Turgut Uyar’dan: Seni sonsuz biçiminde buldum o biçimi almıştın/ Sandviçlerle, kötü şehirle, terle başbaşa kalmıştın/ (...)/ Bırakılmış bir köşebaşının en güzel tanımıdır adın...
Ve Edip Cansever’den:
Hayatına giren iki şair Tomris Uyar’ı böyle görmüşler. İki resimde de bir gezgin var. Hatırladığım Tomris Uyar da böyle biriydi, bu iki portrenin onu çok iyi anlattığını düşünüyorum. Önemli olan bu “gezgin”in hayatla kurduğu iletişim biçimini anlamaya çalışmak. Bir yanıyla şairane, bir yanıyla atak, bir yanıyla umarsız, zaman zaman mizahi. “Flört” ya da “çapkınlık”- onun için hep kullanılan sözcükler. Her iki kelime de yetersiz kalıyor, belki bu kelimelerin tarif ettiklerini bir iletişim biçimi saymadığımız için. İkisinde de havailik, kaygısızlık var, ama yanıltıcı. Aslında ikisi de Tomris Uyar’ı anlatmak açısından önemli bir şeye işaret ediyor; göründüğü kadar hafif olmayan, sanıldığı kadar da ağır olmayan, bazen sadece kendi kendisi için varolan bir ilişki kurma tarzı.
Gündökümleri; Tomris Uyar’ın gündökümleri, adı üzerinde onun gündelik olanla kurduğu ilişkinin altını çizdiği metinler. Onlarda kitaplar, filmler, müzikler ve başka konular üzerine fikirler yan yana, iç içe. 1975’in 7 Nisan’ında kedisinin ölümü hakkında şöyle yazmış: “Çizmeli’nin yani Çizo’nun ölene kadar bırakmadığı tek tutkusu, cinselliğiydi. Kız kedilere ölüm döşeğinde bile laf atmaktan vazgeçmemişti. Sabaha doğru garip bir düş gördüm. Çizmeli, bir tanrı olmuştu. İnsan kalıbındaydı ama tanrıydı. Yüzüme
doğru üfledi, ter içinde uyandım birden, korktum. Ama biraz sonra serin bir mutluluk kapladı yüreğimi.” 6 Ağustos’ta şöyle diyor: “Marquez’in kapaktaki fotoğrafı bir yazardan çok hergele bir ayakkabı boyacısını andırıyor. (...) Anaç, doğurgan bir yazar Marquez. Doğuramamalarına yandığınız erkekler vardır, onlardan.”
doğru üfledi, ter içinde uyandım birden, korktum. Ama biraz sonra serin bir mutluluk kapladı yüreğimi.” 6 Ağustos’ta şöyle diyor: “Marquez’in kapaktaki fotoğrafı bir yazardan çok hergele bir ayakkabı boyacısını andırıyor. (...) Anaç, doğurgan bir yazar Marquez. Doğuramamalarına yandığınız erkekler vardır, onlardan.”
16 Ekim’de babayla
konuşma:
“- Cuma’ya Rejans’ta dedi.
Eskiden olsa ille de beşinci sınıf bir lokantaya gitmekte diretirdim. Yorgunum artık.
- Peki Rejans’ta. Ama öğleüstü sarı votka içmeme içerlemeyeceksiniz.” 16 Nisan, başka bir kedi: “Van Gogh, kınalı sarı renkte, bir kulağı kesik basık bacaklı bir kedi. Bakışları deli delidir. Bana mutluluk verir, beni sever bana sevecenlik gösterir asıl.”
konuşma:
“- Cuma’ya Rejans’ta dedi.
Eskiden olsa ille de beşinci sınıf bir lokantaya gitmekte diretirdim. Yorgunum artık.
- Peki Rejans’ta. Ama öğleüstü sarı votka içmeme içerlemeyeceksiniz.” 16 Nisan, başka bir kedi: “Van Gogh, kınalı sarı renkte, bir kulağı kesik basık bacaklı bir kedi. Bakışları deli delidir. Bana mutluluk verir, beni sever bana sevecenlik gösterir asıl.”
Sadece kediler, yazarlar, babalar, eski erkek arkadaşlar değil; bir şişe cin kapıp eve gelen erkek meslekdaşlar, anlayışlı ve becerikli bir televizyon tamircisi, temizliğe gelen Zeynep Hanım, yan masalardaki genç adamlar, Tomris’den sınavı geçmiş kadın dostlar, televizyondaki Marilyn Monroe, herkes, her şey dahil gündökümleri ekibine.
1984’de gecenin bir yarısı bir lokantada adı gerçekten de Ayhan Işık olan biriyle karşılaşmış, onu ve arkadaşını masada bırakıp kalkarken şöyle diyor: “Tek üzüldüğüm, onu ve gecenin büyüsünü yitirmemek için masadan erken kalkmak yüreksizliğini göstermem.”
Belki de “yüreksizlik” değil; bu gecegezen kızın, kendini “bende kaldırım var, bulvar yok” diye tarif eden şehir gezgininin başka bir yüzü, madalyonun tersi. Çünkü Tomris’in gündökümlerinde ev de aniden karşımıza çıkıverir: “Artık kışı bu güvenli ve sıcak kozada geçirebilirim, inimde, yeni mutfakta.” Ya da “yeni çıkmış kitabımdan üç beş tane alıp eve döndüm, kapağı elledim, sevdim. Bütün nesneleri, varlıkları ancak dokunarak tanıyabiliyorum. Bir kadının saçının parlaklığını, bir erkeğin omuzlarını ancak değince anlayabiliyorum.”
Tomris Uyar’ın en güzel hikâyelerinden “Anlat Bana”, kadın anlatıcının dokunma isteğinin engellere çarparak kırılıp dökülüşünü, sonra da hayale ve yazıya dökülmesini anlatır. Hikâye, Tomris’in sevdiği dekorlardan birinde, bir gar lokantasında geçer. Tren bekleyen kadın, onu geçirmeye gelen erkek, ileride bir masada “kendi özel, küçük, haklı ölümünü bekleyerek uyuklayan bir yaşlı alkolik”. Kadın, erkeğe bakar. “Garsona seslenmek için döndü. Boyun kaslarını gördüm. (...) Ensesindeki tüyler yumuşak, kıvırcık. O derin çizgiyi arayıp buluyorum. Bu kırılgan çizgi, sırtını ikiye bölüp kabalarına iniyordur. Gergin kasıklarında, iki derin oyuk vardır öndeki ataklığı destekleyen. Evet (...) ancak çırılçıplak kaldığında ortaya çıkabilecek özelliklerini biliyorum. Daha da ötesini.” Bir kadının bir erkeğe arzulayarak, arzunun bütün çapraşıklıkları içinden bakabilmesi, o yıllar için bile yeniliktir, hatta denebilir ki her zaman öyleydi, öyle olacak. Şakacılıktan ciddiyete, dostluktan cinselliğe, sokaklardan evlere uzanan, mutlaka lokantalara da uğrayan bu özgürlük alanı, hayatında olduğu gibi hikâyelerinde de “her şeyi dokunarak tanıyan” Tomris Uyar’ın Türk yazınına getirdiği en önemli yeniliklerden biri bence. Uyar’la Cansever onu “atipik” bir şey, bir kadın şehir gezgini, bir “flaneuse” olarak tarif ederken yanılmıyorlardı. Ayrıca tarif ettikleri şeyin zıtlıklarla dolu olduğunu da fark etmişlerdi. Başka bir gündökümünde; “kişinin özlediği, çoğu kere yabancı bir beden değil, iki santimetrekarelik bir özgürlük alanıdır” diyor Tomris. Başka bir gündökümünde de “Yalnız ben değil, yaşıtım bir sürü kadın, sevecenlik susuzluğu çekiyor. Saygı tam karşılamıyor bu susuzluğu, dışarıdan bir tavır çünkü. Sevgi de her türlü kaçamağa imkan verecek kadar kaypak.” O halde bir şehir gezgini için her türlü zaferi, yenilgisi, tehlikesi ve macerasıyla birlikte “dokunmak” kalıyor geriye. Tomris Uyar’ın kendine ait kıldığı o tehlikeli ve harikulade alan. Anlat Bana’nın sonu, Edip Cansever’in çok güzel tarif ettiği, burunla dudaklar arasındaki o alandan bahseder: “Eğildi, kadını önce alnından, sonra burnunun ucundan, sonra titremeye başlayan, ağlamaya hazırlanan dudaklarına inen sümük çizgisinden öptü.”
Tomris Uyar bir yerde demiş ki, “Ben de Memleket Hikayeleri’ne bir öykü, Huzur’a bir huzursuzluk,Aşk-ı Memnu’ya engelsiz bir aşk katmak isterdim. Eğer melale aşina bir okur nesli görebilseydim.” Kendisi bu konuda ne kadar karamsar olursa olsun, Tomris Uyar’ın “hayatı dokunarak anlamanın” kendine özgü şahaneliği ve melaline yaptığı katkıya paha biçilmez. Edip Cansever’in tabiriyle “Tomris’in özel yası”na.
15.11.2013 tarihli radikal kitap'tan alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder