05 Ağustos 2012

tayfun'un son yazısı





TAYFUN'UN HASTANE ODASINDA BANA DİKTE ETTİRİP YAZDIĞI SON YAZISIDIR..*


Vicdani reddimi açıklayalı 22 yıl oldu. Bugün 19 mayıs ve

içimde tarif edilmez bir sıkıntı var. Hastane odasında televizyonda Mustafa Sarıgül’ün bütün Şişli’yi nasıl bayraklar ve Atatürk resimleriyle donattığını, çoğunluğu genç onbinlerce insanın ellerinde bayraklar Mecidiyeköy’e doğru yürüyüşünü izleyince bu 22 yılda bir arpa boyu bile yol gidememiş olduğumuzu düşündüm.

BBC'ye öykünen bir haber kanalı Avanos’taki çatışmayı veriyordu:”..devriye görevini yapmakta olan jandarma aracına roketatarlarla ateş açıldı, biri binbaşı üç subay şehit oldu. Çıkan çatışmada 4 PKK’lı öldürüldü.” Bu Türkiye ana akım medyasında görülebilecek en nötr ifadeydi doğrusu. Ana akım medyada ölen askerlere, hele hele içlerinde subay varsa, şehit denmesi her gazetecinin gözü kapalı uyması gereken kuraldır. PKK’liler en nötr anlamıyla “öldürülmüş” olabilirlerdi. Ya da “ölü olarak ele geçirilmiş” veya “etkisiz hale getirilmiş”. Pek izleyemiyorum ama Roj TV'de haberi muhtemelen “4 HPG’li gerilla şehit oldu, yüksek rütbeli üç Türk subayı öldürüldü..” vb. şeklinde vermiştir. Çünkü nasıl asker cenazelerinin değişmez sloganı “şehitler ölmez vatan bölünmez” ise, Kürt illerindeki gerilla cenazelerinin de baş sloganı “şehid nâmerin” (şehitler ölmez)dir. Televizyonlarda uzun uzun gösterilen şehit ailelerine yapılan taziye ziyaretlerine yörenin mülki ve askeri erkânını, ölü ailelerini “şehadetin en yüce mertebe olduğu ve çocuklarının boşuna ölmediği” desturuyla yatıştırırken izliyoruz. Kürt siyasal eliti aynı söylemle gerilla ölümlerini yüceltmekte. İslam'dan her kesimin ödünç alageldiği “şehit” terimi, savaşın taraflarınca ölümün yüceltilmesi için kullanılmakta. Oysa ortada sadece ölü insanlar vardır; onlar artık ne Kürttür ne Türk ne sağcı ne solcu, sadece birer ölüdürler.

İçim sıkıldı. Sokağa çıkamazdım, sokaklar işgal altındaydı. Televizyonu kapattım –nerdeyse bütün kanallar bir savaş aygıtının propaganda bülteni gibi yayın yapıyorlardı.

Daha sonra bir salonda vicdani redçilerin organize ettiği bir panelde konuşurken bir yandan ne kadar az olduğumuzu, ne kadar örgütsüz olduğumuzu düşündüm. Salonda bulunanların çoğunun kafası karışıktı- bazıları,T.C’nin Kürt halkını inkâr, imha ve asimilasyon politikalarına karşı özgürlük mücadelesi adına silah kullanmasının militarizm olmadığını düşünüyordu. Oysa mesele sadece silah meselesi de değildi; şiddet sarmalında ısrar etmenin çözümsüzlük anlamına gelmesi bir yana, biz antimilitaristlerin esas itirazı hiyerarşik devlet tarzı örgütlenmeyedir. Çünkü iyi biliriz ki devletsi yapıların ve devletlerin bizzat “uğruna mücadele ettikleri”ni öne sürdükleri halkı zapturapta alma, hizaya sokma ve bastırma şeklinde kaçınılmaz bir özellikleri vardır.

Biz antimilitaristler, hangi “kutsal” dava adına olursa olsun insanların, “düşman”ı öldürmek ve yok etmek amaçlı, emir komuta zincirine dayanan, liderlik kültüne yaslanan örgütlenmeler oluşturmasına karşıyız.

Biz azız; savaş histerisini, bayrak fetişizmini, hangi kılık altında olursa olsun milliyetçiliği, “alçaklığın son sığınağı”** olan vatanseverliği engellemeye gücümüz yetmez belki ama suç ortağı olmayarak, vicdanımızın, inançlarımızın işaret ettiği yerden dik durarak, çocuklarımıza, torunlarımıza anlatacak anlamlı öyküler oluşturarak bir etkimiz olabilir.

Hem, Ibsen’nin sözünü aklımdan hiç çıkarmıyorum: “çoğunluk her zaman haksızdır”.

* tayfun gönül, yazıyı hastane odasında defne sandalcı'ya dikte ettirip yazdırmıştır.
**dr.samuel jackson


Hiç yorum yok: