19 Şubat 2021

Dışlayıcı Mimari, Utku Özmakas-Kansu Yıldırım

 


Toplumsal eşitsizliğin son dönemlerde en göze çarpan örneklerinden birini “dışlayıcı mimari” veyahut “hasmane mimari” olarak nitelenen kamusal düzenleme pratikleri oluşturmaktadır. Dünyanın dört bir yanında sayıları giderek artan bu pratikler, temel olarak kentsel mekânı potansiyel “suç mahalli” olarak gören, kamusal alanı “önleyici müdahaleler”le düzenlemeye çalışan bir güvenlik yaklaşımını dışavurmaktadır. Ne var ki, bu süreçte kimin “suçlu” veyahut neyin “suç” olduğu muğlaklaşmaktadır. Dolayısıyla bu pratiklerin asıl amacının ne olduğu, üzerine düşünmeye değer bir sorudur. Bu çalışmada öncelikle söz konusu ayrımcı ve dışlayıcı pratiklerin örnekleri ele alınacak; böylelikle uygulamanın genel yapısı gözler önüne serilecektir. Ardından bu pratiklerin dayandığı güvenlik paradigması çözümlenerek aslında kentsel alanın düzenlenmesinde ölçütün güvenlik değil, sermaye birikimi olduğu gösterilmeye çalışılacaktır. Sonuçta da dışlayıcı mimari uygulamalarının aslında öncelikle mukimleri aktif tüketicilere dönüştürmeye çalışan neoliberal ideolojinin bir ürünü olduğu iddia edilecektir. Bu sürecin ikinci sonucuysa tüketici olamayan mukimlerin “kentsel hayaletler”e dönüşmesidir.

 

Konut bloklarının önündeki alana yerleştirilmiş çıkıntılar, Londra.

 

Giriş

Uzunca bir süredir dünyanın dört bir yanında kent mekânının organizasyonu bağlamında hayata geçirilen bazı pratikler epey büyük ihtilaflara yol açıyor. Özellikle güvenlik odaklı müdahaleler, yalnızca kamusal alan üzerindeki denetimi artırmakla kalmıyor; aynı zamanda müşterek mekânlara ilişkin her türden eylem repertuarını da daraltıyor. Bunun kente ilişkin deneyim ve anlam dünyasında uzun erimli olarak önemli değişikliklere yol açacağına hiç şüphe yok. İhtilafa neden olan uygulamaların önde gelen gerekçeleri arasında elbette güvenlik yer alıyor. “Özgürlük veyahut güvenlik” şeklinde kurulmuş sahte ikilik, yalnızca teorik tartışmalarda değil, kentsel mekânın şekillendirilmesinde de önemli bir rol oynuyor.

Bu bağlamda son dönemlerde giderek yaygınlaşan bir pratik, ihtilaflı müdahale biçimlerinin başında geliyor: “Dışlayıcı mimari” [excluding architecture], “hasmane mimari” [hostile architecture], “korumaya yönelik kentsel mimari” [defensive urban architecture], “Çevresel Tasarımla Suçun Önlenmesi” [Crime Prevention through Environmental Design (CPTED)] ve “disiplinci mimari” [disciplinary architecture] gibi kavramsallaştırmalarla anılan bu pratik, temelde kentsel ve dolayısıyla kamusal alanı[1] mimari ve tasarım yoluyla denetlemek; yalnızca bu alana erişimi kısıtlamak değil, aynı zamanda alanın kullanım biçimlerini de şekillendirmek ve alandaki tutumları yönlendirmek gibi amaçlar taşıyor.


Söz konusu pratik, kent içinde farklı suretlerle temayüz ediyor. Bilhassa evsizlerin [homeless] üzerine yatıp uzanmasını (ve dolayısıyla uyumasını) engelleyen banklar, barınmayı olanaksızlaştırmak üzere köprü altlarına ya da buna uygun alanlara konan dikenli teller veyahut sivri uçlu çıkıntılar, özellikle geceleri çalıştırılan sulama sistemleri, üzerinde uzun süre oturmaya müsaade etmeyen kaldırımlar, uyumaya veya oturmaya uygun alanların çitlenmesi veya çivilenmesi bunların en bilindik örnekleri arasında.[2] Daha az bilinen uygulamalarsa kentsel alana bir öğenin eklenmesi veyahut yerleştirilmesi değil de, çıkarılması yoluyla gerçekleştiriliyor: Örneğin, daha önceden kamusal kullanıma sunulmuş bankların, çeşmelerin ve tuvaletlerin geçici bir düzenleme adı altında kalıcı olarak kaldırılması gibi. Amacı ister evsizlerin uyumasını ister bir firmanın vitrininin önünün kapanmasını engellemek olsun, bu pratikler Londra’dan Montreal’e, Ankara’dan Los Angeles’a, Varberg’den Melbourne’e kadar giderek yaygınlaşıyor ve kentsel mekânın organizasyonunda ciddi bir yer tutmaya başlıyor. 

Bir viyadük altında beton çıkıntılar, Guangzhou

Ankara Kızılay’da Dost Kitabevi önüne yerleştirilip tepkiler üzerine kaldırılan çitler, 2014.

 

Potansiyel Bir Suç Mahalli Olarak Kent

Jane Jacobs, kente bakışı değiştiren klasik eserinde “Başarılı bir semtin en temel niteliği insanın sokakta tüm bu yabancılar arasında yürürken kendini emniyette hissetmesidir” demişti[3]. Bu hissin nasıl tesis edileceğine ilişkin görüşler oldukça çeşitlidir. Baskın görüş, kentsel alanları olabildiğince güvenlik koridoru içerisine almanın; siteleri güvenli hale getirmek için etrafına çit çekmenin veyahut duvar örmenin, kapısına özel güvenlik görevlileri yerleştirmenin; mümkün olduğunca Mobese benzeri sistemlerle kenti gözetlemenin en iyi çare olduğunu ileri sürüyor. Oysaki Jacobs’ın işaret ettiği ve deneyimlerin gösterdiği üzere, bunlar kentsel alanı güvenli hale getirmek şöyle dursun, tam aksine bir sonuç yaratıyor: “Şehrin tehlikeli olmasının sorumluluğunu azınlıkların, yoksulların, serserilerin üstüne atmak bizi çözüme götürmez.”[4] Peki ne götürür? Kolluk güçleri mi? Daha fazla güvenlik, daha fazla denetim ve sonuçta daha fazla cezalandırma mı?

Kentsel alanların tasarlanmasında güvenliğin öncelikli hale gelmesi, hiç şüphesiz salt dışlayıcı mimariyle sınırlı değildir. Aslına bakılırsa bu kavramın “en parlak günleri”ni yaşadığını söyleyebiliriz. Mark Neocleous’un dile getirdiği üzere, “‘Güvenlik bilinci’ yeni hâkim ideoloji haline gelmiştir”.[5] Dolayısıyla güvenliğin ne olduğu sorusu çoğu zaman göz ardı edilerek veyahut sınırlı durumlar genelleştirilerek pratiklerin sonuçlarına odaklanılması sağlanmıştır. Güvenlik mantığı, hemen her alana sirayet ederek, bir tür “güvenlik fetişizmi”ne dönüştürülerek öncelikli bir konum kazanmıştır.

Kentsel alanın güvenliği hususunda ilk adım doğal olarak en kolay yöntem olan yasalar eliyle atılmaktadır. Bugün iktidar, kentsel ve kamusal alanı düzenlemek için öncelikle yasal süreçlere başvurur. Çeşitli yasaklama ve sınırlamalar, asli hedefin evsizler olduğu açıkça dillendirilmeden uygulamaya sokulmaktadır. Örneğin, Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta belediye tarafından belirlenen 38 kamusal mekânda içki içilmesi ve dilencilik yasaklanmıştır.[6] Benzer şekilde, Slovenya’da 2006 yılında kamu düzenini ve huzurunu koruyan bir yasa kapsamında “bir başkasından saldırgan şekilde para ya da başka bir mal isteme” yani ofansif tarzda dilencilik yasaklanırken, aynı zamanda “bu amaçla kullanılmayan ve başka insanlar için sorun teşkil edebilecek” mekânlarda uyumak da yasaklanmıştır.[7] Benzer girişimler Amerika’da da görülmektedir. Don Mitchell’a göre 1980’lerin sonu ve 1990’ların başı itibariyle yaşanan değişimler, mekânın zaman değil, bizzat yasa yoluyla ortadan kaldırıldığını göstermektedir.[8] Örneğin, Santa Cruz ve Phoneix’te kamusal alanlarda uyumak yasaklanmış; Atlanta’da aylaklık 1993’te suç ilan edilmiştir; Santa Cruz’da dilencilik -kişilerin fotoğraf ve parmak izi alınarak verilen bir- lisansa bağlanmıştır; Cincinati’de 1995’te çıkan bir kararla sabah yedi ile dokuz arasında kaldırımlarda yatmak ya da uzanmak yasadışı ilan edilmiştir. [9]

Bu yasal düzenlemeler ilk bakışta sadece ve doğrudan evsizleri hedef almıyormuş gibi görünse de, temel amacın onları kentsel alanlardan uzaklaştırmak olduğunu kavramak çok da zor değildir. Sonuç olarak, Avrupa’nın yedi ülkesinde evsizlerin çeşitli araçlar kullanılarak kamusal alandan dışlanmasını ele alan Doherty vd.’nin işaret ettiği üzere “[…] açık bir biçimde evsizleri hedef alan bu yasa girişimleri başarısız olmuştur”.[10]

 

Üzerine uzanmayı engelleyen bölmeli bank, Londra. Kaynak:  www.dismalgarden.com

 

Kıvrımlı bank, Brighton thetempletimes.co.uk

 

Yasal değişiklikleri izleyen ikinci adımsa gözetlemenin önem kazanmasıdır; ardındansa genellikle çitleme gelir. Güvenlik mantığına göre kamusal alanın emniyet altında tutulması ve refahın tesis edilebilmesi için kentsel alanların otoritelerce gözetlenebilmesi gerekir. Bu en başta Mobese vb. sistemler aracılığıyla sağlanır. Gözetleme, Michel Foucault’nun “panoptikon” kavramı etrafında yürüttüğü çalışmalardan bu yana bilindiği üzere, davranış ve tutumları şekillendirme kapasitesine sahiptir. “Şeffaf bir toplum düşü”nün[11] yansıması olan panoptik girişim, gözetleyen ile gözetlenen arasındaki ilişkinin asimetrik yapısından faydalanır: “Gözetleyen bir bakış ve bakışın ağırlığını üzerinde hisseden herkes, bakışı öyle içselleştirir ki, sonunda kendini gözetleme noktasına varır; böylece herkes kendi üzerinde ve kendine karşı bu gözetlemeyi işletecektir.”[12] Gözetleme bu minvalde güvenliğin epey önemli bir aşamasıdır.

Gelgelelim gözetlenenler, kendilerinden beklenen tutum veyahut davranış değişikliklerini gerçekleştirmedikleri takdirde sonraki adım devreye girer: çitleme. Mekânın kapatılması, sınırlarının çizilmesi ve böylelikle sınırları belirlenmiş bir alan içerisinde denetlemenin kolaylaşması güvenlik tertibatının bir başka önemli aşamasını oluşturur; fakat çitleme ancak arkasından gelecek tedbirlerle birlikte anlamlıdır. Bir mekânın yalnızca sınırlarını belirgin hale getirmek, bu yaklaşıma göre güvenlik açısından yetersizdir. Dolayısıyla çitlemeyi, resmî kolluk kuvvetinin veya güvenlik görevlilerinin mekânın bir parçası haline gelmesi süreci izler. Böylelikle denetimin fiziksel yüzü daha görünür hale gelir; caydırıcılık eğilimi pekiştirilir.

Sonuç olarak ister yasal önlemler alınsın ister gözetleme sistematiği kurulsun ister bazı öğelerin kaldırılması yoluyla olsun, güvenlik tertibatının bütün amacı kentsel ve kamusal alanın kullanımına bir “yön” vermektir. Bu noktada Foucault’nun Collegé de France derslerinden yardım almak yerinde olabilir.

Foucault, güvenlik sorununu üç biçim altında inceleyebileceğimize işaret eder. İlki “yasa koymak”, ikincisi “disiplinci mekanizma” ve üçüncüsü de, “güvenlik düzenekleri”dir. Foucault, yasa koymanın ve disiplinci mekanizmanın, yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız üzere, bazı noktalarda iktidarın amaçları bakımından yetersiz kaldığını dile getirir.[13] Ona göre  güvenlik teknolojileri, yasal önlemler gibi sadece yasaklayarak çalışmaz, disiplinci mekanizmalar gibi sadece boş bir mekânda da işlemez. Bu bakımdan “hareket kabiliyeti” çok daha esnektir:

            […] disiplin bir mekânı inşa eder ve kendisine öğelerin hiyerarşik ve işlevsel dağılımı sorusunu sorar; güvenlik ise, dönüşebilir ve çok işlevli bir çerçevede düzenlemeleri gereken olası öğeler ve olaylar dizisinden hareketle bir ortamı [milieu] oluşturmaya çalışır.[14]

Başka bir deyişle, güvenlik teknolojileri disiplin mekanizmalarına uygun bir mekânı inşa etmeye çalışmak yerine, mevcut “ortam”ı buna uygun olarak dönüştürür. Bunu yaparken de, açık bir biçimde yasaklama ya da sınırlama yoluna gitmez. Yani evsizlerin belli bir yerde uyumasını ya da barınmasını doğrudan yasaklamak ya da buna müsaade etmeyen kamusal alanlar inşa etmek yerine, mevcut kentsel alana hem dokusunda hem de derinliğinde müdahale ederek, belli davranışları teşvik eder. Çivilenmiş bir alana oturmak yasak değildir; ancak konforlu olmadığı da açıktır.

Gelgelelim “güvenlik endüstrisi”nin araçlarını çoğaltıp yaygınlaştıran tüm bu girişimlere rağmen kentsel alanda güvenlik “bir türlü” sağlanamamakta, mütemadiyen yeni önlem ve müdahale biçimlerinin peşine düşülmektedir. Dışlayıcı mimari de, bu güvenlik teknolojilerinin son halkası olarak belirlemektedir.

Ortamı ve bu ortamda sergilenecek performansları şekillendirmeye çalışan güvenlik teknolojileri bağlamında değerlendirildiğinde, “dışlayıcı mimari” pratiklerinin “önleyici saldırı” [pre-emptive strike] yaklaşımının bir uzantısı olduğu söylenebilir. Henüz savaş ya da muharebe alanı olmamış bir ortamda ortaya çıkabilecek potansiyel suçları engellemek üzere tasarlanan, yani sorun daha vuku bulmadan ortaya çıkış koşullarını yok etmeyi amaçlayan bu saldırı biçimi, kentsel alanı potansiyel bir suç mahalli olarak görür. Evsizler veyahut kaykay yapan gençler, “sükûneti bozmak”ta, “bir suça imza atmak üzere”dir. Yani kamusal alana erişimi kısıtlamayı hedefleyen dışlayıcı pratikler, hedefine aldığı kişileri kentin birer sakini ya da parçası olarak görmez, potansiyel birer tehdit olarak değerlendirir. Bu bakımdan dışlayıcı mimari, kamusal alanı şekillendirmeye çalışırken aslında kimin “kamu”nun parçası sayılıp kimin sayılmadığını gözler önüne serer. Başka bir deyişle, dışlayıcı mimari aslında bir anlamda “savaş hukuku”nu kent meydanına taşır. Kimin dost kimin düşman olduğuna dair önceden belirlenmiş bir yargıyı ve bu yargıyı inşa eden ideolojiyi tasarım yoluyla kente “serpiştirir.” Bu noktada kimin kimden korunduğu sorusu ortaya çıkar:

            Bu önemli bir noktadır; çünkü kamusal alanlara erişim “kamu” adına sınırlandırılır; kamusal alanlar hasmane hale gelir ve belli gruplara karşı tahkim edilir; kamusal alanlar gitgide belli kimlik ve davranışlara kolaylık sağlayacak ve diğerlerini de disiplin altına alacak ya da uzaklaştıracak şekilde yapılandırılmaktadır. Dolayısıyla kamusal alanlar tahayyül edilmiş, idealleştirilmiş -suçtan korkan, evsizlerin tadını kaçırdığı ve dilenmeyi bir tehdit olarak algılayan- bir “kamu”ya göre inşa edilmektedir.[15]

Başka bir deyişle, yapısal koşulları daha baştan görme alanı dışında bırakan bir yaklaşımdır bu. Evsizlerin neden evsiz oldukları, neden potansiyel birer suçlu olarak algılandıkları veyahut güvenli şekilde kaykay yapmak için gerekli alanların neden çok az olduğu ve daha önemlisi kamusal alanı kimin, nasıl kullanmaya hakkı olduğu gibi sorular, bu yaklaşımda daha en baştan rafa kaldırılır. Güvenliğin neden mülkiyet ile nizamın korunmasından ibaret olduğu, söz konusu nizamın neyi ya da kimin güvenliğini esas aldığı gibi temel sorular görmezden gelinir. Bu güvenlik anlayışının davranıştan yalnızca kişiyi sorumlu tutması, durumu oluşturan yapısal koşulları tartışmaya açmaması bariz bir “körlük biçimi” üretmektedir. Bireyi asli öğe kabul eden tüketimci ideolojinin bir sonucu olan bu “körlük”, evsizlerin kamusal alandan uzaklaştırılmasının bizatihi bir şiddet biçimi üretip üretmediğini veyahut güvenliği tesis etmenin alternatif yollarını tartışmayı reddeder.

Bu noktada bir kez daha Jacobs’tan yardım alabiliriz. Jacobs, kamusal huzurun kolluk güçlerinin yaygın dolaşımıyla da tesis edilemediğini gözler önüne serer; çünkü “Normal, kendiliğinden medeniyetin çöktüğü bir yerde medeniyeti korumaya milyon polis yetmez”.[16] Peki bu durumda kentsel ve kamusal huzur nasıl tesis edilebilir? Bunu sağlayacak olan fail kimdir? Jacobs’ın yanıtı açıktır: “Kamusal huzuru koruyan orada yaşayan halkın karmaşık, üstelik neredeyse bilinçsiz olan, gönüllü denetim ve standartlar ağıdır; üstelik bunu uygulayan da halkın ta kendisidir.”[17]

O halde bunun sağlanması için yurttaşların kent içi alanlarda dolaşımını kolaylaştıran ve bu alanlara ânında müdahaleyi mümkün kılan bir kentsel bilincin geliştirilmesi gerekir. Güvenlik işlevinin salt kolluk güçlerine havale edilmesi ya da özelleştirilmesiyse söz konusu bilinci geriletmekten başka hiçbir işe yaramaz. Oysaki “Kişinin eyleme geçmesi için, sokağı sahiplenmesi ve yardıma ihtiyacı olursa yardım göreceğine inanması gerekir”.[18] Ne var ki, eyleme geçmenin önkoşulu gözlemleme fırsatına sahip olmaktır. Bu da kamusal alanı kolayca görmeyi olanaksızlaştıran yüksek katlı ve sık dikilmiş binalarla mümkün değildir. Aksine, kentsel alanı sürekli olarak görebilen gözler, mobese başındakilerin değil, kent sakinlerinin gözleri olmalıdır.

Dahası, kentsel alanların belli saatlerden sonra adeta cezalandırılarak “insansız hale getirilmesi”, yani hareketten azade kılınması sorunu iyice katlar. Dolaşımın ve dolayısıyla insani temasın azalması, kentin karanlığa gömülmesi kamusal huzur açısından tedbir olmak şöyle dursun, suçun oluşması için potansiyel bir ortam yaratır. Bu bakımdan dışlayıcı mimari yoluyla kentsel alanı güvenli hale getirmek olanaksızdır. O halde “Bu pratikler neden bu kadar yaygınlaşıyor ve aslında neyi maskeliyor?” sorusunu sormak gerekir.

Yukarıda değindiğimiz “bilinçli körlük”ün nedeni, bu soruyla doğrudan ilişkilidir. Öncelikli olarak bu pratikler, kimin kamunun parçası sayıldığına dair egemen ideolojinin tahkim edilmesiyle ilişkilidir. Başka bir deyişle, dışlayıcı mimari pratikleri, bünyesinde “makbul yurttaş”ın kim olduğuna, yani kamusal ve kentsel alanı kullanmanın kimin hakkı olduğuna dair “kendiliğinden” bir yanıt taşır.

  

Kuşları kovmak üzere ağaçlara yerleştirilen dikenler. Kaynak: Tasarım Hayata Karşı

 

Güvenliğin Metalaşması

Bu bağlamda söz konusu bilinçli körlüğün ikinci nedeniyse güvenliğin metalaşmış olmasıdır. Neocleous’un işaret ettiği üzere, bu kavram “güvenliğin bir meta olarak üretimini ve dolayısıyla daha genel olarak güvenlik saldırısında sermayenin rolünü”[19] ifade etmek üzere kullanılır. Burada hemen bir uyarıda bulunmak gerekir: Güvenliğin metalaşmasını yalnızca devletin güvenlik rolünü yerine getirememesinin bir sonucu olarak düşünmek hata olur. Aksine, buradaki mesele, “güvenlik ile sermaye arasındaki ölümcül suç ortaklığını”[20] analiz etmektir.

Güvenliğin metalaşması, en temelde güvenliğin tesis edilmesi için gereken araç gerecin ve buna bağlı olarak uygulamaların sermayeye yeni bir saha açmasını işaret eder.

            Güvenlik şirketleri güvenlik endüstrisine “sosyal kontrol” ya da “gözetleme”den bir çıkarları olduğu için girmiyorlar. Endüstriye daha ziyade kâr etmek gibi daha dünyevi bir amaçla giriyorlar. Güvenlik endüstrisi kâr etmek için güvenliği satmalıdır. Güvenliği satmak için de öncelikle güvensizlikler üretmeye yardımcı olmalı. Böyle yaparak ulusal güvenlik devletinin etrafında düzenlendiği temel mantığı tekrar etmiş olacaktır: vatandaşların korkması gerektiği ve devletin onları güvenceye alması gerektiği. Herhangi bir endüstri gibi, güvenlik endüstrisi tüketicileri egemen özneler olarak değerlendirir – müşteri kraldır. Fakat eşzamanlı olarak onları korku dolu ve güvensizler olarak da çağırır. Böyle yaparak daha da geniş bir güvensizlik kültürünün üretilmesinde anahtar rol oynar.[21]

Söz konusu kültür, söylemsel açıdan son derece ikna edici olduğu için gerçek bir işlevi olmasa bile güvenlik adı altındaki uygulamaların kolaylıkla benimsenmesini sağlar: “[…] güvenlik endüstrisi güven(siz)likle bağlantılı duyguları metaların tüketime döndürmeyi amaçlar. Böylece, korku ve güvensizliğe tümüyle metalaşmış biçimlerde bir ‘çözüm’ sunar.”[22] Bu çözüm kameralar, çitleme araçları ve özel güvenlik görevlileriyle başlayıp dışlayıcı mimari uygulamalarına kadar uzanır. Hiç şüphesiz, “güvenlik fetişizmi”nin bu ürünlerle doğrudan bir ilişkisi vardır; çünkü Karl Marx’ın açıklıkla gösterdiği üzere, meta fetişizmi ile meta üretimi arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Gelgelelim, bu fetişizme yol açan şey veyahut “metanın mistik karakteri onun kullanım değerinden kaynaklanmaz”.[23]

İşte, bu noktada başka bir hususun daha altını çizmek gerekir. Gözetlemenin kentsel alanda vazgeçilmez bir öğe haline getirilmesi, özel güvenlik şirketlerinin sayısının günden güne artması ve dışlayıcı mimari örneklerinin yaygınlaşması, yalnızca sermaye sahiplerine yeni bir birikim sahası yaratmakla kalmaz; bunun ötesinde, söz konusu müdahaleler aracılığıyla bir güvenlik kültürü yaratmanın ve buna bağlı olarak neoliberal mantığı kentsel alanda yerleşikleştirmenin de bir yoludur. Güvenlik fetişizmi, söz konusu metalarla birlikte bir de ideoloji üretir. Dolayısıyla yapılması gereken, bu pratikleri sermaye birikimi ve dolaşımıyla ilişkisi çerçevesinde bu ideoloji bağlamında çözümlemektir.

 

Arthur Crestani, Bad City Dreams dizisinden. Kaynak: Kötü Bir Rüya: Gurgaon

 

Kentsel Rekabet ve Sermaye

Kentsel mekânlar, yığınsal üretim ve tüketimin gerçekleşmesi itibariyle sınıf ilişkilerinin izdüşümlerinden müteşekkil yapılardır. Harvey’in tarihî-coğrafi materyalizm[24] olarak kavramsallaştırdığı yaklaşım bağlamında düşünüldüğünde, kent mekânlarının ölçeğinin –uluslararası ve yerel niteliklerine göre farklılaşmasına karşın– sermaye birikim stratejileri ve sınıf mücadeleleri tarafından belirlendiği görülecektir. Mekânsal düzenlemelere sosyo-iktisadi bir karakter kazandıran öğe, kent mekânının üzerinde yükseldiği coğrafi konumun yanı sıra ekonomik ve siyasal ilişkilerdeki konumdur. Bu anlamda kentsel mekânlar, çok sayıda toplumsal ilişkinin kesişim alanı olarak hem edilgen hem de etkendir.

Henri Lefebvre’in, mekânın hem bir çıktı olarak ürün olduğu hem de sınıfsal-toplumsal ilişkilere yön vermesi anlamında üretici özelliğe sahip olduğu tezi bu açıdan önemli bir başlangıç noktası sunar.[25] Kent mekânlarını oluşturan organize sanayi havzaları, otoyol ve köprüler, hastane ve okullar, alışveriş merkezleri ve sosyal kompleksler, bankalar ve finans merkezleri, nüfusun ve sermayenin dolaşım alanları olduğu kadar, nüfusun ve sermayenin yeniden üretildiği, toplumsal ve bedensel süreçlerin yeniden düzenlendiği, siyasal ve yönetsel düzeneklerin yeniden tasarlandığı nexus’lardır.

Kapitalist nexus’lar olarak kentlerde mekânın örgütlenişi ile sermayenin örgütlenişi arasında dolaysız bir ilişki vardır. Bu bağlamda sermaye birikim süreçleri ile emek gücünün biyolojik ve ideolojik yeniden üretimindeki rollerinden hareketle kentleri iki aşamada incelemek mümkündür. Lefebvre, Survival of Capitalism’de,[26] Marx’ın Kapital’i yazdığı zamandan bugüne sermayenin mekânları denetleyerek ve kontrol ederek büyümesini gerçekleştirdiğinden bahseder. Mekân üzerinde kurulan hâkimiyet, sermaye için metaların üretimi dışında mekânların da metalaştırılmasının önünü açar. Kapitalizmin siyasal yönelimi, varlığının da devam koşulu olan, “artı sermayenin üretilmesi ve soğurulması için sürekli kârlı alanlar” bulmaktır. Harvey ise benzer bir açıya dikkat çektikten sonra bir çelişkinin varlığından bahseder. Kapitalizmin siyasal biçimi, “Faustçu çelişki”nin[27] varlığına yol açmaktadır: “Sermayedar, sermayedar olmak istiyorsa, sürekli artık değerin bir kısmını daha fazla artık değer elde etmek için harcanmalıdır.”[28] Bu minvalde sermayenin asli eğilimi, artık-ürünün soğurulmasını hedefler. Dolayısıyla kentleşme, sermayenin yeniden üretildiği ve bunun garanti altına alındığı soğurulma mekânlarının inşa sürecidir de.

Ne var ki, bunun gerçekleşebilmesi için üretim ve bölüşüm ilişkilerini içeren yeniden üretim şemasının tutarlı olması gerekir; çünkü,

Kentleşme, artık-ürünün bir yerden diğerine götürülmesine dayandığından kapitalizmin gelişmesi ile kentleşme arasında çok yakın bir bağ olduğu açıktır. Kapitalistlerin artık-değer elde etmek için artık-ürün üretmeleri gerekir; bu artık-ürün de daha fazla artık-değer üretmek için yatırıma çevrilebilmelidir. Sürekli olarak yeniden yatırım yapılması sonucu, artık-üretimin tarihine, dolayısıyla sermaye birikiminin tarihine bağlı olan mantıksal eğriler (para, ürün ve nüfus), kapitalizmin çerçevesinde kentleşmenin izlediği büyüme yoluna paralel olarak ilerler.[29]

Söz konusu perspektife göre, sermayenin siyasal ve yönetsel organizasyonu ile kentsel mekânların örgütlenişi eşzamanlı ilerlemektedir. Kapitalist endüstri ürünlerinin ve hizmet sektörünün üretildiği ve tüketildiği kent mekânları, menkul ve gayrimenkul piyasaların ihtiyaçlarına göre de şekillenmektedir. Örneğin bir büyük alışveriş merkezinin açılması, şehir içi ulaşım seferlerinin düzenlenmesinden, çevredeki konut ve arsa fiyatlarındaki spekülasyona dek çok sayıda alanda dalgalanmaya yol açar. Harvey’in ifadesiyle, kentselliğin toplumsal bir biçim olarak sürdürülebilmesi için bir mekân ekonomisi yaratılmaktadır.[30] Böylelikle hem kullanım değeri hem de mübadele değeri taşıyan malların sermayenin dolaşımında yer aldığı değerlenme alanları da inşa edilebilir.

Sermayenin kent mekânları üzerinden örgütlenişinin diğer bir boyutu nüfusun düzenlenmesidir. Kentsel mekânların organizasyonundaki en önemli sorunsallardan bir tanesi, ölçektir. Belirli bir ölçekte belir bir nüfusun idamesi, gelir dağılımı, kamu hizmetlerinden yararlanma, konut sorunu, kaynaklara erişim, fiyat politikaları gibi pek çok karar alma sürecini barındırmaktadır. Bu anlamda kentler, hem üretimin hem de kolektif tüketimin mekânlarıdır. Her iki açıdan nüfus hareketliliğinin yaşandığı kentlerde, anılan süreçleri belirleyen faktörlerden bir tanesi yakınlıktır.

 

Zaha Hadid’in tasarladığı Haydar Aliyev Kültür Merkezi, Bakü. Kültür merkezinin yapımı için Azerbaycan hükümeti Bakü’de sistemli bir yasadışı istimlak ve zorla boşaltma operasyonu gerçekleştirdi; 250 ev zorla boşaltıldı. Kaynak: Bakü’de Kentsel Dönüşümün Vahşi Yüzü

 

Sermayenin mekânsallaşmasında yakınlık faktörü, nüfusun düzenlenişini de etkilemektedir. Üretim ve ticaret amacıyla sermayenin yer (konum) tercihleri, merkezî ve yerel yönetimlerin kamu kaynaklarının dağıtımına ilişkin kararlarında belirleyicidir. Bu da kaynakları yönetmeye ve onlara erişmeye çalışan sınıflar üzerinde bazı sonuçlar doğurmaktadır.[31] Örneğin, üretim mekânlarını kent dışına çıkarmak kent içinde işsizliği doğurmakta, lüks konut stoku için değerli toprak arayışı, kentsel dönüşüm projelerini tetikleyerek barınma ve kira sorununa yol açmaktadır. Buna mutenalaştırma süreçleri de eklendiğinde, dışlayıcı mimari pratiklerinin, yakınlık ölçütünü sermaye lehine dönüştüren bir müdahale aracı olduğu söylenebilir.

Sermayenin örgütleniş şiddeti, bu bakımdan kentlerdeki eşitsizliğin artışının en önemli nedenlerinden biridir. Bu şiddetin günden güne tırmanmasının nedeni, şüphesiz sermayenin iç çelişkilerini mekâna aktararak çözmenin yollarını bulması[32] ve bu doğrultuda mekânları da metalaştırmaya başlamasıdır. Eksik tüketim ya da aşırı birikim krizlerini aşmak amacıyla kentsel mekânların üretim/tüketim/yatırım/harcama kalemleri üzerinden organizasyonu son derece fonksiyoneldir. Bu bakımdan kent, sermayenin gözünde söz konusu birikim sürecindeki tıkanıklıklarla krizleri kısa ve orta vadede aşma vaadi sunmaktadır.

Bu stratejinin başarıya ulaşması, temelde emek gücünün yeniden üretimine ve disiplinine bağlı bir perspektifle mümkündür. Nüfusun hem üretim hem de tüketim süreçlerinde kolektif varlık gösterebilmesi; asgari de olsa ücret seviyesine, minimum düzeyde de olsa sosyal güvenlik kapsamına alınmasına ve kültürel kodlarla kent dokusu içinde “hemşeri” olarak yer almasına bağlıdır. Kentsel mekânlardaki üretim-tüketim diziliminin sağlanması için biyolojik ve ideolojik yeniden üretim mekanizmalarının işlerliği kritiktir. Mekânın kapitalist tasarımı yapısal faktörler nedeniyle bozulmaya başladığında –Castells’in ifadesiyle– kentsel sistem, monopolville[33] (tekelci kent) olarak adlandırılan standartlaştırılmış görünüme bürünmeye başlar: Sermayenin mekân üzerindeki yoğunlaşmasının ve yayılmasının garantisini sağlamak amacıyla iktidar aygıtları tarafından kapitalist disiplin artar, koruyucu mekanizmalar kalkar ve kentsel yaşamın ritmi sermaye tarafından belirlenmeye başlar.[34] Bu açıdan kent mekânlarında işçiler ve yoksullar üzerindeki tektipleştirme ve baskı pratiklerinin özünde disiplin ve denetim olduğu açıktır.

Foucault, Hapishanenin Doğuşu’nda insan birikimi ile sermaye birikiminin birbirinden ayrılamaz olduğunu ifade etmişti.[35] Her iki anlamda birikim senkronizasyonunun kusursuzluğu, birikim stratejisi olarak bedenin bütünselliğinin sağlanması ve kentsel mekânlarda mutlak denetim-disiplinin birlikteliğiyle mümkündür. Kentlerde nüfus ölçeğinin sınıfsal ve niceliksel olarak çeşitlenmesi ve genişlemesi, belirli nesneler ve ilişkiler üzerindeki tahakkümü (yönetimi) zorunlu kılmaktadır.[36] Bu bağlamda, güvenlik toplumu doğrudan risklerin hesaplanmasına ve gerektiğinde risklerin yönetilmesine dayalı iktidar tipi olarak, kentsel mekânlarda düzenleme kipinin diğer bir ifadesi olarak belirginleşmektedir.

Sermayenin mekânsal şiddeti, sınıfsal farkları ve ayrımları daha belirgin hale getirmektedir. Sadece mutenalaştırma değil, güvenlikleştirme ve güvenliğin metalaştırılması bağlamında da düşünüldüğünde kolektif tüketimin “ideal” öznesi giderek toplumun belli bir kesimi olmaya başlar. Kent merkezine ulaşımın ve merkezde sadece “dolaşmanın” bile maliyeti giderek artarken, kentsel alanı sermaye lehine düzenleyen pratiklerin bedeli de toplumun en alt kesimlerine yüklenir. Örneğin, üzerinde uzun süreli zaman geçirilmesine müsaade etmeyen banklar ve oturma alanları, kent sakinlerini ister istemez dolaşmanın veyahut oturmanın ücretsizmiş gibi göründüğü alışveriş merkezi benzeri tüketim alanlarına girmeye yöneltir. Bu, en basit haliyle “boş zamanları değerlendirme kurumları”nın tüketimle özdeşleştirilmesine yol açar. Kolektif tüketimi dolaylı olarak artırmaya yönelik dışlayıcı mimari uygulamaları yalnızca bununla sınırlı değildir. Benzer şekilde, kamusal alanlarda zaman geçirilebilecek ücretsiz alanların, çeşmelerin veyahut kamusal tuvaletlerin kaldırılması, kent sakinlerini özel işletmelere yöneltmektedir. Örneğin, biriyle buluşmak için oturup beklenebilecek uzamların çivilenmesi ya da çitlerle donatılması, ister istemez onları ilgili işletmenin içinde dolaşmaya itmektedir. Bu anlamda dışlayıcı mimari pratikleri, yalnızca kentsel alanda sınıfsal eşitsizliği artıran bir araç olmakla kalmaz, aynı zamanda neoliberalizmin homo oeconomicus yaratma çabasının bir parçası olarak “kent sakini”ni “müşteri”ye dönüştüren sürecin de bir parçası olur.

Hiç şüphesiz, bu süreç yalnızca ilgili alanlarda “müşteri” olabilecek ekonomik kaynaklara sahip olanlara hitap etmektedir. Peki, bu kaynaklara sahip olmayanlar ne olacaktır? Yanıt açıktır: Bilhassa yoksullar ve işsizler kentsel mekânlardan dışlanacaktır. Sermaye yerleşirken ve yeniden yerleşirken, “müşteri” veyahut “tüketici” olma potansiyeli düşük olanları yersizleştirmektedir. Sermayenin ve emek gücünün yeniden üretim mekânlarında her gün yaşanan sınıfsal mücadelenin temel araçlarından birisinin dışlayıcı mimari pratikleri olması bu anlamda tesadüf değildir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, dışlayıcı mimari pratiklerinin sınıf savaşımı bağlamında “önleyici saldırı” karakteri buradan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla mutenalaştırma projeleri, Haussmann benzeri militerleşmiş kentsel tasarımları andırırcasına sermayenin manevra alanını genişletirken, işçileri, yoksulları, evsizleri hem özel hem de kamusal hizmetlere erişimleri açısından sınırlandırır.

Dışlayıcı mimari, açıkça görüldüğü üzere sermayenin kent üzerindeki örgütleniş şiddetiyle doğru orantılı olarak sınıfsal asimetrinin artışına yol açmaktadır. Ne var ki, sermaye mantığıyla örgütlenen iktidar mekanizmalarının bu asimetriyi kaldırmak yerine asimetrinin bir tarafını berhava etme eğilimleri yaygındır: Yoksullukla değil, yoksullarla mücadele olarak nitelendirilebileceğimiz bu aşamada, dışlayıcı mimari kentsel mekânlarda bir yönetim aracı formuna bürünmektedir. Sermayenin yeniden üretim, değerlenme ve sömürü dizilimini bozma ihtimali taşıyan yersizlerin kent mekânlarındaki entropik hareketliliğinin önlenmesi ve ortak kullanım alanlarından dışlanması, güvenlik endüstrisinin mekâna dair sunduğu bir “çözüm”dür.

Güvenliğin tesis edilmesi adı altında gerçekleştirilen bu düzenlemelerin yalnızca kentsel eşitsizliği maskeleme veyahut sınıf çatışmalarını yatıştırma amacı taşımadığını not etmek gerekir. Bunlar aynı zamanda “kentsel rekabet”teki konumu güçlendirme ve sermaye birikimini hızlandırma amacına da hizmet etmektedir. Harvey’nin ifade ettiği üzere, “kapitalistler arası rekabet ve sınıf mücadelesi, avantajlı yerlerin hâkimiyeti için mekânsal rekabeti tetikler”.[37] Dolayısıyla bu güvenlik kültürü, iki bakımdan sermaye birikimiyle yakından ilişkilidir: Birincisi, kent içinde yer alan sermaye sahipleri arasındaki mücadele; ikincisiyse kentler arasındaki, yani kenti sermaye için “çekim merkezi” haline getirmeye çalışan daha makro mücadeledir. Kentin tamamının ya da belli bir bölgesinin bu uygulamalar sayesinde “daha güvenlikli” olduğu illüzyonunun yaratılması, sermaye için mekânın “pürüzsüz” şekilde örgütlenebileceği imasını taşıyan bir açık çektir.

Doğal olarak burada akla gelen ilk soru, sermaye sahipleri arasındaki rekabetin parçası olmayan devletin neden bu rekabetle ilişkilendirildiğidir. Hiç şüphe yok ki, Foucault’nun açıkça gösterdiği üzere neoliberal devlet, rekabetteki güçler üzerinde bir denetçi değil, bizzat bu rekabetin bir parçasıdır. Kentsel düzenlemelerde “rantı, tüccar kârını, devlet güçlerini, işlevlerini ve yapılı çevre üretimini sermaye birikiminin hizmetine koşan ve onun egemen mantığına boyun eğdiren”[38] yaklaşım, sermaye birikiminin potansiyel düşmanı olan her türden öğenin yerleşim yoluyla güç kazanmasına engel olur. Potansiyel olarak kâr edilebilecek bir manzaranın, sermaye birikimine “katkısı olmayan” evsizler ya da kent yoksulları tarafından “işgal edilmesi” sermayenin talep ettiği akışkanlığı baltalar. Oysaki kentsel peyzajın akışkan olması tercih edilir; kalıcı olmasına müsaade edilen öğeler, ancak sermaye birikimine katkısı olacağı varsayılan ya da öngörülen öğelerdir.

 

Sonuç

Dünyanın dört bir yanında giderek yaygınlaşan dışlayıcı mimari pratikleri, güvenlik maskesi altında sermayenin dolaşımını kolaylaştırma çabasına işaret eder. Kenti yasalarla, kolluk kuvvetleriyle, kameralarla ve özel güvenlik görevlileriyle “emniyet altında” tutamayan iktidar, sorunları daha ortaya çıkmadan yok etmeyi hedefleyen dışlayıcı mimari pratikleriyle artık “şimdi ve burada”yı değil, “geleceği fethetme”ye çalışmaktadır. Dışlayıcı mimari uygulamaları, sermayenin ve -güvenlik kültürüyle el ele giden- tüketim kültürünün ihtiyacı olan evcilleştirilmiş bir kamusal alan yaratma çabasının sonucudur.

Dışlayıcı mimari pratikleri bağlamında değinilmesi gereken ikinci ve önemli sonuç ise şudur: Kimlerin kamusal alanı kullanmaya hakkı olduğuna dair yapılan ayrım, aslında neoliberal ideolojinin homo oeconomicus yaratma tasarısı bağlamında değerlendirilmelidir; çünkü ayrım çizgisi, doğrudan doğruya “tüketici olarak yurttaş”ı inşa etme çabasının bir parçasıdır. Dışlama ilkesinin sermaye tarafından belirlenmesi, çizginin içinde kalan mukimleri “tüketici olarak kentin kullanıcısı”na dönüştürürken, dışında kalanları da “hayalet mukim”lere ya da “kentsel hayalet”lere dönüştürmektedir.

Her baskı pratiğinin cezalandırma işlevi dışında yönetsel bir işlev de taşıdığını göz önünde bulundurursak, dışlayıcı mimari pratikleri, kamu düzeni olgusunun sınıfsal karakterini açığa vuran bir yönetme stratejisidir. Gelgelelim bu strateji, yönetimsel bir nitelik taşımaktadır; üretim ve tüketim departmanlarında yer alamayacak “sakıncalılar ordusunun” potansiyel risklerini hesaplayarak yine potansiyel kriz momentlerinin sevk ve idaresini amaçlar. Sermaye rejiminin ontolojik bir sonucu olan yoksulluk ve evsizliği, potansiyel suçlular olarak görülen “kentsel hayalet”leri kamusal mekânlardan uzak tutarak “ideal kent”, “ideal yaşam alanları” oluşturmaya çalışılır. Stereotip makbul tüketicilerin “kusursuz yaşamı” için tüm kusurların temizlenmesi gerekmektedir. Bu açıdan bakılınca, dışlayıcı mimari uygulamalarının kentsel alanı sermaye için “pürüzsüz” hale getirirken fiziksel mekânı “pürüzlerle” donatmasındaki ironi, ancak sermaye mantığının bir ürünü olabilirdi.

 

Bu yazının daha kapsamlı bir versiyonu Mülkiye dergisinde yayınlandı; görseller e-skop tarafından eklendi.


* Yazı, e-skop dergi'den alındı.



[1] Bir noktaya daha en baştan işaret etmek istiyoruz: Bu makale boyunca “kamusal alan” derken M. Carmona vd.’nin “sözde kamusal alanlar” [quasi-public spaces] dediği alanları da kast ediyoruz. Bu araştırmacılara göre sözde kamusal alanlar, “yasal açıdan özel olmasına rağmen, üniversite kampüsleri, spor alanları, restoranlar, sinemalar, alışveriş merkezleri gibi aynı zamanda kamusal alanın parçası olan” alanlardır. “Bu kategori aynı zamanda yaygın şekilde ‘özelleştirilmiş’ […] diye tanımlanan kamusal alanları da içerir”: Carmona vd., Public Spaces Urban Spaces, (Oxford: Architectural Press, 2003) s. 111. Dolayısıyla, kentsel ya da kamusal alan derken kavramları en geniş anlamıyla kullandığımızı ve ikisi arasında keskin bir ayrım yapmadığımızı belirtelim.

[3] Jane Jacobs, Büyük Amerikan Şehirlerinin Yaşamı ve Ölümü, çev. Bülent Doğan (Metis, 2011) s. 50.

[4] Jane Jacobs, a.g.e., s. 51.

[5] Neocleous, Güvenlik, Şiddet ve Savaş, çev. G. Çorbacıoğlu ve E. Embel (Dipnot Yayınları, 2011) s. 15.

[6] Doherty vd., “Homelessness and Exclusion: Regulating Public Space in European Cities”, Surveillance & Society, 5 (3), 2008, s. 302.

[7] A.g.e., s. 303.

[8] Mitchell, “The Annihilation of Space by Law: The Roots and Implications of Anti-Homeless Laws in the United States”, Antipode, 29 (3), 1997, s. 305.

[9] Mitchell, a.g.e., s. 305-306. Mitchell, Mayıs 1993’te Atlanta’da dilencilik, aylaklık vb. gerekçelerle göz altına alınan kişi sayısının en az 226 olduğunu not ediyor.

[10] Doherty vd., “Homelessness and Exclusion: Regulating Public Space in European Cities”, s. 303.

[11] Foucault, İktidarın Gözü, çev. Işık Ergüden (Ayrıntı Yayınları, 2007) s. 91.

[12] A.g.e., s. 95.

[13] Burada bir uyarıda bulunmak gerekir. Foucault’ya göre yasanın, disiplinin veyahut güvenliğin çağı denebilecek tarihsel dönemler yoktur. Bunlar birlikte işler; ancak yöntemlerden biri, sunduğu imkânlar ve fırsatlarla diğerlerinden daha baskın hale gelebilir. Zaten “Güvenlik, kendisine ait olan mekanizmalara bir de eski yasa ve disiplin kalıplarını ekleyerek bunları işletmenin bir biçimidir” (Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, çev. Ferhat Taylan [İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013] s. 11).

[14] Foucault, Güvenlik, Toprak, Nüfus, s. 22.

[15] Petty, “The London Spikes Controversy: Homelessness, Urban Securitisation and the Question of ‘Hostile Architecture’”, International Journal for Crime, Justice and Social Democracy, 5 (1) 2016, s. 72.

[16] Jacobs, Büyük Amerikan Şehirlerinin Yaşamı ve Ölümüa.g.e., s. 52.

[17] A.g.e., s. 51.

[18] A.g.e., s. 58.

[19] Neocleous, Güvenlik, Şiddet ve Savaşa.g.e., s. 113.

[20] A.g.e., s. 114.

[21] A.g.e., s. 129.

[22] A.g.e., s. 129.

[23] Marx, Kapital Cilt I, çev. M. Selik ve N. Satılgan (Yordam Kitap, 2011) s. 81.

[24] David Harvey, Umut Mekânları, çev. Zeynep Gambetti (Metis Yayınları, 2008) s. 30-31.

[25] Gottdiener, “Mekân Kuramı Üzerine Tartışma: Kentsel Praksise Doğru”, çev. H. Çağatay Keskinok, Praksis, 2, s. 248-269.

[26] Lefebvre, Survival of Capitalism (Allison and Bubsy, 1976).

[27] Marx, Kapital Cilt Ia.g.e., s. 574.

[28] David Harvey, Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, çev. Ayşe Deniz Temiz (Metis, 2013).

[29] David Harvey, “Kapitalist Kent”, çev. Ebru Kılıç, New Left Review: Türkiye, 2008.

[30] Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, çev. Mehmet Moralı (Metis, 2003) s.

[31] Harvey yakınlık faktörünü değerlendirirken Birleşik Devletler’den Baltimore örneğini vermekte, sermayenin mekân üzerindeki hareketlenişine bağlı olarak işsizliğin ve yoksulluğun artışına dikkat çekmektedir: Umut Mekânları, a.g.e., s. 171-190.

[32] Lefebvre, Survival of Capitalisma.g.e., s. 20-21.

[33] Castells, Kent, Sınıf, İktidar, çev. Asuman Erendil (Bilim ve Sanat Yayınevi, 1997) s. 50.

[34] A.g.e., s. 50.

[35] Foucault, Dicipline and Punish: The Birth of the Prison (New York, 1995) s. 157.

[36] Foucault’nun tahakkümünün kentsel mekanlarda yönetim olgusuna karşılık geldiğini düşünebiliriz. Çünkü yönetme, toplumsal alanda belirli nesnelerin ve ilişkilerin doğru düzenlenmesiyle ilgilidir: Foucault, “Govermentality”, Citizenship: Critical Concepts içinde, ed. P. Turner ve P. Hamilton, cilt 1 (Routledge, 1994) s. 444.

[37] Harvey, Kent Deneyimi, çev. Esin Soğancılar (Sel Yayıncılık, 2016) s. 39.

[38] A.g.e., s. 49.

Hiç yorum yok: