukça canlı ve hareketli olan Neolitik öncesi mağara resimleri, hayvanlar aleminin görkemini ve özgürlüğünü yansıtan dinamik bir coşkunluğu ifade eder. Oysa neolitik çiftçi ve pastoralistlerin sanatı, stilize olmuş tarzların katılığını yansıtmaktadır; Franz Borkenau, neolitik dönemdeki çömlekçiliği, “materyallerin ve tarzların, dar ve ürkek bir biçimde baştan savma işlendiği” bir sanat türü olarak tanımlamıştır. Tarıma geçişle birlikte çeşitliliğini kaybeden sanat, standartlaştırılan, sınırlanan ve yönetilmeye başlanan bir yaşamı mükemmel bir şekilde, yansıtan renksiz ve tekrara dayalı modellerin doğuracağı dejenerasyonun habercisi olan geometrik dizaynlara dönüşerek standartlaşmıştır. Üstelik Paleolitik sanatta, insanın insanı öldürdüğü herhangi bir temsile rastlanmazken, insanlar arasındaki çatışmayı betimleme saplantısı Neolitik dönemle birlikte gelişmiş ve savaş sahneleri yaygınlaşmaya başlamıştır.
Tarımdan önce ortaya çıkan ve tarımı doğuran zaman, dil, sayı, sanat ve kültürün tüm diğer bileşenleri, sembolleşmeye dayanır. Nasıl ki özerklik varlıkların ve insanların evcilleştirilmesinden önce geliyorsa, rasyonel ve sosyal olan da sembolleşmeden önce gelir.
Büyük bir memnuniyet ve iftiharla sözü edilen yiyecek üretiminin, “insan türünün gelişimini sağlayan kültürel bir potansiyeli yarattığı” iddia edilir. Peki ya, sembolik olana, keyfi ve baskıcı biçimlerin yaratılıp dayatılmasına yönelik eğilime ne demeli? Bu eğilim, canlı olan her şeyi nesneleştirip, şeyleştirme kapasitesinin giderek artmasından başka bir anlama gelmez. Semboller, kültürün birer basit bileşeninden çok daha fazlasını ifade eder; semboller bizi kendi deyimlerimizden uzaklaştıran yansıtıcı araçlardır. Semboller, Leakey ile Lewin’ın çarpıcı sözlerinde olduğu gibi “bir deneyimi başka bir deneyimle ilişkilendirmek gibi altından kalkılmaz bir yükü,” sınıflandırıp azaltarak “ortadan kaldırmaktadır.”
Öyleyse kültüre yön veren şey, doğayı yeniden düzenleyip ikincil plana itme zorunluluğudur. Yapay bir çevre olarak değerlendirebileceğimiz tarım, tahakküm ilişkilerinin oluşumu için gerekli olan nesne manipülasyonunu sağlayan sembolizmle birlikte bu can alıcı dolaylamayı yaratmıştır. Üstelik boyunduruk altına alınan yalnızca dışsal doğa değildir; tarım öncesi yaşamın yüz yüze ilişkilere dayalı niteliği tahakküme hiçbir şekilde yol vermezken kültür, tahakkümü daha da genişletip meşrulaştırmıştır.
Paleolitik çağda bile, sembolleştirici bir tarzla ama değişken, istikrarsız ve belki de oyuncu bir anlayışla, bazı nesne veya düşüncelerin belirli isimlerle ilişkilendirilmiş olması mümkündür. Tarımla birlikte, aynılaşmaya ve güvenliğe duyulan ihtiyaç, sembollerin en azından çiftçilik yaşamı kadar durağan ve sabit hale geldiklerini gösterir. İfadesini işbölümünde bulan düzenlilik, kurallara uyma ve teknolojik değişim, karşılıklı bir etkileşim içine girerek sembolleşmeyi yaratıp ilerletmişlerdir. Tarım, sembolik değişimin son halkasını da tamamlamış ve böylece yabancılaşma virüsü, otantik ve özgür yaşam karşısında galip gelmiştir. Bu aynı zamanda kültürel denetimin zaferidir; antropolog Marshall Sahlins’in de belirttiği gibi, “Kültürün verimiyle birlikte, kişi başına düşen iş miktarı artarken, kişi başına düşen boş zaman miktarı azalmaktadır.”
Günümüzde hâlâ varlıklarını sürdüren birkaç avcı-toplayıcı grup, tarımın henüz ele geçirmediği Inuit’in karlı bölgeleri ya da Avustralya Aborjinlerinin yaşadığı çöller gibi, “dünyanın “ekonomik açıdan en az ilgi çeken” bölgelerinde yaşamaktadır. Buna rağmen, çifçilik gibi tatsız bir işi rededen bu yaşam tarzı, hak ettiği ödülü, karşıt bir düzenlemede bulmaktadır. Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinler’deki Tassadaylar, Bostwana’daki !Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başlarındaki çiftçiler açlıknta kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölü’ndeki !Kung Sanları, Hole ile Flannery’nin şu değerlendirmesini doğrulamaktadır; “Yeryüzünde hiçbir grup, zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçiren toplayıcılar kadar boş zamana sahip olamaz.” Service bu durumu haklı olarak, böylesi grupların “son derece yalın bir teknoloji kullanmalarına ve doğa üzerinde denetim kurmamalarına” dayandırmıştır. Üstelik, yalın Paleolitik yöntemler, kendi tarzında “ileri olan” yöntemlerdi. Örneğin, üstü kapatılmış bir çukurda ısıtılan taşlardan çıkan buharla yiyecekleri pişiren basit bir pişirme tekniğini ele alalım; böyle bir teknik, her türlü çömlekten, tencereden ya da kazandan çok daha eski (ve ne artı ürünü ne de mübadeleyi gerektiren, kap kacak karşıtı) bir teknik olduğu gibi, örneğin yiyeceği suda pişirmekten çok daha sağlıklı olan, en besleyici pişirme tarzıdır. Ya da, uzun ve şaşırtıcı biçimde ince olan “defne ağacından” yapılma bıçakları ele alalım; modern endüstriyel teknikler, zarif bir şekilde yontulan ve oldukça güçlü olan bıçakların benzerlerini üretememektedir.
Avcı-toplayıcı yaşam tarzı, insan türü tarafından bugüne kadar ulaşılan en başarılı ve en uzun süreli adaptasyonu temsil eder. Yoğun bir yiyecek birikimi veya tek bir türün sistemli bir şekilde avlanması gibi tarım öncesi olgular, özellikle zevk verdiği için bunca uzun süre durağan kalan bir yaşam tarzını parçalamaya başlayan ilk belirtiler olarak değerlendirilebilir. Clark’ın deyimiyle, tarımın getirdiği “kifayetsizlik ve günbegün öğütülmüşlük,” kültürün taşıyıcı aracıdır; üstelik bu aracın “rasyonelliği”, yarattığı sürekli dengesizlikte ve mantıki ilerleyişinin bir sonucu olarak, aşağıda özetlemeye çalışacağım eşi benzeri görüşmemiş bir yıkım gerçekleştirmesinde yatar.
Toplayıcılığın, yaşamın sürdürülmesinde çok daha uzun süreli bir bileşen olduğu kabul edildiği için, avcı-toplayıcı terimini tersine çevirmek gerekmekle birlikte (ki bunu yapan mevcut antropologların sayısı hiç de az değildir), avcılığın doğası evcilleştirme ile belirgin bir karşıtlık içindedir. Bağımsız, özgür ve hatta eşit bir varlık olarak değerlendirilen avlanmış hayvan ile avcı arasındaki ilişki, bir çiftçi ya da çoban ile üzerinde mutlak bir denetim sağlanmış olan taşınabilir varlıklar arasındaki ilşikiden, nitel bakımdan açıkça farklıdır.
Düzeni dayatma ve şeyleri egemenlik altına alma arzusunun kanıtlarına, yeni ortaya çıkmış dinlerin baskıcı törelerinde ve kirlilik tabularında rastlanmaktadır. Dünyanın nihai olarak boyunduruk altına alınması anlamına gelen tarım, en azından bazı nitelikleri itibariyle, muğlak davranışların ortadan kaldırıldığı ve arınmışlık ile kirlenmenin karşıt kategoriler olarak tanımlanıp dayatıldıkları bir gelişim seyri izlenmiştir.
Levi-Strauss dini, doğaya yönelik bir insanbiçimcilik olarak tanımlamıştır; doğaya herhangi bir kültürel değer veya özellik dayatmayan eski tinsellik, doğaya katılımı esas olmıştı. Kutsal olan, ayrı olan anlamına gelirken, şaman ve rahip türünden uzmanların denetiminde, günlük yaşamdaki birer etkinlik olmaktan çıkarılan ritüel ve biçimselleştirme, hiyerarşi ve kurumlaşmış iktidarla yakından ilişkilidir. Din, gerçekliğin “daha üstün” düzeni aracılığıyla, kültürü yaratan ve meşrulaştıran bir olgu olarak ortaya çıkmıştır; tarımın doğal olmayan talepler toplumdaki dayanışmayı korumak gibi bir işlevi özellikle gerektirmiştir.
Anadolu’daki Çatal Höyük’te bulunan Neolitik köyde, her üç odadan biri, ritüel amaçlar için kullanılmıştır. Kurban öğesinin eşlik ettiği sistematik bir baskı biçimi olan saban ve tohum, Burkert’e göre, birer ritüel kurban olarak değerlendirilebilir. Evcilleştirilmiş hayvanların (hatta insanların) ritüel amaçlarla kesilmesi anlamına gelen kurban olgusu, tarım toplumlarıyla birlikte yaygınlaşmaktadır; üstelik kurbana yalnızca tarım toplumlarında rastlanmaktadır.
Bazı önemli Neolitik dinler sık sık, toprak ana mitolojisi aracılığıyla, tarımın doğada yarattığı tahribatı gidermeye yönelik sembolik çabalar içine girmişlerdir; bu çabaların, yitirilen bir bütünlüğün yeniden kazanılması bakımından hiçbir işe yaramadıklarını söylemeye bile gerek yok. Bu dinlerin bir diğer çarpıcı özelliği de bereket efsaneleridir; Mısırlı Osiris, Yunanlı Persefones, Filistinli Baal ve İncil’deki İsa, ölümleri ve yeniden dirilmeleri, sadece insan ruhunun değil, ama aynı zamanda toprağın sebatkârlığına da tekabül eden tapılardır. İlk tapınaklar, bir evcilleştirme alanı veya çiftlik avlusu olarak evreni model alan kozmolojilerin ortaya çıkışını temsil eder; ve bu kozmolojile insanın bağımsızlığını ortadan kaldıran anlayışın meşrulaştırılmasına hizmet etmiştir. Redfield tarafından da belirtildiği gibi, uygarlık öncesi toplum, “çoğunlukla ilan edilmemiş olan ama sürekli olarak farkında olunan ahlâki anlayışlarla bir arada tutulurken” din, yurttaşları yaratan ve ahlâki ilkeleri kamusal yönetime tabi kılan bir yöntem olarak gelişmiştir.
Evcilleştirme, yoğun bir şekilde artan işbölümü anlamına gelen üretimi içermiş ve toplumsal katmanlaşmanın eksik kalan halkalarını tamamlamıştır. Bu ise, hem insan yaşamının niteliği hem de gelişimi açısından can alıcı bir dönüşüm anlamına gelmiş ve insanın gelişimini eşi görülmemiş bir şiddet ve çalışma ile gölgelemiştir. Bu arada, avcı-toplayıcıları şiddete yatkın ve saldırgan insanlar olarak betimleyen masalların aksine, son zamanlardaki bulgular, örneğin turnbull tarafından incelenen Mbuti (“pigmeleri”) türünden çiftçi olmayan grupların, hayvanları saldırgan olmayan bir ruhla, hatta bir tür mahçubiyetle öldürdüklerini göstermektedir. Oysa herhangi bir uygarlığın veya devletin oluşumu ile savaş arasında vazgeçilmez bir ilişki bulunmaktadır.
İlk insanlar, farklı grupların toplayıcılık veya avcılık yaparken bölgeleri paylaşamamaları yüzünden birbirleriyle savaşmamışlardır. en azından, “toprak” mücadelesi, etnografik literatür içinde yer almamaktadır; kaldı ki, kaynakların çok daha bol olduğu ve henüz uygarlıkla ilişkinin kurulmadığı tarih öncesinde, böylesi mücadelelerin cereyan etmiş olması ihtimali çok daha düşüktür.
Gerçekten de, bu insanlar herhangi bir özel mülkiyet anlayışına sahip değildir; bölünmüş toplumun, ilk defa küçük bir toprak parçasını ekerek, “Bu toprak benimdir” diyen ve başkalarını kendisine inandıran kişinin eylemiyle ortaya çıktığını savunan Rousseau’nun bu çarpıcı değerlendirmesi kesinlikle doğrudur.
Pietro, Kolomb’un ikinci seferinde karşılaştığı yerlilerden, 1511′de şöyle söz ediyor: “Tüm kötülüklerin kaynağı olan ‘benimki ve seninki’nin onlar arasında yeri yoktur.” Birkaç yüzyıl sonra, hayatta kalmayı başaran Amerikan Yerlileri şöyle soruyordu; “Toprağı satmak? Neden havayı, bulutları ve o büyük denizi değil de toprağı satmak?” Tarım malı mülkü yaratıp yüceltmektedir. İngilizce’deki belongings (kişisel eşyalar) sözcüğünün kökeni olan longing (özlem) sözcüğünü hatırlayın; bu sözcükler, yitirilen bir şeylerin yerini doldurmak gibi sonuçsuz bir çabayı ifade ediyormuş gibi görünüyor.
Benzer şekilde, farklılaşmış bir kategori olarak çalışma, tarımdan önce yoktu. İnsanların ekinlere ve hayvan sürülerine prangalanması durumu, görece kısa olan bir dönemde ortaya çıkmıştır. Yiyecek üretimi, genel yokluğu ya da toplum içindeki ritüel ve hiyerarşik boşluğu gidermiş ve zorunlu emekle tapınakların inşa edilmesi türünden uygarlaşmış etkinlikleri doğurmuştur. İç ve dış gerçeklik arasındaki “Kartezyen bölünme” tam da bu noktada karşımıza çıkmaktadır; ve bu bölünmeyle birlikte doğa, üzerinde “çalışılacak” basit bir nesneye dönüşmektedir. Uygarlığın tüm altyapısı ve yoğunluğu giderek artan baskısı, yerleşikliğe ve köleliğe geçilmesiyle ortaya çıkan böylesi bir yaşama dayanmaktadır.
Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve kadınları birer ağır yük hayvanına ve çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Eleanor Lealock, tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki eşitçiliğin, “erkeklere olduğu kadar kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulandığını” savunmuştur; bunu sağlayan şey, görevlerin özerk olması ve kararların, bu kararları hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da değerlendirilmemişlerdir.
Tarımın doğurduğu sürekli çalışma iletiyle birlikte, Cennetten kovulma söylencesinde Tanrı kadına şöyle demiştir; “Senin acını ve gebeliğini fazlasıyla arttıracağım; acı içinde çocuk doğuracaksın; bu arzu senin kocana ait olacak ve o seni yönetecektir.” Benzer şekilde, bilinen ilk yasalar; örneğin Sümer kralı Ur-Namu’nun yasaları, arzularını evlilik dışında tatmin edecek tüm kadınların öldürülmesini emretmiştir. Whyte, kadınların “erkeklere ilk yenilgisinin, insanların avcılığa ve toplayıcılığa dayanan basit bir yaşamdan vazgeçmesiyle gerçekleştiğinden” söz ederken, Simone de Beauvoir, saban ile erkekli uzvu arasında kurulan denklemde, kadınlar üzerindeki erkek otoritesinin sembolünü saptamıştır.
Vahşi hayvanların et üreten birer makinaya dönüştürülmeleriyle birlikte, “toprağı işleme”” düşüncesi insanlara dayatılan bir erdem haline gelmektedir; bu erdemin anlamı, evcilleştirme ve sömürü doğrultusunda, insanların kendi doğasındaki özgürlükte koparılmasıdır. Rice’ın da işaret ettiği gibi, ilk uygarlık olan Sümerler tarafından kurulan ilk şehirlerin başlıca niteliği, bu şehirlerin, gelişkin bir örgütlenmeyi ve görev dağılımını içeren fabrikalara sahip olmasıdır. Uygarlık bu noktadan itibaren, insan emeğine dayalı kitlesek yiyecek üretimini, binaları, savaşları ve otoriteyi temsil etmektedir.
Yunanlılara göre, çalışma bir melanetten başka bir şey değildi. Yunanlıların çalışmaya verdiği isim -ponos Latince’de acı anlamına gelen poena sözcüğü ile aynı köke sahiptir. Çalışmanın kökenini bize hatırlatan bir diğer öğe de, Eski Ahit’teki Cennetten kovulma sahnesinde (Yaratılış 3:17-18) tarıma edilen bedduadır. Mumford tarafından da belirtildiği gibi; “Uyum, tekrar ve sabır, bu [Neolitik] kültürün… çalışma için gereken sabır kapasitesinin kilit öğeleri oluşturmuştur.” Paul Shepard’a göre, köylülerin “derin ve gizli duygularına, dürüstlük ve hantallık karışımı kalabalıklarına ve mizahtan yoksun oluşlarına” yol açan şey, duranlığı ve beklemeyi içeren bu monotonluk ve pasifliktir. Çiftçilikle birlikte ortaya çıkan evcilleşmiş yaşama, sabırlı bir duyarsızlık, dini inançların vazgeçilmez özelliği olan düş yoksunluğu, somurtkanlık ve şüphe gibi nitelikler de atfedilebilir.
Yiyecek üretimi özü itibariyle siyasal tahakküm için gizli bir gönüllüğü içermesine rağmen ve uygarlaştırıcı kültür başından beri bu tahakkümün propaganda aygıtı olmasına rağmen, bu büyük dönüşüm olağanüstü mücadelelere tanık olmuştur. Fredy Perlman’ın Against His-stroy, Against Leviathan!* (Erkeğin Tarihine Karşı, Leviathan’a Karşı!) adlı çalışması bu açıdan eşsiz bir eserdir ve uygarlığın içindeki ve dışındaki bileşenler olan “iç” ve “dış proletaryalara” dikkat çeken Toynbee’nin görüşlerini muazzam bir şekilde zenginleştirmektedir. Buna rağmen, değnekle kazarak yapılan çiftçilikten, sabana dayalı tarıma ve gelişkin bir sulama sistemine varan süreçte, toplayıcı ve avcılar zorunlu olarak neredeyse tamamen soykırıma uğratılmışlardır.
Artı ürünlerin ortaya çıkışı ve depolanması, evcilleştirici bir tarzla şeyleri denetim altına alma ve statikleştirme arzusunun bir uzantısı, sembolleştirme eğiliminin bir başka boyutudur. Doğanın akışına karşı kazılan bir siperi andıran artı ürün, sürü hayvanı veya bir tahıl ambarı olarak cisimleşmektedir. Depolanmış tahıl, eşdeğerliğin ilk aracı olduğu gibi, aynı zamanda sermayenin ilk biçimi olmuştur. emek sarfiyatı ile toplumsal sınıflardaki aşamalı değişim, ancak servetin depolanabilir tahıl olarak ortaya çıkmsıyla birlikte başlamıştır. Tüm bu olup bitenlerden önce de yabani tahıllar var olmalarına rağmen (bu arada, yabani buğday yüzde 24 oranında protein içerirken, evcilleştirilmiş buğday yüzde 12 oranında protein içermektedir), kültürel eğilimler her türlü farklılığı yaratmıştır. Şehirlerdeki uygarlık sembolleşmeye olduğu kadar tahıllara da dayanmıştır.
Eski çağlarda doğaya düşman olduğumuzu, boşa zamana sahip olmadığımızı savunan yaygın anlayışın son zamanlarda tamamen tersyüz edilmesiyle birlikte, tarımın kökenine ilişkin sırlara akıl erdirmek daha da zor hale gelmiştir. “İlk insanların,” diye yazar Arme, “ağır çalışmadan ve açlıktan kurtulmak üzere hayvanları ve bitkileri evcilleştirdiklerini düşünmek artık mümkün değildir. Zira bunun tam da tersi oldu ve tarımın ortaya çıkışı masumiyetin sona erişi anlamına geldi.” Uzunca bir süre hep şu soru sorulmuştur; “Tarım neden insan evriminde çok daha önceden geliştirilmedi?” Oysa daha yakın zamanlarda, Cohen’in deyimiyle, tarımın “avcılık ile toplayıcılıktan daha kolay olmadığını, yaşamın kalitesini yükseltmediğini ve daha lezzetli ve güvenli yiyecek kaynakları sağlamadığını” artık biliyoruz. O nedenle, günümüzde ortaya atılan ortak soru şudur; “Neden durup duruken tarım geliştirildi?”
Tarımın ortaya çıkışı konusunda, hiçbiri inandırıcı olmayan pek çok teori öne sürülmüştür. Childe ve benzeri tarihçilere göre, nüfus artışı, insan topluluklarının diğer türlerle daha yakın bir ilişkiye girmelerini gerektirmiş ve böylece, ek insan nüfusunun beslenmesi ihtiyacından ötürü, evcilleştirmeyi ve üretimi yaratmıştır. Ne var ki, nüfus artışının tarımı öncelemediği, tersine tarımın nüfus artışına yol açtığı olgusu son derece inandırıcı verilerle kanıtlanmıştır. Örneğin Flannery şu sonuca varır; “Dünyanın hiçbir yerinde, tarımın ortaya çıkışına nüfus baskısının yol açtığını gösteren herhangi bir kanıt göremiyorum.” Bir başka teoriye göre ise, Buzul Çağı’nın sonunda, yani yaklaşık 11.000 yıl önce, yaşanan büyük iklim değişiklikleri avcı-toplayıcı yaşamı bozmuş ve doğrudan belli başlı ürünlerin işlenmesine yol açmıştır. Ancak son zamanlardaki tarihlendirme yöntemleri bu yaklaşımı geçersiz hale getirmiştir; yeni bir yaşam tarzını dayatabilecek denli kapsamlı olan hehrangi bir iklim değişikliği yaşanmamıştır. Kaldı ki, her türlü iklimde uygulanabilecek – ya da reddedilebilecek – sayısız tarım türü bulunmaktadır. Bir diğer önemli hipoteze göre, tarım, kazara yapılan bir keşif ya da icat aracılığıyla ortaya çıkmıştır. Örneğin, filizlenen tohumun bir yiyeceğe dönüşmesi gibi; sanki daha önceki türler buna hiç tanık olmamış gibi. Oysa Paleolitik insanlığın, bitkilerin ekilmeye başlandığı dönemden on binlerce yıl önce bile muazzam bir flora ve fauna bilgisine sahip olduklarından artık şüphe edilmediğini dikkate aldığımızda, bu teori oldukça zayıf kalmaktadır.
“Tarımı doğuran şey, giderek artan ya da kronik hale gelen bir yiyecek kıtlığı değildir” diyen Carl Sauer’in bu çıkarsaması, daha önce öne sürülen tüm teorileri göz ardı etmek için fazlasıyla yeterlidir. Böylece geriye, Hahn, Isaac ve diğerlerinin savunduğu düşünce kalmaktadır; en makul hipotezlerden biri olan bu yaklaşıma göre, yiyecek üretimi başlangıçta dinsel bir etkinlik olarak ortaya çıkmıştır.
Evcilleştirilen ilk hayvanlar olan koyunların ve keçilerin, yaygın bir şekilde dinsel törenlerde kullanıldıkları ve kurban edilmek üzere yakın otlaklarda beslendikleri bilinmektedir. Daha da önemlisi, koyunlar evcilleştirilmeden önce, tekstil faaliyetlerinde değerlendirilmeye müsait olan yünden yoksundu. Darby’ye göre uygarlığın ilk merkezleri olan güneydoğu Asya ve doğu Akdeniz’de tavuk, “beslenmeden ziyade, kutsal nedenlerle veya bir kurbanlık olarak” kullanılmıştır. Sauer şunu ekler; evcilleştirilmiş kümes hayvanlarının “yumurta ve et kaynağı olma niteliği, görece bu hayvanların evcilleştirilmelerinden sonra ortaya çıkan bir sonuçtur.” Yabani sığırlar vahşi ve tehlikeliydi; ayrıca ne öküzlerin uysallığı ne de hadım edilmiş böylesi hayvanların sonradan değiştirilen et sertlikleri öngörülmüş olamaz. Büyük baş hayvanlar ancak ilk tutsaklıklarından yüzlerce yıl sonra sağılmaya başlanmıştır; ayrıca çeşitli temsiller, bu hayvanların, ilk kez, dini geçit törenlerinde koşum hayvanı olarak kullanıldığını göstermektedir.
Bir sonraki adımda denetim altına alınan bitkiler de benzer bir köken sergilemektedir. Eskiden Yeni Dünya’da, tören çıngırakları olarak kullanılan balkabakları bunun örneğidir. Johannessen, Meksika’nın en önemli ekini olan ve yerli Neolitik dinin merkezinde bulunan mısırın ıslah edilmesini, dinsel ve mistik motiflerle ilişkilendirmiştir. Benzer şekilde, Anderson, büyüleyici çarpıcılıklarından ötürü ekilen farklı bitkilerin seçilmesini ve geliştirilmesini araştırmıştır. Şunu da eklemek isterim ki, şamanlar, ritüel ve dinsel etkinlikler çerçevesinde bitkilerin ıslah edilmesi ve ekilmesi aracılığıyla tarımı başlatabilecek elverişli bir iktidar konumuna sahip olmuşlardır.
Tarımın ortaya çıkışına getirilen dinsel açıklama genellkle küçümsenmesine rağmen, bence böyle bir açıklama bizi tam da üretimin doğuşu üzerine yapılan yorumların özüne götürmektedir; üretim derken, zaman, dil, sayı ve sanat biçiminde yaygınlaşan ve nihayet tarımla birlikte maddi ve manevi dünyayı ele geçiren o yabancılaşmanın rasyonel olmayan kültürel gücünü kastediyorum. “Din,” bu hastalığın ortaya çıkışını ve yayılmasını kavramsallaştıramayacak kadar dardır. Hakeza tahakküm de, din olarak adlandırdığımız patolojinin tek başına yaygınlaştıramayacağı ölçüde ciddi ve kuşatıcı bir olgudur.
Öte yandan, dinin birer bileşeni olan denetime ve tekbiçimliliğe dayalı kültürel değerler kesinlikle ve başlangıçtan itibaren tarımın da değerleridir. Tahıl türlerinin oldukça kolay bir şekilde birbirleri tarafından döllendiğini fark eden Anderson, son derece ilkel bir çiftçi grup olan Assam’daki Naga kabilesi üzerinde çalışmış ve bu kabilenin, bitkiden bitkiye herhangi bir farklılık sergilemeyen tahıllarını incelemiştir. Kültürün, üretimle birlikte başladığının somut örneği olan Naga kabilesi, “yalnızca ideal bir türe gösterdiği fanatik bir bağlılıkla” kendi tahıl türünü son derece sade tutmuştur. Bu örnek, kültür ile evcilleştirmenin tarım içindeki evliliğini ve bu evliliğin kaçınılmaz evlatları olan baskıyı ve çalışmayı göstermektedir.
Bitkilerin nesillerindeki hassas değişim, aynı zamanda hayvanların evcilleştirilmesiyle de paralellik içindedir, hayvanların evcilleştirilmesi ile birlikte doğal seleksiyon bozulmakta ve daraltılarak yapay bir düzeye taşınan organik dünya, kontrol edilebilir bir tarzla yeniden oluşturulmaktadır. Tıpkı bitkiler gibi, hayvanlar da yalnızca işlenecek birer nesneye dönüştürülmüştür; örneğin bir mandıra ineği, otu süte dönüştüren bir tür Makine olarak değerlendirilir. Özgürlük durumundan, birer aciz asalak durumuna getirilen bu hayvanlar, hayatta kalabilemek için tamamen insana muhtaç hale gelmişlerdir. Kural olarak, büyümeye daha çok, etkinliğe daha az enerjinin verildiği evcil memelilerde yeni nesillerin üretilmesiyle birlikte, beyin hacmi görece daha da küçülmüştür. En fazla evcilleştirilmiş sürü hayvanı olan koyunun sergilediği durgunluk, bu durumun en tipik örneğidir; zira yabani koyunlardaki çarpıcı zekâ, evcilleştirilen koyunlarda tamamen kaybolmuştur. Evcil hayvanlar arasındaki toplumcul ilişkiler, en kaba zorunluluklara indirgenmiştir. Hayvanların yaşam çemberinin üretime yönelik olmayan evreleri asgariye inmiş, aralarındaki kur oyunları azalmış ve hayvanın kendi türünü tanıma yetisi zayıflatılmıştır.
Çiftçilik aynı zamanda hızlı bir çevresel yıkım potansiyelini de beraberinde getirmiş ve doğa üzerinde kurulan tahakküm, uygarlığın ortaya çıktığı yemyeşil alanları kısa süre içinde çorak ve cansız bölgelere dönüştürmüştür. “Uçsuz bıcaksız bölgelerin görünüşü tamamen değişmiştir” diyen Zeuner’in tahminine göre bu değişim, “Neolitik dönemin başlangıcından itibaren, hep daha fazla kuraklık doğrultusunda olmuştur.” Bir zamanlar görkemli uygarlıkların filizlendiği bölgelerin çoğu günümüzde birer çöl haline gelmiştir ve bu ilk uygarlık oluşumlarının, çevrelerini kaçınılmaz olarak yıkıma uğrattıklarını gösteren pek çok tarihsel kanıt bulunmaktadır.
Akdeniz Havzası ile yanı başındaki Yakın Doğu ve Asya boyunca tarım, verimli ve cömert toprakları tüketerek çorak ve kayalık arazilere dönüştürmüştür. Yunanistan’ın ormansızlaştırılmasından söz eden ve daha önceki zenginlikle bir kıyaslama yapan Platon, Critias adlı eserinde Attika’yı “hastalığa yenik düşen bir iskelet” olarak tanımlar. Geviş getiren hayvanların evcilleştirilen ilk iki türü olan keçiler ve koyunlar için açılan otlaklar, Yunanistan, Lübnan ve Kuzey Afrika’nın çıplak hale getirilmesinde ve Roma ile Mezopotomya imparatorluklarının çölleşmesindeki başlıca faktördür.
Tarımın, son yıllarda giderek daha da aydınlığa kavuşturulan ilk sonuçlarından biri de, çiftçilerin fiziksel sağlıkları üzerindeki etkisidir. Lee ve Devore araştırmalarında şunu görmüşlerdir; “toplayıcı halkların beslenme rejimi çiftçilerin beslenme rejiminden çok daha sağlıklıdır, açlığa nadiren rastlanmaktadır, toplayıcıların sağlık koşulları genellikle daha iyidir ve kronik hastalık vakaları çok daha seyrektir.” Buna karşılık, Farb şu yorumu yapmıştır; “Üretim, sınırlı sayıda yiyeceğe dayanan daha düşük bir beslenme rejimi sağlar, çeşitli olumsuz koşullar ve iklimin beklenmeyen hareketlerinden dolayı daha az güvenilirdir ve harcanan insan emeği bağlamında çok daha pahalıdır.”
Öte yandan, paleopatolojinin yeni alanlarında çok daha önemli sonuçlara ulaşılmıştır; örneğin, Angel, “yiyecek toplayıcılığından yiyecek üretimine geçişle birlikte, büyümede ve besin değerinde ortaya çıkan bariz düşüşe” işaret etmiştir. İnsan ömrü konusunda daha önce varılan sonuçlar da yeniden tartışmaya açılmaktadır. Florida’daki Kızılderili babaların ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan on altıncı yüzyıldaki İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel halkların 30′lu ve 40′lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştır. Robson, Boyden ve diğerleri insan ömrünün uzunluğu konusundaki muammayı ortadan kaldırmış ve mevcut avcı-toplayıcıların, yaralanma ve şiddetli enfeksiyonlar dışında, çoğu zaman kendi çağdaşları olan uygar insanlardan daha fazla yaşadıklarını keşfetmişlerdir. Sanayi çağı boyunca, insan ömrü ancak yakın zamanlarda uzamıştır. Paleolitik dönemlerde ise, insanların çeşitli riskler bir kez atlatıldıktan sonra, uzun süre yaşayan hayvanlar oldukları olgusu artık yaygın bir kabul görmektedir. Uygarlıkla ilişki kurulmasıyla birlikte insan ömrünün bariz şekilde kısaldığını savunan De Vries haklıdır.
Jared Diamın şöyle yazmıştır: “Tüberküloz ve ishal hastalıkları çiftçiliğin ortaya çıkışıyla, kızamık ve hıyarcıklı veba ise büyük şehirlerin oluşumuyla birlikte başlamıştır.” Muhtemelen insanlığın en büyük katili olan sıtma ve neredeyse tüm diğer bulaşıcı hastalıklar tarımdan bize kalan mirastır. Beslenme bozuklukları ve dejeneratif hastalıklar genel olarak evcilleşme ve kültürün saltanatıyla birlikte ortaya çıkmaktadır. Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca birkaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok az duymuşlardır.
Tarım öncesi insanlar çok daha güçlü duyulara sahip olmuşlardır. R.H. Post, !Kung Sanları’nın, tek motorlu bir uçağın sesini 70 mil öteden duyabildiklerini ve Jüpiter’in dört uydusunu çıplak göze görebildiklerini belirtmiştir. Harris ile Ross’un şu düşüncesi pek çok kişi tarafından küçümsenmiştir; “çiftçiler daha önceki avcı-toplayıcılarla kıyaslandığında, insan yaşamının niteliğinde – muhtemelen uzunluğunda da – topyekün bir gerileme yaşandığı görülmektedir.”
En kalıcı ve yaygın söylencelerden birine göre, bir zamanlar, tarihin başlangıcından önce, huzurun ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir Altın Çağ vardır. Örneğin Hesiod, “envai çeşit meyvesini, ağır çalışma rüşvetini almadan sunan yaşam kaynağı topraktan” söz eder. Açıkçası Eden, avcı-toplayıcıların yaşadığı yerdi ve tairhsel cennet imgeleri, düşkırıklığına uğramış toprak işçilerinin yitik özgürlüklerine ve rahatlarına olan özlemini ifade etmektedir.
Uygarlık tarihi, doğanın giderek daha fazla insan deneyimlerinden koparıldığını göstermektedir ve bunun bir yansıması da yiyecek seçeneklerindeki azalmadır. Rooney’e göre, tarih öncesi insanlar 1500′ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, Wenke bize şunu hatırlatır; “Tüm uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya birkaçıyla beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir.”
Pyke şu çarpıcı gerçeğe işaret eder; “yenilebilen farklı yiyeceklerin sayısı” yüzyıllar boyunca hızlı bir şekilde azalmıştır.” Dünya nüfusunun geçimi artık yalnızva 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir ve doğal bitki nesillerinin yerine suni melezleri geçirilirken, bu bitkilerin genetik oluşumundaki çeşitlilik giderek azalmıştır.
İmal edilen yiyecek oranı arttıkça, yiyeceklerdeki çeşitlilik ortadan kalkma veya zayıflama eğilimi göstermektedir. Günümüzde dünya çapında yaygınlaşan beslenme rejimi artık öylesine aynılaşmıştır ki, Inuitli bir Eskimo da Afrikalı bir tüketici de, muhtemelen kısa bir süre sonra, Wisconsin’de üretilen süt tozunu ya da İsveç’teki bir fabrikada üretilen donmuş balıkları yiyecektir. Dünya’nın en büyük yiyecek üretici firmalarından biri olan Unilever türünden çokuluslu şirketler, fazlasıyla entegre hale gelmiş bir hizmet sektörünün öncülüğünü yapmaktadır; ve bu sistem bireyin beslenmesini, hatta doyurulmasını değil, fabrikasyon ürünlere dayalı eşi benzeri görülmemiş bir tüketimin tüm dünyaya dayatılmasını amaçlamaktadır.
Descartes, insanın temel görevinin, maddenin her türlü amaç için serbestçe kullanılması olduğu ilkesini açıkça ifade ettiğinde, doğadan kopma sürecimiz tamamlanmış ve sanayi Devrimi’nin yolu açılmış oluyordu. Üç yüz elli yıl sonra bu ruh, Fransa’daki Doğal Tarih Müzesi Müdürü Jean Vorst’un kişiliğinde yeniden karşımıza çıktı; Vorst, türümüzün “akıldan ötürü” artık belli bir uygarlık barajını aşamayacağını ve böylece yeniden doğal bir ortamın parçası haline geldiğini belirtiyordu. Tarımın özgün ve azimli emperyalizmini mükemmel bir şekilde ifade eden Vorst sözlerine şöyle devam etmiştir; “Yeryüzü ilkel haliyle, yayılmamıza müsait olmadığından, insan muradına erebilmek için, yeryüzünü zincire vurmalıdır.”
İlk fabrikalar tamamen tarımsal modeli taklit etmiştir; bu da, her türlü üretimin esas olarak çiftçiliğe dayandığını göstermektedir. İlk yerleşimcilerin, toprağı ilk defa işlemek üzere bir sabana altı öküz koştukları Orta Amerika bozkırlarını hatırlamamak mümkün değil. Frank Norris’in 1870′teki The Octopus (Ahtapot) adlı eserinde, saban takımlarının bir kerede 175 hat açtığı San Joaquin Vadisi’nde “büyük bir topçu birliği” gibi sürüldükleri sahne de unutulmazdır.
Günümüzde, organik olandan geriye ne kalmışsa, birkaç petro-kimya holdingi tarafından tamamen mekanik hale getirilmektedir. Bu holdinglerin suni gübreleri, böcek ve bitki zehirleri ile dünyadaki tohum stokunun neredeyse tümüyle tekellerin eline geçmesi, ekimden tutun da tüketime varıncaya dek yiyecek üretimini tamamen entegre hale getiren bir ortamı ifade etmektedir. “Uygarlık aynen şeker pancarı gibi monokültür üretmektedir” diyen Levi-Strauss haklı olmakla birlikte, tamamen sentetik olan bu yönelim, yalnızca İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizi tahakküm altına almaya başladı.
Tarım toprağa kattığı organik maddelerin çok daha fazlasını topraktan almakta ve erozyon yıllık monokültür raporlarının temel öğesi haline gelmektedir. Bazı yıllık raporlar, toprak konusunda ortaya çıkan vahim sonuçlarla dolup taşmaktadır; pamuk, soya fasulyesi ve mevcut evcilleştirilmiş haliyle tamamen tarıma bağımlı hale getirilen tahıl, en ölümcül veriler arasındadır. J. Russel Smith, tahılı, “kıtaların katili… ve insan geleceğinin en büyük düşmanlarından biri” olarak adlandırmıştır. Bir Iowa tahılı kilesinin erozyon maliyeti iki toprak kilesine eşdeğerdir; bu da, tarım alanlarında çok daha geniş bir ölçeğe ulaşan endüstriyel yıkımı ifade eder. Devasa boyutlara varan monokültürlerin kesintisiz işleyişi ve gübre ya da humus uygulanmaksızın kimyasalların yaygın bir şekilde kullanılması, toprağı daha da kötüleştirmekte ve toprak kaybını çok daha yüksek bir düzeye çıkarmaktadır.
Egemen tarımsal anlayışa göre, asıl amaçları azami üretim olan teknisyenlerin denetiminde, toprağa bol miktarda kimyasal madde katmak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, suni gübreler ve tüm diğer kimyasallar, topraktaki karmaşık yaşam gerekliliğini ortadan kaldırmakta ve toprağı basit bir üretim nesnesine dönüştürmektedir. Zira teknolojinin hedefi, biyosferin doğal dengesini bozan tamamen yapaylaşmış bir çevre, yani topyekün kontroldür.
Ancak, azalmaya başlayan büyük monokültürel kârları yükseltmek üzere sularında ve yiyeceklerde ortaya çıkan zehirli kirlenme kimsenin umrunda değil. ABD Tarım Bakanlığı, ülkenin ekilebilir arazilerinde yılda iki milyar tonluk toprak erozyonu yaşandığını bildirmektedir. Ulusal Bilimler Akademisi, yüzey toprağının üçte biri aşkın kısmının daha şimdiden yok olduğunu tahmin etmektedir. Tek tip tarım ve sentetik gübrelerin yarattığı ekolojik dengesizlik, zararlı böceklerde ve ekin hastalıklarında muazzam bir artışa yol açmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, böceklerden dolayı yaşanan mahsul kaybı iki katına çıkmıştır. Elbette teknoloji, daha sentetik gübrelemeler, “yabani ot” ve “haşere” öldürücü ilaçlarla bu kaybı gidermeye çalışmakta ve böylece doğaya karşı işlenen suçu daha da korkunç hale getirmektedir.
Savaş sonrası olgulardan biri de, yoksul Üçüncü Dünya’nın Amerikan sermayesi ve teknolojisi tarafından kurtarılması olarak yutturulan Yeşil Devrim’di. Ne var ki, Yeşil Devrim açları doyurmak yerine, büyük holding çiftliklerini geliştiren programın kurbanları olarak milyonlarca yoksul kişiyi Asya, Latin Amerika ve Afrika’daki tarım alanlarından kopardı. Eski kırsal komünalizmi ortadan kaldıran, yoğun bir fosil yakıt tüketimini gerektiren ve doğaya karşı eşi benzeri görülmemiş ölçekte bir saldırı başlatan Yeşil Devrim, sermaye merkezli tarım ticaretine yol açan muazzam bir teknolojik sömürü anlamına geldi.
Çölleşme, ya da tarımdan kaynaklanan toprak kaybı hızlı bir şekilde arttır. Dünya çağında her yıl, Belçika’nın yüzölçümünün iki katını aşkın bir bölge çöle dönüşmektedir. Dünya’daki tropikal yağmur ormanlarının kaderi, bu çoraklaşmayı daha da arttıran bir faktördür; söz konusu yağmur ormanlarının yarısı, son otuz yıl içinde ortadan kaldırılmıştır. Afrika’nın son vahşi bölgesi olan Bostwana’daki ormanlık alanlar, Amazon’un balta girmemiş ormanlarının önemli bir kısmı ve Orta Amerika’daki yağmur ormanlarının neredeyse yarısı, sırf ABD ve Avrupa’daki hamburger pazarı için hayvan üretmek adına ortadan kaldırılmıştır. Şimdilik ormansızlaştırma tehlikesiyle karşı karşıya olmayan birkaç bölge ise, tarımın gitmek istemediği yerlerdir. Tıpkı 1980′li yılların ortalarında Afrika’da yaşanan şiddetli açlığın kaynağının toprak kaybı olması gibi, ABD’deki toprak kaybı da, ilk on üç koloninin kapsadığından çok daha büyük bir alan içermektedir ve nesilleri tükenen yabani hayvan ve bitki türleri birbirlerini izlemektedir.
Hayvanlara yeniden dönmek gerekirse, Yaratılış efsanesinde Tanrı’nın Nuh Peygamber’e söylediklerini anımsayabiliriz; “Ve senin korkun ve senin dehşetin, havadaki tüm kuşlar, yeryüzünde hareket eden tüm hayvanlar ve denizdeki tüm balıklar üzerinde olacaktır; onlar senin ellerine teslim edilmiştir.” Yeni keşfedilen topraklar, üretimin öncü birlikleri tarafından ilk kez ziyaret edildiklerinde, geniş bir tanıtım literatürünün de gösterdiği gibi, yabani memeliler ve kuşlar kâşiflerden hiçbir şekilde ürkmemişlerdir. Oysa İncil’deki pasajda oldukça isabetli bir şekilde önceden dile getirilen tarımcı zihniyet, yabani varlıkların yırtıcılığı konusunda abartılı bir inanç yaymaktadır; bunun nedeni, ilerlemenin getirdiği yabancılaşma, hayvanlar dünyasıyla ilişkinin yitirilmesi ve ayrıca bu dünya üzerinde tahakkü kurma ihtiyacıdır.
Evcil hayvanların kaderi, tarımcı teknolojistlerin, kendi üretim sistemlerini mükemmelleştirmek üzere daima fabrikaları bir model olarak görmeleri olgusuyla belirlenmektedir. Doğa bu sistemlerden tamamen dışlanmıştır; çiftlik hayvanları, deforme edilmiş yaşamları boyunca, büyük ölçüde hareketsiz tutulmakta ve tamamen suni bir ortamda kitlesel ölçekte yetiştirilmektedir. Örneğin milyarlarca tavuk, domuz ve dana, tarlalarda özgürce dolaştıkları eski günler şöyle dursun, artık gün ışığını bile görememektedir; ve alçakça hapsedilen bu varlıkları beslemek üzere gün geçtikçe daha fazla otlaş işlendikçe, kırlık alanlar da giderek daha ıssız bir hale gelmektedir.
Stresten kaynaklanan kavgalarda ölüm oranını azaltmak üzere gagaları kesilen yüksek teknoloji ürünü tavuklar çoğu zaman dörtlü hatta beşli gruplar halinde “12′ye 18′lik” bir kafeste yaşamakta ve yumurtlama dönemlerinin düzene girmesi için, on güne varan sürelerle yiyecekten ve sudan yoksun bırakılmaktadırlar. Domuzlar, herhangi bir yalıtım maddesinin bulunmadığı çıplak beyon zeminler üzerinde yaşamaktadır; fiziksel koşullardan ve stresten dolayı, ayak çürümesi, kuyruk ısırması ve birbirini yeme yaygın hastalıklardır. Dişi domuzlar, yavrularını metal bir ızgaranın ardından emzirmekte, anne ve diğer yavrular arasındaki doğal temas engellenmektedir. Danalar çoğu zaman karanlık içinde tutulmaktadır ve etraflarında dönmelerine, hatta normal bedensel duruşlarına bile imkân vermeyen daracık ahır tezgâhlarına zincirlenmişlerdir. Bunca işkence sonucu hastalığa karşı dayanaksız olma ihtimallerinin yüksek olmasından ötürü, bu hayvanlar sürekli olarak tıbbi bir perhize tabi tutulmaktadır; zira otomatikleşmiş hayvan üretimi, hormonlara ve antibiyotiklere dayanmaktadır. Ortaya ne tür bir yiyeceğin çıkacağı olgusu bir yana, böylesine sistematize edilmiş bir acımasızlık, her türlü tutsaklığın ve köleliğin her biçiminin kaynağının ya da modelinin tarım olduğunu akla getirmektedir.
Yiyecek, bizlerle doğal ortam arsındaki en doğrudan ilişki biçimlerinden biri olmuştur; ne var ki gün geçtikçe daha fazla teknolojik üretim sistemine bağımlı hale getirilmekteyiz ve bu sistem bazı duyularımızı bile artık gereksiz hale getirmiştir. Bir zamanlar herhangi bir yiyeceğin değeri ve güvenilirliği bakımından can alıcı temel bir öneme sahip olan tat, artık hiçbir şekilde hissedilmemekte, daha ziyade bir etiketle belgelenmektedir. Bir bütün olarak ele alındığında, tükettiğimiz yiyeceklerin sağlıklılığı hızla azalmakya ve bir zamanlar yiyecek için işlenen topraklarda, adeta açlığa zemin hazırlarcasına, bugün kahve, tütün, alkol hububatı, esrar ve diğer uyuşturucular üretilmektedir. Meyve ve sebze türünden işlenmemiş yiyecekler bile giderek tatsız ve yavan bir hale gelmektedir; çünkü beslenme ve zevk kaygısının yerini, işleme, ulaştırma ve depolama ihtiyaçlarından doğan kaygılar almıştır.
Tarımdan bize miras kalan topyekün savaş, Güneydoğu Asya’da Vietnam Savaşı esnasında milyonlarca dönümlük arazinin kullanılmaz hale getirilmesine yol açmıştı; ancak biyosferin talan edilmesi, gündelik global biçimiyle çok daha öldürücü bir düzeye erişmiştir. Üretimin bir fonksiyonu olarak yiyecek, asıl temel alanında tamamen başarısız kalmıştır; hepimizin bildiği gibi, dünyaın yarısı kötü beslenmeden mustariptir ve bizzatihi açlığın eşiğine dayanmıştır.
Bu arada, tarım öncesi sağlıklı beslenme rejimlerine karşılık, Eaton ve Konner, 31 Ocak 1985 tarihli New England Journal of Medicine’de “uygarlığın hastalıklarından” söz etmektedir; bu hastalıklar nasıl, ilaç, kozmetik ve fabrikasyon yiyecek üreticilerinin avı haline geldiğimiz, ne türden neşesiz ve kronik bir hastalık dünyasında yaşadığımızı gayet iyi açıklamaktadır. Genetik yiyecek mühendisliğinin yarattığı yeni hayvan türleri, yapay mikroorganizmalar ve bitkilerle bilikte, evcilleştirme yeni patolojik zirvelere ulaşmaktadır. Mantıki düşünmek gerekirse, üretim dünyası, tüm diğer doğal sistemleri bozup deforme ettiği ölçüde ilerleyeceğinden insanlığın kendisi de eninde sonunda bu düzenin evcil bir hayvanı haline gelecektir.
Tarımla birlikte başlayan ve tarım aracılığıyla ilerleyen, doğayı boyunduruk altına alma projesi devasa boyutlara ulaşmıştır. Uygarlığın ilerleyişinin “başarısı”, daha önceki insanlığın istemediği o başarı, giderek yakılmış bir cesedin küllerini andırmaktadır. James Serpell bu durumu şöyle özetlemiştir: “Kısaca ifade etmek gerekirse, yolun sonuna geldiğimiz anlaşılıyor. Artık daha fazla büyüyemeyiz; daha fazla tahribat yaratmadan üretimi yoğunlaştırmamız mümkün değil; ve dünya hızla bir çöplüğe dönüşmektedir.”
Fizyolog Jared Diamon tarımın başlangıcını, “etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığmız bir felâket” olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir “felâket” olmuştur ve öyle olmaya devam etmektedir; bugün canımıza kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu felâketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek mümkün değildir.
*Leviathan: Tevrat’ta adı geçen büyük bir su canavarı. Ç.n.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder