14 Ekim 2011

At Kuyruğu Düğümü, İlyaz Bingül

At Kuyruğu Düğümü:

-Kuyruğu düğümlü devlet üzengisinin seyisleri buralarda dümen kırar mı sandın? Bre kâfir! Yıkıl.

Türkler ve Moğollar İslam’a bütün bütüne teslim olmamışlardı. Buna karşın İslam dünyasına savaşçı fatihler olarak dahil olmuşlar ve İslam’ı kendi istekleriyle kabul etmişlerdi. Türklerden farklı olarak Moğollar İslam dünyasına putperest yabancılar olarak girmişler, dahası Müslümanlarla çatışmışlardı.
Beş yüzyıla yakın bir süre Türk ve Moğol devletleri ve orduları Orta Doğu İslam dünyasına hakim olmuşlar; Osmanlı, Safevi ve Hint-Muğal imparatorluklarıyla zirveye ulaşacak yeni bir idare ve hükümet şekli kurmuşlardı. Bu idare şeklinin en ayırdedici özelliği, klasik İslam devletlerinin tersine, idari yapılarda, istikrar, devamlılık ve düzene sahip olmasıydı.
20. yüzyıla da bitişecek 19. yüzyıl başları bu akışın kırılma noktasıydı. Bu tarihten itibaren Müslümanlar; ne İslam’ın koruyucusu, taşıyıcısı Türkler, ne de Moğollar gibi eğitilecek askerlere hiç benzemeyen, İslam dünyasına bütünüyle yabancı ve öyle kalmada ölümüne ısrarcı kapitalist/endüstriyel Avrupa’yla karşı karşıya kaldılar.
Huri İslamoğlu ve Çağlar Keyder’in çalışmalarından yola çıkan Braudel’e göre Osmanlı İmparatorluğu açıkça gerilemeye ancak 19. yüzyılın başlarında girmiş olmalıdır. Biraz daha kesin tarihler vermek gerekirse, diyor, imparatorluğun en canlı kesimi olan asker ve vergi kaynaklarının çoğunu sağlayan, ama en fazla tehtid altındaki bölge olan Balkanlar için 1800’ü; Mısır ve Doğu Akdeniz için herhalde 19. yüzyılın ilk çeyreğini; Anadolu için 1830’lu yılları seçerdik. “Köhneliklerinden ve ağır miraslarından kurtulmaya gücü yetmeyen bir imparatorluğun sonunda hakkından gelecek olan endüstri devrimidir” .
Osmanlı İmparatorluğu fethettiği yerleri hiçbir zaman ekonomik olarak bütünleştirmedi, sömürge sistemine yönelmedi. Fethettiği yerleri kültürel bakımdan bütünleştirmeye kalkışmamasıyla öbür modern-öncesi imparatorluklardan ayrılıyordu. Sultanların; Balkanlar’ın ve Anadolu’nun gayrimüslimlerini İslam’a döndürme yada Türk olmayanları Türkleştirme politikaları yoktu ve Türkler yada yöneticiler kendilerine Osmanlı diyorlardı.
Siyasi manada, Osmanlı’nın altını oyan Balkan milliyetçiliğiydi, diyebilir miyim? Çünkü Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu’da değil, Balkanlar’da doğmuştu. “Asyalı Türkler Avrupa’dan defolun!” altı yüzyıllık Osmanlı yönetimi boyunca duyulan bir siyasal slogandı; 19. yüzyıl Avrupalılarınca daha da büyük bir inanç ve ısrarla dile getirildi ve sonunda 1912-1913 Balkan Savaşları’nda bir savaş narasına dönüştü . Siyasi bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu için Balkan Savaşları felaketi İnebahtı sıngını ile karşılaştırılamayacak kertede bir travma idi, siyasal bir çöküştü. İlginçdir, 1914 de, kapitalist Avrupa’nın çöküş tarihidir.
Yeni efendilerinin adetlerini öğrenmek zorunda kalan Müslümanlar, Avrupa’nın ekonomik baskısına, Braudel’in ekonomi-dünyasına, Wallerstein’ın modern dünya-sistemine ve siyasi düzeni demokrâsiye çaresiz maruz kaldılar. Osmanlı donuna bürünüp yüzyıllarca (Katolik) Avrupa’yla çatışan Tükler, çeşitli badirelerden geçip Türkiye Cumhuriyeti adıyla bu baskıya boyun eğdiler. –Şimdilik öyle görünüyor; 1914’de demokrasinin çöktüğü ve kapitalizmin çökeceği kırk yıl sonrasından baktığımızda bu yargı yanlışlanabilir, yanlışlanmalı da.
Özetleyin, felsefi temelleri Platon’da atılan, Yunan, Roma, Sasani, Abbasi, Osmanlı imparatorluklarıyla süregelen bir siyasi yapılanmanın yıkılışıydı bu. Şimdilik öyle.

Kavimkırım, Kapitalizm, Irkçılık, Soykırım, Anti-Semitizm Düğümü:
1946’da Nürnberg davasında hukuki bir terim olarak ortaya atılan “soykırım” terimi, ırk fikrine dayanır ve ırksal bir azınlığın yok edilmesi isteğini güderken, “kavimkırım” terimi insanların fiziksel olarak yok edilmesini değil, kültürlerinin yok edilmesini hedefler; soykırım halkların bedenlerini katlederken, kavimkırım onların ruhlarını öldürür. Kavimkırımın manevi temeli hümanizm etiğidir. Kavimkırıcı zihniyetin ve uygulamanın dayanağı iki aksiyoma göre belirlenir. Birincisi kültürlerin hiyararşisini ortaya koyar: Bazıları aşağı, bazıları üstündür. İkincisi ise, Batı kültürünün mutlak biçimde üstün olduğunu iddia eder. Kavimkırım Batı kültürünün kalbinde yer alan hümanizmin dayattığı zorunlu bir görevdir. Her toplum komşularını küçümseyici, kötüleyici, hatta küfür niteliğindeki adlarla tanımlar, yani kültürmerkezcidir. Batı kültürü ise, kültürmerkezci toplumlardan farklı olarak kavimkırıcıdır. Batı kültürünü kavimkırıcı kılan şey nedir? Asıl sorulması gereken soru budur ve cevabı tarihtedir, diyor antropolog Pierre Clastres ve devam ediyor: Barbar devletler (İnkalar, Firavunlar, Doğu Despotizmi vb.) ile uygar devletler aynı düzeye yada aynı kefeye koymamızı engelleyen fark nedir? Batı uygarlığı tam anlamıyla ölçüsüz, sınırları sürekli genişleyen, ileri doğru hareketinde sınır tanımayan bir mekan oluşturan iktisadi bir üretim düzenidir. İster liberal ve özel olsun, ister planlı ve devlet denetiminde olsun, kendi amacının dışına çıkmadıkça hiç bir şeyin olanaksız olmadığı üretim sistemi olarak kapitalizmdir. En mükemmel üretim makinesi olan sanayi toplumu, yine bu nedenden ötürü en korkunç yıkım makinesidir. Irklar, toplumlar, bireyler; uzay, doğa, denizler, yeraltı: Her şey yarar sağlamalı, her şey kullanılabilir olmalı, her şey üretken olmalıdır, en yüksek düzeye çıkması istenen bir üretkenliktir bu. Ya üretime girmek ya da yok olmak; ya kavimkırım ya da soykırım. Hiç bir şey üretmeyen bir kaç bin vahşinin, birörnek seri üretime (verlagsystem) hayır diyen zanaatkârların ne önemi olabilir. Ya üret ya geber! Batı’nın sloganı budur .
Auschwitz modern fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı. Mal üretmek yerine, hammadde insanlardı ve son ürün ise ölümdü. Modern fabrika sisteminin en önemli simgesi olan bacalar insan etinin yakılmasıyla oluşan keskin dumanlar püskürtüyordu. Modern Avrupa’nın çok mükemmel organize olmuş demiryolu ağı, fabrikalara yeni bir tür hammadde taşıyor; gaz odalarındaki kurbanlar ileri Alman kimya sanayisince yapılmış prusik asit tabletlerinden üretilen zehirli gazları soluyorlardı. Kitlesel üretim hattı ve onun evrensel bol bol madde düşüncesiyle, toplama kamplarında uygulanan teknoloji ve onun bol bol ölüm düşüncesi arasında rastlantısal bir benzerlikten daha fazla bağlantı vardı. Modern uygarlık Holocaust’un yeterli koşulu değil, gerekli koşuluydu. Modern uygarlığın rasyonel dünyası, araçsal akıl düşüncesi ve onun modern bürokratik kurumsallaşması olmaksızın Holocaust gerçekleşemez. Holocaust tarzı fenomenler uygarlaşma eğiliminin ve onun taşıdığı sürekli potansiyelin meşru bir sonucu olarak görülmelidir .
Özetleyin: Modern bürokrasi, rasyonel düşünce, verimlilik ilkesi, bilimsellik ideolojisi, araçsal akıl, piyasa toplumu, sanayi üretim, ücretli emek, demokrasi, bireycilik, insan hakları vb. temeller üzerine inşa edilen fabrika sisteminin sıradan bir uzantısıydı Auschwitz. Norbert Elias, Almanlar Üzerine Çalışma adlı kitabında Yahudi soykırımının son olmadığını katliamların süreceğini söylüyordu. 
“Irkçılık, modern bilimin ilerlemesi, modern teknoloji ve devlet gücünün modern biçimleri olmaksızın düşünülemez. Bu özelliğiyle ırkçılık kesinlikle modern bir üründür. Modernlik, ırkçılığı olanaklı kılar” . 
Güktürkler’den T. C.’ye kadar Türklerde, Türkütlerde –bu “-ler”, Moğolca siyasal bir ek olan “-üt” eki önemlidir –, Türklerde ırkçılıktan katiyen söz edilemez; mesela, 16. yüzyılın öncesinde ve kısmen sonrasında “kelime-I şehadet” getirdiğinizde kolaycana Türk oluverirsiniz ve bilhassa Rumeli’nde “Türk oldi” denirdi; 20. yüzyıl başında ise “ne mutlu Türküm diyene” diyerek. Çinlilerin “Tu-kie” dedikleri Türkler, Türktüler, yani türkçe konuşuyorlardı, gel gör ki türkçe konuşan başka Türk halklar da vardı, ne var ki 19. yüzyıl Avrupasının moda tanımlamasına göre etnik ve dilsel olarak Türk olmalarına karşın Türk değildiler. Uzatmıyorum, Türk olmak için etnisite ve dil açısından “Türk” olmanız Türk olduğunuz anlamına gelmez; kestirmeden: türk olmanız için siyasal bir varlık, siyasal bir kavram olmanız gerekir; ırkî bir varlık değil. Avrupa’nın ırk kavramıyla Türkleri açıklayamazsınız. Türklerden ırkçı çıkmaz; Türklerden faşist de çıkmaz, çünkü faşizm endüstri toplumunun bir ürünüdür ve bir sermaye hareketidir, çok özetle. Büyük bir pişkinlik ve de cahilanelikle “faşist bir kültürümüz var” demek için çağdaş Hacivat Murat Belge türüne dahil olmanız gerekir.
Holocaust, basitinden bir anti-semitizim meselesi değildi. Anti-Semitizm yada Yahudi düşmanlığı Hıristiyanlığın öz kimliği, Yahudiler tarafından reddedilmesiyle doğmuştu. (Bu türkçe ifadede bir bozukluk var. Doğru. İyi de, tarihteki bozukluğa neden kafa yormaz türkçe dilbilgisi uzmanları?) Hıristiyanlığın Yahudi karşıtlığı, Kilise’nin kendi varoluşunu ve dünya egemenliğini sürdürme düşüncesinin güdümündeydi ve bu, kesinlikle ‘Türk(çe)’ değildi.
Burjuva anti-semitizminin özgül ekonomik bir nedeni vardı, diyor Adorno: Egemenliğin üretim kılığına bürünmesi. Önceki dönemlerde egemenler doğrudan doğruya baskı uygularken çalışmayı yalnız alt katmanlara bırakmakla kalmayıp bir yüz karası, bir hakaret olarak görmüşler, böylece mutlak monarşi merkantalizmde büyük manifaktur sahiplerine dönüşmüş, üretim (çalışma) kamu tarafından iyi karşılanır hale gelmiştir. Burjuva olarak efendiler sonuçta rengarenk üniformaları üzerinden tamamen atıp sivil giysileri kuşanmıştır. Başkalarının emeğine rasyonel şekilde hükmetmek için, çalışmak ayıp değildir, demişlerdir. Her zamanki gibi birer kapkaççı olarak kalmalarına karşın kendilerini yaratıcılar arasına katmışlardır. Fabrikatör, herkes gibi gerçeği bildiği halde kendini üretici diye tanımlamıştır. Kazancını liberalizmde olduğu gibi işveren ücretiyle ya da bugünkü gibi müdür aylığıyla haklı göstermiş olsa bile kapitalistin asıl üretici çalışması, sözleşmesinin özünü ve ekonomik sistemin kapkaççı doğasını gizleyen ideolojiydi . Modern antisemitizm Avrupa ülkelerinde doğdu. Kentleşme, sanayileşme süreci, sınıf kavgası, sanayi proletaryası, kapitalist sınıf olmadan modern anti-semitizm düşünülemez; Türkiye’de bunlar yoktu . 

Osmanlı İmparatorluğu’ndan T. C. Ulus Taklidine Düğümü:
Kapitalizmin ve sermayenin bütün öbür güçlere baskın çıkmasını engelleyen Osmanlı İmparatorluğu’nda burjuvazinin, sermayenin güç oluşturmasının önü tıkalıydı. Kapitalizm; iki yüz yıldır orasından burasından girmeye çalıştığı, Türkler tarafından seçilmiş topraklar: Anadolu’da paralize oluyor; bu topraklarda halk kapitalizm çarmıhına gerilemiyordu . Ancak modernite uyarınca ve Avrupa tarihinin bir parçası olarak Ermeni kırımı ve Rum mübadelesi, bu topraklarda en kanlı ve en acımasız, bağışlanamaz bir kapitalistik, eşdeyişiyle modernist bir operasyondu. –Osmanlı seke seke modernleş(tiril)iyordu. Bugünse bir ayağı AB’nin eşiğinde, bir ayağı Irak sınırında pinekleyen Türkiye Cumhuriyeti demokratikleştirilmeye= kapitalistleştirilmeye çalışılıyor! Bu ne demek?
Tarımsal toplumda çalışma bedenseldi; tarım ve küçük zanaatkâr temelli çalışma ilişkileri kapitalizmin ücretli çalışma düzeneğine kapalıydı. Zanaatkârlar ve esnaf, kapitalizmin çalışma mantığına direnirse önlerinde birkaç seçenek vardır: Asimile olmak, göç etmek yada katliam, tehcir, aşağılama gibi yollarla “temizliğe” tabi olmak. Bu, 20. yüzyılda tanık olduğumuz süreçlerdir. Tarımsal bir imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğu Batılılaşma deneyiminden modernleşme sürecine adım atarken, bu sürece “birörnek seri üretime hayır” diyerek direnen zanaatkâr kesim, Avrupa tarihinin bir parçası/ uzantısı ve modernizm-demokrasi gereğince, acımasızca yok edilir. Çünkü, Carl Schmitt’in Parlamenter Demokrasinin Krizi” adlı kitabının önsözünde belirttiğince, “her gerçek demokrasi, yalnızca eşitlere eşit muamele değil, mantığın kaçınılmaz sonucu olarak eşit olmayanlara eşitsiz muamele ilkesi üzerine kuruludur. O halde ilkin türdeşlik, ikinci olarak heterojen olanın -gerektiğinde- elenmesi veya imha edilmesi, demokrasi kavramında içkindir. Bu prensibi resmetmek için modern demokrasilerin iki farklı örneğini birkaç kelimeyle anımsatalım: Yunanlılar’ı ülkesinden radikal bir şekilde ihraç eden ve ülkesinde gaddarca bir Türkleştirme politikası güden günümüz [1926 –İB] Türkiye’si ve göç yasası aracılığıyla istenmeyen yerleşimcileri ülkeden uzak tutan ve diğer dominyonlar gibi yalnızca right type of settler tanımına uyan göçmenleri kabul eden Avustralya Milletler Topluluğu. Demokrasinin siyasi gücü, yabancı ve eşitsiz olanı (das Ungleiche), türdeşliği tehdit edeni bertaraf etmeyi veya uzak tutmayı becermesiyle ortaya çıkar. (...) Eşitlik, 19. yüzyıldan beri, her şeyden önce, belirli bir ulusa aidiyet içinde, bir başka deyişle ulusal türdeşlik içinde var olmuştur” . Bu süreçte devlet eliti “etnik olarak Türk değildi. Elbette elit tabaka Türkçe konuşuyordu. Türkçe konuşması yalnızca bir tesadüftü. Siyasal elit görece gerilemeden kurtulmanın yolunu arıyor ve dayanacağı bir etnik grup bulma gereğini duyuyordu. Siyasal elitin etnik bir gelin araması gerekiyordu. Anadolu köylülüğü buna uygundu. Gelin, çevresinde olup bitenlerin farkında değildi” .
İstanbul’da Birgün’e konuşan Zizek’in demesiyle: “Ermeni olayları sizin primitif davranışlarınızın sonucu değil, bu sizin modernleşme yolunda, yanlış bir anlamda Avrupalı olmak için ödediğiniz bedeller” .
Bir tutam tarihe bir tutam felsefe karıştırarak özetlersek, modernite; benlik, sosyal ilişkiler ve doğanın, detaylı bir kontrol ve düzenleme programına tabi olmasını içeren dünyanın hakimiyeti etiği tarafından, dünyanın kontrol edildiği ve düzenlendiği geniş bir rasyonalizasyon sürecinin kültürel, sosyal ve politik şartlarının bir sonucudur. Modernizasyon projesi ise rasyonalitenin (araç sonuç ilişkileri bağlamında) bütüncül çevreye empoze edilmesidir. Modernizasyonun tarihi, Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’ndeki klasik tarifiyle, toplum ve çevrenin regülasyonunun sebepleri tarihidir. Weber’i izleyerek söyler isek, modernizasyon süreci büyük ölçüde kapalı ve cemaate dayalı sosyal ilişkilerden, temelde açık ve kurumsal olan ilişkilere geçiş sürecidir. Sosyal sınıflandırma açısından bu geçiş, mülkiyet, cemaatlar ve kastlardan, piyasa prensipleri bağlamında örgütlenmiş sınıflara geçiş hareketidir. –Pek kitabi, pek kibar, azcıkın da fiyakalı mı oldu ne. Eee, arada lazım.
“Spinoza ve Siyaset” adlı kitabının Türkçe çevirisine yazdığı önsözde, “ben Türkiye’yi tarihsel anlamda Avrupa sahasının bir parçası olarak görmekle kalmıyor, onun Avrupa “kimliği”ne getireceği katkının geçmişte olduğu kadar gelecekte de gerekli olacağını düşünüyorum” diyen Etienne Balibar, “bu düşüncemin nedeni, komşuluk ve tamamlayıcılık deneyimlerinin üretken şekilde kullanılacağı yeni bir tarihsel dönemin hazırlanabilmesi için dönüştürülmesi ve kolektif bir şekilde geliştirilmesi gerektiğidir. Bu düşüncemin nedeni Türkiye gibi geniş ve çeşitliliğe sahip bir ülkenin “safkan” Avrupalı olacağına, ya da Avrupa Birliği tarafından kabul görebilmek uğruna uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacağına (abç) inanmam da değildir...” 
Balibar sözlerine devam ediyor, biz burda duralım. Alıntıladığım bu kısacık parçada pek çok önemli şeyi dile getiriyor özetleyerek. Balibar doğru söylüyor: yanar döner Türkiye, kâh Avrupa Birliği kâh AB’nin ürktüğü küresel sermaye tarafından kabul görmek için uygarlığının başka öğelerini ortadan kaldırmak zorunda kalacak! Can alıcı soru: Peki, ortadan kaldırılacak öğeler nelerdir? Modernite ve demokrasinin gereklerince, burjuva Avrupa tarihinin bir parçası olarak “Osmanlı uygarlığı”nın öğelerinden Ermeniler (soy?)kırıldı, Rumlar mübadele edildi. Kürtler, Yahudiler ve Türkler durduğu yerde durdu. Duralım:
“Pratik Nedenler”in türkçe baskısına yazdığı önsözde Pierre Bourdieu, “Türkiye gibi, coğrafya ve tarihiyle iki uygarlık, iki kültürel ve dinsel geleneğin sınırında bulunduğundan dolayı (...) hem kurmaca hem de çılgınca tehlikeli bir çatışma rizikosuna özel olarak açık bir ülkede (abç)... ” diye yazıyor.
Balibar’ın ve Bourdieu’nün sözlerine açıklık getirmiyorum; Fransız kibarları olmalarına karşın, çok açık yazıyorlar. 

*“Ermeni Soykırımı” Metaforu Düğümü 
Metafor(lar) gerçeklik hakkında bize yeni bir şey söyler. Metafor, sözcüksel yaratıların mihenk taşıdır; öbürü de metonimi. Metafor, sözcüklerle kurulan bir yüklemdir, ad değil. Dolayısıyla metafor kendi başına bir gerçek ile değil, ancak bir yorumda bir yorum aracılığıyla varolur. Metafor, birbirinden gerek zamansal gerekse mekansal olarak birbirine uzak iki benzemez terim arasında yaratılan gerilimin ürünüdür . Balina yolu, dağın eteği, şeytanın bacağı, kara süt, kara/kırmızı kar, mendilimde kan sesleri vb. (ideosenkratik) metaforların yanı sıra, “vakit nakittir” diye sanki dilimize aitcene cuk oturan (ki katiyen türkçede böyle bir metafor üretilemez, nefis bir çeviridir yalnızca) “the time is money”, “kamus aydının namusudur”, “zaman akan bir ırmaktır” vb. figüratif ifadeler...
“Trafik”/ “Enflasyon” bişey, “canavar”sa onunla hiç ilgisi olmayan bambaşka bi şeyken, bu iki kelalaka varlık “trafik/enflasyon canavarı” metaforunda bir araya gelir; “trafik” de, canavar da somut, gerçek birer varlık iken “trafik/enflasyon canavarı”nın bizatihi kendisi bir gerçek varlık olmamakla birlikte insan zihninde bir gerçeklik gediği açar. Otoyol kenarlarında “trafik canavarı”nın tuhaf resmini ancak çocuklar gerçek bir canavarın çizimi, temsili sanırlar ve “trafik canavarı” sözel yaratımının berisinden etli, kanlı, canlı bir trafik canavarı olduğunu sanırlar –çocuk işte; yetişkinler ise böylesi bir canavarın olmadığını bilirler, amma velakin yollarda bir “trafik canavarı”nın kol gezdiğini de bilirler.
Sıkıldım. Benim derdim metafor üzerine ahkam kesmek, akademikimsi bilgiler düzmek değil. Metafor, dahası tarih anlatısında/yazımında metafor fevkalade önemli. Buna bir başka yazıda değineceğim, yazıyorum. Kestirmeden: Benim derdim şu: “Ermeni Soykırımı” bir metafordur. Bu kadar.
“Ermeni soykırımı” ile “trafik canavarı” yada “enflasyon canavarı” arasında nitelik ve yaratım olarak hiç bir fark yoktur: Metafordurlar. Haa, “Ermeni soykırımı”nın bu metaforlardan fevkalade ciddi farkları vardır elbette: “Ermeni soykırı” ‘ekonomi’si” (bu ‘ekonomi’yi Agamben’den ödünç alıyorum). Bu ‘ekonomi’ öncelikle siyasal, ardından ekonomik alan açar, peşinden hukuk’a yamanmaya, iliştirilmeye gayret edilir ki, hem bir fiyakası olsun, hem gerçekmişliğin mührünü kazansın için. Veee, “Ermeni soykırımı” hukukun malı oluvermesin mi? Bu, bir komikliktir, kepazeliktir. Gel gör ki mesela Fransa’da “Ermeni soykırımı” yoktur derseniz cezalandırılırsınız. Olur şey değil. Ha, ben şahsen mesela cezalandırılamam (!), “Ermeni soykırımı” yoktur demiyorum; “Ermeni soykırımı”nın tarihi ise, tam kesinleyememekle birlikte 1940’ın en sonları yada 1980’lerin en başları yada ikisi birden diyebilirim, ama kesinlikle bu tarih 1915 değildir.
İster Tarihyazımında olsun, ister özel olarak üretilmiş tarihsel metaforlarda olsun ortaya konan temsil gerçeğin yerine ikame edilir, ortak göndermeler ve değerler sahnesi yaratarak grubun birliğini ve grup içindeki simgesel iletişimi güvence altına alır. Ortaya konan ise edebiyat olanın değil, siyasal olanın konusudur. Edebi modellerden yararlanarak tarih şimdideş zamanın siyasal alanına taşınır.
“Gerçek adına söz alan anlatı buyruk niteliğindedir. Onun “anlam”ı, bir buyruğun anlamı kadar açıktır. Hal böyle olunca güncelliğin (gündelik gerçekler) oynadığı rol, eski zamanlarda ilahi güçlerin rolüyle aynıdır: Rahipler, tanıklar ya da günümüzde bakanlar güncelliği konuşturarak onun adına emirler yağdırırlar. Elbette, gerçeği “konuşturmak” Yaradan’ın gizli iradesinin tecelli etmesi sağlamak demek değildir artık. Günümüzde “tecelli eden” bu gizli iradenin yerini rakamlar ve veriler alır” .
“Ermeni soykırımı”, Türk edebiyatının ürettiği bir metafor değildir, bütünüyle Avrupa edebiyatının, tarihinin bir ürünüdür, malıdır. Made in West mi denir? Türklerle ilgili Avrupa tarihinin 16. yüzyılda ürettiği bir metafor daha vardı: “Türk korkusu”, Almanlar buna “Türkenfurcht” dediler. Yine Almanca, “Türkenfrage” vardır ki, Türk sorunu anlamına gelir, elbette dilsel bir anlatım olmakla birlikte, “Türk korkusu” ayarında, kıvamında bir metafor olmadığı kanaatindeyim.
“Ermeni soykırımı”, “Ermeni tehciri”, “Ermeni katliamı”... her ne denirse, modernitenin ve demokrasinin gereklerince icra edilmiş endüstriyel ve demokrat/kapitalist Avrupa (edebiyat) tarihinin kara sayfalarından biriydi.
“Ermeni soykırımı” bugün ‘para’ ediyor. Mesela “Türkler bir milyon Ermeni’yi kesti” derseniz, yanında bi de “otuz bin Kürtü öldürdü” eklemesi cabası, Nobel trenine bilet oluverir. Bir çıkarı olmadan yaralı parmağa işemez bir karaktere sahip ifade özgürlüğü taraftarı, aşığı Orhan Pamuk(lar), “Ermeni kesimi”nin modernitenin ve demokrasinin karanlık yüzünü olduğu, hele hele Avrupa tarihinin bir parçası olduğunu katiyen söyleyemezler. Ola ki söyledi, Nobel tasmasını nah alırlar. Hele hele edebiyat yapıp sanatlı bir ifadeyle “Türkler Kurban Bayramın’da bir milyon koyun, otuz bin davar kesti” diyemezler. –İfade özgürlüğü, düşünce özgürlüğüymüş... Sizi gidi dolmacılar, reklamcılar, artizler.
Karakterli ve maharetli bir halkın, ‘duduk’lu milletin evladı (biraz Nihat Genç gibi mi oldu?) bir Ermeni, “Ermeni soykırımı”nda söz ediyorsa boynum kıldan incedir, susabilirim; ne var ki “hepimiz Ermeniyiz”ciler yada Ermeni olmaya Fransız kalanlar “Ermeni soykırımı”ndan söz ettiklerinde kuşkuyla bakarım ve susmam.
“Ermeni soykırımı” konusunda söz sahibi olmak, en başta Ermeniler olmak üzere, Almanlarsız, Yahudilersiz ve Türklersiz düşünülemez. Türkler bu konuda pek sessiz, mıymıy kalıyor, dahası –dilim varmıyor demeye, umarım yanılıyorum- Avrupa tarihi birliğine yamanmak için bu pisliği üstlenmeye varım pozundalar sanki, anlaşılır, anlaşılır gibi değil. Kim bu Türkler; neciler, niye varlar?


Hıristiyan-Yahudi Çatışması, Ermeni “Tehciri”, Servet Transferi Düğümü:
“Osmanlı’nın son uzun tarihine, Hıristiyan-Yahudi karşıtlığını postüle etmeden hiçbir gelişmeyi anlayamayız” diyen Yalçın Küçük için, Türk ‘modernleşmesi’nin acı bir ürünü Ermeni “tehciri”, “tarihte eşi az bulunan bir servet transferidir.” Tehcirden hemen sonra gerçekleşen bir de mübadele var: Yaklaşık 1.2-1.5 milyon, Osmanlı’nın en büyük zengini Rumlar, bütün konaklarını, uçsuz bucaksız topraklarını, eşsiz zenginliklerini arkada bırakarak gittiler. Yerlerine, daha çok, Selanik çevresinden, istememelerine karşın sebatayistler geldiler; bu büyük bir servet transferiydi: Rumlar yer değiştirdiler ve servetleri yeni sahiplerini buldu. Cumhuriyet’in çıkardığı pek çok büyük zenginin Tekvin’inde bu vahşi servet transferi vardı . Rum ve Ermenilerin “temizlenmesi”yle, görece önemleri artan Yahudiler, politik ve kamusal yaşama daha rahat katıldılar; Hilafetin lağvedilmesiyle de, laiklik Cumhuriyet’in dini oldu. Bu, Türkiye’nin Müslüman dünya ile bağlarını kesiyordu.
1980’lerden itibaren İstanbul dükalığının ve neo-gayrimüslim tabakanın önderliğinde Turchia din değiştirmeye mi aday? Bu, kültürsüzleşmedir, köksüzleşmedir, siyasetsizleşmedir.
11. yüzyılda adı konan Turchia adlı “Rumî” coğrafyadan niceleri geldi geçti. Sözü geçen coğrafyaya Türkler Osmanlı donunda kalıcılık sağladı. Demem o ki, bin yıldır Türkler bu coğrafyada varlıklarını kalıcı kılarken aynı zamanda özellikle Kürtler, Ermeniler, Ortodoks Hıristiyanlar, Yahudiler de varlıklarını sağlamlaştırdılar. 20. yüzyıla gelindiğinde, Turchia’da, Yahudilerin hikayesini şimdilik bir kenara bırakalım, Ermenilerin payına “tehcir”/ “(soy?)kırım”, Rumların payına “mübadele” düşerken Kürtler varlıklarını sürdürdüler. 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak, bir takım kırmızı elli reklamcıların, garson kılıklı eli kalemli misyonerlerin karanlık ufkunda beliren “soykırım” metaforu yükünü kim taşıyacaktı? 
–Siyasal Olan.



Hiç yorum yok: