18 Aralık 2012

KUR'AN'IN İLK EMRİ "OKU" MU? Dücane Cündioğlu



19-26 Eylül 1998Kur’an-ı Kerim'in evvelemirde sözlü kültüre sahip bir topluma, 1400 küsur yıl öncesi Arap toplumuna hitaben nâzil olduğunu, bu nedenle de Kur’an'ın kelime hazinesinin sözlü kültürün normları çerçevesinde şekillendiğini ihmal eden, Kur’an'ın esas itibariyle sözlü metin olduğunun farkına var(a)mayan bir zihniyetin, hiç tereddüt etmeksizin Kur’an'ın hikmet ve tebligâtını anlamakta başarısız olacağını söyleyebiliriz. Çünkü bu zihniyet, Kur’an kelimelerini Kur’an'ın nâzil olduğu dönemdeki anlamlarına değil, sonradan kazandıkları anlamlara istinaden yorumlamaya kalkışacak, dolayısıyla bir kelimenin sözlü kültür çerçevesinde taşıdığı anlamdan ziyade, yazılı kültüre geçtikten sonraki anlamına itibar etmek hatasını işleyecektir. Nitekim bu zaaftan kaynaklanan hatalara dâir Kur’an çevirilerinden ve tefsir kitaplarından çeşitli misaller vermek mümkündür.
Kur’an âlimlerinin ekseriyeti, Peygamber efendimize ilk nâzil olan ayet öbeğinin, Mushaf'ta

96. sırada yer alan Alak Sûresi'nin ilk beş ayeti olduğu kanaatindedir. Bu ayet öbeğinin ilk cümlesi, Türkçe Kur’an çevirilerinin çoğunda şu şekilde ifade edilmiştir:

Rabbinin adıyla oku!


Bu ayette geçen bâ edatının (bi-ismi) işlevini farklı bir biçimde değerlendiren kimseler, mezkur ayete şu şekilde anlam vermektedirler:

Rabbinin adına oku!
(Burada Türkçe'deki “Kanun nâmına” deyişini hatırlayınız.)

Bâ edatının bu cümledeki rolünün önemini teslim etmekle birlikte biz şimdilik bu hususu bir kenara bırakıp cümlenin anlamını belirleyen ‘oku’ (ikrâ) emrinin delâletini bahis mevzûu edeceğiz. Öyle ya, Kur’an'ın ilk inen ayetinde geçen ‘oku’ emrine muhatab olan kimseler, yerine getirmekle mükellef oldukları bu eylemi nasıl tanımlıyorlar, bu emri nasıl anlıyorlar?
Yaygın kanaati şu şekilde özetleyebiliriz:
Bu ayet, öncelikli olarak Peygamber Efendimize hitab ediyor ve kendisinden Kur’an okuması isteniyor. Nitekim Efendimizin Hira mağarasında Cebrail'den vahyi telakkî ettiğine ve kendisinin “Ben okuma bilmem” dediğine dâir rivayetler mevcuttur. Binaenaleyh 4. ayetteki “Kalemle öğretti” ifadesi de dikkate alınırsa okuma-yazma bilmenin faydaları anlaşılır. Kezâ Kalem Sûresi'nin ilk ayetinde okuma-yazma araçlarına verilen değer açıkça belirtilmektedir. Bütün müslümanlar okuma-yazma öğrenmeli, okumaya çok önem vermelidirler. [Bu noktadan sonra, okuma-yazma araçları ve okuma-yazmanın önemi hakkında nakledilecek rivayetlerin, sarfedilecek sözlerin miktarını varın siz hesaplayın.]

Bu minvaldeki görüşleri temsilen şu alıntıyı yapmakla yetiniyorum:

Okuyup yazmaya dair olan beş ayetin inişini kaplayan bütün şartlar, Peygamber'in tuttuğu yol, bilginin, İslâm'ın beş esası arasında yer alması gerektiğini göstermektedir. Okuma, bilginin aracı olarak emredilmiştir. Şu halde bu beş esas arasına şehadet kelimesi'nden sonra, bilgi edinmek için yetiştirici ve öğretici Allah adına okuyup yazma da eklenmelidir. (Nevzat Ayasbeyoğlu, İslâmiyet'in Eğitimimize Getirdiği Değerler ve Kur’an-ı Kerim'in Eğitim ile İlgili Ayetlerinin Tahlili, sh. 68-69, İstanbul, 1991)


Kitab kelimesini bugünkü anlamıyla kitab (yazılı metin), Kalem kelimesini de kezâ bugünkü anlamıyla kalem olarak anlayan bir kültür muhitinin mensupları, hiç kuşku yok ki okumak denince de hemen yazılı bir metni okumaktan söz edildiğini düşüneceklerdir.
Yazılı kültürün hâkim olduğu bir toplumda kitap, kalem, defter, kırtas (kağıt) gibi okuma-yazma araçları öne çıkıp ezber (hıfz) ve yineleme (tekrar) ikinci plana itilirken, sözlü kültürlerde tam aksi bir eğilimin olması tabiidir. Binaenaleyh bu tür sözcüklerin yazılı kültüre geçildikten sonra kazandıkları mânânın Kur’an'daki emsâlleri için de geçerli olduğunu düşünmek fevkâlede yanıltıcı olacaktır.

İşte şu kitap ki onda hiçbir şüphe yoktur. (Bakara: 2)



Bu ayeti okuyan bir kimsenin aklına ister istemez mushafgelmekte ve o da bu sözcükle elindeki yazılı metnin kastedildiğini sanmaktadır. Oysa bu ayet nâzil olduğunda, müslümanların ellerinde bugünkü gibi bir Kitab bulunmuyordu.
[Zâlike (şu) ism-i işaretiyle ilgili teviller hatırlanmalıdır: Niçin bu değil de şu?
Bu-ara-da Mushaf'ın yazılı metnin (yazılan/okunan metnin), buna mukabil Kur’an'ın ise sözlü metnin (söylenen/dinlenen metnin) ismi olduğu, birinin “mektub ve mebsûr”, diğerinin ise “meşfuh ve mesmû” bulunduğu unutulmamalıdır.]
Oku emri için de aynı itiraz geçerlidir; hem Hz. Peygamber okuma-yazma bilmiyordu, hem de önünde okuması gereken yazılı bir metin bulunmuyordu. Bu emrin Kur’an'ın ilk inen ayetinde yer aldığı kabul edildiği takdirde, Hz. Peygamber neyi nasıl okuyacaktı?
Arapça'da kıraat (okuma) kelimesi, bugün olduğu gibi kişinin kendi başına gerçekleştirdiği bir eylemin adı (=read) değil, üçüncü kişilere yönelik bir eylemin adıdır. Kitab'ı (metni) okumak, onu üçüncü kişilere okumaktır. Fiil lâzım (=pasif) değil, müteaddi (=aktif) karakterdedir. Nitekim Türkçe'de “şarkı okumak”, “meydan okumak”, “canına okumak” deyişlerindeki okumak gibi, Kur’an Arapçasında da okumak fiili, farklı bir okuma türüne işaret eder.
Kur’an okunduğunda (A‘raf: 204) susulur ve dinlenilir. Çünkü Kur’an söylenilen ve dinlenilen bir metindir; dolayısıylaoku emri (ikra), yazılı bir metni okumak anlamına gelmez, herhangibir kitabı okumak anlamına ise hiç gelmez. [Burada kadîm Arapların ikrâ selâmî alâ fulânin (selâmımı filana oku=götür/ilet/bildir) şeklindeki sözü hatırlanmalıdır.]
Kitap okumayı, okuma-yazma öğrenmeyi, ilim-irfan sahibi olmayı teşvik etmek maksadıyla Kur’an kelimelerinin orijinal anlamlarını bozmak, Kur’an'ın anlam dünyasını değiştirmek yerine bu zengin dünyaya nasıl dahil olabileceğimizin hesabını yapmak, hem dünyamız, hem de ahiretimiz için daha isabetli ve daha hayırlı bir tercih değil midir?
* * *

Kur’an-ı Kerim 23 küsur yıllık bir zaman diliminde peyderpey nâzil oldu. İlk önce, yeryüzünün belli bir bölgesinde (Hicaz'da) yaşayan insanlara, Peygamber Efendimiz'in zamanında ve onun yaşadığı topraklarda yaşayan insanlara hitab etti; büyük ölçüde okuma-yazma bilmeyen ümmî insanlara. İşte bu nedenle Kur’an'ın nâzil olduğu toplum, bir yazısız toplum (without writing society) idi, okuma-yazma bilmeyenler topluluğu anlamında değil, okuma-yazma'nın gerekli kıldığı alışkanlıklara ve kavramlara sahip olmayanların yaşadıkları bir dünya anlamında bir yazısız toplum idi. Kur’an böyle bir topluluk içerisinde yaşayan bir zâta, Ümmî Nebî'ye (s.a) nâzil oldu ve o da aldığı vahyi çevresindeki insanlara (başkalarına) okudu/duyurdu.
Kur’an'ın Türkçe çevirilerinde “Yaratan Rabbinin adıyla/adına oku” (Alak: 1) şeklinde yer alan ayet, yaygın kanaate göre Kur’an'ın ilk inen ayeti olduğundan, burada cevaplanması lâzım gelen bazı sualler vardır: Hz. Peygamber okuma-yazmabiliyor muydu? Hz. Peygamber'den okuması istenen şey neydi?
Peygamber Efendimizin okuma yazma bilmediği, genel kabul görmüş bir kanaattir ve zâten sıfatlarından biri de ümmî'dir. Bu kelimenin çoğulu (ümmiyyûn), Kur’an'da bazen “Ehl-i Kitab olmayanlar/Araplar” (msl. 3: 20), bazen “Kitab'ı bilmeyenler/Kitab'ın içindekilerden cahil olanlar” (msl. 2: 78), bazen de “Yahudi olmayan” (İbranice goyim, İngilizce centile) mânâsında (msl. 3: 75, 62: 2) geçer ki bu sonuncusu, Yunanca'daki barbar, Arapça'daki acemkelimesinin eşanlamlısıdır.
Bu kelime Hz. Peygamber'e nisbet edildiğinde (en-nebiyy'ul-ümmî) hangi anlama gelir?
Elmalılı Hamdi Yazır şöyle cevap veriyor:


a) Anasından doğduğu hâl üzere kalmış, fıtratı bozulmamış.
b) Araplara mensup olan kişi, ki Araplar hesap-kitap bilmezlerdi.
c) Umm'ul-Kurâ'ya mensup/Mekkeli.
Bu üç nisbetin üçünde de ümmî kelimesi, “okuyup-yazmakla uğraşmamış” mânâsında bir vasıftır. (Hak Dini Kur’an Dili,IV/2297)

İkrâ kelimesinin kök anlamının yanısıra, bu açıklamalar da gösteriyor ki Ümmî Nebî'den istenen yazılı bir metni okuması değildi, üstelik ortada böyle bir yazılı metin de yoktu.
İngilizce çevirilerde Alâk: 1 ayetine verilen bazı karşılıklara bir bakalım:

• Read! (George Sale, Marmaduke Pickthall, Muhammed Esed)
• Recite! (Arberry)
• Proclaim! (or Read!) (Yusuf Ali: İqraa my mean ‘read’, or ‘recite or rehearse’, or ‘proclaim aloud’).


Mütercimlerin read yerine recite veya proclaim kelimelerini seçmeleri, hiç kuşku yok ki Kur’an'ın orijinalinde bulunan “ilan etmek, inşâd etmek, ezbere okumak, tekrarlamak, dile getirmek, duyurmak” şeklindeki vurguyu gösterebilmek endişesine matuftur. Çünkü buradaki okuma, bir yazılı metni okuma anlamına gelmemektedir. Ancak Muhammed Esed, bu sözlü okuma edimine işaret etmekle birlikte kelimeyi bilhassa read ile çevirmektedir.
Gerekçesi de şudur: Sözlü okuma; yani şiir ve şarkı okumada olduğu gibi meşfuhen (dudak vasıtasıyla ve ezbere) okuma, zihinde bir önhazırlık yapmayı, ezberlemeyi, anlayarak veya anlamadan dil ile söylemeyi gerektirir. Oysa yazılı bir metni okumak böyle değildir. O dışarıdan alınan bir şeyi yüksek sesle olsun ya da olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihne nakşetmeyi ifade eder.
Hz. Peygamber'in yazılı bir metne muhatab olmadığı ve yazılı bir metni de okumadığı anlaşıldığına göre, Kur’an kendisine nâzil olduğunda, onu insanlara meşfûhen (sözlü olarak) okumuş/duyurmuş, muhatabları da Kur’an'ı mesmûen(yine sözlü olarak) telakki ve tefehhüm etmişlerdir. Nitekim Kur’an ayetleri bu konuda gayet sarihtir:


• Kur’an okunduğunda onu dinleyin (7: 204)
• Kendisine ayetlerimiz okunduğunda, sanki hiç işitmemiş gibi... (31: 7)
• Bu Kur’an'ı dinlemeyin... (41: 26)
• Rasûl'e indirileni işittiklerinde... (5: 83), vs.


Bu durumda ‘oku’ (ikrâ) emrinin nesnesi olarak akla Hz. Peygamber'e nâzil olan Kur’an gelmektedir ki zaten bu kelimenin anlamı da okunan'dır. Bu takdirde ayet, “(Sana indirileni, insanlara) Rabbinin adıyla oku/duyur!” şeklinde Türkçe'ye çevrilebilir ve böylelikle Kelâmullah'a Kur’an (=Okunan) adının verilmiş olmasının bir sebebine de işaret edilmiş olur.
Fiilin nesnesini tayin bakımından umumî kanaat böyle olmakla birlikte, biz farklı bir yorumun kapısını aralamanın da mümkün olduğunu düşünüyoruz. Sözgelimi şu ayetlerin grameri üzerinde biraz duralım:


• “Rabbi'nin azîm ismini tesbih et!” (Vâkıâ: 74, 96; Hâkka: 52)
• “Rabbinin yüce ismini tesbih et!” (A‘lâ: 1)
• “Rabbinin ismini zikret!” (Müzzemmil: 8; İnsan: 25; A‘lâ: 14)
• “Rabbinin ismi yüce, çok yüce!” (Rahman: 78)


Rabbin isminin zikr, tesbih ve tebrik (takdis) edilmesiyle alâkalı bu kullanımlar, acaba ikrâ bi-ismi rabbikeformuyla birlikte düşünülebilir mi? Acaba ayetteki ikrâ emri, Rabbin ismi terkibini kendisine nesne olarak alabilir mi? Cenab-ı Allah, Peygamber Efendimize ilk inzâl eylediği bu ayette, ondan ismini ilan ve inşâd (zikr u tesbih) etmesini istiyor olabilir mi?
Hiç kuşkusuz ki bu sualler, bir yazıyla geçiştirilemeyecek denli mufassal cevaplara muhtaç. Bu nedenle biz şimdilik bu meseleyi ehline havale edip burada, Tevrat'ta geçen bir ibareyi nazar-ı dikkatlere sunalım:

                                           ויקרא בשם יהוה

Ve İbrahim Rabb'in ismini çağırdı. (Tekvin, 12: 8 ve 13: 4)


Arapça'ya deâ bi-ismi'r-Rabb, İngilizce'ye called on the name of the Lord şeklinde çevrilen bu ibarenin aslı (İbranicesi)kârâ bâşem yahve'dir. (Yahve rabb, bâşem bi-ismi demektir. Kârâ ise (ikrâ'nın) geçmiş zaman kipidir.)


Sizin anlayacağınız, aşılacak çok tepe var ve fakat henüz talib yok!

Hiç yorum yok: