30 Haziran 2013

GEZİ NOTLARI, Gün Zileli

“Gezi” Notları…(I)

2 Haziran 2013



Yabancı'nın notu: Gezi süreci devam ediyor, devam edecektir de. Ne olup ne bittiğini tv kanallarından, farklı köşe yazarlarının yazılarından toparlamak kolay değil. Gün Zileli, sürecin içinde yer alan bir devrimci anarşist olarak gözlemlerini ve değerlendirmelerini 10 not halinde paylaşmış. İyi bir kalem tarafından yazılmış olmanın ötesinde 50 yıllık bir politik geçmişin deneyimlerine sahip bir gözün, aklın çok önemli değerlendirmeleri... Okumanızı hararetle öneriyoruz.
Büyük kitlesel patlamalar, ani yer sarsıntılarına benzerler. Bu patlamaları hiç kimse, hiçbir örgüt önceden tahmin edemez. Ani bir doğa olayı gibi, hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkıverirler ve bizzat bu hareketin içinde yer alanları bile şaşırtacak bir büyük patlamaya dönüşürler. Büyük çoğunlukla da patlama, nispeten “küçük” bir olayla meydana gelir. Patlama, iktidarı da, muhalefeti de, sosyal tahmin uzmanlarını da, her türden devrimci örgütü de hazırlıksız yakalar.
“Gezi” patlaması da böyle oldu. Belediye görevlileri ya da hangi inşaat görevlileriyse, aldıkları emir gereğince, gayet doğal bir şey yapıyor havalarında, sabaha karşı işlerine başladılar. Her zamanki basit “imâr” işlerinden biriydi bu. Gezi’nin alt yanındaki “birkaç” ağacı sökecekler, böylece yol çalışmalarını sürdüreceklerdi. Fakat ummadıkları bir şeyle karşılaştılar. Taksim Gezisi konusunda duyarlı bazı çevreciler ağaç söküm çalışmasını sosyal medya üzerinden birbirlerine haber vererek Taksim Gezisi’ne geldiler ve buldozerlere müdahale ettiler. İşte bugün Türkiye’yi derinden sarsan ve dünyanın her yerinden duyulan ve hissedilen büyük toplumsal sarsıntının başlangıcı bu “küçük” olaydı. Ne sınıfsal bir direniş, ne ulusal bir başkaldırı, ne de “büyük” toplumsal olaylardan biri. Sadece orada yeşil yapraklarıyla ve dallarıyla sessiz sedasız boy atan garibim birkaç ağaç…
Saptanması gereken birinci nokta budur: Toplumsal olaylar ve gelişmeler, devrimci partilerin kılı kırk yaran programlarıyla ve çoğunlukla kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm dar örgütlenme planlarıyla değil, bu programlardan habersiz, kendi küçük hayatlarını yaşıyormuş gibi görünen sıradan insanların küçük küçük duyarlılıklarının görünmez bir şekilde, yer altında biriken bir gaz kütlesi haline gelip “küçük” bir olayla patlaması sonucu yeryüzüne çıkmasıyla gerçekleşirler.
Saptanması gereken ikinci nokta ise şudur: Büyük patlama bir kere ortaya çıkınca, yine kimsenin öngöremeyeceği bir şekilde muazzam bir yaygınlığa, bir toplumsal salgına dönüşür âdeta. O zamana kadar hiç hesapta olmayan bir takım toplumsal oluşumlar ortaya dökülür ve olaylar, en azından başlangıçta, bir yanardağdan fışkıran lavlar gibi ortaya saçılır. Toplumsal patlama, içine aldığı insanları değiştirir ve dönüştürür. Değişime uğrayan insanlar, kendilerinin bile şaşkın bakışları altında toplumu dönüştürür. Gerçek devrim budur.
Örneğin, dün gördüğüm bir manzarada olduğu gibi, yıllar boyu devletin savunucusu bir ideolojinin, devleti savunma adına devrimcileri katletmeyi bile mubah gören faşist MHP’nin savunucusu, üzerlerinde bozkurtlu tişörtler bulunan gençler, devletin polis güçleriyle amansız bir boğuşmaya girmiş bulabilirler kendilerini. Devrim, insanların düşünsel durumlarıyla toplumsal yönelimleri arasında büyük çatışmalar yaratarak ve bu çatışmanın sonucunda onları dönüştürerek ilerler. Bir de bakarsınız, bir faşist, günün birinde devrimci bir kahramana dönüşmüş. Karşıdevrim de bundan geri kalmaz. Bir de bakarsınız, bir zamanın devrimci bir kahramanı, günün birinde devrim adına halkı katleden bir karşıdevrimciye dönüşüvermiş.
Kitlesel patlama, ortalığa kızgın lavlar halinde yayılırken ve yayıldığı ölçüde harekete, o zamana kadar toplumun diplerinde birikmiş toplumun bütün tortusunu da katar. Örneğin, iktidara, aslında kapitalist sömürüye duyulan hınç, kendini en ağza alınmayacak maço küfürlerle ifade etmeye başlar. Dün akşam Beyoğlu’nda bulunan Küçükparmakkapı Sokağın sonundaki duvardan okuduğum, Tayyip Erdoğan’ı “onurlandıran” en yakası açılmadık maço küfürler ve Tayyip Erdoğan’ın ölmüş annesine yönelik yüz kızartıcı sloganlar bunun örneğiydi. Taksim Gezisi, göstericiler tarafından ele geçirildiğinde kızım yanımdaydı. Bu sloganlardan haklı olarak rahatsız olan kızıma dönüp şöyle dedim: “Bu çok doğal, Irmak. Çünkü kitle hareketi çok büyük bir çapa ulaşmış bulunuyor şu sırada.”
Sadece bu da değil. Toplumun derinliklerinden gelip büyük bir patlamayla yeryüzüne saçılan kızgın lavlar ortaya saçıldıkça, polis şiddetine tanık olan, örneğin Harbiye’deki “middle class” apartmanlarındaki insanların desteğini alan hareketin gece geç vakitlere doğru denetimsiz bir şiddet eğilimi göstermesi, örneğin olaylarla pek bir bağlantısı kurulamayacak bir kamyonun Dolmabahçe taraflarında durdurulup yüklerinin yakılması gibi olaylar da pek şaşırtıcı olmamalıdır. Bu olayda polis ajanlarının bir dâhli var mıdır bilemem ama bunun, varoşlardan gelmiş gençlerin eylemi olduğunu söylemem mümkün. Şu zehir gibi kapitalist toplumda itildikleri ve dışlandıkları varoluşlarında ölümcül bir yaşama mahkûm edilmiş umutsuz gençlerin denetimsiz bir şiddet için fırsat doğduğunu düşünmeleri gayet doğaldır. Hareket yaygınlaştıkça bu tür olayların ortaya çıkması çok olasıdır. Bütün sorun, örgütsel değil, toplumsal bir sorumluluk duygusu taşıyan insanların aralarında küçük denetim grupları kurarak bu tür olaylara anında ama barışçı bir tarzda müdahale etme becerisi gösterebilmeleridir. Yoksa, denetimsiz şiddet alır başını gider ve bundan tek kazanan karşıdevrim ve iktidar olur.
Bence bu kitlesel patlamanın en güzel yanı, polisin bütün toplumu karşısına alan budalaca şiddetine her yaştan insanın cesaretle göğüs germesinden çok, kendiliğinden örgütlenme ve dayanışma örnekleridir. En başta elbette doktor ve sağlıkçıların kendiliğinden örgütlenip yaralıların yardımına koşan acil sağlık merkezleri ve ekipleri kurmalarıdır. İşte esas devrim budur. Yaşayabilmek için özel hastanelerde hizmet vermeye zorlanan doktorlar ve sağlıkçılar, hem insanlıklarını, hem de uzmanlıklarını toplumsal mücadelenin hizmetine anında sunmuşlardır. Twitterde bir arkadaşın belirttiği gibi, insanın gözü göz yaşartıcı bombadan değil, gururdan yaşarıyor böyle örnekler gördükçe.
“Gezi” notlarıma devam edeceğim ama acilen aşağıdaki, dünkü deneylerimden çıkan birkaç notu, belki faydası olur diye yazmaktan da kendimi alıkoyamadım:

Polisin Gaz bombalı ve Biber Gazlı saldırılarında dikkat edilmesi gereken birkaç nokta:

Birincisi, gaz bombalarını atan polisleri gözden kaçırmayalım. Zaten tüfeklerini doğrultmalarından, ateş etmek üzere oldukları anlaşılıyor. Ateş ettikleri an, onlara sırtımızı dönerek kaçmayalım. Çünkü o zaman kafanıza bir gaz bombası tüpü isabet etmesi işten bile değildir. Çünkü gaz bombasını göremezsiniz. Sırtımızı dönüp kaçmak yerine, yüzümüz polise dönük bir şekilde geri çekilelim. Gelen gaz bombasını göreceğimiz için onlardan kaçınmamız mümkün olabilmektedir.
İkincisi, gaz bombalarının etkisinden kaçınabilmek için, rüzgârın dumanları sürüklediği yerin tam zıddına koşalım, hatta genellikle o tarafta bulunalım. Örneğin dün, Harbiye’de rüzgâr, yüzümüz Taksim tarafına dönük olmak üzere, dumanları sağ tarafa doğru sürüklüyordu. Arkadaşlarımız, oralarda apartmanlar olduğundan, apartmanlara sığınmak güdüsüyle dumanın savrulduğu yerlere kaçıştılar. Oysa orduevi ve Radyoevi tarafında dumanın etkisi çok azdı.
Üçüncüsü, gaz bombaları tekmeyle uzaklaştırılabilir ama bu o kadar etkili değildir. Çünkü tekmelenen tüpü polisin yakınına ulaştırmak mümkün olmuyor. Oysa sıcağa dayanıklı iş eldivenleri bu konuda çok işlevseldir. Bu eldivenleri tedarik etmiş arkadaşlar, bombaları yerden alıp polise doğru fırlatabildiler. Tüpler polise ulaşmasa da en azından göstericilerden uzak bir yere fırlatılmış oldu.
Dördüncüsü, polise taş veya şişe fırlatırken çok dikkatli olalım. Çünkü bu taş ve şişeler en önlerde bulunan arkadaşlarımızın kafasına gelebilir. Taşın polise ulaşabileceği mesafede olmadıkça gereksiz yere taş atmayalım.
Beşincisi, önermekten kendimi alamayacağım bir nokta da şudur: Örneğin, bayraklarla kendi örgütlerinin propagandasını yapan gruplar, örgütlü güçlerini daha hayırlı bir işin hizmetine koysalar ne iyi ederler. Gaz bombası atan polisler, kitleye yaklaşabilmek için esas polis kitlesinden koparak ilerliyor. Tam o sırada on beş, yirmi kişilik, her şeyi göze almış bir grup hızla, tüfekli polislere doğru koşsa onları paniğe uğratıp kovalayabilir. Böyle bir örnek göremedim ne yazık ki. Böyle yirmi kişilik bir grup olsaydı, bunu uygulamak işten bile değildi.

Dün bir anlamda benim 50. Yıl jübilem de sayılabilir. 17 yaşındayken katıldığım ilk kitle gösterisi, Nisan 1963’teki, Celal Bayar’ın affına karşı başlayan büyük gösterilerdi. Beyoğlu’nda sağcılarla çatışmış ve onları kovalamıştık. Gerçi bu ucuz bir zaferdi, çünkü araya giren jandarma birliği, bize değil, sağcılara süngü çekmişti. Aradan tam elli yıl geçmiş.







“Gezi” Notları (II)

2 Haziran 2013


Bir arkadaşım, yazının altına kopyaladığım, twitterde dolaşan bir afişi göndermiş. Bu afişin ilk satırına göre, ben de gelmemesi gereken “ayı”lardan biri oluyorum. Ayı çok sevdiğim bir hayvandır. Keşke gerçekten ayı olabilseydim. Bundan sadece şeref duyardım. Buradaki ayının toplumsal anlamını kavrıyorum elbette. Bununla birlikte, ekolojik bir bakışı olmasını umacağımız insanların, toplumsal anlamıyla bile olsa “ayı”yı bir imaj olarak kullanmalarındaki tuhaflık bir yana, karşı olduklarını iddia ettikleri insanların dilini taklit ederek “ulan” hitabını kullanmaları iyice garabettir. Neyse, şimdi bunların üzerinde durmayalım da, bu afişin toplumsal ve kültürel anlamına yoğunlaşalım.
Son toplumsal patlama, bugünkü “Gezi” Notları… (I) yazımda da belirtmeye çalıştığım gibi, doğrudan sınıfsal veya ulusal bir karşıtlıktan çıkmadı da, esasen kültürel diyebileceğimiz bir konudan kaynaklandı. Bu da doğaldır. Bugün bu toplumda mücadele esasen kültürel kodlar ve kimlikler üzerinden yürüyor.
İlk yazımda da belirttiğim gibi hareket olağanüstü bir şekilde yaygınlaşırken neredeyse bütün toplumsal kimlikleri de kucaklıyor. Ulusalcısından futbol taraftarına, MHP’lisinden Beyaz Türk’üne, eşcinsel hareketinden Müslüman solcusuna vb. vb. herkes bu hareketin içine katılmaktadır, elbette kendi ideolojisiyle ve kültürel yönelimiyle birlikte. Burada önemli olan, farklılıklara saygı göstermek ama aynı zamanda hareketi saptıracak ve çığırından çıkartacak eğilimlere karşı bilinçli bir eleştirel tutum almaktır. Aşağıdaki afişi düzenleyenler de belli ki bir şeylerden rahatsız olmuşlar ve bunu düzeltmeye çalışmışlar. Evet ama, öncelikle kendilerini düzeltmeleri gerekmez miydi acaba? Çünkü bakışları ve tepkileri, tipik seçkin Beyaz Türk bakış ve tepkisidir. Tek tek alalım:
“Çevreye saldırmak”la neyi kastediyorlar, bence tam net değil ama eğer benim ilk yazımda belirttiğim türden, olayla ilgili olmayan kamyondaki yükleri indirip yakmak gibi amaçsız ve dizginsiz şiddet eğilimlerini kastediyorlarsa bu eleştiriye katılmak mümkündür.
“Partizanlık yapmak”la neyi kastettikleri tam net değil ama, bana öyle geldi ki, burada kastettikleri daha çok CHP. Gerçekten de CHP’lilerde böyle bir eğilim gözlemek mümkün. Örneğin, TV’den izlediğim haberlerde, Sözcü ve Cumhuriyet gazetelerinin polisin Taksim’den çekilişi, Kılıçdaroğlu’nun, taraftarlarıyla birlikte Beşiktaş’tan Taksim’e yürüyüşüne bağlanmış. Yani bunu sağlayan, dört gündür polisle göğüs göğse çatışanlar değilmiş de, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşüymüş. Gerçekten komik! Evet, bu tür komik eğilimler eleştirilmeli ama insanların “partizanlık” yapmamalarını istemek o kadar doğru bir şey değil, çünkü bunu önlemek imkânsız gibi bir şey.

Örneğin, dün Harbiye’de benim de tanık olduğum, Türk bayraklıların attığı “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganını ele alalım. Bu da tam anlamıyla, İP’in yaygınlaştırdığı partizanca bir slogandır, üstelik partizanlığın da ötesinde güçlü bir ideolojik vurguyu ifade etmektedir. Bu arkadaşlar, oradaki on binlerce insanın, üstelik hareketi ilk başlatan ekolojist, anarşist ve sosyalistlerin bu slogandan irkileceklerini dikkate bile almadan fütursuzca atıyorlardı. Kardeşim, sen birilerinin askeri olup başka birilerini öldürme emirlerini tereddütsüz yerine getirmek isteyebilirsin (çünkü askerin görevi öldürmektir) ama içinde bulunduğun harekete, o sırada yan yana yürüdüğün insanlara biraz daha saygılı olsan, mücadelenin ortak sloganlarına ağırlık versen olmaz mı? Yok, illa partizanca bir tutumla harekete damgasını vuracak. Üstelik, iktidara gelecek olsa AKP’den bile on misli ekoloji düşmanı uygulamaları rahatlıkla uygulamaya koyabilecekken, hiçbir şekilde duyarlı olmadığı, “çiçek böcek hareketi” diye aklı sıra küçümsemeye çalıştığı ekolojist hedeflerle başlamış bir harekete katılırken yapıyor bunu. Bu böyle olmakla birlikte, böyle bir toplumsal harekette bunların arsızca partizan sloganlarına bile tahammül etmek zorundayız. Burada insanların sağduyusuna güvenip bu arsızların kendiliğinden tecrit olmalarını beklemekten başka çaremiz yok. Yani “gelme” diyemeyiz. Üzerlerinde “Mustafa Kemal’in askeri” kimliği de olmadığına göre, arama yapsak bile, bu “gelme”nin pratik geçerliliği yok. Yoksa “gelme” deyince gelmeyeceklerini mi sanıyorsunuz.
Üçüncüsü ise, en kötüsü. Polise taş atanlara da “gelme” demişler. Önce şunu belirteyim: Tek tek polislere hiçbir düşmanlığım yok. Onların da ekmek parası için bu berbat mesleğe girmiş kurbanlar olduklarını düşünürüm. Bununla birlikte, halka gaz yağdıran bir devlet gücüne taş atmakta hiçbir kötülük olmadığı gibi, bu zorunludur da. Eğer o “ayı” dedikleriniz polise taşla karşılık vermeseydi, siz beyaz Türk kardeşlerimiz, Hayko Bağdat’ın Twitter’de yazdığı gibi, şimdi TV’lerinizin başında dizi izliyor olurdunuz. Hayko Bağdat’ın bu deyişini sizleri küçüksemek için tekrarlamıyorum ama bu eleştiriyi gerçekten hak etmişsiniz. Sizi anlıyorum. Seçkincisiniz. “Ulan ayı” diye hitap ettiğiniz, bu toplumun en dibindeki, sizin eğitim olanaklarınızdan yararlanamamış varoş çocuklarını sınıfsal içgüdülerinizin itkisiyle dışlama eğilimindesiniz ama  yaptığınız gerçekten çok ayıp. Unutmayın ki, bu dünyadaki tüm olumlu gelişmeler, tipik seçkinci bir tavırla dışladığınız, ter kokularıyla burnunuzun direğini kıran o varoş çocuklarının özverili mücadeleleriyle gerçekleşmiştir. Onlar, dövüşürler ve sonra da zaferlerini siz beyaz Türklerin yeni iktidarlarına teslim edip sessizce o zehir gibi hayatlarına geri dönerler.
Bu büyük toplumsal harekette yeni bir devrimci fraksiyon da ben kuruyorum öyleyse.
“Ayılar Dayanışma Örgütü”.
Sloganımız: Her türlü beyaza karşıyız.
Çarşı’nın Siyahındaki beyaz hariç.
  
Not: Sadece Gezi Parkı’ndaki çöplerin toplanması yerindedir.
Diğer yerlerdeki çöpleri yapan kaldırsın.



Gezi Notları…(III) İktidar Hata Yapmaz…

4 Haziran 2013

Beni de iktidara getirin, ben de bir despot olup çıkarım.
Mihail Bakunin


Ülke çapındaki halklar ayaklanmasının iktidara ağır ve sert bir darbe indirmesi üzerine düzenin çeşitli kurumlarının, medyanın, kimi yazarların, akil adamların, politikacıların vb. devreye girerek büyük bir koro oluşturdukları ve hep birlikte şu şarkıyı söyledikleri duyuluyor: “Tayyip Erdoğan hata yapıyor. Daha yumuşak bir üslup gerekli.” Bu şarkıyı onlara söyletenin halk isyanının kararlılığı olduğunu görmemek için aptal olmak gerekir.
Bu koronun baş solistleri Bülent Arınç ve Abdullah Gül’dür. Tayyip Erdoğan’ın Kuzey Afrika’da olmasını iyi değerlendirdiler ve halk isyanını yumuşatma manevralarına giriştiler. Elbette diplomatik bir dil kullanarak ve “sert” başbakanlarını doğrudan karşıya almadan yaptılar bunu, kurallar gereğince. Onların bu malum manevraları bir yana, öncelikle, eğer gemi batarsa hep birlikte boğulacaklarından endişe eden reformist ve “yumuşak” iktidar yanlılarının, “Tayyip Erdoğan’ın hata yaptığı” söylemi üzerinde duralım biraz.
İşin gerçeği şudur ki, hiçbir iktidar ya da daha daraltarak söyleyeyim, hiçbir iktidar icracısı hata yapmaz. Sadece iktidarın mantığını izleyerek gerekenleri yapar. Gereken ise, zoru dizginsiz bir şekilde kullanmaktır. Çünkü iktidar öyle bir şeydir ve öyle bir aşamaya gelir ki, o aşamadan sonra geri adım atması, hızla sonunu getirir. Peki, daha fazla zora başvurması onu kurtarır mı? O da kurtaramaz. Yani bir aşamadan sonra iktidar, geri basarak da, zora başvurarak da yıkılacaktır. İşte AKP iktidarı böyle bir eşiğe gelmiştir. Bu iktidarın baş icracısı Tayyip Erdoğan, bu yüzden hata yapmamakta, iktidarının ömrünü uzatabilmek için gerekeni yapmaktadır. Bu gereken de onu kurtaramayacak olsa bile.
Bu eşiği en iyi anlatan örnek Sovyetler Birliği’ndeki tek parti diktatörlüğüdür. Sovyetler Birliği’nin en son yöneticisi Gorbaçov iktidara geldiğinde önünde iki yol vardı. Ya kendinden öncekiler gibi zora başvuracaktı ya da rejimi yumuşatarak halka taviz verecekti. Gorbaçov eğer birinci yolu izleseydi yine yıkılacaktı. Çünkü halkın artık baskı rejimine tahammülü kalmamıştı. Gorbaçov ikinci yolu seçti. Yani yumuşama yolunu. Ama bu da onu kurtaramadı. Çünkü baskıdan yılmış halk yumuşamayı görünce iktidarın kalelerine daha bir cesaretle yüklendi ve Gorbaçov’la birlikte rejimi de kısa sürede yıktı.
Romanya’da Çavuşesko, “hatadan dönüp” diktatörlüğünü yumuşatsaydı, bir dakika bile iktidarda kalamazdı. Derhal
devrilirdi. Sertliğe başvurmak onu kurtardı mı? Hayır. Sertlik, halk ayaklanmasını iyice tahrik etti ve yine yıkıldı. Yıkılma eşiğine gelen bir iktidar, hangi yolu izlerse izlesin yıkılacaktır. Bu yüzden bir hata değil, iktidarın demir kanunu söz konusudur. Bunun nasıl bir şey olduğunu görmek için, halen youtube’de bulunan, Çavuşesko’ya karşı ayaklanmanın başladığı büyük mitingi gösteren videoyu izlemek gerekir. İroniktir ki, bu mitingi Çavuşesko düzenlemişti. http://www.youtube.com/watch?v=TcRWiz1PhKU&list=PLGEN8qzjjLdkue1dIVT_FtPHfCjjDk0ae
Adnan Menderes, vatan cepheleri, tahkikat komisyonları kurarak sertlik politikası izlemek yoluyla hata yapmış gibi görünüyordu. Oysa ortada bir hata yoktu. Eğer bunları yapmayıp geri çekilseydi muhalefet dalgası onu yok edecekti. Bu yüzden sertlik politikası izleyerek hiç de hata yapmış değil, iktidarını yürütebilmek için gerekenleri yaptı ama bu da onu devrilmekten kurtaramadı. Bu eşiğe, iktidarın yıkılma eşiği diyelim.
Bir iktidar ne kadar büyük bir iktidar ve güç biriktirmişse o ölçüde de yıldırımları üzerine çeker ve karşısında tasavvur edilemeyecek kadar büyük bir muhalefet gücü birikmesine yol açar. Bunun tarihteki en tipik örneği Hitler iktidarıdır. Hitler, amaçlarına uygun olarak böyle büyük bir iktidar ve güç birikimi yaratarak aslında iktidarın yasalarının kölesi olmuştur. Geri adım attığı anda şahsi varlığı da dâhil olmak üzere param parça olurdu. Böyle bir hata yapmadı elbette ve kaçınılmaz olarak güç birikimini sürdürdü, azami ölçüde sert bir iktidar yarattı, yaratmak zorundaydı. Yani iktidarın yasalarına uymama hatası yapmadı ama bu hatayı yapmaması yine kaçınılmaz olarak kendi sonunu getirdi.
AKP iktidarının gücünün doruğunda böyle sert ve yaygın bir halk isyanıyla karşılaşması hiç de tesadüfi değildir. Diktatörler, büyük çoğunlukla halktan en sert karşılığı, güçlerinin ve iktidarlarının doruğundayken alırlar ve bu durum onları bir hayli şaşırtır.
Tayyip Erdoğan’ı da şaşırtan bu olmuştur. Ülke içindeki iktidarının doruğundayken, Ortadoğu ve Arap dünyasının liderliğine oynadığı, AKP toplantılarında kalabalık yalaka toplulukları tarafından Türkiye’nin kendisiyle “gurur duyduğu” sloganlarının atıldığı bir sırada olacak şey midir şimdi bu? Evet olacak şeydir. Çünkü aşırı güç birikimi kaçınılmaz olarak kendisinde bir kibre yol açmış ve fütursuzlaşmasına neden olmuştur. İktidarın doruğu insanın gözünü kamaştırıp kör, başını döndürüp sarhoş eder. İşte halk isyanı çok doğal olarak onu böyle bir ruh halindeyken yakalamıştır. Şimdi o, iktidarın gereğini yapacak ve bundan sonra daha da diktatörce önlemler alacaktır. Daha fazla polis, daha fazla gaz bombası, daha fazla tutuklama, iktidarın daha fazla temerküzleşmesi…
Elbette iktidarın halkı yumuşatma ve kandırma aygıtları da bu tekelci iktidarın emrindedir. Dört bir koldan halkı yumuşatmak, kandırmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu, bir aile içinde baskıcı babadan şikâyet eden çocuğu ikna edebilmek için annenin, ablanın, ağabeyin vb. devreye girmesine benzer. Baba sert tutumunu değiştirmez. Ama karısının ya da büyük çocuklarının baskı altındaki çocuğu ikna etmek için ona yumuşatma taktikleriyle yaklaşmalarına ses çıkartmaz. Hatta içten içe bunu onaylar da. Ama o, sert tutumunu hiç değiştirmez. Böylece iki kıskaç arasında kalan çocuk, yumuşakların ikna çabalarına boyun eğmek zorunda kalır. Ama unutmamak gerekir ki, baskı altındaki halk, bazen çocuk gibi hareket etse de, sonuç olarak çocuk değildir.

Yazının bundan sonraki aşamasında, içinde yaşadığımız şu somut devrim ve isyan koşullarında iktidar aygıtlarının yeni bir takım taktiklerini de tahlil etmekte fayda var diye düşünüyorum.
Büyük kitlesel isyan, bundan sonra da ilerleyerek, geri çekilerek, dalgalanarak devam edecektir. Sokak hareketleri zaman zaman duruluyor gibi gözükebilir ama toplum bir kalkışma trendine girmiştir ve bu trendin geri döndürülmesine imkân yoktur. İktidar makamları bunun ne kadar farkındadır bilemiyorum tabii ama iktidarın mantığına uygun olarak, gemiyi batmaktan kurtarmak için, yukarda sözünü ettiğim yumuşatma taktikleri de dâhil olmak üzere uzun ya da kısa vadeli olarak çeşitli taktikler uygulayacaklardır. Örneğin, görebildiğim kadarıyla, biber gazının etkili bir araç olmadığını, hatta kitleleri daha fazla sokağa döktüğünü ve hareketin büyük bir destek sağladığını görecek kadar akılları var. Bundan sonra bu yöntemden vazgeçeceklerini sanıyorum. Hatta bir süre polisin müdahale etmemesi çizgisi de izleyebilirler. Fakat bence esas planladıkları, bugünden yer yer uygulamaya koydukları (Ankara, İzmir, Bodrum), bir yandan yoğun bir gözaltına alma kampanyası (bunun biber gazından daha etkili olduğunu düşünmeye başladılar) ve daha önemlisi, kısmen sivil polislerden kısmen de AKP’li vigilantelerden (sözcük anlamı: ABD’de kanuni yetkisi olmadan kendi fikrine göre zorla düzen sağlamaya çalışan kimse. Bunlar yerel-sivil karşıdevrimcilerdir. 1965 yılındaki Dönüşüm olaylarında da AP gençlik kollarından ve Bozkurtlardan devşirdikleri böylesi unsurları kullanmışlardı) oluşan paramiliter grupları kullanıp ilk kez sokağa çıkan gençleri döverek yıldırmak ve tutuklayıp polise teslim etmektir. Bu noktaya çok dikkat edilmelidir. Bunlar, hatta bazen gösterici kılığında kalabalığın arasına karışmakta, göstericileri tespit edip sonra da tek tek avlamaktadırlar. Bu paramiliter gruplarla bundan sonra sık sık karşılaşacağız. Benim önerim, bunlara karşı, IWW (Dünya Endüstriyel İşçileri) örgütünün militanları wobblylerin yaptığı gibi, özsavunma grupları kurmaktır. Benim gördüğüm TV ve video manzaraları korkunçtu. Konak sahilinde oturan kızlara uygulanan vahşet gerçekten irkilticiydi. Bunların eline savunmasızca, kuş gibi düşmenin âlemi yok. Çok uyanık olmalıyız. Hatta daha iyisi, bu grupları tespit edip, baskın basanındır taktiğine uygun olarak, esaslı bir sopalamakta fayda var gibi geliyor bana.
Ne oldu? Geneldeki “centilmenlik” havasına pek uymadı galiba önerim.
NOT: İzmir’de sosyal medya operasyonu: 24 gözaltı

Yukarıda yazdıklarımı destekleyen ve hatta onu aşan çok önemli bir gelişme. Bu, otoriter diktatörlüğün totaliter diktatörlüğe doğru evrilmesinin başlangıcıdır. G.Z.

Gezi Notları…(IV) Nerede Çokluk Orada Özgürlük…

6 Haziran 2013


Mayıs-Haziran Taksim Devrimi Martiri Abdullah Cömert’in anısına…

Dün akşam ve gece Ceren’le birlikte Taksim Gezi’sindeydik. Dorina’nın özenle diktiği kızıl-kara bayraklarımız ellerimizde. Benimkinin üzerinde püskürtme boyasıyla ve eğri büğrü bir yazıyla yazdığım, yuvarlak içindeki A ile birlikte CNT-FAI, Durruti yazısı vardı. Ceren’inkinin üzerinde ise, Biji Azadi yazıyordu. Bu yazıyla, harekete katılmakta ikircikli davranan Kürtlere bir mesaj vermek istemiştik. Onları bu kez meydanda gördüğümüze sevindik. Kürt politik hareketi böyle bir devrimin kenarında durmayı doğru bulmamış, güçlerini katmaya karar vermişti. Benimkinin üzerindeki yazı ise, ancak “hard-corn” anarşistlerin anlayabileceği türden, epeyce marjinal bir yazıydı. O meydandaki muazzam kalabalık içinde, 1936 yılında Franko darbecilerine karşı ellerindeki çekiçlerle özgürlük için dövüşmüş ve kenti çıplak elleriyle ele geçirmiş anarko-sendikalist CNT’li işçileri, İberya Anarşist Federasyonu’nu ve anarşist kahraman Durruti’yi kim bilir, kim hatırlardı. Ne var ki, her büyük topluluğun birkaç marjinale her zaman ihtiyacı vardır.
Dün gece Taksim Gezisi’nde, sürekli akışkan kalabalıkların tümünü hesaba katarsanız bence iki yüz binden fazla insan vardı. O küçük park tuhaf bir şekilde büyümüş, devleşmişti. Hayatımda ilk kez, net bir biçimde, mekânların çapının da görece olduğunu fark ettim. Taksim Gezisi, içine aldığı muazzam kalabalıklarla birlikte büyümüş de büyümüştü. Normal zamanda on dakikada turlayacağınız bu park, devasa bir alana dönüşmüştü. Ve söylemeye elbette gerek yok ki, orada Türkiye’nin bütün çoğulları, bütün renkleri bir aradaydı. Hem de barış içinde.
Ve yine hayatımda ilk kez kendimi bu kadar rahat, bu kadar güven içinde, bu kadar özgür hissettim. Herkes gülüyordu, herkes espri üretiyordu. Ve bizim Melih bu esprili sloganlar yağmurunu, Emma Goldman’ın ünlü bir sözünü değiştirerek taçlandırıyordu: “Gülemediğim bir devrim devrim değildir.”
Ve hemen ardından, pırıl pırıl parlayan gözlerle söylenen, birçok arkadaşımdan duyduğum şu sözler: “Bu günleri gördüm ya, artık ölsem de gam yemem.” Dillendiremesem de içten katıldığım sözlerdi bunlar. Elli yıl boyunca “devrim, devrim” deyip durmuştum. Sonunda devrim yüzünü işte burada, gerçekten göstermişti hepimize.
Dün gece çocuklar gibi şendik ve özgürdük. Dün gece yüz binler, varlıklarıyla ve neşeleriyle polisin olmadığı yerde olayın ve çatışmanın da yaşanmadığını bizzat, davranışlarıyla ispatlamanın mutluluğunu yaşıyorlardı. Siyasi ve ideolojik ayrılıklar devam etmesine rağmen aslında böyle büyük bir devrimde bunların o kadar önemli olmadığı net bir şekilde görülebiliyordu. Orada en ulusalcısı da vardı, en Kürt yanlısı da, en katı “proletarya diktatörlüğü” yanlısı da, en liberali de. Bir arkadaş yolumu kesip, “dün gece Cengiz Çandar da buradaydı, biliyor musun?” dedi. Ardından da “gerekeni söyledim ama” diye ekledi. “Keşke mahçup etmeseydin” dedim ona, “buraya gelmiş madem.” Öyle onur kırıcı bir laf etmemiş neyse ki. İşte devrim böylesi bir barış ortamı yaratmıştı. Farklılıklara saygı kültürü kendiliğinden, konuşulmamış, sessiz bir konsensüsle bir anda hâkim oluvermişti alanlara. Bir kere daha gördük ki, yaygın deyişin aksine, çokluğun olduğu yerde bokluk değil, gerçek özgürlük olur. Özgürlüğün garantisi, sizin sahte oy çoğunluğunuz değil, Negri’nin ifade ettiği çokluktur. Çokluklar, çoğunlukçu dengeleriyle bir gücün egemenliğini engelleyerek özgürlüğü garanti altına alır.
Gündüz Gezi Parkı’na gitmeden önce, Başbakan Yardımcısı Arınç’la görüşmeye giden Taksim Dayanışması üyelerinin basın açıklamasını yüreğim ağzımda dinlemiştim. Acaba nerede falso verecekler diye tetikte, dikkat kesilmiş bakıyordum TV ekranına. Hiçbir falso vermediler. Son derece tok bir üslupla, hiçbir uzlaşma cümlesi sarf etmeden, kesinlikle radikal taleplerini sıralayıverdiler. Tanımıyorum kendilerini ama mutlaka karakterli insanlardır. Mesele karakterlilik meselesi değil zaten. Arkalarında muazzam bir kitle olduğunu bilen insanlar daha dik dururlar, daha tok konuşurlar ve geri adım attıkları an o kitlenin gözünden düşeceklerini bilirler. Yani aslında “söyleyene değil, söyletene bak” sözü tam da bu durumlar için söylenmiştir. Bunun en iyi örneği, Macar Devrimini yatıştırmak için Kruşçev tarafından görev başına getirilen İmde Nagy’nin kitle hareketinin gücüyle ve itkisiyle bir halk önderine dönüşmesidir.
Sözün özü, demek istediğim, büyük devrimci kitlenin, bu kısa aralıkta hem kendini, hem de kendisi adına hareket edenleri dönüştürdüğüdür. O ne muazzam topluluktur öyle. Parkta her şey bedavaydı. Kitap bedava (acil bir kütüphane kurulmuştu. Herkes yüzlerce kitap bağışlıyor ve yüzlerce insan onlarca kitap alıp gidiyordu), kandil simidi bedava, üzerinde slogan yazılı seçtiğiniz yumurtadan yapılmış harika omletler bedava, pilav bedava, her adımda bunları ikram eden insanlar çıkıyor karşınıza. Herkes büyük bir nezaket ve sevecenlik içinde. Bir yerden inerken ayağınız mı tökezledi? On el birden uzanıyor size, yardımcı olmak için. Çok güzel, şortlu kızlar gecenin o vakti ve o kalabalıkta özgürce dolaşıyor. Tek bir taciz olayı yok. Taksim ve Beyoğlu’nun yılbaşı eğlenceleri sırasındaki halini bilenler ne demek istediğimi çok iyi anlayacaklardır… Her şey bedava dedim ama sanılmasın ki her şey kamulaştırılmış. Yok böyle bir şey. Halk kendi yaratıcılığı ile bir anlamda parayı ortadan kaldırmış ama özel ticaret yasaklanmış falan değil. Seyyar satıcılar istedikleri gibi faaliyetlerini sürdürüyorlar. Geçmişteki kamulaştırmacıların çok şey öğreneceği ve üzerinde derin derin düşüneceği bir durum.
Aslında yazılacak daha o kadar çok şey var ki. John Reed burada olsaydı sanırım Dünyayı Sarsan On Gün’ün ikinci versiyonunu da yazardı. Evet, dünyayı sarsan on gün bugün Türkiye’de yaşanıyor ve Taksim Gezisi, turistlerin de uğrak yeri olmuş. Hiçbir turist bu önemli olaya tanık olma fırsatını kaçırmak istemiyor. Hangi turist propaganda broşürü böylesine bir etki yaratabilirdi? Arkadaşlarla dün gece yarısından sonra karar verdik. Bir çalışma grubu oluşturup bu devrimi tüm canlı manzaralarıyla birlikte bir kitap halinde yazacağız.

Bu kitabın bölümlerinden biri de, öyle sanıyorum ki, ismini, hareketin sonsuz espri üretiminin çarpıtmasıyla değiştirdiği şekliyle söylememe izin verin, Bünyamin Tayyip Nedenyahu’nun incilerinden oluşacak. Sözleriyle ve tavırlarıyla devrime büyük hizmetlerde bulunduğuna inandığım Tayyip Nedenyahu’nun, kendisinden önce yeni birkaç incisi ulaştı Tunus’tan. Başbakan, “azınlığın çoğunluğun haklarını gasp etmesine izin vermeyeceklerini” buyurmuş. Yani, Taksim’deki “azınlık”, İstanbul’un semtlerini “aynı hava” ile inleten “azınlık”, Türkiye’nin neredeyse bütün illerinde yedisinden yetmişine ayağa kalkan “azınlık”, AKP’li bakanlardan, milletvekillerinden, valilerden, emniyet müdürlerinden, eli sopalı sivillerinden oluşan “çoğunluğun” haklarını  gaspediyormuş. Haberleri bile yok ki, onların bile hayat hakkı, “azınlık” dedikleri halkın güvencesi altındadır. “Hayata Dönüş” operasyonunun baş sorumlularından biri olan Hikmet Sami Türk’ün, Taksim Gezisi’ne adeta bir “intihar bombacısı” kararlılığıyla gelme cüreti gösterip, oradan korumalarının eşliğinde sağ salim kaçabilmesi bile sadece halkın engin hoşgörüsünün ürünü değil midir?
Ve o halk, elbette kendisinin bir parçası olan, kendi çocuklarından oluşan, “marjinal” diye ötelenmeye çalışılan örgütlerin haklarını da güvence altına almıştır. Başbakan, ülke dışından yolladığı incilerinden birinde, her zamanki taktiğine başvurarak “içlerinde DHKP-C’liler de var” demiş. Var ya… Bu halk, o çocuklarını da himayesine almış bulunuyor, “azınlık” deme cüretini gösterdiğiniz halkın, daha önceleri yaptığınız gibi, onları hücre evlerinde basıp kenar köşe yerlerde katletmenize izin vereceğini mi sandınız…

Gezi Notları… (5) Örgütler ve Kitleler…

8 Haziran 2013


Bugün öğleden sonra (8 Haziran 2013, Cumartesi), eski TSİP yöneticisi ve işçi önderi Ali Kar’la birlikte gittik Taksim Gezisi’ne. Biz gittiğimizde örgütlerin standları daha görünürdü. Akşama doğru kitlelerin akın etmesiyle Gezi Parkı hınca hınç dolunca örgütler de daha görünmez oldular. Kalabalıklar örgütleri âdeta absorbe edip içlerine aldılar.
Bugünkü konumuz, yaşanan Haziran 2013 Devrimi’nde (bakalım süreç içinde hangi ad tutacak) örgütlerle kitlelerin ilişkisi. Hükümet çevreleri, “masum çevreci isteklerle yola çıkanlarla” “ortalığı karıştırmak isteyen” radikal aşırı uçlar arasında bir ayrılık yaratmaya çalışmanın yanı sıra, örgütlerle, onlara “bilmeden alet olan” kitleler arasında da bir ayrılık yaratmaya çalışıyor. Belki de amaçları, kitle hareketini ezmeye kalkışırken bu “aşırı uçları” bahane edebilmek.
Bu ayrımcılığa, bilmeden veya siyasi hırslar nedeniyle yardımcı olabilecek tutumlar da azımsanamaz. Örneğin, dün gece geç vakitler twitterde “flamasızgezi” başlıklı twitler dolaşmaya başladı. Bu twitlerin, örgütlerden rahatsızlık duyan örgütsüz arkadaşlardan geldiği belliydi. Hemen ardından, benimki de dâhil, karşı twitler ortaya çıktı. Benim twitim şöyleydi: “Bu büyük hareket hiçbir şeyi dışlamaz. Örgütleri en çok eleştiren biri olarak örgüt dışlamacılığına karşı olduğumu belirteyim.” Bir süre sonra örgütleri flama asmamaya veya susmaya davet eden örgüt ayrımcısı hareket sanırım sönüşe geçti. Ama sona erdiği söylenemez. Böyle bir çelişki var olduğu sürece bu eğilimin zaman zaman yükselişe geçmesi muhtemeldir. Bu eğilime destek veren arkadaşların iyi niyetlerinden hiçbir kuşkum yok, hatta rahatsızlıklarına kısmen hak bile verebilirim ama unutmamaları gereken nokta şudur ki, hükümet çevreleri bu tür eğilimlerin arkasında pusuya yatmış beklemektedir.
Öte yandan, örgütler cephesinde de bu pusuya yardımcı olacak eğilimler olduğunu görmek gerekir. Öncelikle genel olarak sol örgütler için şunu belirteyim ki, örgüt fetişizmleri çok güçlü olan bu sol örgütler, genel olarak hiç ummadığım şekilde düzgün bir tutum takınmışlardır bugüne kadar. Yani hiçbir şekilde harekete damga vurmaya kalkışmamışlardır. Evet, kitle hareketi o kadar büyüktür ki, buna imkân vermemektedir ama yine de deneyebilirlerdi. Bunu yapmadılar. Bu olumlu bir şey. Bu olumluluğa rağmen, örgüt bencilliğinin yavaş yavaş baş göstermeye başladığını da tespit etmek gerekir. Bunun ilk örneğini, Aydınlık gazetesinden Doğu Perinçek verdi. Şöyle yazmış D. Perinçek:
“Halk hareketinin doğru programa, doğru hedeflere, doğru mevzilenme ve plana, doğru eylem çizgisine sahip bir önderliğe kavuşması başarının şartıdır. Zaten bu kaçınılmazdır. Ayağa kalkan halk kuvvetleri, yenilmemek için kendi tecrübelerini değerlendirerek, başarılı bir önderlik çevresinde toplanır… Örneğin bugün Edirne’den Kars’a kadar halk hareketinde Türk bayraklarının dalgalanması ve ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganı, kuvvet toplamayı gözeten doğru önderliğin başarısıdır… Bu birikimi, halk hareketinin güç toplaması ve başarısı için değerlendirmek bir partileşme ve kurmaylık sorunudur. Kimse kusura bakmasın, bu kurmaylık birikimine sahip olan örgüt, İşçi Partisi’dir. Partiyi büyütmek, halk hareketini ilerletmenin bugünkü koşuludur.” (Eylemin Yararı olmalı, 8.6.2013)
Elbette burada Doğu Perinçek’in bayrak görüşüyle ya da Mustafa Kemal’in askeri olma sloganıyla tartışmaya girecek değilim. Bu, başka bir tartışma konusudur. Benim burada özellikle üzerinde durmak istediğim nokta, insanın siyasi hırslarının gözünü nasıl kararttığı ve devasa bir kitle hareketini, küçük, üstelik de çizdiği zikzaklarla ve aşırı sağ ideolojisiyle devrimci kitlelere hiçbir şekilde güven vermeyen bir partinin kuyruğuna takmaya kalkışma fütursuzluğudur. Gerçi bu parti çok düzgün, çok iyi bir ideolojik tutuma sahip, çok büyük bir parti olsaydı da, bugün AKP iktidarına diz çöktürmüş kendiliğinden bir kitle ayaklanmasına bu şekilde yaklaşılmaması gerekirdi. Halkın gerçekten bir örgütün önderliğine ihtiyacı olsa bile, herhalde o örgütün dili, kerameti kendinden menkul bu kibirli dil olmazdı.
Bu bir yana, halkla iktidarın âdeta bir bilek güreşinin kitlenmesine benzer bir şekilde kitlendiği, iki karşıt gücün böylesine kritik bir güç dengesine ulaştığı, yarın ne olacağının hiç belli olmadığı bir aşamada, gerçek bir önder böylesine fütursuzca ve sorumsuzca konuşmazdı. En azından, hükümet çevrelerinin, halkın bileğini bükebilmek için en ufak bir çelişkiden bile yararlanmaya çalıştığı bu kritik aşamada, en azından taktik olarak çenesini biraz tutardı. Yok hayır, böyle yapmamış, kendi gazetesinin yazarlarının yalakalıkta birbirleriyle yarışan yazarlarının ona koyduğu adla “maratoncu” önderimiz. Akil adamlardan geri kalmaz bir akıldânelikle halka akıl vermeye kalkışmış. Ve tabii ki, bugün hükümet çevrelerinin kullanmaya çalıştığı “örgüt-kitle” çelişkisini de bir güzel kaşımış. Sadece bu mu? Aynı zamanda örgütler cephesindeki bir dizi örgütü de yok sayarak örgütler arasındaki rekabeti de kızıştırmakta hiçbir beis görmemiş. Ben hükümet taktisyenlerinin yerinde olsam bu tür makaleler okudukça ellerimi oğuştururdum.
Sol gazetesinden Metin Çulhaoğlu da, bu kadar böbürlenen bir tarzda olmamakla birlikte, devrimci kitlelere “örgütlülük” dersi vermeye kalkışmış:
“ ‘Ama örgüt ve örgütle olmaz’ diyenler çıkacaktır elbette… Üzerlerine yalınkılıç yürümek yerine ‘masum’ bir soruyla karşılık verilmesi yerinde olacaktır: – Karşısında durduğun, protesto ettiğin kesimlerin hangisi örgütsüz?” (Aritmetik Hesaplar, 8.6.2013)
Evet ama esas bu, boşluğa kılıç sallamak değil midir? Bugün kim örgütsüzlüğü savunuyor ki… Doğrudan doğruya yaşanan pratiğin kendisi örgütlülüğün en harika, en işlevsel örneklerini vermiyor mu? O insanlar polisin karşısına nasıl dikildiler, o gönüllü revirler nasıl örgütlendi ve hâlâ nasıl faaliyette, o bedava kitap dağıtılan kütüphaneler nasıl örgütlendi, o çöpler nasıl toplanıyor, o parasız gıda dağıtımı nasıl organize ediliyor? Bunların hepsi ayaklanan halkın kendi özörgütlenmesinin harika örnekleri değil midir? Aslında benim fazla bir şey söylememe gerek yok. Aynı gazetede, aynı gün yazan Onur emre Yağan’ın “Ben Böyle Örgüt Görmedim” başlıklı yazısındaki şu satırlar, Metin Çulhaoğlu’na en güzel cevaptır:
“Şimdi bunları görünce kim iddia edebilir ki ortada bir örgüt olmadığını? Bunları bir örgüt değilse kim organize etmiş olabilir? Halk bir kere doğruyu keşfedip onu haklı kılmak için sokaklara dökülünce, omuz omuza mücadele edip birlikteliğini korumaya dönük her türlü tedbiri almaya başlayınca örgüt oluyor. Ve ben daha önce böyle bir örgüt hiç görmedim.”
Örgütler cephesinden en olumsuz ve örgüt bencili tutumu ortaya koyanlardan biri ise, ne yazık ki PKK lideri Abdullah Öcalan oldu. Arkadaşım Demir Küçükaydın tarafından “siyasi dâhi” ilan edilen Abdullah Öcalan’ın, PKK taraftarlarına direnişe katılmalarını söylerken, birinci önceliği, “bu hareketin ulusalcı ve milliyetçilerin denetimine girmesine izin vermemesine” dayandırması, son dönemdeki ikinci büyük siyasi gafı (birincisi, Türklere İslamcı temelde birlik önermesiydi) olmuştur. Yani kısacası, Öcalan, taraftarlarına, bu kitle hareketine katılmalarını esasen AKP hükümetine karşı halk mücadelesinde yer almak açısından değil, ulusalcı etkiyi kırmak açısından önermiş olmaktadır. Elbette bu önemlidir. Ben de PKK’nın harekete geç de olsa katılmasına bu bakımdan da sevindim ama bırakın da bunu biz söyleyelim. Bir siyasi lider, bir halk hareketine katılımın esas hedefini, bu hareketin esas boğuştuğu güce karşı değil de, hareketin içindeki bir kesime karşı ağırlık koymak olarak koymaz. Böyle koyduğu zaman, insanların aklına ister istemez, o siyasi hareketin esas niyetinin özgürlük mücadelesinden çok, hareketin kendi istediği yönde gelişmesi olduğu gelir. Eğer Abdullah Öcalan şöyle deseydi, bu doğru bir tutum olurdu: “Ben AKP hükümetine karşı halkın verdiği haklı mücadeleyi, özgürlük ve demokrasi mücadelesini destekliyorum. Kaldı ki, bu mücadelenin kenarında durmak ulusalcı unsurların ağırlık kazanmasına fırsat vermek açısından da yanlış olur.” Hayır, böyle demiyor. Hatta işin esası olan, AKP hükümetine karşı özgürlük mücadelesinden söz bile etmiyor. Sadece “direnişi anlamlı buluyor ve selamlıyor.” AKP’ye karşı laf etmemek için gerçekten “dâhice” bir siyasi manevra cümlesi bu. Ne diyelim. Aleykümselam!
Bugün Gezi Parkı’nda dolaşırken bir şey çarptı gözüme. Alanda her şey bedava. Öylesine bedava ki, daha önceki yazımda belirttiğim, küçük esnafa tanınan serbestlik bile kalkmış ve Taksim Dayanışması’nın kararıyla satıcılar Gezi’nin dışına çıkarılmış. Ürünlerini sadece Taksim Meydanı’nda satabiliyorlar. Ama Gezi Meydanı’nda stant kurmuş örgütlerin kitapları ve kimi dergileri parayla satılıyor. Birkaçına “neden parayla” diye sordum. Militanlar biraz şaşırdılar. Ben ısrar ettim. “Bakın” dedim, “burada her şey bedava. Siz kitaplarınızı neden bedava ya da bağışlı olarak vermiyorsunuz ki?” Biri şöyle bir açıklamada bulundu: “Dağıtılan yiyecekler bağış olarak geliyor. Ama biz bunları parayla bastırdık. Yeniden basabilmemiz için satmak zorundayız.” Şöyle dedim onlara: “Ama şunu bilin ki, eğer bağış dışında para almasanız, bu insanlar size, satarak alacağınızdan daha fazla bağışta bulunurlar. Ayrıca, bu yiyecekleri bağışlayan esnaf da aynı gerekçeye sarılabilir. Onlar da yeniden mal alabilmek için mallarını parayla satmak zorundalar. Ama onlar öyle yapmamış, mallarını karşılıksız olarak bağışlamış. Siz, halktan daha ileri olduğunu iddia edenler ise halkın gerisine düşmüşsünüz.”
Örgütlerin, halkın yüce gönüllülüğünden öğreneceği daha çok şey var.


Gezi Notları… (6) Aman Dikkat!!!

 9 Haziran 2013


Dün öğleden sonra Taksim’de metrodan çıkar çıkmaz küçük bir olayla burun buruna geldik. 30-40 kadar PKK’lı genç, ellerinde Abdullah Öcalan’ın posterleriyle küçük bir yürüyüş yapıyorlardı. Birileri de onlara karşı bağırıyordu. Bir çatışma çıkması olasılığıyla alarma geçerek o tarafa doğru seğirttim. Bağırıp çağıranlar, görebildiğim kadarıyla, belki de karı-koca olan iki kişiydi. Kadın iyice kendinden geçmişti. “Katiller” falan diyordu. Bu, tipik bir provokatör tavrıydı ama kadının profesyonel bir provokatör olduğunu sanmıyorum. Kucağında bebeği olan genç adamın yüzü ise kızgınlık ve heyecandan kül gibiydi ama kadın kadar yüksek sesle bağırmıyordu. Elinde Mustafa Kemal’li Türk bayrağı vardı. Onun yanına yaklaştım yatıştırmak için. O da “katil bunlar” falan gibi bir şeyler söylüyordu. “Bak kardeşim” dedim ona, elimi omzuna koyup, “onlar da çok kayıp verdiler. Biraz anlamaya çalış. Kimse seni PKK’lı olmaya zorlamıyor.” Genç adam bana yanıt vermedi ama ilerden Mustafa Kemal’e laf eden bir gence, “ona laf edemezsin, o bu cumhuriyetin kurucusudur” diye laf yetiştirmeye çalıştı. Neyse ki, araya girenlerin çabalarıyla bağıranlar uzaklaştırıldı ve Allah vermeye, bir çatışma oracıkta önlenmiş oldu. Alanın ya da Taksim Gezisi’nin başka yerlerinde de buna benzer olaylar yaşanmış olabilir.
Gece haberlerde, İzmir’de Türk bayrağı taşıyan kalabalıkla Öcalan posteri taşıyan PKK taraftarı gençler arasında bir çatışmanın kıyısına gelindiğini, son anda PKK’lıların olay yerinden uzaklaşmasıyla çok olası bir çatışmanın önüne geçildiğini dinleyince bu yazıyı acilen yazmamın elzem olduğuna karar verdim.
Şu bayrak meselesinden başlayalım. Öncelikle şunu belirteyim: Bayrak taşıyan herkesin İP’li olduğunu sanmak büyük bir yanılgıdır. İP, halk içinde kendiliğinden gelişen bir eğilimi, büyümenin yolu olarak bu kitleyle bağ kurmanın gereğini tespit etmiş ve tabii ki, her zamanki siyasi oportünizmiyle bu eğilimi körükledikçe körüklemiştir. Ve açıkça belirtmek gerekir ki, bu sayede de epeyce güç toplamıştır ve toplamaya da devam etmektedir.
Bu insanlar bayrağı ve Mustafa Kemal’i AKP iktidarına karşı direnmenin sembolü olarak düşünmektedirler. Onlara göre, AKP iktidarı Atatürk düşmanıdır ve T.C. devletini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. AKP bunu yapmaya çalıştığına göre, onlar da AKP’ye karşı mücadelede bu sembollere sarılmaktadırlar. Onların kendiliğinden (ya da bir miktar, CHP’nin ve İP’in körüklemesiyle) böyle düşünmesi anlaşılabilir bir şeydir de, adında “komünist” olan bir partinin direnişe ilişkin bildirisinde şöyle yazmasına ne demeli:
“12 Eylül faşist darbesiyle birlikte emekçi halka, sola, Kürtlere karşı gerici ve şoven saldırıların aracı olarak kullanılmak istenen ay-yıldızlı bayrak, halkımız tarafından faşizmin elinden alınmış, bir kez daha Deniz Gezmişlerin, yurtsever halkın elindeki bayrağa dönüşmüştür.” (“Emekçi Halkın Seçeneği Mutlaka Yaratılacaktır” başlıklı tarihsiz bildiriden)
Türk bayrağıyla AKP iktidarına muhalefet ettiğini sanan insanlara derdimi anlatmaya çalışmaktansa bu satırlarla tartışmaya gidişmek daha işime geliyor doğrusu. Zaten eli Türk bayraklı arkadaşlarıma söyleyeceklerim de aynı şeyler.
Bence durum, TKP bildirisinin söylediğinin tam tersidir. Yani ay-yıldızlı bayrak faşizmin elinden alınmış falan değildir. Bir el değiştirme olduğu doğrudur ama bu el değiştirmede halk faktörü yoktur kesinlikle. Türk bayrağı Türk devletinin bayrağıdır. Türk devletinin eski sahipleri AKP karşısında yenilgiye uğramış ve Türk devleti AKP iktidarının eline geçmiştir. Dolayısıyla Türk devletinin klasik iki sembolü olan Türk bayrağı ve Atatürk sembolleri de Türk devletinin yeni sahibi AKP iktidarının eline geçmiştir. Şu anda Silivri’de ikamet etmek zorunda bırakılan eski devletin sahiplerini AKP’nin tek alternatifi olarak görme eğiliminde ya da yanılsaması içinde olan iyi niyetli birçok insan, bu yüzden, yani bir yanılsamayla, bayraklara, Atatürklere sarılmaktadır. Bu yanılsamanın yıkılması elbette zaman alacaktır. Sabırla ve dostça bir tartışma içinde onlara bu durum anlatılmalıdır.
Mesela ben Türk bayrağı taşıyanlardan biri olsam, Tayyip Erdoğan’ı karşılamaya giden insanların ellerinden Türk bayraklarını düşürmemesi üzerinde biraz düşünürdüm. Halka gaz bombası atan polislerin kollarındaki ay-yıldız kokartının üzerinde de düşünürdüm. Tayyip Erdoğan’ın basın toplantılarında arkasından eksik etmediği dev Atatürk fotoğrafının ne anlama geldiği üzerinde de düşünürdüm. Türk devletini AKP iktidarı ele geçirmiştir ve dolayısıyla bu semboller de artık onlara aittir. Elbette bu arkadaşlar, AKP’nin sahtekârlık yaptığını söyleyeceklerdir. Oysa iyi bilinmelidir ki, siyasal simgelerde sahtekârlık diye bir şey söz konusu değildir. Devleti ele geçiren biri onun sembollerine de sahip çıkıyorsa o sembol artık onun olduğu için sahip çıkmaktadır. Örneğin Muaviye’nin kurana sahip çıkmasının, Kruşçev’in orak-çekiçe sahip çıkmasının sahtekârlık olduğunu söylemek beyhudedir. Benimsenen semboller sadece sahipliği tescil eder. Yanılgı içinde olan, hâlâ eski anılara takılıp kalanlardan başkası değildir. Gerçi eski sahipler de pek matah bir şey değildi ya, bu da ayrı bir konudur.
Bu arkadaşlara söylenecek bir başka nokta daha var. Bugüne kadar AKP iktidarına karşı, eski devlete sahip çıkarak mücadele eden, diğer muhalif güçlerin yanı sıra, önemi yadsınamayacak bir ulusalcı muhalefet de söz konusudur. Ama şu tarihi anda bir halk patlaması meydana gelmiş ve ortaya, bu zamana kadar net bir şekilde görülemeyen bambaşka bir muhalefet unsuru çıkmıştır. AKP iktidarından rahatsız olan, çok farklı renkleriyle bir halk devrimi patlamasıdır bu. Elbette ulusalcılar da bunun bir parçasıdır ama şöyle bir çevrenize bakın, bu halk patlaması hiç ulusalcı renklere boyanabilecekmiş gibi görünüyor mu? Hayır, hiçbir renk baskın çıkamayacaktır bu patlamada. O, her rengi içine alan yepyeni bir olgudur. Herkes ama herkes bu olguyu iyi tahlil etmeli ve anlamaya çalışmalıdır. Bu halk patlamasına damgasını vurmak isteyen kim olursa olsun, inanın, gerçek anlamda bölücü damgasını yiyecektir.
Buradan Kürt siyasi hareketinin tutumuna geçebiliriz. Bu direnişin en başında Kürt siyasal hareketinin önderlerinden Sırrı Süreyya Önder yer aldı. Bu, Kürt siyasal hareketi için muazzam bir artı puandı. Ama sonra, “yurtsever” adını verdikleri Kürt milliyetçisi yönelimleri ve Türk bayraklıların Türk milliyetçisi eğilimlerine tepki nedeniyle hareketin kıyısında durma tutumuna girdiler. Bu, büyük bir hataydı. Demir Küçükaydın, bu hataya ilk dikkat çeken ve Kürt siyasi hareketini dostça eleştiren arkadaş oldu. Bu yazısını beğenip siteme de koydum. Sonra baktılar ki olmayacak, belki de “siyasi dâhi” önderlerinin de işaretiyle hareket içinde yer almaya karar verdiler. Evet ama bu yer almada bazı tuhaf uyumsuzluklar var. Birincisi, Kürt siyasi hareketi bütün kitlesel gücünü meydanlara sürmüş değil. Aslında hâlâ kenarda duruyorlar. Öyle olmasaydı, her kitle hareketinde fedakârca öne atılan, giysilerinden hemen tanınan o Kürt kadınlarını kitle halinde görürdük sokaklarda. Yoklar, hayır yoklar. Yani Kürtlerin ana kitlesi hâlâ sokaklarda değil. Eğer olsalardı sokakların manzarası çok esaslı bir şekilde değişirdi ve çok da güzel olurdu. Türkiye’nin dört bir yanında kitlesel hareketler olduğu halde, Diyarbakır’da “dostlar alışverişte görsün” kabilinden yapılan bir gösterinin dışında Kürt dünyası hâlâ sessiz ve beklemede.
Üstüne üstlük Kürt siyasi hareketi önemli bir hata daha yapıyor. Esas kitlesini değil, küçük gençlik gruplarını sürüyorlar alanlara. Üstelik nasıl sürüyorlar… Sırf Abdullah Öcalan posteri gezdirmek amacıyla. Kardeşim, siyasi mücadelede taktik diye bir şey vardır. Ulusalcı güdüleri azdırmak için sanki kasten yapar gibisiniz bunu. Sizin bütün derdiniz Öcalan’dan ibaret mi? Meydanlara kalabalık kitlenizle birlikte o güzelim sloganlarınızı sürsenize. Barış talebinizi seslendirsenize. “Biji azadi” diye ortalığı inletsenize. Bence insan biraz rakibinden de öğrenmesini bilmelidir. Bakın İP’in sokak gücü olan TGB’ye. Örneğin “Silivri” sloganını hiç atıyorlar mı? Ortalıkta hiç D. Perinçek posteri dolaştırıyorlar mı? Yapmıyorlar bunu, çünkü deneylerden ders çıkartıyorlar. İki yıl önce gazetecilerin tutuklanmasına karşı Taksim’de yapılan bir gösteriye dev bir D. Perinçek posteriyle gelip gösteriyi bölmüş ve bu yüzden gazeteci kitlesinden esaslı bir tepki almışlardı. Demek bundan ders çıkartmışlar ki artık böyle bir şey yapmıyorlar. Dediğim gibi, Silivri ile ilgili slogan bile atmıyorlar. Neden? Çünkü akıllılar. Böyle bir şey yaparlarsa kendi dışlarındaki kitlenin tepki göstereceğini hesap ettikleri kesin. Peki, otuz yıllık çetin bir politik mücadele deneyimine sahip Kürt siyasi hareketinin önderliği nasıl oluyor da bu kadar beceriksizce davranıyor? Gerçekten hayret ediyorum.
Yazıyı bitirirken, daha çok örgüt dışı genç insanların oluşturduğu bir inisiyatifin başlattığı bir hareketten de söz edeyim. Bu sabah Twitterden ulaşmış bana. Bu hareketin esas yönelimi, bütün siyasal örgütlere duyulan güvensizlikten kaynaklanıyor ve temelde haklıdır. Ne var ki, bu genç arkadaşların hatası, politik örgütlerle arasına mesafe koymaya çalışırken, iyice apolitik bir tavra savrulmaları ve âdeta bu savrulmayı kutsamalarıdır. Bu büyük bir yanılgıdır. Politikaya karşı olmakla politikaya ilgisiz bir apolotiklik içine girmek aynı şeyler değildir. Bir röportajımda da belirttiğim gibi, böyle yaparsanız, ilgisiz kaldığınız politika timsahı gelip sizi mideye indirir. Politik partilerle mücadele iyi de, apolotikliği bir tutum haline getirmek, insanları politik partilere karşı bilinçlendirmez, onların karşısında savunmasız bırakır. Apolitizm, politikanın panzehiri değil, katalizatörüdür. Politik partiler, ancak karşılarında politik bakımdan bilinçli insanlar bulurlarsa ayaklarını denk alırlar. Gezi Parkı’nda kendiliğinden oluşan ve herkesin serbestçe söz alıp kendini ifade ettiği forumlarda konuşan insanların sesine kulak verin. Sekiz dakikalık bir videoda dinledim onları. Her biri esaslı bir politik bilinci kısa konuşmalarıyla koyuyorlardı ortaya. “Ev kadını” olduğunu söyleyen bir kadın arkadaş, “ben Türküm, Kürdüm, Lazım, Çerkezim, ben Hıristiyanım, Müslümanım, Yahudiyim, Budistim” derken, işte insanın yüreğini kabartan böyle müthiş bir politik bilinci koyuyordu ortaya. Ayrıca, o beğenmediğiniz politik sol örgütler, hataları ne olsun, bugün varlıklarıyla, oluşturdukları blokla, ulusalcıların karşısında önemli bir denge unsuru olarak kitle hareketinde olumlu bir rol oynuyorlar. Apolitizminiz bunu bile görmenizi engelliyor.
Şunu kavrayın: Apolitizm, politizmin avlanma alanıdır.



Gezi Notları (7) Müdahale!..


11 Haziran 2013


Sonunda beklenen müdahale gerçekleşti. Hem ülke içindeki kamuoyu hem de dünya kamuoyu, hatta batılı devletler nezdinde sıkışmış hükümete müdahale için gerekli “haklı” gerekçe, ne yazık ki, hiç istenmeden de olsa, sol örgütler bloku tarafından sunulmuş oldu. Halkın polise karşı kazandığı 1 Haziran zaferinden sonra Taksim alanının uzun süre elde tutulamayacağı ve esas olarak Taksim Gezi’sinde direnmek gerektiği çok açık olduğu halde, sol örgütler, her zamanki gibi dar örgüt çıkarlarıyla hareket ettiler ve polisin yokluğundan istifade, alana yayıldıkça yayıldılar. Bununla da kalmadılar. Direnişin genel sloganları yerine kendi örgütlerinin sloganlarını ön plana çıkararak, hükümete, “aşırı örgütler Taksim meydanını işgal etmiş” bahanesini kendi elleriyle sundular. Gerçi bu durumun yanlışlığının onlar da farkındaydı ve kendi aralarında yaptıkları toplantıyla Taksim Meydanı’ndan çekilmeye karar vermişlerdi. Eğer polis müdahalesi olmasaydı, bugün ya da yarın kendileri zaten çekileceklerdi. Muhtemelen hükümet bunu haber aldı ve bu kendiliğinden çekilmeye fırsat vermeyip kendince ucuz bir zafere imza atmak istedi. Şu anda Taksim’de çatışmalar devam ediyor. Ama herkesin göreceği gibi, bu daha önceki kitlesel çatışmalardan son derec e farklı “öncü grup” çatışmalarıdır. Hatta belki bu çatışmalarda sol örgütlerin militanları bile az ölçüde yer almaktadır. Bu örgütlerin bile hâkim olamadığı kendiliğinden “öncü” grupların ya da “bak siz kaçtınız, biz direniyoruz” fırsatçılığı içinde olan bazı sol örgüt militanlarının cılız bir direniş gösterdikleri çok açık. Gerçi televizyon kanallarında dolaşan, “molotof kokteyli atan provokatörler” söylemine pek itibar etmek istemem ama bu bile olabilir.
Twitterde bazı arkadaşlar, “Taksim Gezisi’ndekiler neden Taksim’deki polis müdahalesine direnmiyorlar” diyorlar. Tabii ki, bu arkadaşların dayanışmacı bir ruh haliyle böyle söyledikleri çok açık ama şunu net bir şekilde belirlemek gerekir ki, şu anda Taksim, direnişçiler açısından savunulacak ya da polisten kurtarılmasına çalışılacak bir alan değil. Bu yüzden, Taksim Gezi’sindekilerin Taksim’deki direnişe omuz vermesi yerine, olması gereken, Taksim’de direnenlerin Taksim Gezisi’ne geri çekilmeleri ve orada mevzilenmeleridir.
İşin bu yanı böyle olmakla birlikte, unutulmaması gereken nokta şudur: Egemenler, karşılarındaki büyük bir hareketi ezmek için asla topyekûn bir harekete girişmezler. Stratejileri sivri uçları törpüleyerek ve en kıyıdakinden başlayarak ilerlemektir. Buna parça parça ezme strateji de denir. Elbette, insanları, İstanbul valisinin başına tuğla düştüğünü düşündürecek kadar yumuşatıcı beyanlar eşliğinde yaparlar bunu. Hareketin merkezinde direnenlere, “siz iyi çocuklarsınız, size dokunmayacağız” derler, hareketin uçlarında ya da kıyılarında bulunanları (Bu somut durumda Taksim’deki sol örgütler oluyor bu) ezerler. Bundan sonraki aşama ise şudur: Yine “Taksim Gezisi’ne dokunmuyoruz, siz iyi çocuklarsınız” diyecek ve ardından şunu söyleyeceklerdir: “Ama iyi niyetinizden yararlanan bazı aşırı unsurlar içinize sızmış bulunuyor. Onları içinizden temizlemek için Taksim Gezisi’nde ‘küçük bir çalışma’ (Vali’nin bu sabah kullandığı pek sevimli bir deyimdir bu!) daha yapmamız gerekiyor” diyecek ve bu sefer Taksim Gezisi’ne müdahale edeceklerdir. Bu hep böyle olmuştur. Kronstadt ayaklanması ezilmeden önce, ayaklanmanın esas sebebi olan Petrograd işçilerine yiyecek ve yakacak dağıtmıştı Petrograt Komitesinin başkanı Zinovyev. Böylece işçileri yumuşatıp Kronstadt’ı tecrit etmişti. Şu anda da polis, “gazdan rahatsız olan” İstanbul halkından özürler eşliğinde atıyor biber gazlarını. Çünkü bu gazın fütursuzca kullanılmasına halkın büyük tepki duyduğunu idrak etmiş bulunuyorlar. Polisin hiçbir propagandasına adlanılmamalıdır.
İşte şu anda çok uyanık olmalıyız. Gezi Parkı’ndaki direnişçiler polisle hiçbir şekilde diyalog kurmamalıdırlar. Bir mücadele cephesinde karşı tarafla diyalog, her zaman direnişçilerin yumuşatılmasına ve aldanmasına yol açmıştır. Bununla anlatmak istediğim, elbette polis yöneticileriyle diyalogdur. Taksim Gezisi’ne üstlenelim. Sol örgütleri Taksim Gezisi’ne alalım ve polis ya da valinin söylemlerine hiçbir şekilde yüz vermeden Gezi’nin çevresindeki tahkimatı yoğunlaştıralım. Yakın bir zamanda Gezi’ye yapılacak müdahaleye hazırlanalım.
Acilen belirtmem gereken birkaç not daha var:
Bülent Arınç, şimdi yumuşatıcı rolünden yalan haber ve bilgilerle insanları yanıltma ve aynı zamanda tehditler savurma rolüne geçmiş bulunmaktadır. Yeni görevinde kendisini kutlarız! İlk yalan şudur: “Çarşı grubu gösterilerden çekilmiştir.” Gösterilerin en etkili unsurlarından Çarşı grubu hakkında böyle palavralar yayarak direnişin moralini bozacaklarını sanıyorlar. Çarşı grubu bunu anında yalanlayarak Arınç’ın bir yalan makinesi olduğunu bir kere daha göstermiş oldu.
İkinci yalan, Başbakan’ın Gezi direnişindeki “bazı unsurlarla” toplantı yapacağıdır. Bu da anında yalanlandı Taksim Dayanışması tarafından. Böyle bir görüşme yok. Zaten bunun yalan olduğu o kadar bellidir ki, kendileri bile bu “bazı unsurların” kim olduğunu söyleyememektedir. Bunun nedeni, görüşmeye gidecek olanların makyajlarının henüz tamamlanmamış olması olabilir. Ortaya bazı sahtekârları sürecekleri çok bellidir. Kimsenin yutmayacağı son derece aptalca bir girişim.
Son olarak, Gezi Notları (6) yazısında yazdığım bir nokta bu sabah fiilen gerçekleşti. AKM binasındaki örgüt afişlerini indiren polis, binanın üzerinde sadece devasa bir Türk bayrağını ve Atatürk posterini bıraktı. Ulusalcı arkadaşlar, üzerinde biraz düşünürler mi acaba?
BDP’den hâlâ doğru bir tutum bekliyoruz. Hiç değilse şimdi, şu müdahaleden sonra getirin gerçek halk güçlerinizi Taksim Gezisi’ne. Ama Apo posterleriyle değil, Kürtçe barış sloganlarınızla birlikte. İnanın bu, İspanya İç Savaşı’nda Madrid’in savunmasına koşan Durruti Tugayı’nın Madrit’e girişi kadar büyük bir heyecan ve sempati yaratacaktır. BDP yöneticileri eğer eyyamcı politikacılar değillerse bunu yaparlar. Taksim Gezisi sizden gerçek halk güçlerinizin yardımını talep ediyor. Duydunuz mu? İstanbul’daki ezilen Kürt kitleleri… Siz de duydunuz mu?


Gezi Notları (8) Kim Bunlar?


12 Haziran 2013


Yalan, ağdalı bir salyadır televizyon, çabucak sızar odaya; bürokratların kravatına sıçrayan kanı temizler.
Umay Umay

Devrim martiri Ethem Sarısülük’ün anısına…

Şu anda bir yandan CNN Türk’ü izliyorum, bir yandan da Twitter’i. Aklım da Gezi’de. Ara sıra oradan arkadaşlar telefon edip haberleri soruyorlar. Ben de onlara oradaki durumu. CNN’de AKP’li Hüseyin Çelik’in, ne idüğü belirsiz birtakım kişilerle Başbakanın görüşmesinin ardından yaptığı açıklama, ardından hiçbirini tanımadığım, tanımak da istemediğim başbakan görüşmecilerinin açıklamaları, onun da ardından TV’lerin değişmez kafa ütüleyicilerinin lafları… lafları… Daha doğrusu boş lafları. Twitter ise zımba gibi. Çelik’in referandum açıklamasına karşı anında esprili ve öfkeli tweetler yağıyor. Ben de onları retweet yapıp duruyorum. Bir de bakıyorum, tam karşımda oturan Ceren’den de bu konuda üç tweet gelmiş. Gülüyorum. Çünkü o arada ben de aynı konuda üç tweet çekmiştim. Birbirimize söylemeye bile zaman bulamadan tüfeklerimizi (tweetlerimizi) doldurup ateşlemişiz demek. Yaşa be Ayça, yaşa be Süleyman. Atışlar tam hedefte. Diren Gezi. Yanındayız. Ne yapıyorsunuz orada. Melih’i bir arasam mı? Atilla, Bülent, Ramazan, Neslihan, Cem de, diğerleri de oradadır. Işıl daha yeni geldi oradan. Burhan’ın ışığı yanmıyor. Henüz gelmemiş. Irmak da orada bu gece. Giderken, telefonda, “baba beni oradan alırsın” diyerek güldü, Vali’nin “çocuklarınızı oradan alın” sözlerine atıfta bulunarak.
İşte iki ayrı dünya. Bir yanda, Ankara’dan, İzmir’den, Adana’dan, Dersim’den, Gazi’den vb. yükselen sesleri kendine katan Gezi devriminin tok sesi. Sapanını atan o güzel ve genç teyze, bayrakları çelişse de gaz dumanlarının içinden el ele ilerleyen isimsiz kahramanlar, “marjinal-akıllı çocuk” ayrımına gülüp geçen ve barikatlarda üstlerine mermi gibi yağan gaz tüplerine hep birlikte, omuz omuza göğüslerini geren, onları yerden alıp suya kapatan veya geri atan çelik yürekli gençler. Dakika başı “sedye” bağırtılarına koşturan sedyeciler, yaşlı, genç, kadın, erkek korku duvarını aşmış bir halk. Artık öncü-artçı yok. Asil üye-sempatizan yok. Herkes öncü. Herkes kahraman. Herkes üye. Bunun için bir örgütün rahle-i tedrisinde yıllarını harcamak gerekmiyor. Sadece yürek yeterli. Eski devrim paradigması yeni bir devrimle paramparça olmuş. Gezi Parkı’nda nöbet tutacakların listesi yok. Bu, halkın kendiliğinden sirkülasyonu ile hallediliyor. Gece orada kalıp yorulanlar evlerine dinlenmeye giderken tazelenmiş bir güçle yerlerini yenileri alıyor. Hiçbir örgüt, hiçbir nöbet cetveliyle bu kendiliğinden görev değişimini sağlayamazdı.
Diğer tarafta bir başka dünya daha var. Yukarıda sözünü ettiğim, akil insanlar, uzmanlar, seçkinler, akıl vericiler, danışmanlar, heyetler, akıldaneler, kanaat önderleri, fikir oluşturucular, program yapıcılar vb. kalabalığından oluşan bir başka dünya. Kısacası tuzu kurulardan oluşan kâzıp şöhretler dünyası. Bu dünya başbakanlarına yalvarıyor, Allahaşkına aklını başına topla diye. Toplamazsan eğer, bu gemi batacak ve hepimiz boğulacağız. Haşmetli başbakanın öfkesinden korkmayıp onunla görüşme “cesaretini” gösterenler de var aralarında. Ne büyük bir fedakârlık yaptıkları! İnsanın gözleri yaşarıyor. Ve ardından, aslında kalabalık gözükseler de bir azınlıktan ibaret olan bu yığın, Gezi Parkı’ndaki, “marjinal” diye tecrit edilmeye çalışılan o zıpkın gibi korkusuz insanların tırnağına değişmeyeceğim akıldaneler, itidal tavsiyelerinden ibaret gürültüleriyle TV ekranlarını dolduruyorlar. Onları bir araya getirmek için az çaba sarf etmedi haşmetli ve öfkeli başbakan ve danışmanları. Yoğun bir telefon trafiği sonucunda bir araya getirildiler, derlenip toparlandılar, makyajlarını tamamladılar ve sahaya sürüldüler. Şiddete karşı olan bu beyefendilerimiz ve hanımefendilerimiz “makul” önerileri ve yumuşatıcı rolleriyle eh işte biraz etkili olmuş olmalılar ki, sonunda akılsız akıl bir çözüm bulduğunu sanmış: Referandum. İstanbul halkına danışacaklarmış. Bakalım İstanbul halkı ne diyecekmiş bu Gezi konusunda. Tehdide bakın. Demokrasi demiyor musunuz? Öyleyse gelin halka soralım. İşte bunların demokrasi anlayışı bundan ibaret. Peki istanbul’un dışındakiler ne olacak? Onlar da genel seçimi beklesinler…
İşte devrimin yarattığı büyük mizah patlamasına hükümet kanadından yapılmış bir katkı. Madem planlarımıza karşı çıkan, Gezi Parkı için dakika başına bir ağır yaralı vermeyi, gözünü kaybetmeyi, sakat kalmayı, beyin ölümünü, ölümü göze almış bilinçli bir çoğunluk var, o zaman biz de olayla hiçbir şekilde ilgilenmeyen, Gezi Parkı’nın nerede olduğunu bile bilmeyen, bu gürültü patırtıya başını bile döndürüp bakmayan, işinde gücündeki daha büyük bir çoğunluğa “Gezi Parkı’nın Topçu kışlası olmasını istiyor musun, istemiyor musun” diye sorarız olup biter demek, mizah değildir de nedir?
Hitler türü bir plebisit rejimini diriltmeye çalışmak sadece güldürmeyen bir mizah olarak ele alınabilir.

Gezi Notları (9) Halk Kazanmış ve Güvence Altına Almıştır


14 Haziran 2013


Bence net bir şekilde belirlenmesi gereken nokta şudur: Halk, devrimin bu ilk adımında, tam bir birlik halinde, müthiş bir dayanışmayla sırtlanlar cephesini geri püskürtmüş ve kazanmıştır. Devrim, uzun süreli ve uzun vadeli bir mücadeledir. Bir hamlede her şeyi birden kazanmak mümkün değildir. Ama ilk dalganın somut hedefine bakacak olursak, iktidara geri adım attırılmış ve Başbakan, bütün esip üfürmelerine rağmen, bükemediği eli öpmek zorunda kalmıştır. Bundan sonra muhtemelen Taksim Dayanışması’nın tüzel temsilciliğindeki halk direnişi, Gezi Parkı’ndaki işgale şimdilik son verecektir. Bundan sonra Gezi Parkı’na kimse dokunamayacaktır. Dokunmaya kalkanın vay haline. Bu mücadeleyi veren halk anında orada olacaktır. İktidar cephesi kurmaylarını şu anda görür gibiyim, çevrelerine şaşkınca bakıp şiddetli bir trafik kazasından kurtulan insanların ilk söyledikleri sözü söylediklerinden eminim: “Verilmiş sadakamız varmış. Bu seferlik ucuz kurtulduk. Bundan sonra arabayı daha dikkatli sürelim.” Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’la ilgili videoyu izleyin, onların bundan sonra “normal hayatlarına” nasıl devam ettiklerini anlarsınız!
Ayrıca bu mücadele, Gezi Parkı’yla birlikte Taksim Meydanı’nı ve Beyoğlu’nu da kurtarmıştır. Bundan böyle İstanbul’un miting alanı, Başbakan’ın tahsis etme tenezzülünde bulunduğu Kazlıçeşme değil, Gezi Parkı olacaktır. Taksim ve Beyoğlu’nda yapılacak bütün gösterilerin toplanma alanı bundan sonra Gezi Parkı’dır. Orada toplanacak, Taksim Meydanı ve Beyoğlu’na yürüyeceğiz. Park, bundan sonra halk güçlerinin elindedir.
Bu bir yana, iktidar bundan böyle Türkiye’nin hiçbir yerinde kendini köpeksiz köyde değneksiz gezermiş gibi hissedemeyecektir.

Bu büyük mücadeleden gerekli dersleri de çıkartacağız elbette. Mücadelede yer alan çeşitli güçleri tahlil ederek başlayalım:
Ulusalcılar: Ulusalcılar diye genel bir kategoride ifade ediyorum ama onlar da çeşitli bileşenlerden oluşmaktadır. Mücadeleye bütün güçleriyle omuz veren ulusalcıların en büyük hatası, bu mücadelenin ulusalcı bir ayaklanma olduğunu sanmaları ya da öyle görmek istemeleri oldu. Bu yüzden de hareketin diğer bileşenlerini gereğince dikkate almak istemediler. Mücadeleyi kendi renklerine boyamak için çok fazla çaba sarf ettiler. Oysa anlamaları gereken çok önemli bir nokta vardı: Bugüne kadar AKP iktidarıyla ulusalcılar arasında, özellikle Silivri önlerinde ya da ulusal bayramlarda su yüzüne çıkan şiddetli çatışmalar mevcuttu. Ya da daha öncesindeki bayraklı cumhuriyet mitinglerini hatırlayalım. O mitinglerde Genel Kurmayın desteğiyle epey gürültü kopartmışlardı. Fakat bu sefer bambaşka bir unsur çıktı ortaya ve ulusalcı-AKP çelişkisini ikinci plana düşürdü. Bu, bizatihi devrimin kendisi ve devrimin güçleriydi. Sanırım ulusalcılar bunu yeterince görmediler ya da görmek istemediler. Artık ulusalcı-AKP’ci çelişkisi tali plana düşmüştür. Bunun yerini, bu aşamada ulusalcıların da bir parçasını oluşturduğu genel bir halk devrimi ile bugün AKP’nin temsil ettiği ama yarın başka bir iktidarın temsil edebileceği neoliberal sistem çelişkisi almıştır.
Ulusalcıların ikinci hatası, kendi ulusalcı ideolojilerinin gereği olarak, devrimin bu ilk adımında bile Kürt düşmanlığını sürdürmeleri olmuştur. Halk hareketinin büyüklüğü bu düşmanlıklarını belli ölçülerde yumuşatmış olsa bile gazeteleri (örneğin Aydınlık ve Sözcü) Kürt hareketine düşmanlığı aynı boyutlarda sürdürmek için çaba sarf etmişlerdir. Buna en iyi cevabı, halk devriminin o güzel fotoğrafı vermiştir: Türk bayraklı kızla, BDP bayraklı delikanlının polisin attığı gaz bombası dumanlarının içinden el ele yürümeleri…
Ulusalcıların, bayrak meselesinde görmeleri gereken bir diğer nokta ise, Atatürk fotoğrafları bir ölçüde anlaşılır olsa bile, Türk bayraklarının bu mücadelenin sembolü olamayacağıdır. Çünkü bu sembol artık devletin sahibi olan iktidarın sembolüdür. AKM binasından bütün siyasi semboller indirilirken dev Türk bayraklarının ve Atatürk posterinin indirilmemesi bunun göstergesidir. Doğu Perinçek, iki gün önceki yazısında bu durumu görerek bazı izahlar getirmeye çalışmış ama bence hiç de ikna edici olamamış. Ben, bu büyük hareketin ulusalcı kitleyi de eğitip dönüştürdüğüne inanıyorum.
Bütün bunlar böyle olmakla birlikte, ulusalcı karargâhın yine de belli ölçülerde sağduyulu davrandığı kanısındayım. Hareketin bütününde, kendi dışlarındaki güçlere karşı pek bir saygısızlıkları göze çarpmadı. Aşırı ırkçı Türk Solu hareketi, Taksim’de Kürt gençlerine karşı kışkırtmalara girişirken, İP kurmayı kendi güçlerini denetim altında tutup bu tür saldırılara kalkışmadı. Bu olumlu bir noktadır.

Kürt Hareketi: Hareket başlangıçta yalpaladı ve ilk mücadeleyi başlatanlardan biri Sırrı Süreyya Önder olmasına rağmen esas halk güçlerini mücadeleye katmakta tereddüt geçirdi. Kürt kitlelerinin kendi ulusal kırgınlıklarının ve kendilerini Türkler tarafından dışlanmış hissetmelerinin de bunda rol oynadığı düşünülebilir. Daha sonra Kürt hareketi mücadeleye daha etkili bir şekilde katılmaya karar verdi ama bu sefer de sadece gençlerden oluşan küçük gruplarını seferber etti. Üstelik neredeyse sadece Abdullah Öcalan posterleriyle. Elbette isteyen Öcalan posteri de taşıyabilmelidir. Bu büyük halk hareketinin ulusalcılar dışında bu konuda bir önyargısı yoktur ama kör gözüm parmağına bir tutumla otuz gencin eline neredeyse otuz Apo posteri tutuşturmak hiç de doğru bir taktik değildi. Yapılması gereken, mücadele alanına, iki yıl önceki 1 Mayıs’ta olduğu gibi, gerçek Kürt halk kitlelerini barış sloganlarıyla sevk etmekti. Bu, muazzam bir sempati yaratacaktı Kürt hareketine ama ne yazık ki, bu fırsat kaçırıldı ve boş yere ulusalcı demagojilere meydan verildi. Bununla birlikte, bu hareketin içinde yer alan Sırrı Süreyya Önder’in katkılarına ve BDP’nin ayak sürüyen tutumuna rağmen mücadelede yer alan çok sayıda Kürt devrimcisinin barikatlardaki tutumunun büyüklüğüne ayrıca işaret etmek gerekir.

Sol Blok: Bu mücadelede sol örgütlerden oluşan sol blokun bazı hataları oldu ama hemen baştan belirteyim ki, sol örgütler, esasen beklemediğim ölçüde sağduyulu davrandılar. Müdahaleci olmadılar, slogan yarışı yapmadılar, rekabetçilikten mümkün olduğu kadar uzak durdular, örgüt bencilliğini en asgari düzeyde tutmasını bildiler ve kendi militanlarıyla en ön safta çarpışarak bu gücün bir halk devriminde hiç de ihmal edilemeyecek bir güç olduğunu kanıtladılar. Ayrıca, ulusalcılarla Kürt hareketi arasında tampon rolü oynamaları da önemliydi ve olumluydu. En büyük hataları, Gezi Parkı’nı esas almak yerine, Taksim Meydanı’na fazlasıyla yayılma eğiliminde olmalarıydı. Bu, iktidarın “marjinal örgütler-yavrularımız” saçmalığına ve demogojisine olanak sağladı ve Taksim’e bilinen müdahaleye gerekçe hazırladı. Bununla birlikte, bu hata da çok abartılmamalıdır. Sonuçta, polisin Taksim’e o akşam yaptığı büyük müdahale, hareketin aleyhine olmadı, umutsuzca çırpınan iktidarın, dünya kamuoyunun gözleri önünde kendi ayağına kurşun sıkmasından başka bir sonuç vermedi.

Gençler: Bu kesimden çok söz edildi, bu yüzden uzatmayacağım. 90 kuşağı diye sözü edilen gençlik kitlesi hepimize gerçekten çok şey öğretti ve neredeyse mücadelenin belkemiğini oluşturdu. Tek hataları, Vali’yle görüşmeye gitmeleri oldu. Bu gençler, biz eski devrimcilerin, “düşmanla pazarlık yapılır ama insan insana görüşme yapılmaz” anlayışından uzaklar, doğal olarak. Çünkü böyle bir örgütsel ve ideolojik “terbiye”den geçmiş değiller. Bir bakıma iyi ki de geçmemişler diyesim geliyor ama işte böyle kritik anlarda böyle “katı” tutumların da çok faydalı olduğunu unutmamak gerekir. Elbette oraya giden gençler bütün bu kuşağı temsil etmezler ama yine de bu kuşaktaki bir aymazlık eğilimini de ortaya koymuş oldular. Bundan sonraki mücadelelerde öğreneceklerdir: Leş yiyici Sansarla konuşulmaz.

Anarşistler: Anarşizmin doğasına uygun olarak ademimerkeziyetçi bir tarzda hareketin içindeydiler. En ön saflarda mücadele ettiler, özörgütlenmelerde inisiyatif aldılar. Kendiliğinden harekete kendiliğindenci ruhlarını kattılar. Fakat Türk bayrağı kalabalığı içinde kara ve kızıl-kara bayraklarını daha fazla yükseltmelerini beklerdim.

Liberal Kesim: Daima AKP iktidarıyla devrim arasında konumlanan, homojen olmaktan uzak bu kesim de halk devriminden etkilendi ve bu kesimin AKP iktidarından kopuş süreci bu aşamada daha da hızlandı. Bunun en parlak örneğini, hükümete karşı açıkça bayrak açan Cengiz Çandar verdi. Derece derece diğerleri de böyle bir tutum sergilediler. Bazıları zaman zaman arabuluculuk rolüne soyunmaya kalkıştıysa da hareket buna izin vermedi. Kısacası, bu devrim, bir anlamda AKP-Liberaller blokuna da ağır bir darbe indirdi ve bir kısım liberali halk safına çekmeyi başardı.
Anti-kapitalist Müslümanlar (ilk versiyonda unuttuğum için özür dilerim): Bu kesim, devrimin yeni bir rengi olarak, AKP’lilerin ezberini bozmakta belirleyici bir rol oynadı. Gerçekten müthiştiler.

CHP (ilk versiyonda unuttuğum için özür dilerim): Özellikle milletvekilleriyle kritik bir gecede nöbet tutması çok iyi oldu. CHP de böylece parlamentonun kısıtlayıcı zincirlerini yarmış oldu.

Ülkücü Kesim: Büyük yer sarsıntısı ülkücü hareketi de sarstı. İtiraf edeyim, 1 Haziran günü Harbiye’de yanımdan bozkurt işaretleri yaparak geçen ülkücüleri gördüğüm zaman irkilmiştim ama kısa zamanda durumu kavradım. Bu gençler, kendiliklerinden, hatta genel merkezleri tarafından azarlanmayı göze alarak katılmışlardı harekete ve her zamanki cengaverliklerini bu sefer omuz omuza dövüştükleri solculara karşı değil, devletin polisine karşı sergiliyorlardı. Bu büyük bir dönüşümdür. Sarsıntı ve dönüşüm MHP başkanı Bahçeli’nin çelişkili tutumlar sergilemesine yol açtı. Bir yandan AKP iktidarına ateş püskürdü, bir yandan da taraftarlarının mücadelede yer almayacağını bildirdi. Bundan sonraki aşamada birbirinden uzaklaşan vapurla iskele arasında bacakları iyice gerilecek MHP’yi zor günler bekliyor bence.

Taksim Dayanışması: Başından beri düzgün ve kararlı bir tutum takınarak bu büyük mücadelenin sözcülüğünü hak ettiğini gösterdi. Bence son anda küçük bir hata yaptı. Ben olsam, Başbakan’ın seçtiği sanatçılarla (bu sanatçıların çoğu her ne kadar hareketi desteklemiş olsa da) aynı toplantıya gitmez, Başbakanla ayrıca görüşürdüm.

Ve isimsiz yüz binlerce kahraman, sapanlı teyze, Gazi mahallesi, Dersim, Ankara, İzmir, Bodrum, Adana, Samsun, İzmit, Muğla, Hatay, Mersin, Antalya ve burada adını anamadığım daha birçok kent ve kasabadaki on binler, futbol takımı taraftarları, Çarşı Grubu, türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Müslümanı, Alevisi, Ateisti, Ermenisi, Rumu, Musevisiyle bütün halk. Ve devrimin martirleri, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, gözünü kaybeden Vedat Oğuz, Muharrem Dalsüren, Burak Ünveren, Selim Poyraz, Yusuf  Murat Özdemir, Necati Metin, Mahir Gür, yaşam savaşı veren Ali İsmail Korkmaz, Lobna Allani, ağır yaralılarımız, yaralılarımız, bu devrim sizlerin omuzlarında yükseldi ve ilk başarısını kazandı. Bugün ikinci aşama başlamış bulunuyor.
Binlerce selam size…

Gezi Notları (10) 2. Dalga Başlamıştır…


15 Haziran 2013


Dünkü tahminim doğru çıkmadı. Gezi hareketi, müthiş bir demokratik teamül yoluyla direnişin nabzını dinledi ve Gezi’deki direnişin aynen eskisi gibi devam etmesi kararı alındı. Taksim Dayanışması’nın bu ağır basan eğilimi formüle eden çok güzel bir açıklaması yayımlandı biraz önce. Artık kararları azınlıklar değil çoğunluklar alıyor. Kararın bu alınış şekli bile, iki yüz yıl boyunca görülmemiş büyük bir devrimdir. Tüm ülke ve dünya bu tutumdan çok şey öğrenecektir.
Şimdi artık çoüğufnluğun bu kararına uyacağız ve mücadelede daha kararlı bir şekilde yerimizi alacağız.
Bunu aynı zamanda devrimin ikinci büyük dalgası olarak alalım. Şimdi acilen çıkmak üzereyim. Taksim’de buluşmak üzere.

Gün Zileli








































Hiç yorum yok: