AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(I)
“Avrupa” sözcüğünün nereden geldiğini bilmem hiç düşündünüz mü? Bir rivayete göre, Avrupa adını Finike prensesi Europa’dan alıyor. Finikeliler günümüzde Lübnan’ın olduğu Doğu Akdeniz kıyılarında yaşayan denizci bir halk – bu hesapça Prenses Europa Orta Doğulu bir genç kız oluyor. Efsaneye göre, pagan Yunanlıların en büyük tanrıları Zeus, Finikeli genç kıza aşık oluyor. Beyaz bir boğa şekline giriyor, Prenses Europa’yı kaçırıyor, Girit adasının batısına getiriyor. Europa o kadar güzelmiş ki, Zeus onu kaçırdığında güneş de onunla birlikte gidiyor, Batı istikametinde prensesin gözden kaybolduğu yerde kayboluyor. O gün bugün, Doğu Akdenizin Lübnan sahillerinden bakanlar, güneşin Europa’nın gözden kaybolduğu batıda battığını görürlermiş. Hatta, Arapça ve İbranicede “gün batımı” anlamına gelen “ereb” kelimesi de aslında bu Finike prensesinin isminden türemişmiş.
Peki, ya Almanya’nın adı? O nereden geliyor? O da “Allemanni” sözcüğünden geliyor. İsa’nın doğumunda üç yüz yıl kadar sonra Elbe ve Tuna nehirleri arasında yaşayan bir “Germen” kavminin, daha doğrusu küçüklü büyüklü bir takım “Germen” klanlarının ortak adı,“Allemanni”.
“Germenler” günümüz Avrupası halklarını oluşturan “aslî nesep”lerden birisi sayılıyorlar. İsveç, Norveç, Danimarka, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, İzlanda, hatta, Kuzey ve Orta Fransa ile aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökeni “Germen.”
“Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi; ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, vb. vb. Ancak, bu insanlar kendilerine “Germen” demezlermiş. Hatta “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.
Germen kavimleri, etnik bir dayanışma içine de girmememişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler. Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın az once saydığımız ulus-devletleri oluşturmuşlar.
“Allemani”ye dönersek: bundan bin yedi yüz yıl kadar önce Elbe ve Tuna nehirleri arasında yaşayan “Allemanni,” yüz yıl kadar bir süreyle Avrupanın bir diğer önemli kavmi Romalılarla kavgalaştıktan sonra günümüzde Alsace, Badeni ve İsviçre’nin kuzeydoğusunu kapsayan bölgeye yerleşiyor.
Alsace, malûm, günümüzde Fransa’nın doğu sınırında, Almanya ile İsviçre arasında bir şerit gibi uzanan mülkiyeti tartışmalı bölge. 19.yüzyılın ünlü Alman şansölyesi ve Alman birliğinin kurucusu Bismarck, 1870’lerde Alsace’ın Alman toprağı olduğunu ilân ettiğinde kıyamet kopmuş. Bölgenin Fransız sakinleri yurtlarını terkedip, göçmek zorunda kalmışlar. Büyük bir çoğunluğu da Amerika’ya göçmüş. Bu göçmenler arasında Bartholdi isminde bir heykeltraş var ki, New York’taki ünlü Özgürlük Anıtının yontucu bu Alsace’lı. Fransızların Amerikalılara hediye ettiği bu heykel, Almanların Alsace’lılara çok gördüğü özgürlükleri ifadesiymiş. Alsace, Birinci Dünya Savaşı’nın da önde gelen nedenlerinden birisi. Fransızlar, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanları durduracağını umdukları ünlü Maginot hattını burada güçlendirmişler. Bugün artık, Alsace, Avrupa barışının simgesi rolünü üstlenmiş. “Avrupa Birliği’nin kalbi” olarak sunuluyor. Üzüm bağları, şarapları ve yemekleri dillere destan. “Allemni” kavminin yerleşim alanı içindeki diğer şehir Baden, günümüz Almanyasının güneybatı ucundaki ünlü kaplıca şehri. “Kara Ormanların yeşil başkenti” dedikleri Freiburg’un az ötesindeki turist merkezi.
Alsace, Baden ve İsviçre’nin kuzeydoğusunu kapsayan bu bölgeye beşinci yüzyıldan itibaren adamakıllı yerleşen “Allemanni,” güçlenip, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında “Franklar”ı buluyor. “Franklar” da günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılıyorlar. “Frank”ın kelime anlamı “cesur” ya da “atak” diye geçiyor.
Cesur Franklar ile Allemanni, M.S. 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Frankların başında ünlü Kralları Clovis var. Allemanni, Frank kıralı Clovis (ya da Chlodvig’in) karşısında dayanamıyor. Ve Allemanni’ler Frankların egemenliği altına giriyorlar.
Franların Allemanni karşı kazandıkları zafer, Clovis’e büyük bir Batı imparatorluğunun hükümdarı olmanın yolunu açıyor. 469 savaşı Avrupa’nın Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçtiği tarih sayılıyor. Allemanni kavminin yenilgisi, Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak oluşumu başlattı diyorlar.
Nedeni de şu: “Allemanni” beşinci yüzyıl Avrupası kavimlerinin büyük çoğunluğu gibi pagan ve çok tanrılı “Asatru” dininden. Gotlar, Saksonlar, Frizyanlar, Anglesler, günümüz Danimarkasının asli kavmi Danlar, İsveçliler, Norveçliler bu pagan “Asatru” dininin muhtelif çeşitlemelerine inanıyorlar.
Allemanni’yi yenen Frank kıralı Clovis de bir pagan. Ama eşi bir Katolik. Kıral Clovis’I “doğru din” dediği Katolikliğe döndürmek için elinden geleni yapıyor. Hocalar tutuyor, papazlara vaazlar verdiriyor, görkemli ayinler, şölenler düzenliyor olmuyor. Kilisesini baştan başa süslüyor, yine olmuyor. Kıral Clovis’i Asatru inancından bir türlü vazgeçiremiyor.
Meğer Clovis’in inadının asıl nedeni hıristiyanlığı bir tür alışverişe benzetiyor olmasıymış. “Hıristiyanlar günah işler, sonra da bir kaç dua okuyup, bağışlanırlar, benim aklım da bunu almaz” demekteymiş. “Hıristiyanlar tanrıları ile pazarlık yaparlar, sen bana bunu yaparsan ben de sana şunu yaparım diye pazarlığa girerler ki, benim aklım bunu da almaz” buyururmuş. Böylece, uzun yıllar direniyor.
Ne ki, bu arada Allemanni ile de kapışmaktadır. 469’da zaferi ile sonunçlanan o nihai Frank-Allemanni muharebesinden on yıl önceki bir savaşta fena halde yenilmiş olduğu aklından çıkmıyor. Bu son muharebede de, bir nokta geliyor, Kral Clovis askerlerinin kaçmaya başladığını görüyor. İşte bu noktada “kendisine eski zaferlerini bağışlayan pagan tanrılarını terkediyor.” Bu sözcükler aynen böyle. “Tours’lu Gregori” isimli bir vakanüvis aynen böyle yazıyor “Frank kralı Clovis, kendisine eski zaferlerini bağışlayan pagan tanrılarını terkediyor” ve İsa Mesih’ten yardım istiyor: “Ey, İsa Mesih, karım Chrodechilde senin yaşayan bir Tanrı’nın oğlu olduğunu söylüyor. Senden düşmanlarımı yenmemi sağlamanı rica ediyorum. Sen bana bu iyiliği yaparsan, ben de sana iman eder, vaftiz olurum” diyor. Görüldüğü gibi, hıristiyanların karşı çıktığı yöntemlerini iyi öğrenmiş. Nitekim, “O bu sözleri söyler söylemez, bu defa Allemanni kaçmaya başlıyor” – diye anlatıyor, vakanüvis Gregori. Almanların kaçtığını gören Clovis, andına sadık kalıyor ve Rheims piskoposu tarafından Ortodoks hıristiyan olarak oracıkta vaftiz ediliyor.
Clovis’in pagan Asatru dininden hıristiyanlığa dönüşü Avrupa’nın Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçtiği tarih sayılıyor.
Allemanni kaviminin Franklara yenilgisinin Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak oluşumu başlatması böyle ilginç bir pazarlığın sonucuymuş.
Benzeri pazarlıklara diğer başka pagan Avrupa kavimlerde de rastlıyoruz. Akla gelenlerden bir diğeri de Kiev Prensi Vladimir’in Hıristiyan olma öyküsü. Kiev, malûm, bugün Ukrayna’nın başkenti Dinyepr nehri üzerinde, kurulduğu tarihten bu yana Batı Avrupa ile içli dışlı olan bir merkez. Nitekim, Ukrayna günümüzde Avrupa Birliğine aday olan bir ülke.
Kiev, o zamanlar da Batı Avrupa’nın bir parçası ama esin kaynağı hep Bizans İstanbul’u olmuş. Kiev’in pagan Prensi Vladimir’in Hıristiyan olmasını sağlayan da bir kadın. Yıl, bu defa 988. Prens’in gözü İstanbul’da. Tutuyor, o günlerde Bizans’a ait olan Kırım’daki Sıvastopol şehrini zaptediyor. Sonra da oturuyor İstanbul’daki İmparator Basileyos’a bir mektup yazıyor: “Bilesin ki, görkemli şehrini zaptettim. Duyduğıma göre senin Anna isimli bekâr bir kızkardeşin varmış. Eğer onu bana karı olarak vermezsen, Sıvastopol’a yaptığımı senin şehrine de yaparım.”
İmparator Basileyos da diyor ki, “Hıristiyanların paganlarla evlenmesi uygun düşmez. Ama eğer vaftiz olursan hem bir karı sahibi, hem Tanrı’nın Kırallığı’nın mirascısı, hem de bizim din kardeşimiz olursun.”
Prens Vladimir, kabul ediyor ama bir şartla: Prenses Anna vaftizi gerçekleştirecek papazları ayağına getirecektir. İsteği kabul ediliyor. Anna, Sıvastopol’a geliyor, ancak Vladimir’in bu arada gözlerinden rahatsızlanmıştır. Bunu gören Anna, Prens’e vaftiz olursa
rahatsızlığının geçeceğini söylüyor. Vladimir, “Eğer, bu söylediğin doğruysa, Yunan Tanrı’sının büyüklüğüne işaret eder,” diyor. Anna’nın getirdiği piskopos elini Prens’in başına koyar koymaz, Vladimir’in gözleri açılıyor, ışığı görüyor. “Sahici Tanrı’yı şimdi idrak ettim!” diye haykırıyor! Vaftiz oluyuor ve Sıvastopol’u da düğün hediyesi olarak karısına veriyor.
Öte yandan Frank kralı Clovis Hıristiyan olmuştur ama anlaşılan o ki, egemenliği altındaki Allemanni’yi din değiştirmeye kolay ikna edemiyor. Allemanni’nin Hıristiyanlığı kabulü Yedinci yüzyılı buluyor. “Asatru” denilen Kuzey Avrupa kökenli bir pagan dinine mensup, Allemanni. Eski İskandinav dilinde “Asatru” “tanrılara sadakat” anlamına gelen bir sözcük. Asatru paganlarına göre yer-gök tanrı ve tanrıçalarla dolu. Örneğin, Thor, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırım tanrısı; yeryüzüne yağmur armağan eden, ekinleri büyüten Thor. Odin, Zeus gibi hepsinin babası. Tek-gözlü tanrı. Niye tek gözlü, çünkü gözlerinden birisini çıkartmış, mitolojik “dünya ağacına” asmış ki, gizli sırları öğrenebilsin, hikmet sahibi olabilsin. Odin’in Frigg isimli bir de eşi var ki, kocasının tahtında oturmasına izin verilen tek tanrıça kendisi. Oturduğu yerden tüm dünyaları görürmüş. Sonra Frey ve Freya var. Frey, barış ve bereket tanrısı. Freya, aşk ve güzellik tanrıçası. Boynunda Birisingamen dedikleri kutsal bir kolye ile gökyüzünde arabayla geziyor. Semavi arabasını at değil, bir kedi çekiyor. Bir de kayak ve av tanrıçası Skadi var ki, aynı zamanda bağımsızlığın ve gücün simgesi.
Avrupa kavimleri “Asatru”nun muhtelif verziyonlarını benimsemişler. Tanrı ve Tanrıçaların isimleri değişmekle birlikte, benzer işlevler yüklendikleri anlaşılıyor. Örneğin, Freya, aşk ve güzellik tanrıçası günümüz Ukrayna masallarında var. Arabasına koştuğu kedinin adı bile belli, “Bayun.” Bayun masmavi tüyleri olan sihirli daha doğrusu “bilge” bir kedi olarak anlatılıyor. Kadim Rus edebiyatının önde gelen simglerinden birisi. Puşkin’in şiirlerinde bile geçiyor. Şunu da söylemeden geçemeyeğim: Rusya’da Arhangel kedisi dedikleri mavi tüylü bir kedi cinsi de var gerçekten. Beyaz Deniz yani İskandinavya’nın doğrusundaki bölgede yaşayan bu kedilerin, kısa, sert, fok balıklarınkine benzeyen mavi tüyleri var. Bölgenin soğuğuna öyle dayanabiliyorlar.
“Asatru” yeryüzünden silinmiş bir inanç değil. Tersine, güçlendiği iddia ediliyor. Nitekim, 1966’da Norveç’te, 1973’de İzlanda’da resmi dinlerden birisi olarak kabul ediliyor. “Modern Asatru’nun” canlandığı, yeniden geliştiği söyleniyor ve bir iddiaya göre Kuzey Avrupa’da sekiz milyonu aşkın gizli Asatruar paganı var.
1994’de İzlanda “asatruar”ları, bir deklarasyon yayınladılar, eski adetlerine ve “kültürel miraslarının haysiyetine” sahip çıkmak istediklerini belirttiler. “Bunu eski ya da yeni dinlerin ya başkalarının kültürel mirası pahasına yapacak değiliz. Asatruar ideolojisinde fanatizme ve nefrete yer yoktur. Bizim kadim inançlarımız, hoşgörü, dürüstlük, sadakat, doğaya ve yaşamın her tezahürüne saygı gerektirir. Pagan akidesinin temel ilkesi her insanın kendi davranışından sorumlu olduğudur” diyorlar. Benzer bir bildiriyi 1996’da Norveç Asatruar’ları, onun ardından İsveç paganları yayınlıyorlar.
Öte yandan, günümüz Almanya’sında yaşayan Alman paganlar, ataları Allemani’nin özgün dinini gönüllerince yaşayamamaktan yakınıyorlar. “Rabenclan” ya da “Kuzgun Kavmi” isimli pagan-birliği kuran Alman Asatruar’ları, başta Asatru olmak üzere şamanizm gibi “doğaya-dönük dinleri temsil ettiklerini” 21.yüzyılda bu kadim dinlerin önyargısız bir biçimde araştırılması, tartışılması gereğine inandıklarını söylüyorlar.
Alman paganların kendilerini baskı altında hissetmelerinin nedeni, Almanların hıristiyanlık öncesi geçmişlerine en ufak bir göndermenin aşırı-sağcı hatta neo-nazi bir hareket olarak değerlendirilmesiymiş. Böylesi suçlamalarla karşılaşmamak, işlerini kaybetmemek için Alman toplumunun kıyısında, gizli bir hayat sürmek zorunda kalıyorlarmış. “Biz saklanırken, sahici dazlaklar sokaklarda cirit atıyorlar” diyorlar.
Ülkeye adını veren Allemanni’ye geri dönersek: Hıristiyanlığı yedinci yüzyılda benimseyen Allemanni’nin Asatru ilkeleri olarak bilenen dokuz kuralı şiar edindikleri söyleniyor. Bu kurallar şöyleymiş: 1) Onur, 2) sadakat, 3)misafirperverlik, 4) çalışkanlık, 5) özgüven, 6) dayanıklılık 7) cesaret 8) dürüstlük 9) disiplin. Kimi düşünürlere göre, Almanları Alman yapan özellikler bunlar. Eğer öyleyse, darısı tüm ulusların başına demek lâzım.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(II)
Günümüz Almanya’sının aslî nesepi “Germen.” “Slav,” “Semitik” ya da “Türkik” gibi çok sayıda klanı kapsayan bir tanım, Germen. Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, vb vb. onlarca farklı “Germen” klanı var. Sadece günümüz Almanlarının değil, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsveç, Norveç, Danimarka, İzlanda, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, Kuzey ve Orta Fransa, aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökenleri de “Germen”lere dayanıyor.
İngilizler, halkının “Germen” kökenlerine referansla ülkeye “Germany” /Germanya demişler. Fransızlar ve biz Türkler, “Allemanni” isimli Germen klanından yola çıkarak, “Allemand” /Almanya diyoruz.
Günümüzde güney Baden-Württemberg, güneybatı Bavarya ve güneybatı Almanya’yı kapsayan tarihi Schwaben ya da Swabia bölgesine de “Alamannia” deniyor ama Almanların kendileri ülkelerine “Deutschland” demeyi tercih etmişler.
“Deutsch” eski Celtic dilinde “gürültücü adamlar” anlamına gelen bir kelime, “Deutschland” “gürültücü adamlar ülkesi” demek oluyor ki, doğrusu, pek okşayıcı bir tanım sayılmaz. “Deutschland”ın bir de “Eski Hoch Deutsch” denilen Alman diyaleğindeki karşılığı var ki, korkarım o daha da tatsız: Deutschland, “tamahkâr” yani “gözü doymaz, hırslı” adamların ülkesi anlamına geliyor. Herneyse. Tarih biraz da böyle bir şey. Önyargılar, doğru-yanlış muhtelif etiketler uluslara yapışıp asırlarca kalabiliyorlar.
“Aryan” da bu “etiket”lerden birisi. İngilizler, “Aryan” kelimesini 19. yüzyılda Sanskritçeden türetiyorlar. Avrupa dillerine İngilizceden giriyor. Kelimenin Sanskritçe anlamı, “soylu.” Önceleri akademik çevrelerde Cilâlı Taş Devrinin sonlarında Kafkaslarda yaşadıkları varsayılan İran kavimlerinin “genel adları” olarak kabul görüyor. Bu bağlamda, “Germen” gibi bir takım ortak özellikleri olan kavimleri kapsayan bir şemsiye tanım Aryan.
Yine 19. yüzyılda, Aryan kavimlerinin “ilk-İndo-Avrupa dili” olduğu varsayılan bir dil konuştukları şeklinde bir tez ortaya atılıyor. “Konuştukları varsayılan,” diyorum, çünkü aslında ne Aryan diye bir kavmin varlığına, ne de konuştukları dile ilişkin sağlam veriler var. Buna rağmen, akademik spekülasyon devam ediyor. Bu defa Aryanların “ilk-İndo-Avrupalılar” oldukları konuşulmaya başlanıyor. Yani Avrupa halklarının kökenleri olarak kabul edilen “Germen”lerin nesebi de Cilâlı Taş Devrinin sonlarında Kafkaslarda yaşadıkları söylenen İran kavimlerine dayandırılıyor.
Etnoloji dediğimiz bilimdalı, malûm, farklı toplumların inançlarından, dünya görüşlerinden yola çıkarak insanlık tarihini yapılandırmaya çalışan bir bilim dalıdır. Ondokuzuncu yüzyılın Avrupalı etnologlarının beyaz Avrupalıların Aryan ismini verdikleri bu tarih öncesi insanların sülbünden oldukları şeklindeki hipotezleri müthiş rağbet görüyor. Ondokuzuncu yüzyılın son yıllarında ve Yirminci yüzyılın başlarında gerek Avrupa gerekse Amerika’da halka yayılıyor ve popüleritesinin doruğuna erişiyor. Öyle ki, beyaz olmak ya da olmamak başlı başına bir mesele haline geliyor.
Kafkaslı ya da Caucasian kelimesi açık tenli Avrupalıları tanımlamakta kullanılırken, kara, sarı ya da kızıl gibi diğer başka renkler de ırk belirlemede kullanılmaya başlanıyor. Dahası, kimin hangi renk ırkından olduğu, dönemin siyasi konjonktürüne, çıkarlarına göre değişmektedir.
Örneğin, İkinci Dünya Savaşından önce Museviler ve Slav’lar “beyaz” sayılmazlarken, savaştan sonra beyaz ırka dahil ediliyorlar. Çünkü beyaz Avrupalılar, savaşta “Slav” Ruslarla ittifak yapmış, Yahudileri kurtarmışlardır.
Öte yandan, Haiti, Küba gibi ülkelerde “melezler” beyaz sayılırken, aynı melezler Amerika ve Kanada’da “siyah” ırktan sayılıyorlar. Günümüzde de örneğin İspanyol kökenli Amerikalıların beyaz olup olmadıkları tartışmalıdır. Keza, Arapların, biz Türklerin, daha da garibi, beyaz Avrupalıların ataları Aryan’ların ahfadından İranlıların “beyaz” olup olmadıkları da tartışmalı olabiliyor. Yeri gelmişken, Ruslar da aslî beyazlar olmaları gereken Kafkaslılara “çorni” diyorlar; “esmer.” “Çorni” schwartzkopf kelimesinin bir çeşitlemesi olarak kullanılıyor.
Görüldüğü gibi “beyaz” olup olmamak, fiziksel bir nitelikten öte, bakan gözün sosyo-kültürel eğilimlerine göre değişiyor. Kişinin dini inancı gibi, ten rengiyle hiçbir bağlantısı olmayan niteliği bile ırksal sınıflandırmayla sonuçlanabiliyor. Müslümansan çorni olmalısın gibi, bir safsata.
Germen kavimlerinin Aryan sülbünden gelme beyazlar oldukları iddiasının 19. yüzyılda ortaya atılmış olması ile Avrupa sömürgeciliği arasında yakın ilişki var. Beyaz Avrupalıların çoğunlukta oldukları Avrupa ülkeleri aynı zamanda 15.yüzyıldan itibaren sömürgecilik faaliyetlerine giren ülkeler olmakla birlikte, emperyalizm 19. yüzyılın sonları ile 20.yüzyılın ilk çeyreğinde tavan yapmış durumdadır. 1918 itibariyle yeryüzünün yüzde seksenbeşinin Avrupa’lı beyaz güçlerin işgali altında olduğu hesap ediliyor.
Sömürgeciler, işgal ettikleri ülkelerin doğal kaynaklarını, pazarlarını, işgücünü acımasızca kullanıyor olmalarını, haklı ve hatta faydalı olduğunu gösterecek bir gerekçe peşindeler. Bu çerçeve, Aryan kökenli beyaz ırkın diğer ırklardan üstün olduğu şeklinde, hiç bir bilimsel dayanağı olmayan bir iddia daha ortaya atılıyor. Şöyle ki, üstün bir ırk olan beyaz ırka mensup olan Avrupalılar, sömürdükleri ülkelere aslında “medeniyet” götürmektediler. Ve sömürgeler bu medeniyet sayesinde gelişmekte, insane hakları, demokrasi hatta Hıristiyanlık gibi yüce değerlerle tanışmaktadırlar.
Beyaz adamın üstünlüğü fikrinin mucidi Almanlar değil. Örneğin, Amerika Birleşik Devletlerinde daha 1890’larda kabul edilen Jim Crow yasaları denilen bir takım yasalar var ki, bunlar Amerikan halkını kesin çizgilerle “beyaz”lar ve “renkliler” olarak ayırıyor. Renkliler sınıflandırmasına sadece Afrika kökenliler de değil, Amerikan yerlileri, Hispanikler, melezler, Yahudiler, daha doğrusu beyazların faaliyet gösterdikleri işkollarına elatan herkes giriyor. Jim Crow yasaları öylesine ayrıntılı yasalar ki, “renkliler”in hangi çeşmelerden su içeceklerine, otobüslerde nerelerde oturabileceklerine varıncaya kadar tanımlıyor. Jim Crow yasaları 1964’e kadar yürürlükte kalıyor. İptal edilebilmeleri için ne yazık ki Martin Luther King’in hayatını kaybetmesi gerekiyor.
Yeri gelmişken, “Jim Crow” 1828’de bir İngiliz komedyeni olan Thomas Rice diye bir adamın yarattığı bir karakter. Rice, yüzünü kömürle siyaha boyuyor ve aklısıra geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılanmaya layık bir zenciyi oynuyor.
Ne yazık ki, “sanat” insanoğlunu iyiye, güzele yönlendirebildiği kadar, nefrete, bağnazlığa, önyargıya da kışkırtabiliyor. Irkçı edebiyat, sanat, müzik hatta bilim mümkün olabiliyor.
Yine bir İngilizin, Sir Francis Galton isimli bir adamın önayak olduğu “eugenics” isimli bir “bilim dalı” var ki, sağlıksız ceninleri ayırıp, sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arıyor. “Eugenics” Galton’un “iyi yaşam” anlamında eski Yunanca’dan ürettiği bir kelime. Nitekim, doğumların devlet tarafından kontrol edilmesi düşüncesini ilk ortaya da atan ünlü Yunan filozofu Eflâtun. İnanması zor ama Eflâtun, yeni doğan bebeklerin yaşayıp yaşamayacaklarının yazı tura atılarak belirlenmesini istemiş. Ne ki, yetkililer parayı öyle ayarlamalıymışlar ki, bebek sağlıksızsa sonuç mutlaka ölüm çıkmalıymış. Böyle yapılırsa, sağlıksız çocuk sahiplerinin kalpleri kırılmaz ama sağlıksız kuşakların yetişmesi de önlenirmiş.
Bunu duyunca, öteki Yunan şehri, Isparta, daha bir dürüst görünüyor: onlar zayıf bebekleri şehrin surlarının dışında ölüme terkederlermiş.
Modern zamanlarda “eugenics”in ABD’de uygulandığı görülüyor. 1907’de Indiana eyaletinde kabul edilen bir kanunla zekâ özürlü, sağır ya da körler zorla kısırlaştırılmaya başlanıyor. Benzer bir yasayı 1909’da Washington ve California eyaletleri kabul ediyor. 1927’de Virginia eyaletinde zekâ özürlüler kısırlaştırılıyorlar. Yasa, Amerika’nın pek çok eyaletinde 1960’lara kadar yürürlükte kalıyor. Bir iddiaya göre sadece California’da zorla kısırlaştırılan insane sayısı 64,000. Tahmin edeceğiniz gibi “zekâ özürlülerin” ezici çoğunluğu da beyaz olmayanlar.
Son zamanlarda bu eyaletlerin valileri kısırlaştırma programları için mağdurlardan aleni af dilemekteymişler ancak hiç birisi kısırlaştıran insanlara tazminat ödemek yoluna gitmemiş – zira kısırlaştırılanların tazminat talep edecek varisleri de yok.
Beyaz adamın üstünlüğü fikrinin mucidi Almanlar değil, hayır. Ancak, Naziler, Germenlerin ve Germenlerin aslî nesebi olan “Aryan”ların üstün ırk olduklarına dair inançlarını öylesine bağlanmışlar ki, soykırım gibi akıl almaz bir vahşetin adeta normal kabul edildiği bir cinnet dönemi yaşanmış.
Günümüz Almanyasında nazizm yasadışı. Ancak, neo-Naziler denilen bir takım grupların faaliyet gösterdikleri de bir vakıa. Neo-naziler, Alman toplumunun ulusal birlik ve beraberliğinin dağılması, ulusal-kültürün yerini çok-kültürlüğün alıyor olması gibi sorunları beyaz-olmadıklarını düşündükleri göçmenlere bağlayan tipler. Ancak, bu tiplere sadece Almanya’da değil, dünyanın başka ülkelerinde de rastlanıyor. Örneğin, Kuzey Amerika’da faaliyet gösteren Aryan Ulusları diye bir dernek var ki, defatle kapatılmasına karşın, farklı isimler altında faaliyet göstermeye devam ediyor. Eskinin naziler gibi bunların sembolleri de gamalı haç. İşin garibi, gamalı haçın Avrupa dillerindeki karşılığı olan svastika kelimesi de Sanskitçe kökenli.
Hintililerin Ramayana ve Mahabharata isimli kutsal metinlerinde geçiyor. At nalı gibi, dört yapraklı yonca gibi uğur getirdiği düşünülen nesnelere svastika deniyor. Sadece Hintlilerde değil, Sümerlerde, Celtlerde ve eski Yunanda olduğu gibi Kızıl Derililerde de var. Hıristiyanlık öncesi Angle-Sakson kavimlerinin altın kupalarını süslemiş.
Neredeyse evrensel bir uğur ve iyilik simge olan gamalı haçın Naziler tarafından benimsenmiş olması özellikle de Alman paganlarını üzmekteymiş. Asatru paganları ülkelerinin hıristiyanlık öncesi geçmişlerine en ufak bir göndermenin aşırı-sağcı hatta neo-nazi bir hareket olarak değerlendirilmesinden şikayetçiler. “Biz saklanırken, sahici dazlaklar sokaklarda cirit atıyorlar” demeleri bu.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(III)
“Hippi”ler 1960’lı yılların Amerikasında yerleşik davranış biçimlerini reddeden, tabiata yakın yaşamaktan, cinselliğin özgürce ifade edilmesinden yana olan genç insanlar olarak bilinirler. Çoğunlukla uzun saçlı, sıradışı giysiler giyinen hippiler, bilinçlerini geliştirdiğine inandıkları bir takım kimyasalları tüketmekten kaçınmazlar. Hatta, günümüzde Hollanda başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde bir takım uyuşturucuların serbest bırakılmış olması 1960’lı yıllarda filizlenen bu gençlik hareketinin sonucu olarak değerlendirilir.
Oysa, hippi hareketi 1960’lı yıllardan çok daha eski ve Amerika değil Avrupa kökenli. Şöyle ki, daha 1930’larda ABD’nin California ve Florida gibi sıcak eyaletlerinde, nerede sabah orada akşam yaşayan, meyva, kuru yemiş gibi ormanlarda bulduklarıyla beslenen, hippiler gibi giyinen azımsanamayacak sayıda genç insan var ki, bunların istinasız hepsi birinci kuşak Alman göçmenlerinin çocukları, ABD doğumlu ikinci kuşak.
‘60lı yılların New York hippilerinin öncüleri, ikinci kuşak Alman göçmenleri, kendilerine “tabiat çocukları” demekte; daha o yıllarda 20. yüzyıl medeniyetinin dışında yaşamak istediklerini belirtmekteler. Dahası, insanlığı lebensreform dedikleri bir eyleme, yani bildik “yaşam biçimlerini” değiştirmeye, ıslah etmeye davet ediyorlar.
Lebensreform çağrısı yapan bu gençlere o yıllarda “ilkel modernler” deniyor. “Naturmensch,” “wandervogel,” “bohem” gibi, başka isimleri de var - “Naturmensch” doğa-insanı anlamında, “wandervogel” ise özgür kuş demek. Peki, ikinci kuşak genç Alman göçmenlerini toplumun dışına iten ne?! Bu sorunun cevabını Germen kavimlerinin tapınmaya varan tabiat sevgilerinde aramak lâzım deniyor.
Hıristiyanlığı Avrupa’ya yayanlar, Romalılar. Tabiat güçlerine tapınan pagan Germen kavimleri, Hıristiyanlığa uzun bir sure direnmişler.
İsa’dan sonra 9.yüzyılda Hermann’ın Romalılara karşı kazandığı zafer, Hıristiyanlığın Germenler arasında yayılmasına uzun bir süre sekte vurmuş. Olmakla birlikte, nihayi sonucu engelleyememiş.
Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğu’nun resmi devlet dini. Romalıların askeri zaferlerini misyonerlerin akınları izliyor. Germen kavimlerinin doğaya tapındıklarını bilen ordu destekli Romalı misyonerlerin başlıca hedefleri Alman ormanları oluyor. Ormanları acımasızca keserlerken, Asatru paganizmiyle özdeşleştirdikleri sembolleri yakıyor, pagan tapınaklarını yerlebir ediyorlar. Uzun mücadelelerden sonra, Germenlerin büyük bir kısmı Hıristiyanlığı kabul ediyor ama paganizmin izleri hiçbir zaman bütünüyle silinemiyor.
Daha Ortaçağda, Almanya ve Hollanda’da “Özgür Ruh Kardeşliği” isimli bir kült kuruluyor. “Adamit”ler olarak tanınan bu insanlar, tabiattan uzaklaşmamak uğruna mağaralarda yaşar, yarı çıplak ayinler tertiplerlermiş. Sonra 1796 gibi erken bir tarihte Christoph Wilhem Hufeland “uzun yaşamın sırları” diye bir kitap yazmış. Temiz hava, güneş banyosu ve temizliğin insan ömrünü uzattığını anlatıyor. Ölçülü beslenme, seyahat, meditasyon, uyku ve çalışma saatlerine dikkat etmek gerekliliği gibi, zamanının çok ötesinde öneriler getirmiş.
Sonra büyük Alman düşünürü Goethe (ki kendisi 1749-1832 tarihleri arasında yaşamış) insanla-Tabiat’ın arasındaki sınırı tamamen kaldırmasıyla ünlü. Goethe’ye “Tabiat dindarlığının” şairi deniyor.
Goethe, “Tanrı’ya tapınmanın en güzel yolu, insanın Doğa ile kurduğu yürekten ilişkidir” diyor. 1832 yılında kaleme aldığı bir makalesi günümüz çevrecilerinin kaygılarının habercisi: “İnsanoğlu hatalı bir yönelişle tabiata müdahale etti,” diyor, “Ormanları yokederken atmosferin yapısını ve iklimleri değiştirdi. Doğanın ekonomisinin bir unsuru olan bir takım bitki ve hayvanların soyları tükendi. Hava ve nehirler kirledi. Günümüz insanının gözünden kaçan bu gibi müdahaleler, çok ciddi sonuçlar doğurmakta olup, sadece bitkilere ve hayvanlara zarar vermekle kalmayacak, insanoğlunun dayanıklılığını ve direnme gücünü de azaltacaktır.”
“Ekoloji” kelimesini ilk kez kullanan da bir Alman. Jena üniversitesi profesörü Ernst Haeckel, daha 1866 yılında biyosferin dengesinin bozulduğuna dikkat çekiyor. Sonra protestan papazlığından ayrılma Eduard Baltzer isimli bir başka düşünür, naturliche lebensweise “doğal yaşam biçimi” isimli bir dört ciltlik bir eser kaleme alıyor, vejeteryen beslenme biçiminin öncülüğünü yapıyor. Baltzer, 1851-1913 yıllarında yaşayan Karl Wilhelm Diefenbach’ı öylesine etkiliyor ki, Almanların bu ünlü ressamı Akdeniz’deki Kapri adasına göçüyor. Orada lebensreformcu’lar, yaşam biçimlerini ıslah etmeye niyetlenenler için bir komün kuruyor. Bu komünde kurulan sanat atelyelerinden yetişen Fidus ve Gusto Graser isimli ressamların eserleri 1960 hippilerinin o rangarenk, çarpıcı grafiklerinin öncüleri sayılıyor.
Gusto Graser, aynı zamanda ünlü yazar Hermann Hesse’nin arkadaşı.
Hermann Hesse, ülkemizde iyi tanınan bir yazar. Onun “Kayalar Arasında – Bir Doğa Adamının Anıları” isimli kitabı, Gusto Graser’ın hayatını anlatıyor. Herman Hesse’nin bir diğer ünlü kitabı 1922 yılında yazdığı Siddhartha’da doğa insanlarına ve wandervogel’e göndermeler var.
Bütün bunlar yaşanırken, sanayileşen tüm ülkelerde adet olduğu üzere, Almanya’da da hızlı bir şehirleşme görünüyor. 1870’de Almanların üçte biri şehirlerde yaşarken, 1900’de bu sayı iki misline katlanıyor.
20. yüzyılın başında, şehirlerde tutunmayan çalışan Alman orta-sınıfının “yüzeysel, kaba, kendini beğenmiş, tamahkâr, paracanlısı, çalışkan, teknokratik” bir yapıya büründükleri anlatılıyor. Ancak, şehir yaşamının kaçınılmaz olumsuzluklarına tepkili bir kısım Alman hareket geçmekte gecikmiyor. Endüstrileşmenin bunalttığı insanlar, atalarına öykünerek doğaya ve bu arada doğal beslenme, alternatif tıp gibi arayışlara yöneliyorlar.
İnsanların doğayla içiçe yaşamalarını öngören ilk sanatoryumlar İsenburg yakınlarındaki Hartz dağlarında açılıyor. Sanatoryumların kurucularından Adolf Just’un kaleme aldığı “Doğaya Dönüş” isimli kitap kısa sürede best-seller oluyor. Kitabında hava ve su kirliliğine, et oburluğa, kahve, sigara, alkol tüketimine ve geleneksel eğitim sistemine karşı çıkan, Just, ilaç tedavisini de reddediyor ki, bu durum, kendisinin hapse atılmasıyla sonuçlanıyor. Just, hapisten 1944’de çıkıyor. Kadim dostu Mahatma Gandi’nin yanına, Hindistan’a gidiyor, rüyalarını süsleyen alternatif tıp enstitüsünü o ülkede gerçekleştiriyor.
Just’un izinden giden bir başka yazar da Richard Ungewitter. Et, sigara, alkol tüketiminin zararlarına işaret eden Ungewitter’in “Die Nacktheit” çıplaklık, isimli kitabı da best-seller. 1904 yılında yazılan bu kitap öylesine etkili olmuş ki, “yüz yıl sonra bugün bile sıcak yaz günlerinde Almanları kendilerini çırılçıplak göllere, nehirlere atarken görebilirsiniz” deniyor.
Almanların doğaya dönüş hareketi, 20.yüzyılın başında trekking, dağcılık gibi doğa sportlarını teşvik etmiş. “Özgür Dağlar, Özgür Dünya, Özgür İnsanlar” sloganıyla kurulan “Wandervogel” özgür-kuş cemiyeti, ilk kez Berlin’in bir semtinde faaliyete geçmiş. 14-18 yaşları arasındaki lise öğrencilerini doğada uzun yürüyüşlere çıkartmaya başlamışlar. Yürüyüşler kısa sürede müthiş popular olmuş, üye sayısı 50,000’i bulmuş. Wandervogel çocukları paralarını birleştirip, sade yaşamlarını çadırlarda sürdürür olmuşlar. Kısa pantolon, Tyrolean diye bilinen tüylü şapkalar giyer, mandolinler, gitarlar eşliğinde anonim türküler söylerlermiş. Zamanla çadırların yerini pre-fabrik yapılar almış. Daha sonra bulabildikleri metruk binaları işgal etmeye, oralara yerleşmeye başlamışlar.
Vejeterjenlik, alternatif tıp, sigara-alkol gibi zararlı maddelerden uzak durma, kadın erkek eşitliği, cinselliğin özgürce ifadesi gibi ilkeleri olan Wandervogel komünleri, zaman içinde aralarında toprak ve din reformu da olan değişimler talep etmeye başlamışlar. Wandervogel’cilerin sayıları artmış, hareket Almanya dışına da taşmış. Örneğin, 1920’li yıllarda İsviçre’nin İtalyan sınırında yeralan küçük balıkçı köyü, Ascona, Avrupa’nın ruhani asilerinin toplandığı merkez haline gelmiş.
Ascona’da konaklayanlar arasında ünlü psikolog Carl Jung, gelmiş geçmiş en büyük dansçı sayılan İsadora Duncan, yazar D.H.Lawrence ve Franz Kafka gibi isimler var. Endüstrileşmenin olumsuz unsurlarına, aşırı tüketime, “burjuva” yaşam biçimine karşı çıkanlar, Ascona’da toplanır olmuşlar.
Öte yandan, 20. yüzyılda iki dünya savaşı ile sonuçlanacak olan siyasi baskıyı daha 1890’lı yıllarda hisseden Almanların varlığı sözkonusu. Nitekim, 1895’den itibaren onbinlerce Alman aile, gittikçe kuralla kaideye gömüldüğünü, kışla havasına büründüğünü hissettikleri ülkelerini terkedip, Amerika’ya göçme kararı almışlar. ABD’nin yepyeni bir oluşum olduğu, daha iyi bir toplum rüyalarını orada gerçekleştirebilecekleri umuduyla yeni dünyaya göçerlerken, naturmensch ideolojilerini de götürmüşler.
Amerika’nın ilk hippilerinin 1930’larda yaşayan ikinci kuşak Alman göçmenlerinin arasından çıkmasının nedeni buymuş. Nitekim, 1948 yılında California Eyaletinin Topango Kanyonunda yedi büyük naturmensch örgütü varmış. Bu insanlar, dağlarda, mağara ve ağaçlarda yaşarlar, taze meyva ve sebzelerle beslenirlermiş. Sadece taze incir bulabilmek için beşyüz mil yol yaptıkları biliniyor. Ve tabii doğaya taparlarmış.
Doğaya dönüş hareketi günümüzde de devam ediyor. AFA, Asatru Halk Meclisi’nin kısaltılmışı. (Asatru Folk Assembly) Meclis, ilk kez ‘70’li yıllardan kuzey Amerika’da toplanmış.
2002 yılında yayınlanan bir bildirisi “Asatru, Hıristiyanlık öncesi Avrupasının yerli ruhaniyatıdır” diye başlıyor, “Asatru, Germen halklarının Kutsal olanla ve dünyayla, geleneksel ilişki kurma biçimleridir. Asatru, Avrupa yerlilerinin Tarikidir. Amerikan derililerinin, Afrikalıların yerli dinleri olduğu gibi, bizim de yerli bir dinimiz var. Ecdadımıza geçmiş bin yıllarda huzur veren bu din, bugün de bize güç ve ilham verecektir… Asatru, eski İskandinavca bir kelime olmakla birlikte, Germen halklarının bütünü kapsar. Bu bağlamda Avrupa’nın tüm uluslarının derinliklerinde yaşayan ortak inançtır.”
Bildiri, “İzlanda’dan Rusya’ya, İskandinavya’nın donmuş kuzeyinden Akdeniz’e bin yıl gezmiş olan Germen halklarının çocukları bugün dünyaya yayılmış durumdadırlar,” diye devam ediyor,
“Kendimize Amerikalı, İngiliz, Alman ya da Kanadalı diyebiliriz. Ancak, bu etiketlerin ardında daha eski, daha asal bir kimlik gizlidir. Atalarımız Angleler, Saksonlar, Lombardlar, Heruli’ler, Gotlar ve Vikingler…onların kız ve erkek çocukları olan bizler birbirimize kan bağıyla ve yılların eskitemediği bir kültürle bağlıyız…”
Gerisi şöyle:
“Dünya güzel. Refah güzel. Hayat güzel.
Neş’e ve coşkuyla yaşamalıyız, hayatı…
Ömürlerimizi yeteneklerimiz, cesaretimiz, gücümüz izin verdiği ölçüde biçimlendirmekte özgürüz…
Alın yazısı yok, kader yok, dışarlıklı bir ilâhın keyfi iradesinin kısıtlamaları yok…
Tüm ihtiyacımız bahtımızı cesaret ve onurla karşılama özgürlüğüdür, kurtarılmaya ihtiyacımız yok…
Atalarımızla ilişkideyiz. Atalarımız bizim parçalarımız, biz de bizden sonra gelenlerin parçaları olacağız…
Yaşayan akrabalarımızla da, ailemizle de, kökleri Avrupa kavimlerinde olan her kadın ve her erkekle de ilişkideyiz
Avrupa kavimleri bizim “büyük ailemiz”dir.
Tabiat ilişkide, tabiat kanunlarının emrindeyiz.
Kutsal Güçler kendilerini sıkça Tabiat’ın güzelliği ve gücüyle ifade ederler…
Ahlâkın “On Emir”e değil, soylu-zihinleri olan erkek ve kadınların haysiyet ve onuruna bağlı olduğuna inanırız. Kutsal Güçlerden korkmaz, kendimizi onların köleleri olarak görmeyiz. Tersine Kutsal olanla cemaatimizi ve kardeşliği paylaşırız. Kutsal Güçler bizi gelişmeye daha ileri aşamalara varmaya teşvik ederler… Kutsal Güçleri Germen/Norse atalarımızdan bize kalan isimlerle onurlandırırız…Mevsim değişimlerini, atlarımızı, İlâhi’yi ve günlük yaşamını sürdüren kendimizi onurlandırır, Asatru ibadetimizi sürdürürüz. Asatru köklere dairdir. Asatru bağlantıda olmaya dairdir. Asatru, eve dönüştür.
Asatru, atalarımızın yolu. Asatru bizi eve çağırıyor.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(IV)
Günümüz Avrupası halklarını oluşturan “aslî nesep”lerden birisinin “Germenler” olduğundan bahsetmiştik. Almanya, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İsveç, Norveç, Avusturya, İsviçre, Kuzey İtalya, İzlanda, hatta, Kuzey ve Orta Fransa ile aşağı İskoçya ve İngiltere’yi oluşturan halkların kökenleri “Germen.” Germen kavimleri, Hıristiyanlıkla İsa’nın doğumundan beş yüz yıl sonra ancak tanışıyorlar. Ancak, Germen Avrupa’nın Hıristiyan olması büyük çatışmalar sonucu mümkün olabiliyor. Dokuzuncu hatta onuncu yüzyılı buluyor.
Hıristiyanlık öncesi dinleri paganizm. Paganizmin esası, tabiata ve tabiat güçlerine duyulan saygı. Saygıyı getiren: “farkındalık.” Toprakla uğraşan, eken biçen tüm paganlar gibi Germenler de herşeyden önce güneşin hareketini izliyorlar. Yıl içindeki en önemli tabiat olaylarından birisi, gün-tün eşitliği dediğimiz, ekinoks; diğeri bu eşitliğin azami ölçüde bozulduğu solstis – eski adıyla tahavvülü şemsi - yani güneşin değiştiği nokta.
Ekinoks, yılda iki kez gerçekleşiyor. Birisi, 20-21 Mart’taki bahar ekinoksu, diğeri, 20-21 Eylül’deki sonbahar ekinoksu. Bu günlerde gün-tüne eşit; gece ve gündüz 12’şer saat. Solstis de yılda iki kez: ilki, günün en uzun olduğu 20-21 Haziran yaz soltisi, ikincisi gecenin en uzun olduğu 20-21 Aralık, kış soltisi.
Bahar ekinoksu, ekvatorun kuzeyinde yaşıyan ve tarımla uğraşan tüm halklar için çok önemli bir gün. Güneş, 20-21 Mart’ta, güney yarıküreden kuzey yarıküreye dönüyor. Tabiatın yeniden canlanışına, doğurganlığa, büyümeye ve berekete işaret ediyor. Baharın resmen başladığı gün sayılıyor.
Pagan Germenler, bahar ekinoksunu Yeni Yılın başladığı gün sayarlarmış. Günümüz Almanyasına adını veren Allemanni kavmi, “tag-und nachtgleiche” dedikleri bu günü, Güneş Tanrısının kışın yaşadığı yeraltından çıkıp, karısı Tanrıça Ostara (ya da Eostre) ile buluştuğu gün olarak kutluyorlar. Tanrıça Ostara’nın bir de şarkısı var. Şu mealde bir şey:
“Yılın tekerleği döner, günü tüne eşitlerken; Ostara, bahara hükmeder, Güneşin-çocuğunu büyütür. Tanrıça yeryüzünü kutsar, toprağın yaşam-enerjisini yenilerken, baharda gömün tohumu toprağa, Güneşin-çocuğu kapıda.”
Yumurta baharın müjdecisi ekinoksun sembollerinden birisi. Germenler, Tanrıça Ostara’nın sembolü olduğuna inanıyorlar ama pek öyle değil, çünkü yumurta herşeyden önce bir denge sembolü. Gecenin gündüze eşit olduğu tam o anda, yumurtanın dikey durabileceğine inanılıyor. Yumurtanın dikey durabildiği o an, yeryüzü ile gökyüzünün dengede olduğu o an. Nevruz kutlamalarında masalarda gördüğünüz yumurtalar işte bu anı temsil ediyorlar.
Evet, Nevruz, dedim. Germenlerin “tag-und nachtgleiche” dedikleri oluşumun bizdeki karşılığı Nevruz. Yani, “Yeni Gün.” Nevruz, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da Mart ayının 19-20-21. günleri kutlanıyor. Türk cumhuriyetlerinde, Azerbaycan'da ve Anadolu’da özel bir yeri var. Bir de Nevruz destanı var ki, Oğuz Han’a atfediliyor. Nevruz destanı Hazreti İsa doğmadan iki asır kadar önce, M.Ö. 209’da tahta çıkan Hun hükümdarı Mete Hanın hayatından esinlenmiş. Yani, Alsace’da yerleşik Allemanni, Tanrıça Ostara’nın efsanesini anlatırlarken, Alsace’dan bir kaç yüz kilomete ötede, Macaristan’da, Segedin civarında yaşayan, Hunlar da Oğuz Han destanını dillendirirlermiş.
Hunlar, malûm, Türklerin aslî kavimlerinden birisi. Orta Asya’dan kopup gelen bu kavim günümüzde Macaristan dediğimiz topraklara İsa’dan sonra Dördüncü yüzyılda yerleşmişler ki, bu tarih Allemanni’nin Alsace’a yerleşmesinden yüz yıl kadar önceye denk geliyor. İsa’dan sonra 374’de kurulan Birinci Batı Hun devletinin ilk hükümdarı, Balamir Han. Hazreti Muhammed’in 570-632 tarihleri arasında yaşadığını düşünürsek, demek Birinci Batı Hun devleti İslâmiyetten iki yüz yıl kadar önce kurulmuş.
Batı Hunlarının zengin bir mitolojileri var. Kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışına ilişkin inançlarını Batılıların "epope" dedikleri tarzda “destan” tarzı metinlerde dile getiriyorlar. Oğuz Han’a atfedilen Nevruz destanı bunlardan birisi.
Şimdi bu efsaneye göre, “Oğuz,” Ay Kağan'dan doğma, yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara, perilerden daha güzel bir erkek çocuğudur. Annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşur, çiğ et, çorba ister. Kırk gün içinde yürür. Ayakları öküz ayağı, beli incecik kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi geniş olur. Küçücük yaşında at sürülerini gütmeye, avlanmaya koyulur. Ancak, o asırlarda yaşayan insanlar gibi Oğuz oğlu da kıştan çok korkar.
“Bunun içindir ki, yılın üç mevsimini kışa hazırlanarak geçirir; dünyanın nimetlerini mağarasına getirip, stok yapar. Bir defasında, kış uzun surer. Oğuz oğlunun azığı tükenir. Çaresiz kalan Oğuz oğlu ‘yemeye bir şey bulayım’ diye mağaranın dışına çıkar ama hiçbir şey bulamaz. Hava o kadar soğuktur ki, sakalı buzlanır, eli ayağı donar. Mağarasından çıktığına çıkacağına pişman bir şekilde eve dönerken, yolda bir kurt yavrusuyla karşılaşır. Kurt yavrusu ona ‘Bu karda boranda nereden geliyorsun?’ diye sorar. Oğuz oğlu başına gelenleri anlatır. Kurt yavrusu ona şöyle der:
‘Ey, Oğuz oğlu, ilerdeki yol ayrımında seni bir sürü koyun, kucak dolusu başak, bir kirman, bir de el değirmeni bekliyor. Onları evine götür. Koyunu kesip etini yersin, yününden iplik eğirip, kendine elbise yaparsın, derisini giyersin. Buğday tanelerini de el değirmeniyle öğütüp, unundan ekmek yaparsın. Böylece baharı karşılamış olursun. Yalnız sana verdiğim emanetlere dikkat etmelisin. Başakları ve koyunu arttırmalısın. Kuzuları şefkatle büyütmeli, buğday tanelerini yere serpip, onu alnının teriyle sulamalısın. Söylediklerimi yapmazsan, yaşamın çok zor olur.’
Oğuz oğlu yol ayrımına gelir. Ve kurt yavrusunun saydıklarını bulur. Onları alır, mağarasına getirir. Kışı güzelce geçirdikten sonra ilkbaharla birlikte sürüyü dağa yayar. Buğday tanelerini toprağa serper. Gece gündüz sürülere, başaklara gözkulak olur. Böylece, Allah, Oğuz oğluna görünmemiş bir bolluk nasip eder. O günden sonra, Oğuz oğlu yıl boyunca çalışır.
Destana göre, Oğuz oğlu yavru kurda rasladığı o güne ‘Nevruz- yeni gün’ adını verir ve yıl başını o günden hesaplar. Kendisine uğur getiren Nevruz'da bayram etmeği adet haline getirir.”
Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde, Azerbeycan ve Türkiye’de farklı kutlamalar gözlemlenmekle birlikte, tüm bayramlar gibi Nevruz da zengin sofralar demek. Yayıklar çalkalanıyor, tereyağlar toplanıyor. Nefis yemekler pişiyor. Azerilerin “Yedi sin” sofrası dedikleri bir Nevruz sofraları var. Yedi sin demek sofrada “s” harfiyle başlayan yedi nesnenin bulunması şarttır demek. Bunlar sırasıyla sağlık simgesi olarak bilinen sarımsak, birinci s; lezzet simgesi olan sirke, ikinci s; insanlara ümit verdiği bilinen sebze, üçüncü s; bereket getiren summak, dördüncü s; yaşam kaynağı olan su, beşinci s; zenginlik göstergesi sikke, altıncı s; ve uzun ömür anlamına gelen saat, yedinci s. Sofrada bu yedi sin ve semen var. Semen buğday filizi anlamına geliyor. Nevruz’dan birkaç gün önce bir avuç buğday bir tabağa konuyor, bayram gününe kadar her gün ılık suyla sulandırılarak sıcak yerde bırakılıyor. Böylece bayram gününe kadar buğday semeni yeşermiş olur. Semen sofranın ortalarında bir yere, bahar çiçekleri, güneş ışığını temsilen bir kaç mum ve yumurtalarla birlikte konuluyor. Nevruzla birlikte yüzünü gösteren güneş, yaza doğru tüm görkemiyle parlayacaktır. Benzer beklenti, Germen kavimlerinde güneşin-çocuğunun büyümesi olarak görülüyor. Baharda zayıf olan güneş büyüyecek, yazın kırallığını devralacaktır.
Görüldüğü gibi, Paskalya yortusunda rastlanılan yumurtalara Nevruz’da da rastlanıyor. Ama Paskalya’da çikolata vb. biçimlerde sıkça görülen bir de tavşan figürü vardır ki, o bizde yok. Germen Pagan kültürünü araştıranlar, Paskalya tavşanının Tanrıça Ostara’dan geldiğini, tanrıçanın totem hayvanı olduğunu söylüyorlar. Totem hayvan tarih öncesi toplumların aralarında bir biçimde akrabalık olduğuna inandıkları ya da sembolleştirdikleri efsanevi hayvanlar. Anlaşılan Germen kavimlerinin totem hayvanları Tanrıça Ostara kanalıyla tavşan. Hunların ki, ve dolayısıyla bizimki ise kurt. Günümüzde Hıristiyan Türkler, yani Gök Oğuzlar olarak bildiğimiz Gagavuzlar, kurt sembolünü ulusal bayraklarına taşımışlar. Beyaz üzerine mavi kurt çizili.
Efsaneler, destanlar, batıl inançlar farklı coğrafyalarda ve tarih içinde değişiyorlar. Değişmeyen, güneş ışınlarının 21-22 Martta güney yarı küreden, kuzeye kırılması ve yeniden hayat bulan doğa. Bu bağlamda, yeryüzünde hiçbir halk yok ki, Nevruz’u bir biçimde kutluyor olmasın. Buna karşın, Batıda rastladığımız efsanelerde kadın figürünün baskın olduğunu görüyoruz. Örneğin, eski Yunan’ın Afroditi, Mısır’ın Hathor’u, İskandinavya’nın ve dolayısıyla Germenlerin Ostara’sı doğurganlık, analık sembolleri olarak ortaya çıkıyorlar.
Halkların adetlerini, ananelerini, efsanelerini, mitolojilerini inceleyen antropologlar, Meryem Ana-İsa Mesih bağlantısının aslının da pagan inançlarında yattığını iddia ediyorlar. Bu bağlamda, Tanrıça Ostara ve benzeri kadın tanrıçalarla Meryem Ana arasında; aynı şekilde onların doğurdukları güneş/çocukları ile İsa Mesih arasında bağlantı kuruluyor. Öyle ki, Hazreti İsa’nın yaşamını temel alan Hıristiyan yortularının hemen hepsinin, pagan yortularının bir biçimde devamı olduğu söyleniyor.
Nitekim, Tanrıça Ostara – ki kendisi ekinlerin olduğu kadar insanların doğurganlığını da temsil ediyor - Nevruz’da güneş tanrısından hamile kalıyor, ve oğlunu dokuz ay sonra kış solstisinde yani gecenin en uzun olduğu 21 Aralıkta doğuruyor. Günümüzde “Kutlu Bakire Meryem”in Tanrının oğluna hamile kaldığını öğrendiği gün olarak kutlanan yortu da 25 Mart’a denk geliyor. Hıristiyan inancına göre, Cebrail, İsa Mesih’e hamile olduğunu 25 Mart’ta müjdelemiş. Bu hesapça, İsa Mesih’in de 25 Aralık cıvarında doğması gerekiyor. Ve nitekim Christmas yortusu, aynı tarihte: 25 Aralık.
Bizde herşeyden önce bir ekin bayramı Nevruz. Bayramın birinci günü Hazreti Hızır aleyhiselâmın ya da Hıdır Nebi’nin günü. O gün toprağın ısınması için, ikinci gün toprağı sürecek öküzlerin sağlam ve kuvvetli olması için, üçüncü gün ise çiftçi ve sayacılara dua edilir. Sabahın erken saatlerinde tarlalara çıkanlara içinde mendil, beyaz gömlek, çorap, şeker ve kavrulmuş buğday bulunan sepetler gönderilir. Ekinin başlanacağı yerde kurbanlar kesilir, dualar okunur. Azerbaycan’da gençler, halka sağlık, esenlik getireceğine inanılan Hızır aleyhiselâmı aramaya koyulurlar. Bu gençlere Hızırcı ya da Hıdırcı deniyor. Sabah, güneş daha doğmadan Hızır Aleyhisselâmı aramaya çıkıyorlar. Bir de manileri var:
Şum yerini şumlayak, Şam evini şamlayak
Hıdırım addıdı, Hıdırım oddudu
At atı haylayak, Günleri saylayak
Han Hıdır gelesidir, Han Hıdır gülesidir. – Hızır Han gülsün, Hızır Han gülsün.
Onlar Hızır hanı arayadursunlar, evlerde sıkı bir bayram temizliği yapılıyor. Kız gelinler kilim ve halıların tozunu alır, temizlerlerken, delikanlılar ağaç diplerini belliyorlar. Bağlarda kıştan kalma sararmış yapraklar temizleniyor. Ağaçlar budanıyor. Bahçelerdeki çöpler toplanarak yakılır.
Dünyanın bize ait köşesinde, dini inançtan çok eğlenceli bir gelenek Nevruz. Meselâ, bir gece önce genç kız ve erkekler özellikle geç yatıyorlar ve yatmadan önce, tuzlu ekmek yiyorlar. Su içmiyorlar, çünkü efsaneye göre tuzlu ekmek yiyenlere rüyalarında su veren birisi oluyor. Su veren bu kimse, rüya görenin kısmeti, yani evleneceği kişi olurmuş. Sonra yine bazıları Nevruz gecesi Hızır aleyhisselâma niyet tutarak yatıyorlar. Niyet tutanlar gece yarısı kalkar da mum ışığında aynaya bakarlarsa, evlenecekleri kişiyi görürlermiş. Ama niyetin tutması için aynaya bakanın korkmaması gerekirmiş. Korkanın niyeti gerçekleşmezmiş.
Ertesi gün, baş yemeğin pilav olduğu zengin bir sofra kuruluyor. Döşemeli pilav, çığırtma pilavı, sebzeli kavurma pilavı, sütlü pilav denilen çeşitlerin üstüne kestane ve bol baharatlı koyun ve tavuk eti konuyor. Ve tatlı şart. Nevruz tatlıların içerisinde en önemlileri şekerbura, baklava ve şeker çöreği. Bunların içinde en geniş yaygın olanı baklava, onun da çeşitleri var. Ayrıca badem, fıstık, fındık, ceviz, kuru üzüm vb. çerezler de sofradaki yerlerini alıyorlar. Bir gece öncesinden ellerine kına yakmış, en güzel elbiselerini giymiş kız gelinler, ev halkına hizmet ediyor. Yemekten sonra akrabalar, komşular ziyaret ediliyor veya misafir ağırlanıyor. Konuklara hediyeler veriliyor. Nevruz gecesi, kapılara torba atmak diye bir adet var. Bu torbalara bayram şekeri dolduruluyor.
Bunlar hoş şeyler ama daha önemlisi, Nevruz’da güzel şeyler konuşulması şarttır. Nevruz’da gıybet edilmez, dedikodu yapılmaz. Küsenler barıştırılır:
Yar, yaylığın mendedir, Sermişem çemendedir
Eriyip yere gedince, Men gözüm sendedir.
Gümanım bu yazadır, Muradım Nevruzadır.
Nevruzunuz kutlu olsun. Hızır aleyhisselâm, hepinize sağlık esenlik getirsin.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(V)
“Avrupa” denildiğinde akla gelen ilk aslî unsurlardan birisinin “Germenler” olduğu kuşkusuz. Ancak, yekpare bir bütün değil, bir kavimler topluluğu Germenler. Nitekim, kendilerine “Germen” de demezlermiş. “Germen” sözcüğünün nereden geldiği de kesin olarak bilinmiyor.
Günümüz Almanya’sına adını veren “Allemani” Germen kavimlerinin önde gelenlerinden birisi ama başkaları da var: Angles’ler, Sakson’lar, Burgundî’ler, Lombardlar, Vizigotlar, ve diğerleri. Bu insanlar etnik bir dayanışma içine girmemişler. Tersine, Milâttan sonra yedinci yüzyıldan itibaren çeşitli halklara bölünmüşler. Bu halklar giderek ayrışmış, farklılaşmış ve Avrupa’nın bugünkü ulus-devletlerini oluşturmuşlar. Tarihi süreçe bu pencereden baktığımızda Germenlerin ilk etnik dayanışmayı Avrupa Birliğini kurarak gerçekleştirdiklerini düşünmek de mümkün.
Söylediğimiz gibi, Avrupa’nın aslî kavimlerinden oldukları kuşkusuz Germenlerin ama tek mi? Bakın, işte o öyle değil. Hunlar da var. Hunlar, “Allemani”nin hakimiyetindeki Alsace, Baden ve kuzeydoğu İsviçre’yi kapsayan bölgenin birkaç yüz kilometre ötesinde, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde yerleşikler. Birinci Batı Hun devleti orada.
Allemanni’nin İsa’dan sonra beşinci yüzyıldan itibaren, batıya doğru yayılmaya başlayınca karşısında bir başka Germen kavmi olan “Franklar”ı bulduklarını biliyoruz. Günümüz Fransızlarının aslî kavmi sayılan “Franklar”la Allemanni İsa’dan sonra 496 yılında nihai bir muharebede kapışıyorlar. Allemanni yeniliyor, Avrupa hakimiyeti Franklara geçiyor. 496 yılındaki bu savaş modern Avrupa’nın oluşumunda mihenk taşı sayılıyor. Batı Avrupa’ya yeni bir yüz kazandıracak süreçi başlattığı söyleniyor.
Bu yeni yüz, Hıristiyanlıktır. Pagan Avrupa 496’dan itibaren Hıristiyanlaşıyor. Eski Çağdan, Orta Çağ’a geçiyor.
Gelelim, Türklerin aslî unsurlarından birisi olan Hunlara.
Hunlar, Birinci Batı Hun Devletini 496 Allemanni-Frank savaşından yüz yıl kadar önce 374 yılında Macaristan’da kurmuşlar. İlk hükümdarları Balamir Han. Germen kavimleri birbirleriyle savaşadursunlar, Macaristan’da yerleşik batı Hun devleti hanedan değişiklikleriyle, birinci, ikinci Batı Hun devletleri şeklinde iki yüz yıl kadar yaşıyor. 565 yılında yine bir hanedan değişikliği var. Bu defa yine aynı bölgede, bugünkü Macaristan’ın Segedin bölgesinde, Bayan Kağan’ın kurduğu Birinci Batı Apar Devletini görüyoruz. Birinci Batı Apar Devleti de İsa’dan sonra 805 yılına kadar yaşıyor.
Hunlar, Avrupa’da yerleşen tek Türk kavmi değil. Merkezi bugünkü Ukrayna’nın sınırları içinde kalan Pereyaslav ‘da yerleşik bir de Tuna-Bulgar Devleti var ki, 679 yılında Asparuh Han tarafından kurulmuş. Tuna-Bulgar devleti 1018 yılına kadar devam ediyor. Ancak, 864’den itibaren Türklük niteliğini kaybetmiş sayılıyor. Neden, çünkü 864’de resmen Hıristiyan oluyorlar.
Ne var ki, tarih bugünden yarına değişmiyor. “Sıçrama” yapmıyor. Diğer bir deyişle, ilk anayurt olan Orta Asya belleklerde hiçbir zaman tamamen terkedilmiyor; destanlarda, efsanelerde hatta batıl inançlarda sürüyor.
Germen kavimlerinin Tanrıça Ostara efsaneleri gibi, kâinatın, insanın, kadın ve erkeğin yaradılışı, Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş gelişme, çöküş süreçleri, zafer ve yenilgileri gibi konuları anlatan Türk destanları, belleklerden silinmedikleri gibi yeni durumlara uyarlanıyor, yeniden şekilleniyorlar. Tabii ki, tarihî gerçekleri hiçbir zaman doğru biçimde nakletmiyorlar. Kaldı ki, Orta Asya'dan itibaren Avrasya coğrafyası üzerinde uçsuz bucaksız bir alana yayılan Türk kültürü, kaçınılmaz olarak farklılaşıyor. Çeşitleniyor, zenginleşiyor. Ancak… Orta Çağ Avrupası şöyle dursun, günümüzde Asya’da yerleşik yedi Türk cumhuriyetinde (ve çok sayıda özerk toplulukta azınlık olarak) yaşayan Türk kavimlerinin efsane ve destanlarında ilk kaynaktan gelen ortaklık İslâmiyet’ten sonra da sürüyor.
Meselâ, Nevruz. Nevruz hoş bir gelenek olarak İslamiyetten sonra da sürüyor. Hatta, Nevruz geleneklerini kayda geçirenler Onbirinci yüzyılda yaşayan ünlü tarihçi El-Biruni gibi saygın isimler. Ömer Hayyam'ın Nevruzname isimli risalesinde, Nizamül - Mülk'ün Siyasetname’sinde, Firdevsi'nin Şahname’sinde, Alişer Nevai'nin Seddi - İskender’inde ve Büyük Nizami'nin İskendername’sinde Nevruz’dan bir halk bayramı olarak uzun uzun bahsediliyor.
Öte yandan, 374 yılında Avusturya-Macaristan cıvarında kurulan Birinci Hun Devletinin günümüze kadar gelen destanı ünlü Hun-Oğuz destanı. Destanın Hunların İslâmiyet öncesi inançlarını yansıtan ilk hali, 1200’lü yıllarda Uygur harfleriyle kaleme alınmış. İslâmdan sonra 1300’lerde bir kez daha ama bu defa Farsça yazılmış. Bir de 1600’lü yıllarda Ebul Gazi Bahadır Han’ın Türkmenler arasındaki sözlü rivayetlerden ve önceki yazmalardan faydalanarak derlediği çeşitlemesi var.
İslâm öncesi haline göre, Hunların atası Oğuz Kağan, Ay’ın oğlu. Yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel olan bu annesinden ilk sütü emdikten sonra konuşuyor, çiğ et, çorba ve şarap istiyor. Kırk gün içinde büyüyor ve yürüyor. Ayakları öküz ayağı, beli kurt beli, omuzları samur omuzu, göğsü ayı göğsü gibi, vücudu baştan aşağı tüylü.
Bu tarife göre günümüzde hiç de yakışıklı bir erkek sayılmaz ama zamanın güçlü erkeğini tanımlayan unsurlar bunlar.
Oğuz, at sürüleri güdüyor ve avlanıyor. Anlaşılan henüz yerleşik tarıma geçilmemiş. Yaşadığı yerde çok büyük bir orman, ve bu ormanda çok büyük, çok güçlü bir gergedan yaşıyor. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adam. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa karar veriyor; kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını alıyor, ormana giriyor. “Bir geyik avladı ve onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti,” diye sürüyor efsane, “Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti.”
Sonra “Günlerden bir gün Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu. Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz'un bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy (şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı. Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz, daha müren
Güneş bayrak gök kurıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:" Ben Uygurların kağanıyım (niye Uygurların? Çünkü destanı Uygur Türkleri de benimsemişler) Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm".
Destan, “O zamanlarda sağ yanda bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan'a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu” diye devam ediyor, “Oğuz Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan'ın isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ'ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı.” Gök mavi demek. Bahsedilen mavi kurtun bugün Ukrayna’da yaşayan Hıristiyan Gagavuzların – ya da Gök Oğuzların - bayraklarında yer alan mavi kurt başı olduğunu düşünmek heyecan verici!
Mavi Kurt: "Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben senin önünde yürüyeceğim." dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı. Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök yeleli kurdu izleyerek İtil ırmağına geldiler.”
İtil dediği dedikleri Volga. İtil veya İdil, Volga’nın Türkçe adları. Batı Hunların anayurtlarını işaretliyor. Efsane, “Oğuz Kağan'ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı ve böylece karşıya geçtiler.” Diye sürüyor, “Oğuz'un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey'e "Kıpçak" adını verdi.”
Bugünkü Gagavuzya’da Kıpçak adında bir köyün hâlâ ayakta olduğunu hatırlatmadan geçemeyeceğim! Ayrıca, günümüz Kazaklarının atalarının da “Kıpçak”lar olduğu anlatılır. Arkeologlar, Kıpçakların izlerini Sibirya’dan, Rusya’ya ve Avrupa’ya sürerler. İsa’dan iki yüz yıl sonra Atilâ’nın komutasında Avrupa’ya doğru yürüyüşlerine geçerler.
“Gök tüylü gök yeleli kurdu izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan'ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: "Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun." dedi. Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan, ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.”
“Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu”… Türk diyasporasının başlangıcı da bu olsa gerek!
Mitoloji, adı üstünde, esatir yani efsaneler ilmi. Bir kavme ait efsaneler bütünü o halk yeryüzünde silinmedikçe belleklerden silinmiyor. Tüm destanlarda olduğu gibi Hun-Oğuz destanı da bir milletin ortak bilinçaltının istek, beklenti, ve değerlerini anılarıyla birleştirilerek anlatıyor. Ancak, bence daha önemlisi, Türk milletinin kendisine yakıştırdığı nitelikleri, değer verdiği, önemsediği hasletleri belirtiyor. Yiğitlik, güç, binicilik, cengâverlik, sözünün eri olmak, acizlere ve mağluplara merhamet… Bugün bile yadırgamadığımız ortak değerlerimiz.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(VI)
Antropoloji, dünya halklarının adetlerini, ananelerini, efsanelerini, mitolojilerini inceleyen bilim dalı. Antropologlar, inançlar bugünden yarına değişmez, insanoğlunun dünya görüşü “sıçramaz” diyorlar. Kadim efsaneler, halkların belleklerine kazınıyor. Hiçbir zaman tamamen terkedilmiyorlar ama tarihi gelişmeler doğrultusunda yeniden yorumlanıyor, şekil değiştiriyorlar.
Bu bağlamda pagan Avrupa inançlarının Hırıstiyanlığa sızdığı hatta Hıristiyan amentüsünün esaslarını oluşturduğu savunuluyor. İleri sürülen örneklerden birisi İskandinav mitolojisinin tanrıçası Ostara ile bakire Meryem arasındaki benzerlik. İskandinav Nors mitolojisinde Tanrıça Ostara, doğurganlığın temsilcisi. Efsaneye göre, bahar ekinoksunda yani günün geceye eşit olduğu 20-21 Mart’ta, yani Nevruz’da, güneş tanrısından hamile kalıyor, ve oğlunu dokuz ay sonra kış solstisinde yani gecenin en uzun olduğu 21 Aralıkta doğuruyor. Hıristiyan inancına göre, Cebrailin, Meryem’e İsa Mesih’e hamile olduğunu müjdelediği tarih de 25 Mart. Ostara gibi Meryem de oğlunu kış solstisinde doğuruyor: Christmas yortusu, Noel, aynı tarihte: 25 Aralıkta kutlanıyor. Bu örnek, pagan inançlarının Hıristiyan akidesini şekillendirmiş olmasına örnek sayılıyor. Başkaları da var.
Ancak işin bir de diğer yüzü var: pagan efsanelerinin Hıristiyan akidesini şekillendirdiği gibi, Hıristiyan inançları da dönüyor pagan efsanelerini bozuyorlarmış. Öyle ki, mitoloji araştırmacıları Hıristiyan inançlarından etkilenmemiş, özgün öyküler bulmakta zorlanıyorlar.
Pagan Germenlerin yaradılış efsaneleri, “Önce boşluk vardı,” diye başlıyor, “Ve boşluğun adı Ginnungagap’tı.” Bu boşluğun kuzeyinde Niflheim dedikleri sis ve buz ülkesi, güneyinde Muspelheim denilen ateş ülkesi. Sis ve buz ülkesinde Hvergelmir dedikleri bir göze ve bu gözeden beslenen onbir ırmak. Gözeden gelen sular kat kat dondukça bu ırmaklar aysbergler gibi yükseliyor, boşluğun kuzeyini kapatıyorlar. Aynı şelikde, ateş ülkesinden fırşkıran lâvlar da donuyor, böylece oluşan dağlar boşluğun güneyini kapatıyor. Ancak zamanla kuzeydeki buz kütlesi ile güneydeki kızgın lav kütlesi buluşuyor. Buzlar kızgın lâvları soğuturlarken, Ymir isimli bir dev ile Audhumla isimli devasa bir inek biçimlendiriyorlar. İneğin sütü, devin gıdası oluyor. Dev büyüyor, koltuk altlarından buzdan yapılma iki dev daha çıkarıyor. Bunlardan birisi dişi, diğeri erkek. Bu arada Audhumla isimli inek de tuzlu suları yalayarak besleniyor. O kadar çok yalıyor, o kadar çok yalıyor ki, tuzlardan Buri isimli tanrı oluşuyor. Buri’nin Bor isimli bir oğlu oluyor. Bu Bor, modern paganizmin yani Asatru dininin en güçlü tanrısı Odin’in babası. Tek-gözlü tanrı. Niye tek gözlü, çünkü gözlerinden birisini çıkartmış, mitolojik “dünya ağacına” asmış ki, gizli sırları öğrenebilsin, hikmet sahibi olabilsin.
Modern paganizmin olduğuna dikkat çekiyorum çünkü “Asatru” yeryüzünden silinmiş bir inanç değil. Tersine, canlandığı, yeniden geliştiği söyleniyor ve bir iddiaya göre halen Kuzey Avrupa’da sekiz milyonu aşkın gizli Asatruar paganı var. Nitekim, 1966’da Norveç’te, 1973’de İzlanda’da resmi dinlerden birisi olarak kabul edildi.
Daha da yakın bir tarihte 1994’de İzlanda paganlarının yayınladıkları deklarasyon var. Bu deklarasyonda eski adetlerine ve “kültürel miraslarının haysiyetine” sahip çıkmak istediklerini belirttiyorlar: “Bunu eski ya da yeni dinlerin ya başkalarının kültürel mirası pahasına yapacak değiliz. Asatruar ideolojisinde fanatizme ve nefrete yer yoktur. Bizim kadim inançlarımız, hoşgörü, dürüstlük, sadakat, doğaya ve yaşamın her tezahürüne saygı gerektirir. Pagan akidesinin temel ilkesi her insanın kendi davranışından sorumlu olduğudur.” Benzer bir bildiriyi 1996’da Norveç Asatruar’ları, onun ardından İsveç paganları yayınladılar.
Evet. Odin’in iki de kardeşi var: Vili ve Ve. Bilinmeyen bir nedenden ötürü bu üç kardeş, Ymir isimli devi yemeye karar veriyor. Ve öyle yapıyorlar. Gelin görün devden akan kanlar ortalığı sele boğuyor. Nuh tufanı gibi bir selden tek bir karı koca kurtuluyor, diğerleri ölüyorlar. Bunun üzerine Odin ve kardeşleri, devin naaşını boşluğun ortasına çekiyor, cesedinden yer ve gökyüzünü yaratıyorlar. Bu iş bittikten sonra ateş ülkesine dönüyor, oradan aldıkları kıvılcımlarla yıldızları, güneşi ve ayı oluşturuyorlar. Bu iş de bittikten sonra iki kütük buluyorlar. Ve bu iki kütükten de iki insan yaratıyorlar: Birisi Ask ki “kül”demek, diğeri de Embla ki, “karaağaç” anlamına geliyor. İnsanlık, işte bu Kül ve Karaağaçtan türüyor.
Hıristiyanlık önce Germen kavimlerinin yaradılış inançları böyle. Peki, ya İslâm öncesi Türklerin? Bizim en eski Yaradılış Destanımız Altay - Yakut Yaradılış Destanı. Altaylardan ünlü Rus bilim adamı Verbitskiy tarafından derlenmiş. Özetle şöyle:
Yer gök hiç bir şey yokken dünya uçsuz bucaksız sulardan ibaretti. Tanrı Ülgen bu uçsuz bucaksız dünyada durmadan uçuyordu. Göklerden gelen bir ses Tanrı Ülgen'e denizden çıkan taşı tutmasını söyledi. Göğün emri ile oturacak yer bulan Tanrı Ülgen artık yaratma zamanı geldi diye düşünerek şöyle dedi :
Bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım
Bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratayım
Bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım
Su içinde yaşayan Ak Ana, su yüzünde göründü ve Tanrı Ülgen'e şöyle dedi: Yaratmak istiyorsan Ülgen, Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren: De ki hep," yaptım oldu " başka bir şey söyleme. Hele yaratır iken, "yaptım olmadı" deme.
Ak Ana bunları söyledi ve kayboldu. Tanrı Ülgen'in kulağından bu buyruk hiç gitmedi . İnsana da bu öğüdü iletmekten bıkmadı : " Dinleyin ey insanlar, varı yok demeyin. Varlığa yok deyip de, yok olup da gitmeyin."
Tanrı Ülgen yere bakarak : " Yaratılsın yer!"
Göğe bakarak "Yaratılsın Gök!"
Bu buyruklar verilince yer ve gök yaratılmış oluyor.
Tanrı Ülgen bundan sonra çok büyük üç balık yaratıyor. Dünya bu balıkların üzerine konuyor. Böylece gezer olmaktan çıkıyor, bir yerde sabit duruyor. Tanrı Ülgen balıkların kımıldadıklarında dünyaya su kaplamasın diye Mandı şire'ye balıkları denetleme görevi veriyor. Mandı şire, Ülgen’in elçisi sayılıyor.
Tanrı Ülgen, dünyayı yarattıktan sonra tepesi aya güneşe değen etekleri dünyaya değmeğen büyük Altın Dağın başına geçip oturuyor.
“Dünya altı günde yaratılmışdı, yedinci günde ise Tanrı Ülgen uyumuş kalmışdı. Uyandığında neler yarattım diye baktı: Ayla güneşden başka fazladan dokuz dünya, bir cehennem ile bir de yer yaratmıştı.
Sonra günlerden bir gün Tanrı Ülgen denizde yüzen bir toprak parçacığı üzerinde bir parça kil gördü "insanoğlu bu olsun, insana olsun baba." dedi ve toprak üstündeki kil birden insan oldu. Tanrı Ülgen bu ilk insana "Erlik" adını verdi ve onu kardeşi kabul etti. Ancak Erlik'in yüreği kıskançlık ve hırsla doluydu. Tanrı Ülgen gibi güçlü ve yaratıcı olmadığı için öfkelendi.
Tanrı Ülgen, kemikleri kamıştan, etleri topraktan yedi insan yarattı. Yedi insanın kulaklarından üfleyerek can, burunlarından üfleyerek başlarına akıl verdi. Erlik'in yarattığı dünyaya zarar vereceğini düşünerek insanı korumak görevini Mandışire’ye, insanları idare etmek görevini ise May-Tere'ye verdi. May-Tere’yi insanoğlunun başına han yaptı. Vs.”
Altay-Yakut destanının başka çeşitlemeleri de var. İskandinav efsaneleri gibi bunlar da zaman içinde değişikliğe uğruyorlar. Ancak, ilginç olanı, ve bugünkü sohbetimize konu olmalarının nedeni Avrupa’da bu tür efsanelerin son yıllarda büyük rağbet görüyor olmaları.
Doğaya dönüş hareketi adı altında azımsanmayacak bir paganlaşma akımı görülüyor. AFA, Asatru Halk Meclisi (Asatru Folk Assembly) ’nin kısaltılmışı. Meclis, ilk kez ‘70’li yıllardan kuzey Amerika’da toplanmış.
İki yıl kadar önce, 2002 yılında yayınlanan bildirisi “Asatru, Hıristiyanlık öncesi Avrupasının yerli ruhaniyatıdır” diye başlıyor, “Asatru, Germen halklarının Kutsal olanla ve dünyayla, geleneksel ilişki kurma biçimleridir. Asatru, Avrupa yerlilerinin Tarikidir. Amerikan derililerinin, Afrikalıların yerli dinleri olduğu gibi, bizim de yerli bir dinimiz var. Ecdadımıza geçmiş bin yıllarda huzur veren bu din, bugün de bize güç ve ilham verecektir…”
Bildiri, “Asatru, eski İskandinavca bir kelime olmakla birlikte, Germen halklarının bütünü kapsar. Bu bağlamda Avrupa’nın tüm uluslarının derinliklerinde yaşayan ortak inançtır.” Diye devam ediyor.
“İzlanda’dan Rusya’ya, İskandinavya’nın donmuş kuzeyinden Akdeniz’e bin yıl gezmiş olan Germen halklarının çocukları bugün dünyaya yayılmış durumdadırlar.
Kendimize Amerikalı, İngiliz, Alman ya da Kanadalı diyebiliriz. Ancak, bu etiketlerin ardında daha eski, daha asal bir kimlik gizlidir. Atalarımız Angleler, Saksonlar, Lombardlar, Heruli’ler, Gotlar ve Vikingler…onların kız ve erkek çocukları olan bizler birbirimize kan bağıyla ve yılların eskitemediği bir kültürle bağlıyız…”
Bildirinin gerisi şöyle:
“Dünya güzel. Refah güzel. Hayat güzel.
Neş’e ve coşkuyla yaşamalıyız, hayatı…
Ömürlerimizi, yeteneklerimiz, cesaretimiz, gücümüz izin verdiği ölçüde biçimlendirmekte özgürüz…
Alın yazısı yok, kader yok, dışarlıklı bir ilâhın keyfi iradesinin kısıtlamaları yok…
Tüm ihtiyacımız kaderimizi cesaret ve onurla karşılama özgürlüğüdür, kurtarılmaya ihtiyacımız yok…
Atalarımızla ilişkideyiz. Atalarımız bizim parçalarımızdır. Biz de bizden sonra gelenlerin parçaları olacağız…
Yaşayan akrabalarımızla da, ailemizle de, kökleri Avrupa kavimlerinde olan her kadın ve her erkekle de ilişkideyiz
Avrupa kavimleri bizim “büyük ailemiz”dir.
Tabiatla ilişkide, tabiat kanunlarının emrindeyiz.
Kutsal Güçler kendilerini sıkça Tabiat’ın güzelliği ve gücüyle ifade ederler…
Ahlâkın “On Emir”e değil, soylu-zihinleri olan erkek ve kadınların haysiyet ve onuruna bağlı olduğuna inanırız.
Kutsal Güçlerden korkmaz, kendimizi onların köleleri olarak görmeyiz. Tersine Kutsal olanla cemaatimizi ve kardeşliği paylaşırız. Kutsal Güçler bizi gelişmeye daha ileri aşamalara varmaya teşvik ederler…
Kutsal Güçleri Germen/Nors atalarımızdan bize kalan isimlerle onurlandırırız…Mevsim değişimlerini, atlarımızı, İlâhi’yi ve günlük yaşamını sürdüren kendimizi onurlandırır, Asatru ibadetimizi sürdürürüz.
Asatru köklere dairdir. Asatru bağlantıda olmaya dairdir. Asatru, eve dönüştür.
Asatru, atalarımızın yolu. Asatru bizi eve çağırıyor.”
Deklarasyon böyle. Ancak, nostaljik bir hareket olmanın ötesinde bir akım olduğuna ilişkin işaretler var. Devi yiyen Odin ve kardeşlerine, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırım tanrısı Thor’a, Odin’in karısı Frigg’e, barış ve bereket tanrısı Frey’e, aşk ve güzellik tanrıçası Freya’ya efsane yaratıkları olmalarının dışında tapmak şöyle dursun, inanmak mümkün mü?
Anlaşılan, mümkün.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(VII)
Bu yıl Mart’ın üçüncü Cuma’sı ayın 18’ine rastladı. O gün, dünyanın her yerindeki Müslümanlar gibi Amerika Birleşik Devletleri’nin New York şehrinde yaşayan Müslümanlar da Cuma farzını eda etmek üzere bir araya geldiler. Şu farkla ki, sayıları yüz elliyi bulan kadınlı erkekli bu New York grubu, Cuma’yı bir camide ya da mescitte değil, bir katedralde, Manhattan’daki Episkopal Katedrali’nde kıldılar.
Koskoca New York’ta Cuma namazı kılacak başka yer mi kalmadı, Episkopal katedrali niye? diye soracak olursanız, cevabı, evet, başka yer kalmamış; çünkü, bu New York’lu Müslüman kardeşlerimiz Cumayı ille de bir kadın imam kıldırsın istemişler!
Şimdi… meğer ki, dünyada erkek kalmamış olsun, kadın imam duyulmuş şey değil! Nitekim, bu insanların başvurdukları üç cami, bizim kendi imamımız var diyerek, kadın imama yer açmayı reddetmiş. Söz konusu grup bu defa bir resim galerisine başvurmuşlar. Galeri, önce evet namazınızı burada kılabilirsiniz demiş. Sonra da vazgeçmiş, çünkü New York’ta yaşayan diğer Müslümanların tepkisinden ürkmüş. Birkaç yere daha başvurmuşlar, onlar da reddedinde 18 Mart’ta Episkopal Katedrali’nde toplanmışlar. Amina Wadud yani Emine Wadud - isimli kadın imamın önderliğinde Cuma namazlarını kılmışlar.
Bu insanlar ille de bir kadın imam istiyordular ise, niye kendilerine bir mescit ya da herhangi bir başka kapalı alan bulmadılar da, Episkopal kilisesi’nde karar kıldılar diye merak ettiyseniz, haklısınız. Çünkü bizde, malum, hem ibadetin gizliliğini gözetmek esastır, hem de namaz farizası herhangi bir mekânda yerine getirilebilir; camiye dahi ihtiyaç yoktur. Hal buyken, Amina Wadud hanımın önderliğindeki bu insanların Episkopal kilisesi’nde ısrar etmiş olmalarının tek bir nedeni olabilir gibi duruyor: medya. Medyada yer almak istemişler. Nitekim, öyle de oldu. Başta CNN, BBC olmak üzere uluslararası medyada geniş yer aldılar. Amina ya da Emine Wadud hanımla uzun uzun söyleşiler yayınlandı.
Türkiye’den bakınca görülmüyor, meğer, kendi çapında bir şöhretmiş Emine Wadud. Kendisi bir professor. Amerika’nın Virginia Commonwealth Üniversitesinde, Felsefe ve Din Araştırmaları fakültesinde öğretim üyesi. Özgeçmişine daha doğrusu özel yaşamına ilişkin pek bilgi yok, ancak Afrika kökenli bir Amerikalı muhtedi olduğu biliniyor. Hanım, 1990’lı yıllarda “Kur’an ve Kadın: Kutsal Metni bir Kadın Gözüyle Okumak” isimli bir kitap yazmış. Kuranı Kerim bu kitapla ilk kez bir kadın tarafından yorumlanmış oluyormuş.
Hanım, “ilerici Müslüman” olarak tanınıyor. Bu çerçevede, Müslüman toplumlarda kadınların erkekler tarafından baskı altında tutuluyor olmalarının Kur’an emri değil, ataerkil kültürlerin yorum ve uygulamalarının sonucu olduğunu söylüyor. Kuranı Kerimi kadın gözüyle yorumlamasının nedeni, kitaptaki “kadın sesini,” bu kendisinin ifadesi, ortaya çıkarmak istediğini söylüyor.
Öte yandan, Episkopal kilisesinde kadın imamlık Amina Wadud’un ilk çıkışı da değil. Bundan on sene kadar önce 1994 Ağustosunda Güney Afrika’da, Cape Town’da, Claremont Main Road isimli bir camide, yine bir Cuma namazında, okuduğu bir hutbe var. İngilizce okuduğu hutbenin başlığı “Islam as Engaged Surrender” yani – mealen - “Zorunlu Teslimiyet olarak İslâm.” Anladığımız kadarıyla “zorunlu teslimiyet” derken kadınların erkeklere teslim olmalarından bahsediyor. Güney Afrika’daki bu hutbesi epeyce ses getirmiş; hatta ders verdiği Virginia’da yaşayan Müslümanlar, Amina’nın Üniversite’den atılması için imza toplamışlar. Rektöre başvurmuşlar ama tabii, böyle bir şey olmamış.
Ancak, hanımın hocalık ettiği okulun ilginç bir okul olduğu da doğru. Virginia Commonwealth Üniversites, Amerika’nın önde gelen, güzel sanatlar üniversitelerinden birisi olarak biliniyor. İyi tanınan bir tıp fakülteleri var. Bir de Wadud’un ders verdiği Felsefe ve Din Araştırmaları bölümleri iyi tanınıyor. İlâhiyat fakülteleri yok.
Kısaca VCU olarak bilinen Virginia Commonwealth, Amerikanın en eski eğitim kurumlarından birisi. 1693’de, Amerika daha henüz bir İngiliz kolonisiyken, Kral William ve Kraliçe Mary’nin izniyle kurulmuş. Ve tabii Protestan. Ve tabii, diyorum, çünkü İngiliz hanedanı protestan. İngilizlerin tabuları yıkmasıyla ile ünlü kralları VIII. Henry ki kendisi 1491-1547 arasında yaşamıştır, Katolik Roma’ya başkaldıran, kendi ulusal kilisesini Church of England’ı kuran adam.
Church of England, İngiltere Kilisesi, bağımsız bir kilise olup, Amina hanımın Cuma’yı kıldırdığı Episkopal kilisesinin atası. İngiltere Kilisesi ve onun Episkopalciler gibi uzantıları, ilericilikleri, geniş görüşlü olmaları ile tanınırlar. Nitekim, Episkopalciler, 1992’de kadınların rahiplik görevini üstlenmelerine, ayin yönetmelerine izin vermişler, 1994’de uygulamaya koymuşlar. Bu yılın yani 2005’in Ocağında da “Nedi” lakaplı Bavi Edna Rivera isimli, Porto Rico kökenli bir hanımı “piskopos” ilân etmişler. Piskopos Bavi Edna hanımın babası da bir Episkopal piskoposuymuş.
Amina Wadud gibi, Bavi Edna Rivera da 1968 kuşağından. Kadın haklarına sahip çıkan “Nedi” kadınların papaz olmalarına izin verilmesi gerektiğini savunagelmiş. Nitekim, 1976’da dileği kabul edilmiş, papaz olmuş. Yaklaşık otuz yıllık bir “kilise kariyeri”nden sonra piskoposluğa terfi etmiş.
“İmam” Amina Wadud ile Piskopos Rivera’nın böyle bir iklimin çocukları oldukları anlaşılıyor. New York’un Aziz Yahya Episkopal Katedralinin kapılarını Amina Wadud ve cemaatine açmasında hanımın Virginia Commonwealth üniversitesinde hoca olmasının dahli olmuş.
Amina hanım, Princeton, Harvard gibi Amerikanın en medyatik üniversitelerinde verdiği halka açık konferanslarla da tanınıyor. Konferansların sponsoru Woodrow Wilson Kamu İdaresi ve Uluslararası İlişkiler Okulu ile Din Araştırmaları Merkezi. Bu konfranslardan birinde, Ekim 2002’de Princeton’da, verdiği tebliğin başlığı “Cinsiyet adaleti: Kuran’sal Tefsir İlmi ve Sonrasına Geçiş” adını taşıyor. Ayrıca Harvard İlâhiyat Fakültesinin Kadın Araştırmaları bölümünde araştırma görevlisi.
Amina hanımın imamlık girişiminin ciddi tepkilere yol açtığı bir gerçek. İslâm akidesinde bir kadının imamlığının ancak cemaatte erkek yoksa kabul edildiği biliniyor. Ne Hazreti Muhammet, ne dört halife, ne de sonraki dönemde görülmüş. Buna karşın, Amina hanımın çıkışını “ictihat” kabul edenler, hatta özgürleştirici bulanlar da çıkmış.
Meselenin özü de bu kelime de yatıyor: özgürleştirici. Kadınlar açısından özgürleştirici ki, bu bağlamda, Amina Wadud’un imamlığının İslâm’da yeni bir ictihattan çok, yükselmeye devam eden dünya feminist hareketin bir uzantısı olarak ortaya çıkıyor.
Feminizm, bir biçimde hep varolmuş. Ancak, bir dava olarak ele alınması, 1700’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkıyor. Önceleri “kadın sorunu” olarak ele alınıyor. 1689-1762 yılları arasında yaşayan İngiliz yazar The Lady Mary Wortley Montagu feminizmi bayrak edinen ilk ünlü. Lady Montagu’ya çalışmalarında destek veren de “ilerici” bir din adamı, Piskopos Gilbert Burnet. Piskopos Burnet’in İngiltere Kilise’sinin Reform Tarihi isimli bir de kitabı var.
Kadınlar için kurulan ilk bilimsel cemiyet, 1785’de Hollanda’nın Middleberg şehrinde. Aynı yıl kadınlara yönelik ilk popüler bilim dergisinin çıktığı görülüyor. Yasalar önünde eşitliği savunan ilk kitap yine bir İngiliz’den geliyor: Mary Wollstonecraft. 1759-1797. Bayan Wollstonecraft’ın eşi William Goldwin, dönemin önde gelen ateistlerinden. Hatta anarşizmin öncülerinden sayılıyor. 1800’ler kapitalizminim hatta vahşi kapitalizmin kök saldığı yıllar. Hele de İngiltere’de on-beş on-altı saat, gün yüzü görmeden çocuk çocuk çalıştırılmak neredeyse normal sayılıyor. Daha da kötüsü, erkeklerle aynı koşullar altında çalışmalarına karşın, kadınların ücreti erkeklerin ücretinin yarısını bulmuyor. Böyle bir ortamda feminist hareketin hız kazanması normal, nitekim öyle de oluyor.
Reform çağrıları Avrupa’da başlıyor ama Amerika’da şekilleniyor. İlk kadın hakları konferansı 1848’de New York’ta Seneca Falls denilen yerde toplanıyor. İngiltere’deki cinsiyet ayırımcılığına karşı kısaca WSPU diye bilinen Siyasi ve Sosyal Kadın Birliği kuruluyor. Birlik üyeleri seslerini duyarabilmek için, şiddet dahil hemen her yola başvuruyor, hatta açlık grevine gidiyorlar. Çoğu hastalanıyor, vs. vs. Dönemin ünlü feministlerinden birisi 1869 doğumlu meşhur Emma Goldman. Litvanyalı bu hanım, ilk Marksistlerden. Bayan Goldman onbeş yaşında zorla evlendirilmemek için St. Petersburg’dan New York’a kaçıyor. Orada anarşist hareketin içinde yer alıyor. İşsizlerin yanında yer alıyor, doğum kontrol davasını üstleniyor, hatta Amerikan başkanlarından McKinley’e düzenlenen bir suikast girişiminde yer aldığı iddiasıyla bir kaç kez hapse giriyor. Amerikalılar başkan Edgar Hoover’ın kelimeleriyle “Amerikanın en tehlikeli anarşistlerinden birisi” dedikleri Bayan Goldman’ı Rusya’ya geri gönderiyorlar. Orada Bolşeviklere katılıyor, daha sonra İspanya iç savaşına katılıyor, 1940’da Kanada’ya geliyor, orada vefat ediyor.
Feminist hareket 20.yüzyıla kadın hakları konusunda epeyce yol almış olarak giriyor. 1900’lü yılların başlarında epey bir ülkede oy hakkı elde ediyorlar. Başkan Woodrow Wilson, ünlü 14 Madde deklarasyonunda toplumun yarısını teşkil eden kadınlara oy hakkı tanınmıyor olmasını iki yüzlülük olarak nitelendiriyor. Başkanın günümüzde adını taşıyan Woodrow Wilson Kamu İdaresi ve Uluslararası İlişkiler Okulu ile Din Araştırmaları Merkezi, Amina Wadud’un konferansları sponsor ederken, geleneğine sadık kaldığını gösteriyor.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askere giden erkeklerden boşalan işleri kadınlar devralıyor, böyle hem fabrika işçiliği, yöneticilik gibi mesleklerde erkekleri aratmayacaklarını kanıtlamış, hem de eşit işe-eşit ücret disturunu hayata geçirmiş oluyorlar.
1960’lı yıllarda yeni bir ivme kazanan feminist harekete “ikinci dalga” deniyor. Avrupa ve Amerika’da ikinci dalga feministlerin birinci meseleleri kadının bedenini istediği gibi kullanma hakkı. Bu öncelikle kadınların cinsel özgürlüğü, ardından doğum kontrol uygulaması ve çocuk aldırma hakkı anlamına geliyor. Feministlerin bu iki meseledeki hedefleri Kilise. Özellikle de Katolik ve Ortodoks kiliseleri doğum kontroluna ve çocuk aldırmaya karşı olunca, çatışma kaçınılmaz oluyor.
“İkinci dalga” feministleri 1970’li yıllardan itibaren kilisenin kadınları dışarda bırakan yapılanmasını sorgulamaya da başlıyorlar.
“Eğer bir kadın İsa’yı cinsiyeti nedeniyle temsil edemiyorsa,” yani İsa’nın kilisesinde papaz olamıyorsa, “o halde İsa’nın çarmıha gerilmesi ve yeniden dirilmesi kadınların dışında ve dolayısıyla kadınları ilgilendirmeyen bir olaydır ki, İsa tüm insanlığın peygamberi olduğuna göre burada bir yanlış var” şeklinde bir argüman geliştiriyorlar. Kadınların papazlığa kabulu en az Amina Wadud’un imamlığı kadar tartışmalı bir olayken, yüzlerce örgüt kuruluyor, bu konuda mücadele etmeye başlıyor.
Örgütlerden birisi Amerikan Katolik Kadınların Papazlığa Kabul Konfederansı – WOC. Amerikalı katolik hanımlar, hedefleri doğrultusunda çalışadursunlar, daha 1975 yılında Ludmilla Yavorova isimli bir hanımın cüppe giymiş olduğu ortaya çıkıyor!
Ludmilla Yavorova, Çekostovakyalı bir Katolik! Meğer, Hıristiyan mezheplerinin en tutucusu olarak bilinen Roma Katolik Kilisesi, hanımın papaz olmasına izin vermiş! Hanım, yirmi beş yıldır Koynotes diye bilinen bir yeraltı kilisesinde papazlık yaparmış. Kilise niye yeraltında diye soracak olursanız, çünkü Yavorova’nın cüppe giydiği 1970’de Sovyetler Birliği henüz yıkılmamış, ne katolik ne de diğer kiliselerde açık ibadet mümkün değil. Bu nedenle kiliseler, yeraltından hizmet veriyorlar. Yavorova hanımın papazlığının ‘90lı yılların başına kadar gizli kalmasının nedeni de bu.
Berlin duvarının yıkılması ve onu izleyen değişim, Orta Avrupa’da fırtına gibi eserken, yeraltı kiliseleri de açığa çıkıyorlar. Ve görülüyor ki, 1960’lardan itibaren bu kiliselerde hem evli erkekler hem de kadınlar papaz cüppesi giyinmişler ki, her iki durum da Katolik akidesine tümüyle aykırı. Dahası, Yavorova hanımın papazlığı kendinden menkul de değil. Bölgeye Vatikan tarafından atanmış Roma Katolik Piskoposu Davidek tarafından onaylanmış.
Haber 1991 sonunda New York Times gazetesinde, Amina Wadud hanımın imamlığına benzer bir biçimde patladığında, Amerikalı katolik hanımlar derhal küçük bir komite örgütleyip, Çekostovakya’ya uçuyorlar. Prag’a, oradan Brno’ya geçiyor, hanım papazla tanışıyorlar. Amerika’ya davet ediyor. Amaçları, bir örnek teşkil eden Çek hanımın tanınmasını, kadın rahipliğe giden yolu hızlandırmaya yardımcı olmasını sağlamak. Yavorova, davete altı yıl direniyor. Sonunda 1997’de Washington’a iki haftalığına geliyor, öyküsünün kitaplaştırılmasını kabul ediyor. Rahip Yavorova’nın söylediklerini kaleme alan Amerikalı katolik hanım, papaz olmak isteyen bir hanıma, ancak bir hanım papazın örnek olabileceğini belirtiyor. Kadınların Tanrı ile olan diyalogları erkeklerin diyaloglarından farklı oluyormuş. Kadınlar, ibadete bambaşka bir derinlik getiriyorlarmış.
Emine Wadud’a gelince: 58 yaşında. 1960’lardan sonra güçlenen “ikinci dalga” Amerikan feminizminin ikliminde yetişmiş, feminist kuruluşların ve sempatizanlarının desteğini almış bir almış bir hanım. Yaşadığı ortamın mümbitliğine karşın, feminist ilk ilhamını Arap Feminist Hareketi’nin babası olarak bilinen Mısırlı fıkıh alimi Kasım Amin’den aldığını söylüyor. Kasım Amin 1863-1908 yılları arasında yaşamış. Mısır Ulusal Hareketi’nin ve Kahire Üniversitesinin kurucusuymuş. İlk Arap feministi olduğu kabul edilirmiş . 1899’da Tahrir el-Mar’a, mealen Kadınların Özgürleşmesi isimli bir kitap yazmış. Erkeklerin birden fazla evleniyor olmalarını, peçeyi, kadıların haremde saklı tutulmalarını İslâmi-olmadıkları, hatta İslam’ın sahici ruhuna ters düştükleri gerekçesiyle eleştirmiş. Soylu Arap kadınlarının “kölelerden beter bir durumda, kendi evlerinde esir tutulduklarını” anlatarak, bu konumdaki annelerin sağlıklı çocuklar yetiştirmelerinin de pek mümkün olmadığını anlatmış.
Kasım Amin ya da Emin’in İslâm ve Arap dünyasındaki kadın siyasi hareketlerinin üstüne büyük etkisi olduğundan, bugün dahi okunup üzerinde tartışıldığından bahsediliyor. Mısır’daki kadın yayın organları, 1892’den bu yana Kasım Amin’in ileriye sürdüğü konularda yazarlarmış. Avrupa çıkışlı feminist dergiler, Mısır, Suriye ve Lübnan’da okunur, Avrupalı feministlerin düşüncelerinin Orta Doğu’da uygulanabilirliği tartışılırmış.
Amina Wadud bir söyleşisinde kendisinin bir “post-modernci” olduğunu, girişiminin İslâm’ın post-modern dirilişi ile ilgili olduğunu söylüyor. Post-modernite’den kasıt, geçmişi yeniden irdelemek, geçmişin üzerinde yeniden düşünüp, çoğulcu ve dinamik geleceğe uyarlamakmış. “Ben İslâm’ın ve Müslümanların bu sürece katılmış olduklarını düşünüyorum,” diyor, “Yaşanan sürecin postmodern olduğu doğru ancak yaşanan sürecin bilinçli olarak tanımlanıp tanımlanmadığı başka mesele.”
Bayan Wadud, bir başka söyleşisinde de en büyük arzularından birisinin bir gün Istanbul’da, Sultan Ahmet’te kılınacak birCuma namazına imamlık etmek oluğunu da söylemiş.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(VIII)
Bugün sizlere 2005 yılının Mart’ında İslâm dünyasına da “kadın imamlığı” şeklinde sıçradığı anlaşılan evrensel bir gelişmeden söz etmek istiyorum: kitaplı dinlerde geleneksel olarak erkeklerin deruhte ettikleri rahiplik, imamlık gibi görevlere kadınların da talip olmaları ve üstlenmeleri ile şeklindeki gelişme. İslâm’da bir kadının imamlığının ancak cemaatte erkek yoksa kabul edildiği malum. Meğer ki, cemaatte erkek olmasın, kadının imamlığı ne Hazreti Muhammet, ne dört halife, ne de sonraki dönemde görülmüş. Buna karşın, Prof. Amina Wadud isimli Afrika kökenli bir Amerikalı hanım, 18 Mart’ta üstelik bir kilisede, New York’daki Episkopal Katedralinde 100-150 kişilik bir gruba Cuma namazı kıldırıyor ve hayattaki en büyük emelinin İstanbul’da, Sultan Ahmet camiinde imamlık etmek olduğunu söylüyor.
Hıristiyanlığın Katoliklik, Ortodoksluk gibi asli mezheplerinde de, kadınlar Kilise hiyeraşisinde yer almıyorlar. Buna karşın daha 1970’li yıllarda, Hıristiyan mezheplerinin en tutucusu olarak bilinen Roma Katolik Kilisesi’nin Ludmilla Yavorova isimli bir Çekostovakyalı hanıma rahip cüppesi giydirdiği görülüyor. Katolik akidesine tümüyle aykırı olan bu durumu kutsayan da, bölgeye Vatikan tarafından atanmış olan Roma Katolik Piskoposu Davidek’in ta kendisi.
İngiltere Kilisesi’nin bir uzantısı olan Episkopalciler de 1992 yılında kadınların cüppe giymelerine, ayin yönetmelerine izin vermişler, 1994’de ilk kadın Episkopal rahipler göreve başlamış. Bu yılın yani 2005’in Ocağında “Nedi” lakaplı Bavi Edna Rivera isimli, Porto Rico kökenli bir hanım “piskopos” ilân edilmiş. İşin ilginç yanı, Piskopos Bavi Edna hanımın babası da bir piskoposmuş. Ve uzun yıllar, kadınların kilisede görev almalarına karşı çıkmış, 1976 yılında kızı rahip cüppesini giyerken yapılan törene gelmeyi reddetmiş. Aradan otuz yıl geçmiş. Piskopos baba zamanın değiştiğini, kilisenin de değişmesi gerektiğini düşünerek kızına destek vermiş, piskopos olmasına yardım etmiş.
Oysa, “Sessiz durmalı kadın kilisede,” diyor Hazreti İsa’nın sevgili havarisi Aziz Pavlus, “Arkalarda, göze batmayacak bir yerde oturmalı. Varsa öğrenmek istediği bir şey, eve saklamalı ve evde kocasına sormalı. Kadın sesinin kilisede çınlaması aşağılık bir iştir…” Aziz Pavlus şöyle devam ediyor, “Kilisede başını da örtmelidir kadın. Erkeğin örtmesi gerekmez. Çünkü, erkektir Tanrı’nın görüntüsü ve Tanrı’nın görkemini erkek simgeler. Kadın, erkeğin görkemini yansıtandır. Çünkü, erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır…”
Havari Pavlus’un hükmü açık! Bu hükme göre, kadınların kilise bırakın ayin yönetmeyi, cemaatle birlikte oturmaları bile kurallarla tanzim edilmiş. Peki, ne oldu, işler kadınların piskopos olmalarına kadar geldi?
“Avrupa için İsa” isimli, bir misyonerler derneği var. 2002 yılında Norveç’in Oslo şehrinde mukim Oyvind Kleiveland isimli bir vaiz ve eşi Kristin önderliğinde kurulan bu derneğin Eylül 2004 yılında yayınladığı “Avrupa’nın hikâyesini rakamlar anlatıyor” başlıklı bildirisi “Ruhani bağlamda, Avrupa dehşet verici bir çöküntüde” tesbitiyle başlıyor. “Harabatı gösteren rakamları” açıklıyor.
Avrupa (ve dünyanın geri kalan bölgelerinde) İsa’nın mesajını tebliğ etmek için kurulduğunu söyleyen, mümkün olan her yerde kampanyalar, seminerler organize edeceklerini, Hıristiyanlığı destekleyecek faaliyetlerde bulunacaklarını açıklayan Avrupa için İsa derneği, en önemli hedeflerinin manevi perişanlığı yaşadığını söyledikleri Avrupa ülkeleri olacağını vurguluyor.
Derneğin Avrupa’da yaşanan perişnlığa örnek gösterdiği ilk Avrupa ülkesi, Hollanda: “Hollandalıların kilise ile olan ilişkileri öylesine azaldı ki, terk edilmiş kilise binaları yetkililer için bir sorun teşkil eder hale geldi,” diyor, “Geçen on altı yıl içinde Amsterdam’daki Katolik kiliselerinin sayısı hızla düşerken, papaz sayısı 112’den 35’e indi. Bir araştırmaya göre, Hollandalıların yarısı Paskalya’nın ne anlama geldiğini bile bilmiyor.” Hollanda’ya ilişkin gözlemlerini, Almanya takip ediyor.
“Almanya’da kiliseye gidenlerin sayısı en iyi ihtimalle toplam nüfusun yüzde üçü ve bunlardan ancak yüzde ikisi inançlı olduklarını söylüyorlar.” Avrupa için İsa misyonerlerinin Almanya’daki Uluslararası Misyon Heyetinden öğrendiklerine göre, Düsseldorf’daki Luteran ve Katolik kiliselerine gidenler, altmış beş yaşının üstündeki yaşlılarmış ve sayıları otuzu geçmiyormuş. İnsanlar, binalar ısıtılamadığı için ayin süresinde paltolarını çıkaramıyorlarmış. “Kiliseler manen ve maddeten soğuk”muşlar.
Öte yandan, sarsılmaz bir biçimde Roman Katolik olduğu söylenen İtalya’da, son on yıl içinde Kilise’nin giderek zayıfladığı görülmüş. Roma’da bile halkın ancak dörtte biri ayinlere katılıyorlarmış. Ve on bir-on beş yaşlarındaki gençlerin yüzde altmışı hayatlarında bir kez olsun kiliseye gitmemişler. Aynı şekilde Katolik bir ülke olduğu düşünülen 57 milyon nüfuslu Fransa’da 43 milyonun kilise bağlantısı yokmuş. Nüfusun ancak yüzde altısı Hıristiyanlığı yaşadıklarını yani ibadetlerini aksatmadıklarını beyan ediyorlarmış.
Büyük Britanya’da, hem Katolik kilisesi, hem de İngiltere Kilisesi (Church of England) 1970’den bu yana inişe geçmişlermiş. 2005 yılı itibariyle kendilerine “Hıristiyan” diyenlerin toplam nüfusa oranlarının yüzde on ikiyi geçmiyeceği hesaplanıyormuş. İskoçyalı Baptistlerin sayısı son elli yılda yüzde yirmiden fazla bir düşüş göstermiş.
On milyon nüfuslu minik Belçika’daki (evangelistler) olarak bilinen İncil vaizlerinin sayıları toplamın binde dördü kadarmış. Ülkedeki Yahudilerin toplam nüfusa binde dördü geçmezken, ateist olduklarını söyleyenlerin oranı 7.7’yi bulmuş. Ülkedeki Müslümanların toplama oranları ise yüzde 3’müş.
Avrupa için İsa misyonerleri, “Belçika Katolik bilinir ama Kuzey Belçika’da bir gazetenin yaptığı araştırmaya göre, kendilerine Katolik diyenlerin sayısı yüzde otuzaltıyı geçmiyor. Kiliseye giden Belçikalıları nüfusun yarısını bulmuyor, ayrıca dinsiz olduklarını söyleyenlerin oranı yüzde on biri buluyor” diye yakınıyor. Avusturya’da durum daha da vahimmiş. İspanya’daki Hıristiyanların sayısı ise Mısır’daki Hıristiyanlardan daha fazla değilmiş!
Durum böyle olunca, “Avrupa için İsa” misyonerlerine harekete geçmek farz olmuş. Kutsal Kitabın Yeni Ahit’inin “Efesoslulara mektup” suresinin 4. Bab-ı uyarınca göreve koşmuşlar. Bahis konusu surede Hazreti İsa’nın başta kendisinin “Allah’ın oğlu olduğu” şeklindeki Hıristiyan inançlarının yayılması, halkların gafletten kurtulmaları için inananları resul, peygamber, ya da incil vaizi sıfatıyla göreve çağırdığı yazmaktadır. Avrupa İçin İsa misyonerleri bu çağrı doğrultusunda, söz konusu ülkelerde yaşayan her inananı bir İncil vaizi olarak eğitmek görevini üstleniyorlar. Böylece, Hıristiyan öğretisi, bu konuda başarılı olmadıkları görünen resmi papazlara yani kiliselere terk edilmeyecek, her Avrupalı inananın aynı zamanda bir İncil vaizi olarak hizmet verebilecek şekilde donatılması sağlanacaktır.
Dikkat buyurulursa, bu evangelist ya da İncil vaizleri yetiştirme hareketinin iki hedefinden birisi Hıristiyanlığı başarısızlığı apaçık ortada olan yerleşik kilisenin resmi yapılanmasının dışına taşımak; ikincisi, onlarca mezhep ve tarikatı Hıristiyanlığın ortak nassının yani Allah’ın oğlunun çevresinde birleştirmek. Mezheplere ortak inançlardan yaklaşıyor, ayrıntı saydıkları farklılaşmaları gözardı ediyorlar. Ve hepsinden önemlisi “her inananı bir İncil vaizi olarak donatmak” hedefi doğrultusunda, kadınları dışlamak şöyle dursun, baştacı ediyorlar. Dindar feministler resmi kiliselerde rahipliğe kabul edilmek mücadelesi verirlerken, İncil vaizleri kadınları evangelist olarak yetiştirmeyi iş ediniyorlar.
Dr.T.L.Osborn isimli bir vaizin “Ben bir kadın olsaydım” başlıklı elden ele dolaşan bir vaazı var. “Bundan iki bin yıl önce İsa Mesih kendisine inanan her erkek ve her kadına koşulsuz kurtuluş sağladı” diye başlıyor, “Buna karşın artık démodé olmuş kilise geleneği, kadınların İncil’i öğretmelerini, İncil hakkında vaaz vermelerini yasaklıyor. Ben bir kadın olsaydım,” diye sürdürüyor, Dr. Osborn, “Ben bir kadın olsaydım, İsa’nın benim için çile çektiğine güvenir, kurtuluşumu ona emanet eder, O’nun emirleri doğrultusunda hareket ederdim. Beni İsa için tanıklık etmekten alakoyan hiçbir doktrin, öğreti ya da kültürel geleneğe boyun eğmez; bana emrettiği gibi, kendisinin temsilcisi, elçisi ya da işbirlikçisi olarak her mevki ve her yerde çalışırdım.”
Osborn’un bildirisi, “Kadınların erkekler tarafından manipulasyonu yüzlerce yıldan beri süregelmektedir. Kadınları baskı altına almayan, değersiz, ikinci sınıf vatandaşlar olarak görmeyen hiç bir din yoktur” diye sürüyor, “Dininiz ne olursa olsun, eğer bir kadınsanız, kadınları aşağılayan doktrin ya da dogmayı anlamış, hissetmiş ve boyun eğmiş olmalısınız. Oysa, Mesih’in mesajı açıktır: İsa’ya inandığını ilân edenin günahları tamamen affedilir. Erkekler gibi kadınların da günahları silinir, hiç işlenmemiş gibi olur.”
İsa, cinsiyet, ırk ya da renk ayırımı gözetmeden müridlerine dünyaya açılmalarını ve rastladıkları her yaratığa İncilden bahsetmeleri emretmiş. Vaiz Osborn, “Yahudilerin erkek egemen toplumlarında İsa’nın bu emri bir devrim niteliğindeydi!” diyor, “Kadınların mahkemede bile tanıklık edemedikleri bir dünyada İsa, kadınlardan kendisine tanıklık etmelerini istedi. Tanıklıktan kasıt, kadınların vaaz vermeleri, hocalık etmeleri, konuşmaları, anlatmaları, göstermeleri, mucizeler yaratmaları, İsa’nın dirilişine ve göğe yükselişine delil göstererek savunmalarıdır. İsa bu görevi hem kadınlardan hem de erkeklerden ister.” Kaldı ki, İsa’nın dirildiğini ilk gören bir kadındır diye ekliyor: Maria Magdelene. Şu halde, İsa Mesih erkekle kadına eşdeğer verir. Tanrı’nın ezelden beri arzuladığı onları yana çalışır, yaşar, sever, oynar görmektir. Kadını asla erkeğin kölesi ya da hizmetçisi olarak yaratmamıştır.”
İncil vaizi Osborn’un konuşması böyle sürüyor.
Kiliselerde kadınların cüppe giyinmeleriyle sonuçlanan hareketin arkasındaki itici gücün feminist hareket olduğu anlatılıyor.
Feminizm, bir biçimde hep varolmuş. Ancak, bir dava olarak ele alınması, 1700’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkıyor. Önceleri “kadın sorunu” olarak ele alınıyor. 1689-1762 yılları arasında yaşayan İngiliz yazar The Lady Mary Wortley Montagu feminizmi bayrak edinen ilk ünlü. Lady Montagu’ya çalışmalarında destek veren de “ilerici” bir din adamı, Piskopos Gilbert Burnet. Piskopos Burnet’in İngiltere Kilise’sinin Reform Tarihi isimli bir de kitabı var.
Kadınlar için kurulan ilk bilimsel cemiyet, 1785’de Hollanda’nın Middleberg şehrinde. Aynı yıl kadınlara yönelik ilk popüler bilim dergisinin çıktığı görülüyor. Yasalar önünde eşitliği savunan ilk kitap yine bir İngiliz’den geliyor: Mary Wollstonecraft. 1759-1797. Bayan Wollstonecraft’ın eşi William Goldwin, dönemin önde gelen ateistlerinden. Hatta anarşizmin öncülerinden sayılıyor. 1800’ler kapitalizminim hatta vahşi kapitalizmin kök saldığı yıllar. Hele de İngiltere’de on-beş on-altı saat, gün yüzü görmeden çocuk çocuk çalıştırılmak neredeyse normal sayılıyor. Daha da kötüsü, erkeklerle aynı koşullar altında çalışmalarına karşın, kadınların ücreti erkeklerin ücretinin yarısını bulmuyor. Böyle bir ortamda feminist hareketin hız kazanması normal, nitekim öyle de oluyor.
Reform çağrıları Avrupa’da başlıyor ama Amerika’da şekilleniyor. İlk kadın hakları konferansı 1848’de New York’ta Seneca Falls denilen yerde toplanıyor. İngiltere’deki cinsiyet ayırımcılığına karşı kısaca WSPU diye bilinen Siyasi ve Sosyal Kadın Birliği kuruluyor. Birlik üyeleri seslerini duyarabilmek için, şiddet dahil hemen her yola başvuruyor, hatta açlık grevine gidiyorlar. Çoğu hastalanıyor, vs. vs. Dönemin ünlü feministlerinden birisi 1869 doğumlu meşhur Emma Goldman. Litvanyalı bu hanım, ilk Marksistlerden. Bayan Goldman onbeş yaşında zorla evlendirilmemek için St. Petersburg’dan New York’a kaçıyor. Orada anarşist hareketin içinde yer alıyor. İşsizlerin yanında yer alıyor, doğum kontrol davasını üstleniyor, hatta Amerikan başkanlarından McKinley’e düzenlenen bir suikast girişiminde yer aldığı iddiasıyla bir kaç kez hapse giriyor. Amerikalılar başkan Edgar Hoover’ın kelimeleriyle “Amerikanın en tehlikeli anarşistlerinden birisi” dedikleri Bayan Goldman’ı Rusya’ya geri gönderiyorlar. Orada Bolşeviklere katılıyor, daha sonra İspanya iç savaşına katılıyor, 1940’da Kanada’ya geliyor, orada vefat ediyor.
Feminist hareket 20.yüzyıla kadın hakları konusunda epeyce yol almış olarak giriyor. 1900’lü yılların başlarında epey bir ülkede oy hakkı elde ediyorlar. Başkan Woodrow Wilson, ünlü 14 Madde deklarasyonunda toplumun yarısını teşkil eden kadınlara oy hakkı tanınmıyor olmasını iki yüzlülük olarak nitelendiriyor. Başkanın günümüzde adını taşıyan Woodrow Wilson Kamu İdaresi ve Uluslararası İlişkiler Okulu ile Din Araştırmaları Merkezi, Amina Wadud’un konferansları sponsor ederken, geleneğine sadık kaldığını gösteriyor.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askere giden erkeklerden boşalan işleri kadınlar devralıyor, böyle hem fabrika işçiliği, yöneticilik gibi mesleklerde erkekleri aratmayacaklarını kanıtlamış, hem de eşit işe-eşit ücret disturunu hayata geçirmiş oluyorlar.
1960’lı yıllarda yeni bir ivme kazanan feminist harekete “ikinci dalga” deniyor. Avrupa ve Amerika’da ikinci dalga feministlerin birinci meseleleri kadının bedenini istediği gibi kullanma hakkı. Bu öncelikle kadınların cinsel özgürlüğü, ardından doğum kontrol uygulaması ve çocuk aldırma hakkı anlamına geliyor. Feministlerin bu iki meseledeki hedefleri Kilise. Özellikle de Katolik ve Ortodoks kiliseleri doğum kontroluna ve çocuk aldırmaya karşı olunca, çatışma kaçınılmaz oluyor.
“İkinci dalga” feministleri 1970’li yıllardan itibaren kilisenin kadınları dışarda bırakan yapılanmasını sorgulamaya da başlıyorlar.
“Eğer bir kadın İsa’yı cinsiyeti nedeniyle temsil edemiyorsa,” yani İsa’nın kilisesinde papaz olamıyorsa, “o halde İsa’nın çarmıha gerilmesi ve yeniden dirilmesi kadınların dışında ve dolayısıyla kadınları ilgilendirmeyen bir olaydır ki, İsa tüm insanlığın peygamberi olduğuna göre burada bir yanlış var” şeklinde bir argüman geliştiriyorlar. Kadınların papazlığa kabulu en az Amina Wadud’un imamlığı kadar tartışmalı bir olayken, yüzlerce örgüt kuruluyor, bu konuda mücadele etmeye başlıyorlar.
Ve ilginç bir şekilde, anarşist Marksist Emma Goldman’ın feministliği, Katolik Ludmilla Yavorova ve Episkopal Bavi Edna Rivera’nın Piskoposluğu ile birleşiyor; böylece yaratılan iklim Afrika kökenli bir Amerikalı müskümanın Kur’anı kadın gözüyle yeniden tefsir etmesi ve imamlığını ilân etmesini getiriyor. Rivera’nın piskopo babasının söylediği gibi dünya gerçekten de değişiyor gibi görünüyor. Peki direnenler yok mu? Elbette var. Ortodokslar, özellikle de Rus Ortodoks kilisesi direnmeye çalışıyor.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
((IX)
Kadından rahip olur mu, piskoposluğa, başpiskoposluğa atanabilirler mi? Günümüz Hıristiyan dünyasının önde gelen meselelerinden birisi bu!
Geçenlere vefat eden Papa İkinci John Paul’un kadınların cüppe giyinmelerinin söz konusu olamayacağını söyleyerek konuyu kapatmış olması normal, çünkü, malûm olduğu üzere Papalık, İsa’nın havarilerinin sülbünden geldiği kabul edilen bir kurumdur. Ve Hırisitiyan öğretisinde kadının yeri kilisenin sessiz bir köşesinde sessizce oturmaktan ibarettir.
Bakın, İkinci John Paul’un atası Havari Pavlus kadının konumunu nasıl tamamlar: “Sessiz durmalı kadın kilisede. Arkalarda, göze batmayacak bir yerde oturmalı. Varsa öğrenmek istediği bir şey, eve saklamalı ve evde kocasına sormalı. Kadın sesinin kilisede çınlaması aşağılık bir iştir…Kilisede başını da örtmelidir kadın. Erkeğin örtmesi gerekmez. Çünkü, erkektir Tanrı’nın görüntüsü ve Tanrı’nın görkemini erkek simgeler. Kadın, erkeğin görkemini yansıtandır. Çünkü, erkek kadından değil, kadın erkekten yaratılmıştır. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır…”
Ve şöyle devam eder: “Kim, nasıl bulsun bir iffetli kadın? Varsa öyle bir kadın, ederi kat kat fazladır yakutlardan. Öyle bir kadın ki, kocasının yüreğini emanet etmesinde tehlike yoktur ona.
Bir kadın ki, gönlünü kazanmak için uğraşması gerekmez kocasının.
Bir kadın ki, ömrünün her gününü kocasına iyilik yaparak geçirir, kötülüğe geçit vermez.
Yün bulur, keten bulur ve isteyerek çalışır elleriyle. O kadın ki, bir ticaret gemisi gibidir; uzaklardan erzak taşır eve.
Öyle bir saattir ki uyandığı, vakit henüz gecedir ve o kadın o saatte ev halkına et dağıtır.
Bir tarla düşünür, satın alır ve ellerinin emeğiyle bir bağ yetiştirir. Belini güçlendirir, kollarını kuvvetlendirir. Ürettiği malın iyi olduğunu bilir ve mumu gece de sönmez. Ellerini iğnin üzerinde tutar ve onun elleridir saran örekeyi. O eller, fakirlere de uzanır. Evet, kadın ellerini uzandırır yoksullara.
Kendisine işli örtüler yapar, mor ipekten giysiler dokur. Ve kocası itibar görür otururken şehir meydanında ileri gelenleriyle ülkesinin.
O kadın en iyisinden keten sokur ve satar ve tacirlere kuşak götürür. Kendi giysileri ise onun gücü ve onurudur.
Ve gelecekte gülecektir o kadının yüzü.
Ağızını yanlızce akıllı sözler söylemek için açar ve dili nezaketin dilidir.
Tembellik ekmeğinden yemez o kadın. Evine iyi bakar. Her sabah çocukları uyandıklarında “kutsal” derler ona.
Böyle bir kadını kocası da beğenir.
Ellerinizin emeğinde o kadına da pay verin. Bırakın o da tanınsın şehirde yaptığı işlerle.”
Kutsal Kitap, kadının konumunu böyle tanımlamış. Hal buyken, müteveffa Papa İkinci John Paul’un kadınınların cüppe giymelerini onaylaması düpedüz “günah” olurdu – diye düşünüyor insan!
Ne ki, anlaşılan İncil’in derlendiği asırlardan bu yana suyun altından çok sular geçmiş. Hatta, Papa’nın “yanılmazlık” niteliği bir sorulanır olmuş ki, Vatikan’ın kutsal otoritesi ne derse dersin, kadınların cüppe giymeleri meselesi kapanmamış ve kapanmıyor.
Bir kere Katolik kardinallerinin arasında düşünce farklılıkları var. Bazıları papanın haklı olduğunu savunurken, diğerleri papanın karşısında yer alıyorlar. Fikir ayrılığı, Katolik cemaatine de sıçramış durumda. Özellikle de Amerikan Katolikleri, kadınların cüppe giyinmesine izin verilmesini istiyorlar ki, bu kilise kurallarının ve papanın hükmünün geçersiz sayılması anlamına geliyor.
Geçtiğimiz aylarda Associated Press isimli haber ajansının yaptığı bir ankete göre, müteveffa Papa, Amerika’da pek sevilir ve sayılırmış. Tarihe en sevilen papalardan biri olarak geçeceği de belliymiş. Ancak, bu durum, Vatikan ile Amerikan Katolik Cemaatinin arasındaki düşünce farklılıklarını ortadan kaldırmaya yetmiyormuş.
Peki, Amerikan Katollikleri ne istiyorlar diye baktığımızda, iki talebin öne çıktığını görüyoruz: bir, kadınların papaz olmalarına, iki, erkek papazların evlenmelerine izin çıkması ki, bu da ruhbanlıkta mücerretliği, yani bekârlığı, şart koşan Katolik akidesine aykırı.
Durum bu kadar açıkken, Amerikan Katolik Cemaatinin nasıl olup da bunca ısrarlı olabildiğine gelince: sorunun cevabı “demokrasi.”
İmanın demokrasisi olur mu? Demokrasi asıl inanç alanında olur diye cevap veriyor, vicdan özgürlüğünden söz ediyorlar. Dahası, “katılımcı demokrasi” Katolik cemaatin Vatikan’ın fetvalarına katılımını da getiriyormuş.
Öte yandan, demokrasi, kamuoyu yoklaması gerektiriyor. Rakamsız olmuyor. Az önce sözünü ettiğimiz Associated Press araştırmasına göre, Amerikan Katolik cemaatinin yüzde 63’ü gibi büyük çoğunluğu inananların düşüncelerinin Vatikan kararlarında etkili olması gerektiğini söylüyorlar. Bunların yüzde 82’si ise kuralların gevşetilmesinden yani kadınların papaz olamalarından, erkek papazların evlenmelerinden yanalar. İşin ilginç yanı, aynı yüzdeler Katolik olmayan Amerikalılar için de geçerli.
Yani, Amerikalıların yüzde 62’si Katolik, Protestan, Ortodoks, Müslüman ya da bir diğeri, hangi din olursa olsun, inananların dini kuralların belirlenmesinde söz sahibi olması gerektiğini düşünüyor. Ve yine %82 gibi ezici bir çoğunluğu Katolik, Protestan, Ortodoks, Müslüman akidesinin cemaatin tercihleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesinden yana.
Dünyadaki toplam Katolik nüfusunun bir milyar olduğu tahmin ediliyor. Bunlardan sadece 65 milyonu Amerikalı. Buna karşın Vatikan üzerinde sayılarıyla kıyaslanamayacak etkileri olduğundan bahsediliyor. Yani, Amerikan Katolik cemaatinin büyük çoğunluğu kadınların papaz olmaya hakları olduğunu düşünüyorsa, Vatikan, bu demokratik talebe önünde sonunda boyun eğecektir anlamına geliyor. Aynı durum, papazların evlenmelerine izin verilmesi hususunda da geçerli. İkinci John Paul’dan sonra seçilecek olan papanın daha bir liberal olmasının bekleniyor olmasının nedeni de bu.
Gelişmelere dini öğretiler açısından baktığımızda, kuralların inanların istekleri doğrultusunda değişmesinin,dini doktrinlerin yeniden “yorumlanması” anlamına geldiğini görüyoruz. Kadınların papaz olmalarına izin verilmesi ya da papazların evlenebilmeleri yine Kutsal Kitap’ı temel alan yeni yorumlar, “içtihatlar” sayesinde mümkün olabilecek ki, zaten öyle oluyor. Doktrini yeniden yorumlayanlar kimler diye baktığımızda, bu insanların ilâhiyat fakültelerinde okumuş, hemen hepsi doktoralı, değiş yerindeyse “din alimleri” olduklarını görüyoruz. Din alimleri ya da uzmanları ille de kilise çatısı altında yer almıyorlar ve aralarında pek çok kadın var. Kilise, bu bağlamda, çalışılacak, kariyer yapılacak bir yer gibi görünüyor. Bizde ilâhiyat fakültesinden mezun olan herkesin imamlık yapmadığı gibi, Amerika’da da her dini araştırmalar ya da ilâhiyat bölümü mezunu papaz olmuyor. Ancak, konuya ilişkin düşüncelerini yayabilecekleri mümbit bir ortam buldukları kesin.
Örneğin, geçtiğimiz haftalarda sözünü ettiğimiz Profesör Amina Wadud da böyle birisi. Kendisini Kuran’ı yeniden ve bir kadın gözüyle yorumlamaya yetkin bir İslâm uzmanı olarak görüyor. Nitekim, “Kur’an ve Kadın: Kutsal Metni bir Kadın Gözüyle Okumak” isimli bir de kitap yazmış. Amina hanım, İslâm araştırmalarında ulaştığı “uzmanlık” mertebesinin imamlık için yeterli olduğuna karar verdiğinde, yüz kişi de olsalar, bir cemaate önderlik edebiliyor. Bu bağlamda işi Katolik bir hanımınkinden daha kolay, çünkü İslâm’da Vatikan gibi kendisine karşı duracak bir merci de yok. Kaldı ki, halkının büyük çoğunluğunun inananların dini otoritelerin fetvalarına katılmaları gerektiğine inanan Amerika gibi bir ülkenin vatandaşıdır. Bu bağlamda, imamlık dahil, her türlü dini özgürlük girişiminde kendisine yardımcı olan bir iklimde yaşamaktadır. Küçük cemaatine 18 Mart’ta, üstelik Episkopal kateralinde Cuma namazı kıldırmış olması yadırganmadığı gibi teşvik de görüyor.
Katoliklik, Müslümanlık ya da diğer dinlerde kadının statüsünün değişime uğramasının ve ictihat dayatmalarının asıl nedeninin kadın haklarının dünya çapında kabul görmeye başlamış olması olduğu da bir vakıa. Bu bağlamda, Amina Wadud’un imamlığının İslâm’da, ya da Çekostovakyalı Ludmilla Yavorova hanımın daha 1975 yılında Katolik cüppesi giyinmiş olmasının söz konusu dinlerde yeni bir ictihattan çok, yükselmeye devam eden dünya feminist hareketin bir uzantısı olarak değerlendirilmesi gereği de ortaya çıkıyor.
Feminizm, bir biçimde hep varolmuş. Ancak, bir dava olarak ele alınması, 1700’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkıyor. Önceleri “kadın sorunu” olarak ele alınıyor. 1689-1762 yılları arasında yaşayan İngiliz yazar The Lady Mary Wortley Montagu feminizmi bayrak edinen ilk ünlü. Lady Montagu’ya çalışmalarında destek veren de “ilerici” bir din adamı, Piskopos Gilbert Burnet. Piskopos Burnet’in İngiltere Kilise’sinin Reform Tarihi isimli bir de kitabı var. 1800’ler kapitalizminim hatta vahşi kapitalizmin kök saldığı yıllar. Hele de İngiltere’de on-beş on-altı saat, gün yüzü görmeden çoluk çocuk çalıştırılmak neredeyse normal sayılıyor. Daha da kötüsü, erkeklerle aynı koşullar altında çalışmalarına karşın, kadınların ücreti erkeklerin ücretinin yarısını bulmuyor. Böyle bir ortamda feminist hareketin hız kazanması normal, nitekim öyle de oluyor.
Reform çağrıları Avrupa’da başlıyor ama Amerika’da şekilleniyor. İlk kadın hakları konferansı 1848’de New York’ta Seneca Falls denilen yerde toplanıyor. İngiltere’deki cinsiyet ayırımcılığına karşı kısaca WSPU diye bilinen Siyasi ve Sosyal Kadın Birliği kuruluyor. Birlik üyeleri seslerini duyarabilmek için, şiddet dahil hemen her yola başvuruyor, hatta açlık grevine gidiyorlar. Çoğu hastalanıyor, vs. vs. felâketlerden sonra erkeklerle eşit ücret gibi bir takım haklarını elde edebiliyorlar. 8 Mart kadınlar günü de bir kazanımların yıldönümü olarak kutlanmayı sürdürüyor.
Feminist hareket 20.yüzyıla kadın hakları konusunda epeyce yol almış olarak giriyor. 1900’lü yılların başlarında epey bir ülkede oy hakkı elde ediyorlar. Başkan Woodrow Wilson, ünlü 14 Madde deklarasyonunda toplumun yarısını teşkil eden kadınlara oy hakkı tanınmıyor olmasını iki yüzlülük olarak nitelendiriyor. Başkanın günümüzde adını taşıyan Woodrow Wilson Kamu İdaresi ve Uluslararası İlişkiler Okulu ile Din Araştırmaları Merkezi kadınların dinsel yönetim hiyerarşisinde yeralmaları destekleyen kuruluşlardan birisi olarak ortaya çıkıyor.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında askere giden erkeklerden boşalan işleri kadınlar devralıyor, böyle hem fabrika işçiliği, yöneticilik gibi mesleklerde erkekleri aratmayacaklarını kanıtlamış, hem de eşit işe-eşit ücret disturunu hayata geçirmiş oluyorlar.
1960’lı yıllarda yeni bir ivme kazanan feminist harekete “ikinci dalga” deniyor. Avrupa ve Amerika’da ikinci dalga feministlerin birinci meseleleri kadının bedenini istediği gibi kullanma hakkı. Bu öncelikle kadınların cinsel özgürlüğü, ardından doğum kontrol uygulaması ve çocuk aldırma hakkı anlamına geliyor. Feministlerin bu iki meseledeki hedefleri doğum kontroluna ve çocuk aldırmaya karşı olan Kilise. Özellikle de Katolik ve Ortodoks kiliseleriyle çatışma kaçınılmaz oluyor.
“İkinci dalga” feministleri 1970’li yıllardan itibaren kilisenin kadınları dışarda bırakan yapılanmasını sorgulamaya da başlıyorlar.
“Eğer bir kadın İsa’yı cinsiyeti nedeniyle temsil edemiyorsa,” yani İsa’nın kilisesinde papaz olamıyorsa, “o halde İsa’nın çarmıha gerilmesi ve yeniden dirilmesi kadınların dışında ve dolayısıyla kadınları ilgilendirmeyen bir olaydır ki, İsa tüm insanlığın peygamberi olduğuna göre burada bir yanlış var” şeklinde bir argüman geliştiriyorlar. Kadınların papazlığa kabulu en az Amina Wadud’un imamlığı kadar tartışmalı bir olayken, yüzlerce örgüt kuruluyor, bu konuda mücadele etmeye başlıyor.
Örgütlerden birisi Amerikan Katolik Kadınların Papazlığa Kabul Konfederansı – WOC. Amerikalı katolik hanımlar, hedefleri doğrultusunda çalışadursunlar, daha 1975 yılında Ludmilla Yavorova isimli bir hanımın cüppe giymiş olduğu ortaya çıkıyor!
Ludmilla Yavorova, Çekostovakyalı bir Katolik! Meğer, Hıristiyan mezheplerinin en tutucusu olarak bilinen Roma Katolik Kilisesi, hanımın papaz olmasına izin vermiş! Hanım, yirmi beş yıldır Koynotes diye bilinen bir yeraltı kilisesinde papazlık yaparmış. Kilise niye yeraltında diye soracak olursanız, çünkü Yavorova’nın cüppe giydiği 1970’de Sovyetler Birliği henüz yıkılmamış, ne katolik ne de diğer kiliselerde açık ibadet mümkün değil. Bu nedenle kiliseler, yeraltından hizmet veriyorlar. Yavorova hanımın papazlığının ‘90lı yılların başına kadar gizli kalmasının nedeni de bu.
Berlin duvarının yıkılması ve onu izleyen değişim, Orta Avrupa’da fırtına gibi eserken, yeraltı kiliseleri de açığa çıkıyorlar. Ve görülüyor ki, 1960’lardan itibaren bu kiliselerde hem evli erkekler hem de kadınlar papaz cüppesi giyinmişler ki, her iki durum da Katolik akidesine tümüyle aykırı. Dahası, Yavorova hanımın papazlığı kendinden menkul de değil. Bölgeye Vatikan tarafından atanmış Roma Katolik Piskoposu Davidek tarafından onaylanmış.
Haber 1991 sonunda New York Times gazetesinde, Amina Wadud hanımın imamlığına benzer bir biçimde patladığında, Amerikalı katolik hanımlar derhal küçük bir komite örgütleyip, Çekostovakya’ya uçuyorlar. Prag’a, oradan Brno’ya geçiyor, hanım papazla tanışıyorlar. Amerika’ya davet ediyor. Amaçları, bir örnek teşkil eden Çek hanımın tanınmasını, kadın rahipliğe giden yolu hızlandırmaya yardımcı olmasını sağlamak. Yavorova, davete altı yıl direniyor. Sonunda 1997’de Washington’a iki haftalığına geliyor, öyküsünün kitaplaştırılmasını kabul ediyor. Rahip Yavorova’nın söylediklerini kaleme alan Amerikalı katolik hanım, papaz olmak isteyen bir hanıma, ancak bir hanım papazın örnek olabileceğini belirtiyor. Kadınların Tanrı ile olan diyalogları erkeklerin diyaloglarından farklı oluyormuş. Kadınlar, ibadete bambaşka bir derinlik getiriyorlarmış.
Bütün bunlar Roma Katolik Kilisesine yirmialtı yıl liderlik eden müteveffa Papa’nın duruma pek de hakim olmadığını göstermesi bakımınından ilginç. Anlaşılan, sadece demokratikleşme değil, iletişim teknolojisinin yaygınlaşması da kişisel otoritenin egemenliğini tehdit ediyor. Bu çerçevede bir Rus Ortodoks papazının söyledikleri ilginç: “Ortodoks kilisesine bugün artık tehdit, kendi içimizdeki iyi-giyimli, iyi-eğitimli liberallerden geliyor,” diyor, “Liberallerden ve dünyada sürdürülebilir barışı sağlamanın tek yolunun Yeni Dünya Düzeninin kurulması olduğunu söyleyen küreselleşmeciler, sosyalistler, Kadın Hareketi, Barış Hareketi, Çevreciler ve hepsinden tehlikelisi New Ager’lardan geliyor! New Ager’lar, en tehlikeli çünkü tek bir liderin öncülüğünde toplanmış değiller. Geleneksel Hıristiyanlıktan hazetmeyen, Hindu dininin şu ya bu unsurunu benimseyen binlerce gruptan oluşuyorlar. Ve hareket, Hırıstiyan değerlerinin yerine yeni değerler koyarak hızla büyüyor. Oysa, Tanrı, senden, benden... Ve onlardan sorumluluk talep eder. Tanrı, mutlak doğruları vazeder. Onlar isyandadırlar, Tanrı’nın kurallarını istemezler. Onlar, kendilerine doğru olan ve olmayan şeylerin varlığını, bunların insanların esintilerine göre değişmediğini söyleyen bir Tanrı istemezler. Alemde bir nizam olduğu, Tanrı’nın bazı şeylerin nasıl olmaları gerektiğini emrettiği düşüncesiyle alay ederler. Onlar, kendilerine mistik güçler ve hazlar vaad eden, akıllarına estiği gibi yaşamalarına izin veren sahte tanrılar isterler.”
Böyle gidiyor…
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(X)
“Adım çıkmış bin beş yüze, hiç iner mi beş yüze” mealinde bir söz vardır. Bu Ermeni meselesinde de o hesap! Soykırım iftirası, “bunlar Türk’türler, yaparlar mı, yaparlar”a kadar geliyor! Daha baştan önyargılı bir atmosferde yeşertildiği için de Türkiye’de büyük infial yaratıyor. Öyle ki, biz soykırım yapmadık demek şöyle dursun, mesele üzerinde konuşmak bile zul gelir oldu!
Sanki Çanakkale’yi bir kez daha yaşıyoruz. Yedi düvel toplanmış, üstümüze geliyorlar. En son da Polonya’nın soykırım iftirasına ortak olmasına üzüldük. Polonya’nın tutumuna özel bir önem atfetmemizin nedeni de Lehistan’ı Osmanlı’dan bu yana mazlum bir ülke olarak görmüş, benimsemiş olmamız.
Aslına bakarsanız, biz kin tutan bir millet de değiliz. Tersine, kötü olayları unutmaya, affetmeye kurgulanmış insanlarız. Trajedilere takılıp kalmamak, olayların iyi yönlerinden görmeye çalışmak milli hasletlerimizdendir. Bu bağlamda kin, nefret, düşmanlık tohumlarının bilerek isteyerek ekildiği, yaşatıldığı toplumlara yabancıyız. Soykırım iftirasının ciddiyetini uzun yıllar kavrayamamış, suskun kalmış olmamızın asıl nedeninin de bu olabileceğini düşünüyorum. Meğer biz çocuklarımızı yurtta sulh cihanda sulh diye yetiştirir, önyargılardan ırak tutmaya çalışırken, varoluş nedenlerinin Türklerden öç almak olduğu belletilen birileri de var.
Psikiyatrist Dr. Vamık D. Volkan, Virginia Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlı İnsan Zihni ve Beşeri İlişkiler Araştırmaları Merkezi’nin kurucusu ve direktörü. Ayrıca, Washington Psikoanaliz Enstitüsünün ve Uluslararası Siyaset Psikolojisi Derneğinin başkanı.
Prof. Volkan, ırkçılık ve soykırım psikolojisi üzerinde çalışıyor. Bu konuda çok sayıda ödülleri, bazıları Türkçe’ye çevrilmiş yirmidörtten fazla kitabı var. Bireylerin ve toplumların psiko-biyografilerini yazıyor. “Düşman ve Dost İhtiyacı,” “Etnik Gurur ve Etnik Terör,” “Üçüncü Reich ve Bilinçaltı” gibi eserlerinin yanı sıra Atatürk ve Richard Nixon’un psiko-biyografilerini incelediği kitapları var.
Tarih, kültür, siyaset ve psikoloji bileşiminin bireyin kişilik yapılanması üzerindeki etkisini araştırıyor.
“Psikolojik yatırım” diye bir kavram tanımlıyor. “Psikolojik yatırım” bireyin kendisine biçtiği “hayatta kalma” nedeni. Ancak, bireyin bir başına yaptığı bir yatırım değil bu. İçine doğduğu tarih, kültür, siyaset ve dini inançlar, kişinin kendi psikolojik yapılanmasıyla biraraya geliyor ve bireye hayatta kalabilmesi için gerekli olduğuna inandığı bir kimlik oluşturuyorlar. Bu kimlik aslında bir telkin. Bireye öyle birisi olması gerektiği telkin ediliyor.
Karmaşık bir tanım gibi duruyor ama öyle değil. Örneğin, kendisini fiziki güzelliği ile tanımlamaya kurgulanmış bir sinema yıldızı, çirkinleşmektense ölmeyi tercih edebiliyor. Ya da, onuru için yaşayan bir samuray, en ufak bir kırılmada (tabii bize göre en ufak) hara-kiri yapabiliyor. Ya da, eşini kaybeden birisi onsuz yaşayamayacağına karar verebiliyor. Dr. Volkan, insanların yaşamak için dosta ihtiyaç duydukları gibi düşmana da ihtiyaç duyduklarını saptamış. Dost ihtiyacını anlamak kolay ama düşman ihtiyacı? Öyle görünüyor ki, böyle bir psikolojik gereksinim de mevcut. Dahası, hayatta kalabilmek, kimliklerini muhafaza edebilmek için “düşman yaratmaya” gereksinim duyan bireyler ve toplumlar var. Bunlardan bir tanesi de diaspora Ermenileri dediğimiz, Türkiye dışında yaşayan Ermeni kökenli Batılılar.
Dr. Volkan, bu insanların “düşman yaratmak” ihtiyacılarını gidermek için “seçilmiş travma”dan medet umduklarını söylüyor. “Seçilmiş travma” demek aslı astarı olmayan veya olağanüstü abartılmış facialar demek. Toplumun kendisini itilmiş kakılmış, gadre uğramış, bir gün olsun “güngörmemiş” hissetmesi demek. Böyle bir ruh halinin oluşması için insanların kuşaklar boyunca felâket hikâyeleri dinlemeleri gerektiği açık. Anlaşılan, olan da bu!
Kendilerini “yarattıkları düşman”la tanımlayan topluluklar, bir olay ya da olaylar kümesi seçer, bunları mitleştirirlermiş. Kuşaktan kuşağa aktardıkları bu mitleri zamanla kimliklerinin bir parçası haline getirirler, dahası kendi yarattıkları bu travmaya karşı savunma geliştirirlermiş. İnsanın kendi elleriyle bir put yapıp, sonra da ondan ölümüne korkması gibi bir durum!
Mitleştirdikleri olay ya da olaylar sahiden vuku bulmuş mu, tarihte yer almış gerçekler mi, değil mi, farketmezmiş. Hatta tam tersine, bu tür bir ruhsal sayrılığa kapılmış toplulukların kurguladıkları travma, tarihin yeniden yazılması anlamına gelirmiş. Yani, bildik tarihi tek taraflı olarak yeniden yazmaya koyulurlar, tarihi vesikaları sansasyonel metinlerle değiştirmeye başlarlarmış. Anlaşılan buradaki tek engel, hayal gücü! Örneğin, deprasyon geçiren bir ressamın çizdiği kuru kafalardan oluşmuş bir tepeyi, ırkınızın başına gelenlere benzetmekle yetinmez, adamın imzasını tablodan silip Türklerin filânca tarihte yaptıkları soykırımın resmidir diye bir belge olarak takdim edebilirmişsiniz. Dahası, tablonun başka birşeyin resmi olduğunun ortaya çıkması da önemli olmazmış, çünkü zamanla ilk yalanı atanın kendisi de olaya inanır olurmuş.
Benzer bir biçimde 24 Nisan 1915 gibi bir tarih seçiliyor, bu tarihe aslı astarı olmayan “Ermeni Soykırım Günü” gibi dehşet verici bir özellik atfediliyor. Yeri gelmişken söz konusu 24 Nisan’ın gerçek hikâyesi işgalcilerle işbirliği yapan Ermeni örgütlerinin kapatıldığı, iki bin küsur yönetici tutuklanmış olmasıdır – nitekim ertesi gün 25 Nisan’da da Müttefikler Çanakkale’ye asker çıkartırlar. Ama bu ruh haline düşmüş insanlar için önemli olan 24 Nisan’ın gerçeği değil, onun etrafında kurgulanan “travma”dır. Hal böyle olunca, çeşitli ritüeller geliştirilir. Törenler düzenlenir ve “sözde soykırım” günü yaşatılır. Genç kuşakların zihinlerine bir daha çıkmamacasına perçinlenir.
“Düşman yaratma” ihtiyacının bir diğer yanı da, hedef alınan toplumun insanoğlunun olası tüm olumsuzluklarını içeren bir mahluk, “insanlık dışı” bir nesne olarak tahayyül ediliyor olması. Örneğin, Vakahn Dadrian isimli çağdaş bir Amerikan Ermenisi yazar var. Bu adam, Türkiye’de Bersen benzeri Ermeni toplama kampları, Ermeni tutsaklar üzerinde Dr. Mengele usulü deneyler yapan Türk doktorları hayalleri kuruyor. Kurmakla yetinmeyip, “gerçek olaylar”mış gibi kaleme almaktan da çekinmiyor! Tam bir “çamur at, izi kalsın” durumu!
Bu adam gibi binlercesi olduğunu düşününce, hiç değilse diaspora Ermenilerinin kısmı azamının zihninde Türk eşittir “iblis” şeklinde bir algılamanın oluşmaması mümkün değil! Nitekim, internette yayın yapan bini aşkın Ermeni sitesinde akıl almaz iddialar görüyoruz. Nedeni, onlarca yıldır devam eden bu ipsiz sapsız telkinler bütünü.
Hal böyle olunca, tarihi olaylar bir bütün olarak ve tarafsız bir biçimde ele alınamıyor. Türklerin kayıpları da gündeme getirilemiyor. Getirildiğinde de umursanmıyor. “İblis”in başına gelenlere üzülünür mü – gibisinden bir durum bu. “Şeytan azapta gerek.”
Şeytanla özdeşleştirilmemiz demek, ülkemiz insanının tüylerini diken diken eden Ermeni mezaliminin haklı görülmesi demek. Nitekim, böyle de oluyor.
Örneğin, Amerikan Ermeni Gençlik Federasyonu (Armenian Youth Federation, AYF) tarafından 2003 yılında kaleme alınan bildiri var. Hınçak’lardan övgüyle bahsettikten sonra, “Örgütün en eşsiz yiğitliği 1894 Sosun İhtilâlinde oynadığı rol”dür diyor! Eşsiz yiğitlik!
Oysa, Sosun İhtilâli dedikleri, 1894-96 arasında Bitlis vilâyetinde yaşayan Ermeni köylülerinin cıvarda yaşayan göçebe Kürt aşiretlerinin baskın ve yağmalarına karşı silâhlanıp karşı durmalarının hikâyesi. İsyanı Hamidiye Alayları bastırıyor. O günlerde Bölge’de Catherine Roth misali “incelemeler yapan” bir İngiliz elçilik görevlisi var: C. M. Hallward. Bu adama göre olayda Hamidiye Alaylarının kılıçtan geçirdikleri Ermenilerin sayısı 8,000. Ama bölgede bir adam daha var. O da bir İngiliz. Kraliyet Topçularından Yüzbaşı Charles Boswell Norman.
Yüzbaşı Norman, “Son beş yılda Anadolu’da akan kandan doğrudan sorumlu olan Hınçak Komitesi’dir,” diye haykırıyor, “Anadolu’yu kana bulayan bu esef verici olayları Müslümanların Hıristiyanlara nedensiz saldırılarıymış gibi göstermek doğru değil… Olayları başlatanlar Ermenilerdir!”
Genç Topçu Yüzbaşı, İngiliz kamuoyunun olayların sadece “İngiliz meslektaşlarının isterik lâflarıyla süslenen Ermeni versiyonunu” duyduklarını, yazıp çizilenlerin “yegâne amacının Ermenilerin tümüyle mazlum, Türklerin zalim canavarlar olduklarını kanıtlamak” olduğunu, “Ermeni Devrimcilerinin amaç ve hedeflerini”n bilincine varmak gerektiğini, İngiltere’nin “Küçük Asya’daki karışıklıkların farkında olmadan desteklediği yaygın anarşist hareketin doğrudan sonucu olduğunu öğrenmesi gerektiğini “barış, hakikat ve adalet adına” rica ediyor! “İngiliz basınının sözde Sasun melazimi konusunda Ermeni yalancılar tarafından umutsuzca aldatıldıkları,” bu bağlamda hem Ermeni nüfusunun hem de zayiat sayısının olağanüstü abartıldığına dikkat çekiyor. “Örneğin, 2000 kişinin katledildiği söylenen Birecik’teki kayıp sayısının sadece beştir!”
Beş nerede, iki bin nerede? Ne var ki, Yüzbaşı Norman’ı saygıyla anmak bize düşüyor, zira “gerçek”i söylemiş olması “hasta adam” dedikleri Osmanlı İmparatorluğunu yoketmeye azmetmiş Avrupa siyasileri nezdinde hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Avrupa nezdinde değiştirmediği için olsa gerek, Ermeni diasporası olmayan olayları mitleştirmeye, dahası pazarlamaya devam edebiliyor.
Avrupa böyle de, Amerika nasıl?
ABD, özel girişimciliğin, kapitalizmin baş müdafii, demokrasi şampiyonu bir ülke. Yıllar yılı totaliter komünizme karşı müthiş mücadele vermiş, şimdilerde de terörizmi yeryüzünden silmeye kararlı. Hal buyken, Amerikan Ermeni Gençlik Federasyonu’nun 2003 bildirisi “yiğit” Hınçaklara övgüler yağdırmaktan geri durmuyor!
Kimlermiş bu yiğit Hınçaklar diye baktığınızda aklımız büsbütün karışıyor! Çünkü, Nazarbekyan isimli bir Cenevreli Marksist tarafından kurulmuş silâhlı örgütün militanları Hınçaklar. Örneklerini daha sonraki yıllarda da sıkça göreceğimiz gibi, “ideolojik” bir derginin etrafında toplanıyorlar: 1887-88 yıllarında Cenevre’de yayınlanan “Çan” isimli bir dergi. İsimlerini de bu dergiden alıyorlar: Hınçak. Amaçlarını “Batı emperyalizm ve koloniyalizme karşı sosyalist devrimci mücadele” olarak açıklıyorlar ki, kelimenin tam anlamıyla opportunist bir çıkış!
“Batı emperyalizm ve koloniyalizme karşı” Osmanlı topraklarında savaş düşünebiliyor musunuz?! Üstelik, Türklerin bizzat kendilerinin canlarını dişlerine takmış, Batı emperyalizmine karşı savaştıkları yıllarda! Hınçakların “Sosyalist devrimci mücadele” yürüttüklerini söyledikleri Batılı emperyalistler, sözde-soykırım gününden bir gün sonra Çanakkale’deler. Dahası, savaşa sürdükleri gençler Anzaklar. Yani? Yani, Avustralya, Yeni Zelanda gibi kolonilerinden devşirdikleri ve nerede, niçin, kimle savaştıklarını bile bilmeyen talihsiz delikanlılar!
Üyeleri Ermeni kökenli de olsa, Amerika’da faaliyet gösteren bir Gençlik Federasyonu’nun biraz daha bilgili, biraz daha “fair-play” yanlısı olması beklenir değil mi? Ama öyle olmuyor. Anlaşılan, “fair-play” ancak NBA basket maçlarında geçerli!
Hınçak’ların en eşsiz yiğitlikliklerini sergiledikleri 1894 yılında Sosun olaylarını aratmayan bir diğer felâket de “Büyük İstanbul Depremi”dir. 1997 Adapazarı depremi boyutlarındaki bu müthiş sarsıntı eski başkentte çok büyük can ve mal kaybına neden olmuştu.
Bugün buradan bakıldığında hayal etmesi bile korkunç! Bir yandan Adapazarı gibi bir depremin yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da silâhlı çetelerin tahrik ettikleri olaylarla uğraşacaksınız! Ve adınız “soykırım”cıya çıkacak!
Böylesi bir haksızlığa infial duymamak mümkün değil.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(XI)
Ermeni soykırımı iftirası üzerinde dertleşmeye devam ediyoruz. Eskiler “tedhiş” derlermiş, “korkutma, dehşete düşürme” anlamında. Yabancı kökenli “terör”den daha dolu bir kelime, “tedhiş.” Tanımadığınız birilerinin, sizinle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir davaya ilişikin haklı ya da haksız emellerine kavuşabilmek için sizi ya da yakınlarınızı cezalandırmaları. Siyasi hayallerine kavuşabilmek için olayda en ufak bir dahli olmayan masum insanların kanına girmeyi mübah görmektedirler. Öldürebilirler, sakatlayabilirler, evinizi havaya uçurabilirler.
Başkasının sırtından alınan “hak,” haklı olmaktan çıkar. Tethişçilik bunun için dehşet verici olduğu kadar da aşağılık bir iş.
İki yıl kadar önce 2003 Kasımında İstanbul’da HSBC bankasının ve İngiliz Konsolosluğunun bombalanması olaylarında yaşadık. Kırka yakın ölü, 500’den fazla yaralı. Nasıl bir dehşete uğradığımızı biliyoruz.
Bizim son yirmibeş yılımız böyle geçti diye düşünüyorsanız, elbette haklısınız. Neler neler gördük! HSBC olayını hatırlatmamın nedeni bundan yüz dokuz sene önce 1896 Ağustos’unda Osmanlı Bankasının uğradığı terrorist saldırıyı düşündürmüş olması.
HSBC çalışanlarının ve tabii bu arada binanın önünden geçiyor olmak gibi bir suç işleyenlerin, ölüme mahkûm edilmelerinin nedeninin HSBC’nin bir İngiliz bankası olması olduğu söylenmişti.
Yüz dokuz yıl yıl önce 1896 Ağustos’unda Osmanlı Bankasını basan Daşnak Ermenileri de benzeri bir gerekçe ileri sürmüşlerdi: Osmanlı Bankası yabancı sermayeyi temsil ediyor. Öyle ya, Hınçaklar gibi, Daşnaklar da “Batı emperyalizm ve koloniyalizme karşı sosyalist devrimci mücadele” veriyorlardı!
Amerikan Ermeni Gençlik Federasyonu’nun – Armenian Youth Federation – internet sitelerinde yayınladıkları bildiride Daşnakların en ses getiren eylemleri olarak övdükleri bu baskında yirmi-altı silâhlı terörist 150 banka çalışanını rehin alıyor. Bu arada bombaları içeri taşıyan Papken Suni isimli liderleri yanlış bir hareket yapıyor, üzerindeki bombalar patlıyor, adam Karaköy Bankalar caddesindeki binanın merdivenlerinde parçalanarak ölünce, eylem son buluyor. Osmanlı kolluk kuvvetleri olaya el koyar sanırsınız değil mi? Hayır, öyle olmuyor. Çünkü teröristler cıvardaki Rus ve Fransız elçiliklerine sığınıyorlar. Az bir sure sonra da onların elçilik personelinin himayesinde Fransız gemilerine binip, İstanbul’dan ayrılıyorlar.
Bankanın işgal altında olduğu saatlerde, diğer bir Daşnak militanı Levon Nevruz ve adamları da cıvardaki Avrupa elçiliklerine Ermeni Devrimci Federasyonu Merkez Komitesi imzalı bildiriler dağıtmakla meşguller. Bildiride 1878 Berlin Antlaşmasının 61. Maddesinin uygulanması talep edilmektedir.
61.madde, “Vilâyeti Sitte” (altı vilâyet) denilen bölgenin - ki, günümüz idari bölünmesinde Erzurum, Erzincan, Ağrı, Van, Hakkari, Bitlis, Muş, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Elazığ, Malatya, Bingöl, Sıvas, Amasya, Tokat’la Giresun’un Şebin-Karahisar ilçesinden oluşan bölgeye tekabül eder, yani doğu-güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tümüdür – mali özerkliği olan, tek bir vali yönetiminde birleştirilmesini, Hamidiyye Alaylarının dağıtılmasını, silâh taşıma yasağının kaldırılmasını, Ermeni vatandaşlara basın ve toplanma hakkı verilmesini talep eden madde.
Sevr’in ilk provası gibi bir antlaşma bu Berlin anlaşması.
Bu noktaya gelinmesinin hikâyesi de şöyle: 1877, Osmanlı İmparatorlğunda Birinci Meşrutiyet’in ilân edildiği, Meclisi Mebusanın toplandığı yıl. Üstünden bir ay geçmeden, Çar İkinci Aleksandr savaş ilân ediyor. Anadolu ve Rumeli cephelerinde üstüste hezimet uğruyoruz. Plevne’nin kaybıyla birlikte İstanbul yolu da açılıyor. Kars, 1853’den beri zaten işgal altında. Bu defa Edirne de düşüyor. Rus kıtaları Yeşilköy’e dayanmış. İstanbul Ermeni Patriği Nerses’in muzaffer Rus kumandanı Grandük Nikolay’ı karargâhında ziyaret edip kutlamaktan geri kalmamış olması yaraya tuz basıyor.
Ayastefanos ve 1878 Berlin antlaşmalarını imzalamak zorunda kalıyoruz. Rumeli’deki Osmanlı hakimiyeti son buluyor. Ve bir hesaba göre beş milyon Müslüman Türk’ün katliyle sonuçlanan Balkan faciası başlıyor. Doğu’da Van’dan sonrası İran’a terkediliyor. Ve Çarlık Rusya’sı o gün bugündür devam eden “Batı Ermenistan” meselesini ortaya atıyor. Bir de talep: “Vilâyeti Sitte”de özerk bir Ermenistan kurulsun.
Dikkatinizi çekerim, talep yerel halktan, Anadolu Ermenilerinden değil, emperyalist güçlerden ve işgalcilerden geliyor. Çar hükümeti, “Batı Ermenistan”ı gerçekleştirmek amacıyla, Rus uyruklu Ermeni vatandaşlarına “siyasi parti” adı altında iki silâhlı örgüt kurdurtuyor: Bunlar PKK modeli, Hınçak ve Daşnaksotun. Bu örgütler, bir yandan toprak taleplerine ideolojik meşruiyet geliştirir, gerekçe yaratmaya çalışırlarken, öte yandan da Sosun’da olduğu gibi Anadolu’da halkı silâhlı ayaklanmaya kışkırtıyor aynı zamanda da terör eylemlerine girişiyorlar.
Osmanlı bankası baskınından daha vahimi, Temmuz 1905’de Sultan Abdülhamit’e düzenlenen suikast. Sultan Abdülhamid’i seversiniz sevmezsiniz o ayrı. Burada önemli olan Daşnak’ların kendilerini bir devlet başkanına suikast düzenlemeye kalkışacak kadar güçlü hissetmiş olmalı!
“Machine infernale” denilen bir tür saatli bomba kullanıyorlar. Padişah, Cuma namazını eda ettiği Yıldız Camisinden çıktığı sırada patlayan bomba 26 kişinin parçalanarak ölmesine, 58 kişinin ağır yaralanmasına neden oluyor. Bu yetmezmiş gibi, Galata Köprüsü, Tünel, Osmanlı bankası, yabancı elçilikler ve Cercle d’orient (Büyük Kulüp) cıvarına 148 kilo Mélinite denen patlayıcı yerleştiriyorlar.
Bölgeyi gözünüzün önüne getirirseniz, günümüz Ankara’sında Çankaya ve Bakanlıklara tekabül ettiğini görürsünüz. Sadece arazi olarak değil, yönetici kadroların bulunduğu mekân olarak da öyle.
Teröristlerin “Ermeni Devrimci Federasyonu”na bağlı Rus uyruklu Troşak fraksiyonu devrimcileri oldukları ortaya çıkıyor. Bu defa başlarında Belçika’nın Anvers şehrinden 29 yaşında Charles Eduard Jorris adında “sosyalist-anarşist” olduğunu söyleyen bir adam var. “Sosyalist-anarşizm” de o yılların popular ideolojik akımı. Libertarian-sosyalizm, anarcho-komünizm, sol-anarşizm olarak da bilinen bu akım, devleti fuzuli bir kurum olarak gören ve ortadan kaldırılmasını isteyen ideoloji. Aynı şekilde özel mülkiyetin de lağvedilmesini talep ediyorlar.
Bu Jarris, yıllar önce gelmiş, İstanbul’a yerleşmiş. Bir yabancı şirkette çalışıyor. Terör eylemini Anna isimli eşiyle birlikte tertipliyor, uygulamaya koyuyorlar.
Şimdi, olayın azmettireni belli, canilerin kim oldukları belli ama Fransızlar ve Ruslar yine devredeler. Terörist karı-kocayı göz göre göre koruma altına alıyor, yurt dışına kaçırıyorlar ki, bu da Sabancı cinayeti sanığı Fahriye Erdal’ın korunmasını hatırlatıyor.
Diyeceğim, Osmanlı topraklarında özellikle de 1850’lilerden sonra yaşananların esası itibariyle Avrupalı ve açgözlü bir ideoloji ve uygulamanın neticesi olduğu açık.
Günümüzde Ermeni soykırımından bahseden iftiracıların, teröristleri azmettiren, onlara yataklık edenlerin üzerinde hiç durmuyor, görmezden geliyor olmaları, adalet duygumuzu rencide ediyor.
Bakıyorsunuz, hak-hukuk konularında mangalda kül bırakmayan Batı aydınları, suspus. Bu topraklarda çekilen acılarda 19. yüzyıl Avrupa emperyalizminin oynadığı role ilişkin tek bir söz söylemiyorlar. Bir istisna, Fransız yazarı, Pierre Loti. Onun da demeçlerine de Avrupa basını yer vermiyor. Adamın sesi kısılıyor, marjinal bir romantik olarak safdışı ediliyor.
Akademik arkaplânı olanların, Batılı tarihçilerin, hukukçuların Türkiye’yi değerlendirirken kullandıkları dil suçlayıcı olmanın ötesinde da hemen her zaman lânetleyici. Ama aynı aydınlar, Balkanlar’da, Kırım’da ve Kafkasya’da katledilen ve göçe zorlanan çoğunlukla Türk nesebinden milyonlarca Müslüman sözkonusu olduğunda, bir anda “tarafsız” kesiliyor, yumuşak, hatta övücü bir dil kullanmaya başlıyorlar.
Sadece Batılı aydınlar mı? Bizim kraldan fazla kralcı aydınlarımız da öyle. Yokedilen insan ve mal varlığına salt kaba sayılar olarak baktığımızda emperyalist güçlerin azmettirdikleri kıyımlarla Osmanlı yöneticilerinin tutumlarının hiçbir şekilde kıyaslanamayacağının açık. Buna rağmen teröristlere hak vermekten yana tavır alanlar çıkabiliyor. Bir Türk olarak insanı en büyük düş kırıklığına uğratan da herhalde “ulusal” şairimiz bellediğimiz Tevfik Fikret!
Sultan Abdülhamid’e yapılan suikast girişiminden sonra parçalanmış insan ve at cesedi arasında bir şair - evet at cesedi! arabalara bağlı olmaktan başka günahı olmayan onlarca zavallı hayvan feci bir biçimde parçalanarak ölmüş, zavallıcıkların iniltileri bile insanı dehşete düşürmeye yeter sanırsınız ama ulusal şairimiz tutuyor, teröristlere methiye düzüyor. Şiirin adı, “Bir lâhza-i teahhür” – “Bir anlık gecikme”
“Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın
“Attın fakat ne yazıklar ki vurmadın!
“Mâlik sesin o sevret-i ra’din-i gayza ki
“Her yerde hiss-i hakk-u halâsın muharriki!”
Mealen: “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın; - şanlı avcı dediği otuz kişinin katili Belçikalı terörist! - Ey şanlı avcı…attın fakat ne yazık ki vurmadın! Ancak, öyle bir hınçla, hiddetle gürlemekteki sesin, Heryerde hareket geçirir haklı duygusunu halâsın!” Hâlâs, yani kurtuluş. Yani, ortada meşru olan bir kurtulma istemi var. Bu amaç uğruna katliam dahil her türlü terör eylemi mübah!
Tevfik Fikret tek değil, başkaları da var. Meselâ, tarih yazarı, Ahmed Refik, “Abdülhamid ve devr-i saltanatı” isimli kitabının üçüncü cildi: “Nihayet hakikat tamamiyle meydana çıkarıldı: Osmanlı milletini Abdülhamid zulmünden kurtarmak için bu haret-i kahramânânenin (kahramanca karşı çıkışın) Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olduğu anlaşıldı.”
Abdülhamid’in zulmünden kurtarılmak istenen Osmanlı milleti kim diye sormayacaksınız. Belli ki, Müslüman Türkler değil!
Gelelim günümüze. Günümüzde “aydın” eşittir “Müslüman, Doğulu, milliyetçi, muhafazakâr” Türkiye’yi “düşman” ilân etmeyi iş edinen okumuş adam şeklinde yaygın bir anlayış var. Bu tanıma uyan aydınlarımızın birinci görevlerinin, Türkiye’ye ilişkin benzer görüşleri paylaşanlarla yani “Batılı” aydınlarla ittifaklar yapmak, ve böylece onlar tarafından kabul görmek, meclislerine kabul edilmek, iltifatlarına mazhar olmak vb. ilişkiler kurmak olduğu görülüyor.
Rusca’da bu aydın türü için kullanılan bir tanım var: “zapadniki” diyorlar: “Batılılaştırmacı” anlamında. Batılı değil, Batıcı da değil “Batılılaştırmacı.”
Bir “zapadniki” kendi ülkesini Avrupa/Amerika medeniyetinin anti-tezi olarak görmeye ve takdim etmeye şartlanmış olan adam. Kendi ülkesinde hiçbir şeyin iyi ya da doğru olmadığına ve olamayacağına inanmış olan adam. Türklere iftira atmayı iş edinmiş olan adam.
Bu ruh halindeki insanlar Türkiye’de sürgit mutsuz, sürgit şikâyetçi. Sürgit haksızlığa uğradıkları, değerlerinin teslim edilmediği duygusu içinde yaşıyor, belki de bu nedenle, kendileri ülkeyi her fırsatta yermek zorunda hissediyorlar. Gaddarlığımız, ahmaklığımız – hatırlarsınız, bunu iddia eden de ünlü bir yazarımızdı – tembelliğimiz bu yetkili kalemlerimiz aracılığıyla dünyaya yayılıyor.
Ermeni soykırımı iftirası nedeniyle “adımız çıkmış bin beşe yüze, iner mi beş yüze” diye hatırlatmamım nedeni de “Batılılaştırmacı” aydınlarımızın bu tutumu. Ve çok tehlikeli bir tutum, çünkü bizi savunmaya geçmeye, hatta aşırı tepkiye zorluyor.
Aşırı tepki, bizi milletimizin zaaf ve yetersizliklerini görmeyelim noktasına itme tehlikesini barındırdığı için istenir bir tutum değildir. Dahası, ne iç, ne de dış barışa hizmet eder.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(XII)
Ermeni tarihi esasen bir zorunlu göçler, tehcirler tarihidir. Türkler kadar eski bir halk Ermeniler. bugün doğu ve güneydoğu anadolu dediğimiz bölge, 2600 yıl kadar önce “Ermenistan” olarak anılıyor. Kadim Ermenistan’ın bilinen ilk işgalcileri İranlılar. Sonra Büyük İskender. Sonra Romalılar. Sonra Bizanslılar. Ardından Araplar, Selçuklar, Moğollar, Tatarlar (Çingizler) daha sonra da Osmanlılar. Osmanlıları, Safavi İranlıları ve nihayet Ruslar izliyor.
İ.S. 300’e kadar Ermeniler, pagan. Ve İranlılara yakın bir halk. Dini inançları, Zerdüşt İranlılarınkilere benzer. Aynı gelenekleri paylaşır, kız alır, kız verirler; hatta Sasani hanedanına ortaktırlar.
İki halkın araları Ermeni Kralı Tiridates’in Kayseri’de “Gregori” ismiyle (İ.S. 311) vaftiz olmasıyla açılır. İran İ.S. 600’lerde İslâm’a ihtida edince ilişkiler kopma noktasına gelir.
İlk kayıtlı göçlerin bu tarihlerde olduğunu görürüz.
Daha sonra 11. yüzyılda Malazgirt’ten giren Selçuklulara yenik düşerler. Halkın bir kısmı İran Azerbeycanına, diğer bir kısmı Adana ve cıvarına (eski Kilikya) göçer. Küçük bir kısmı da Batı Avrupa’ya (Benelux ülkelerine) giderler.
Evet, Belçika-Hollanda-Lüksemburg üçlüsüne Ermeni göçü bu kadar eskidir. Nitekim, 1905’de Sultan Abdülhamid’e düzenlenen ve en az 28 kişinin öldüğü, en az çünkü 58 yaralı vardı onların akibeti bilinmiyor, suikastın elebaşısı Belçika’nın Anvers şehrinden Charles Eduard ve Anna Jorris isimli “Ermeni Devrimci Federasyonu”na bağlı Troşak fraksiyonundan “sosyalist-anarşist” çiftti.
Geriye dönelim: Ermeniler, Haçlı Seferlerinde Frankların doğal müttefikleriydiler ki bunda şaşılacak bir şey yok. Daha sonra 13. yüzyılda düşmanımın düşmanı dostumdur hesabı işgalci Moğollarla işbirliği yapmaları da doğal sayılmalıdır. Nitekim, Moğollarla yaptıkları işbirliği karşılığında Hazar, Karadeniz ve Akdeniz’de ticari imtiyazlar elde ettiler. Sultaniye, Tebriz gibi şehirlerde ticaret merkezleri kurdular.
Ancak malûm olduğu üzere, Haçlılar Anadolu’da tutunamadılar. Bu da Ermenilerin 1375’de Kilikya’daki son bağımsız devletlerini de kaybetmeleriyle sonuçlanır. Aynı yıllarda yani Ondördüncü yüzyılda Timur işgali, ardından Karakoyunlularla Akkoyunluların savaşlarında taraf değiller ama arada kalır, adamakıllı zarar görürler.
Gelelim 1500li yıllara. 1500lü yıllar Şah İsmail’in ünlü Safavi hanedanının İran birliğini gerçekleştirdiği yıllardır. İran tarihte ilk kez Osmanlı karşısında bir tehdit unsuru olarak şekillenir. Birinci Selim, Şah İsmail’in peşine düşer. Osmanlıların eski Ermenistan topraklarına ilk girişleri bu zaman: 1517. Bu tarihte Doğu’da işleri olmamış. Birinci Selim, Şah İsmail’in peşine düşer ama Şah, Osmanlı padişahını göğüslemeye hazır değildir. Osmanlı ordusunun tutunmasını zorlaştırmak için geri çekilirken etrafı ateşe verir. İsmail’in yaktığı bu köyler Ermeni köyleridir.
Binlerce Ermeni yollara düşerlerken, Sultan Selim, Çaldıran muharebesi kazanır, başkent Tebriz’i alır. Ancak Osmanlı’nın doğuda gözü yoktur, bırakır geri dönerler. Ne var ki, Safavilerle-Osmanlılar arasındaki savaşlar devam eder. 1555’de Ermenistan’ın batı bölgelerini Osmanlılara, doğu bölgelerini İran’a bırakan bir antlaşma imzalanır ama ömrü uzun sürmez. 1578, sonra tekrar 1590 Osmanlı seferlerinde Tebriz bir kaç el değiştirir.
Güçlü devletler savaşırlarken arada kalmak Ermeni halkının kaderi gibidir. Uzun savaş yıllarında müthiş bir trafik oluşur: Tebriz, Karabağ ve Nahçivan’da yaşayan Ermeniler İstanbul’a gelirlerken, İran, onlardan boşalan topraklara Van Ermenilerini yerleştirir. Böylece boşalan Van’a da Sultan Selim’den itibaren göçebe Kürt aşiretleri yerleştirilir.
Eski Ermenistan topraklarının boşalmasının, sosyal ve etnik dengesinin Kürtler lehine değişmesinin başlıca nedeni uzun Osmanlı-Safavi savaşlarıdır.
1600’lü yıllara kadar devam eden bu uygulamanın “Osmanlı devleti Kürtleri kontrol edemeyecek duruma geldiğinde ya da Kürtleri Ermenilere karşı kullanmaya kalktığında Ermenilerin karşısına ciddi bir sorun olarak ortaya çıktığı” görülür.
Osmanlı-Safavi çekişmesinin bir diğer sonucu da İran ve Anadolu (ve İstanbul) Ermenilerinin ayrışmalarıdır.
“Taş da yumurtanın üstüne düşse, yumurta da taşın, olan yumurtaya olur” mealinde bir atasözü vardır.
Ne yazık ki, güçlü devletler arasında kalan devletsiz halkların sanki kaderidir ezilmek.
Türk İran savaşlarının neden olduğu Ermeni göçleri sonucunda ayrışma büyür. İran Ermenileri, Anadolu ve İstanbul Ermenilerine yabancılaşırlar.
İran uyruklu Ermenilerinin yaşamlarını radikal biçimde etkileyen büyük İran şahı Abbas’tır. 1590’da Osmanlılara yenildikten sonra ordusunu güçlendirmeye koyulan Şah Abbas, Gürcü ve Ermeni gençlerini paralı askerler olarak istihdam eder. Batılıların yardımlarıyla modern topçu kıtaları kurar.
1603’de yeniden saldırıya geçer. Osmanlı uyruklu Ermeniler bu defa da Şah’ın yanında yer alırlar. Şah, Tebriz’i, Nahçıvan’ı geri alırken, bölge Ermenileri tarafından “kurtarıcı” olarak karşılanır. Nedeninin Ermeni milletinin Osmanlı vergilerinden bunalmış olduğu söylenir.
Ancak.. Şah İsmail’in yaktığı köyler Ermeni köyleriyken, Şah Abbas ordularının özellikle de Nahçıvan’da yaktığı köyler, Sunni köyleridir. Dahası, köyleri yakan, Sünni halkı kılıçtan geçiren İran ordusunda Şah’ın silâh altına aldığı binlerce Ermeni genci vardır. Hal böyle olunca, Bölge halkları arasında husumet büyür, kan davası körüklenir.
Öte yandan, onca gencin silâh altına alınmış olması bölgedeki ekonomik faaliyeti durma noktasına getirir. Osmanlılar, bir yıl sonra yani Şah’ın hiç beklemediği bir zamanda 1604’de karşı atağa geçerler. Şah Abbas, bu defa Ermeni halkını İran Azerbeycanı’na göçe zorlar. Bu meyanda Doğu Beyazıt’ı, Van’ı ve Nahçıvan’ı bir kez daha yakar.
Sonuç: 1604-05 arasında tehcir edilen Ermenilerin sayısının 250-300 000 olduğu, Aras nehrini geçerken büyük kayıplar verdikleri anlatılır.
Öte yandan, hiçbir ulusun tarihi trajedilerden ibaret değildir.
Nitekim, izleyen yıllarda yeni yerlerine yerleşen Ermeniler, Yeni Cuha (Nor Jugha) ismini verdikleri yörede, diğer azınlıklara tanınmayan imtiyazlar elde ederler. “Kalantar” denilen belediye başkanlarını seçer, bağımsız kiliselerini oluşturur, özgür ibadet, yargılama haklarına ek olarak, ipek ticaretinde monopol imtiyazına kavuşurlar.
Karşılığında Şah’a altın olarak ödenen kelle vergisi, bizzat kalantar tarafından toplanır.
Zamanla 50,000 nüfuslu bir yerleşim olan Nor Jugha, İran-Avrupa ticaret merkezine dönüşür. Şahın doğrudan koruması altındaki Ermeniler, Avrupa-Rusya-Hindistan ticaretini ellerine geçirir.
Levant, East India ve Muskovi şirketleriyle rekabete girişirler.
Basra Körfezinin özellikle de ipek ticareti monopolü altına almış olması, Osmanlı ticaretinin olumsuz etkilenmesi demektir.
Osmanlı ordusunun güç kaybı, Batılıların ticari çıkarlarının İran’a kaymasını hızlandırırken, Yeni Cuha Batılı diplomatların, tüccarların istilâsına uğrar. Şah’ı himayesindeki Ermeni tüccarları rakip Osmanlılar aleyhine ticari ve diplomatik ittifaklara girerler.
Bu yıllarda kaleme alınan Avrupa belgeleri Şah Abbas’ı Ermenileri Türklerden koruyan, refaha kavuşturan lider olarak ulularlar, ancak, Tebrizli Araken gibi Şah’ın tehcir hareketlerinin ve Türk-İran savaşlarının Ermenistanın boşalması ve halkının derin acılara gark edilmesinin müsebbibi olarak gören Ermeni tarihçileri de vardır.
Öte yandan, dediğim gibi, hiçbir ulusun tarihi trajedilerden ibaret değildir. Ermeni göçlerinin 19.yüzyılda Ermeni halkının kültürel ve siyasi dirilişinde büyük rol oynadığı da bir vakıadır.
Müslümanlarla eşit hatta daha büyük imtiyazlar elde eden İran Ermenilerinin eriştikleri refah seviyesi halkın güvenini arttırır. Şah Abbas’ın Katolik misyonerlerin yollarını tıkamış olması, Ermenilerin bağımsız kiliselerini kurmalarını, İran ve Irak Ermeni cemaatlerini birleştirmelerini mümkün kılar.
Öyle ki, Kilise önderleri İstanbul ve Kudüs’le rakabete girişirler. Ermeni Kilisenin itibarı Karabağ ve Zangezur gibi merkezlerin meliklerini de yüceltir. Topraklarını genişletmelerine neden olur. Nitekim, yıllarda Ermeni bağımsızlık hareketlerine öncülük edenler bu meliklerin arasından çıkacaktır.
Ne ki, Şah Abbas’ın ölümünden itibaren Safavi iktidarı inişe geçer.
Ermeni tüccarların iş hayatını tehdit eder boyutlara vardığında göçler yeniden başlar. Bu defa Hindistan ve İtalya’ya gidenler ticari faaliyetlerini o ülkelerde sürdürürler. Yükselen Şii muhalefeti koşullarını daha da zorlaştırınca, 1700’lerin başından itibaren göçler hızlanır:
Bu defa Hindistan’a ek olarak, Orta Doğu, Rusya, Batı Avrupa, büyük sayılarda Ermeni göçmenleri görülür.
Ermenilerin Batı-Avrupa’ya (Belçika-Hollanda-Danimarka) ilk göçlerinin 11. yüzyıl Selçuklu işgalinden hemen sonra gerçekleşmiş olduğundan bahsetmiştik.
Belçika’daki ilk Ermeni ticaret evlerine 13. ve14. yüzyıllarda rastlanır. Özellikle de Bruges’da, St.Donat Kilisesi meydanında halı, boya, pamuk ve baharat satar, karşılığında yünlü kumaş, Rus kürkleri, İspanyol yağı alırlarmış.
1375’de Kilikya devletinin yıkılmasından sonra Belçika, Hollanda ve Danimarka’ya göçenleri Hıristiyan iyiliksever kuruluşları himayeleri altına almış, yardım etmişler. Hatta, Bruge’un “Ermeni Darülacesesi” haline geldiğinden bahsedilir.
Öte yandan, Amsterdam’a geçen Ermeni tüccarları, inci ve elmas ticaretine giriyorlar.
Avrupalı Ermeniler, 1550’den sonra İran Ermenileriyle ticari bağlantılar kuruyorlar ve bu bağlantılar, Hollanda, özellikle de Amsterdam ekonomisine büyük katkı sağlıyor.
O kadar ki, Avrupalı Ermenilerin 1600lü yılların ikinci yarısında İsfahan’a giden ve yerleşen Hollandalı ortaklarından bahsedilir.
İlk Ermenice İncil de Amsterdam’da bastırılmış. İlk matbaayı İran’a getirenler Hollanda Ermenileri olmuşlardır. (1638) de.
Bu arada 1612’de Osmanlı-Hollanda ticaret antlaşması imzalanmasıyla birlikte, Amsterdam’da bu defa Osmanlı Ermenilerini görürüz.
Bu insanlar büyük olasılıkla 1590 İran-Osmanlı savaşından sonra İstanbul’a yerleşen Ermenilerin akrabalarıdırlar.
Hollanda kayıtlarına göre Amsterdam’da yaşayan Osmanlı vatandaşı 500 Ermeni ipek taciri “Qoster” (Şark) pazarında dükkân sahibidirler. 1700lerin ilk yarısında, Amsterdam’da kendi kiliselerini inşa edecek, kendi ticaret gemilerine sahip olacak kadar zengindirler. Hollanda bayrağını dalgalandırdıkları gemileriyle silâhlı frikateynler refakatında İzmir’e mal almaya geldikleri bilinir.
Avrupa Ermenilerinin göçtükleri ülkelerde kazandıkları itibarın bir nedeni ticaret ise, diğeri de dindir. Yani, Müslüman Osmanlı’nın içinde Hıristiyan Avrupa’nın din kardeşi bir halk.
Şah Abbas’ın Safavi hanedanının gücünü kaybetmesinden sonra hamisiz kalan İran Ermenilerinin korunma hatta kurtarılma için Katolik Avrupa’ya ve Ortodoks Rusya’ya dönmeleri daha 1720li yıllarda başlar. Bu işbirliğinin sonuçlarını da önümüzdeki sohbetimizde göreceğiz.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(XIII)
Ermeni tarihi esasen bir zorunlu göçler, tehcirler, tarihi olduğundan bahsetmiştik. Türkler kadar eski bir ulus Ermeniler. Bundan 2600 yıl kadar önce “Ermenistan” denilen toprakların bilinen ilk “işgalcileri” İranlılar. Sonra Büyük İskender. Sonra Romalılar. Sonra Bizanslılar. Ardından Araplar, Selçuklar, Moğollar, Tatarlar (Çingizler) daha sonra da Osmanlılar. Bizden sonra Safavi İranlıları ve nihayet Ruslar da var.
Osmanlıların Ermenilerle ilk temasları 1500lü yıllarda.
1500’lü yıllar Şah İsmail - ki kendisi ünlü Safavi hanedanının kurucusudur, İran birliğini gerçekleştirdiği yıllar. Şah İsmail’le birlikte İran tarihinde ilk kez Osmanlı karşısında bir tehdit unsuru olarak şekilleniyor, Batı’ya yayılma işaretleri veriyor. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’in peşine düşer. Ve dolayısıyla Ermenistan olarak bilinen topraklara girerler.
Osmanlıların bu tarihe kadar Doğu’da pek işleri olmamış. Avrupa cehanında genişliyorlar. 1517 Çaldıran muharebesini hep biliriz. Şah İsmail, batıya yayılma niyetlerine karşın, o tarihte Yavuz Sultan Selim’I göğüslemeye hazır değildir. Osmanlı ordusunun tutunmasını zorlaştırmak için geri çekilirken etrafı ateşe verir.
Şah İsmail’in yaktığı bu köyler Ermeni köyleridir.
Binlerce Ermeni zorunlu olarak yollara düşerlerken, Sultan Selim, Çaldıran muharebesi kazanır, başkent Tebriz’i alır. Ancak söylediğim gibi Osmanlı’nın en azından o günlerde doğuda gözü yoktur, bırakır geri dönerler. Fakat Safavi hanedanı ile Osmanlılar arasındaki savaşlar devam eder. Sonunda 1555’de Ermenistan’ın batı bölgelerini Osmanlılara, doğu bölgelerini İran’a bırakan bir antlaşma imzalanır ama bunun da ömrü uzun sürmez. 1578, sonra tekrar 1590 Osmanlı seferlerinde Tebriz bir kaç el değiştirir.
Güçlü devletler savaşırlarken arada kalmak Ermeni halkının kaderi gibidir.
Uzun savaş yıllarında müthiş bir trafik oluşur: Tebriz, Karabağ ve Nahçivan’da yaşayan Ermeniler İstanbul’a gelirlerken, İran, onlardan boşalan topraklara Van Ermenilerini yerleştirir. Nitekim, Tebrizli Araken gibi Şah’ın tehcir hareketlerinin ve Türk-İran savaşlarının Ermenistanın boşalması ve halkının derin acılara gark edilmesinin müsebbibi olarak gören Ermeni tarihçileri vardır.
İşin bir diğer tarafı Van gibi boşalan vilayetlere Sultan Selim’den itibaren göçebe Kürt aşiretleri yerleştirilmesidir. Ermenistan topraklarının boşalmasının, bölgenin sosyal ve etnik dengesinin Kürtler lehine değişmesinin başlıca nedeni uzun yıllar devam eden Osmanlı-Safavi savaşlarıdır. Bu uygulama 1600’lü yıllara kadar devam eder. “Osmanlı devleti Kürt aşiretlerini kontrol edemeyecek duruma geldiğinde ya da Kürtleri Ermenilere karşı kullanmaya kalktığında Ermenilerin karşısına ciddi bir sorun olarak ortaya çıktığı” söylenir.
Osmanlı-Safavi çekişmesinin bir diğer sonucu da İran ve Anadolu (ve İstanbul) Ermenilerinin ayrışmalarıdır.
Öte yandan, hiçbir ulusun tarihi trajedilerden ibaret değildir. Ermeni göçlerinin 19.yüzyılda Ermeni halkının kültürel ve siyasi dirilişinde büyük rol oynadığı da bir vakıadır.
Nitekim, bu yıllarda kaleme alınan Avrupa belgeleri Şah Abbas’ı Ermenileri Türklerden koruyan, refaha kavuşturan lider olarak ulularlar. İran Ermenileri Müslümanlarla eşit hatta daha büyük imtiyazlar elde ederler. Bu durum İran Ermenilerinin refah seviyesini arttırır. Cemaat daha bir güvenli olur. Şah Abbas’ın Katolik misyonerlerin yollarını tıkamış olması, Ermenilerin bağımsız kiliselerini kurmalarını, İran ve Irak Ermeni cemaatlerini birleştirmelerini de mümkün kılar.
Öyle ki, İran Ermenilerinin kilise önderleri zamanla İstanbul ve Kudüs’le rakabete girişirler. İran Ermeni Kilisesinin itibarı Karabağ ve Zangezur gibi merkezlerin meliklerine de itibar kazandırır. Melikler topraklarını genişletmeye yönelirler. Sonraki yıllarda Ermeni bağımsızlık hareketlerine öncülük edenler de bu meliklerin arasından çıkacaktır.
Ne var ki, Şah Abbas’ın ölümünden itibaren Safavi iktidarı inişe geçer. Safavi hanedanının gücünü kaybetmesinden sonra hamisiz kalan İran Ermenileri, korunma hatta kurtarılma için yüzlerini Katolik Avrupa’ya ve Ortodoks Rusya’ya dönmeye başlarlar ki, bu eğilim 1720li yıllarda başlar.
1720’li yıllar, Çar Birinci (Deli) Petro’nun hüküm sürdüğü yıllar. Şimdi ilginç bir adam bu Petro. Başlıca hedefi , Rusya’yı batılılaştırmaya çalışan adam. Rusya’yı endüstriyel sanatlarla tanıştırmak için tebdili kıyafet Hollanda’ya geçip tersane işçilerinin aralarına katılıyor, gemi yapımının inceliklerini öğreniyor. Amsterdam’da “Zaandam’lı marangoz Peter” kimliği ile tersane işçiliği yapıyor. Dört ay, işçi barakalarında yaşıyor. Gündüz tersanede tomruk taşıyor, gece geometri ve gemi inşa teorisi öğreniyor. Ancak, Beyaz Denizdren başka yolu yok. O da yılın beş ayı donuyor.
Bir ara Kırım’daki Azak kalesini alıp, denize ulaşmayı (34) deniyor ama kumandayı güvendiği bu adamlara verip, kendisinin basit bir topçu subayı olarak katıldığı savaşı feci bir şekilde kaybediyor. Bir kez daha görüyor ki, ne yapıp edip modern bir orduya sahip olmalıdır. Bir yıl sonra, bu defa kendisi Don Kazakları’ndan oluşturduğu kuvvetlerin başına geçiyor, Azov’u alıyor. Soylusu, köylüsü, işçisi herkese vergi yüklüyor, yabancı ustalar getiriyor, Varonej’de, Karadeniz’i hakimiyeti altına alacak bir donanma inşa etmeye girişiyor. Bir defasında elli soylu ve iki yüz hizmetkârdan oluşan bir sahra elçiliği oluşturuyor ve “diplomatları”nı “Avrupalıları Türklere karşı birleştirmek” gibi uydurma bir görevle yurt dışına gönderirken, aralarına Pyotr Mikhailov adında bir de gedikli katıyor ki, bu kendisidir. Yanında taşıdığı mühürde, zamanın bahriye erlerinin sloganı olan “Ben bir öğrenciyim, hocalara ihtiyacım var” yazıyor. “Kendim tamamen öğreneyim ki, geri geldiğimizde İsa Mesih’in düşmanlarıyla başedebilelim” diyor. Kastettiği, İstanbul’u almak ve Rusya’yı “hapis”ten çıkarıp, Boğaz’lardan dünyaya açmak.
Osmanlıya gücü yetmiyor ama kuzeyden Azerbeycan üzerinden İran’a inmek için her fırsatı değerlendiriyor. Ancak, bu defa karşılarında sadece İran kuvvetlerini değil, güçlenmiş Ermeni meliklerini de buluyorlar.
Bu arada İran’da Safavi hanedanı değişiyor, Afşarlar başa gelir. İran’ın yeni hükümdarı Nadir Şah sadece Ruslara değil, Osmanlı’ya da karşı koyan Ermeni meliklerini vergi muafiyeti ve bağımsızlıkla ödüllendiriyor ama doğu Ermenistan, özellikle de Karabağ’da yaşayan Türk aşiretlerinin sırtından. Bu defa da Azeriler tehcir ediliyorlar. Nadir Şah, bölgeyi Erivan, Nahçivan, Gence ve Karabağ olmak üzere dörde bölüyor. Erivan’a ağırlıklı olarak Ermenileri yerleştirirken, Gence’ye Azerilere bırakmak gibi uygulamalar girişiyor. Yaşanan tam bir hercümercdir. Hercümec, Şah Nadir’in ölümü izleyen onbeş’da artarak devam ediyor. Tehcir edilen Türk soyular kendi topraklarına geri dönerlerken, bölge Kürt ve Ermeni aşiretlerinin savaş alanına dönüyor.
Bu arada 1793’de Kırım’ı alan Ruslar, gözlerini bir kez daha Kafkaslara çeviriyorlar. Ermeni aşiretlerin bir kısmı Ruslarla ittifak yaparken, diğerleri Şah’a sadık kalır.
İkinci Katerina dönemi Ruslarla İranlıların arasında kalan Ermenilerin yaşam savaşı verdikleri dönemdir. Rusya 1801’de Gürcistan’ı ilhak eder, 1804’de dokuz yıl sürecek olan Birinci Rus-İran savaşı başlar. Ruslar, Karabağ Ermenilerinin yardımlarıyla doğu Ermenistan topraklarını işgal etmeyi başarırlar. İran’ın ordusunu güçlendirme, idari reform vb. gayretlerine karşın, 1826-1828, İkinci Rus-İran savaşı, Aras’ın kuzeyindeki bölgenin çarlık Rusya’sına geçmesi önleyemez. “Rus Ermenistanı” doğar ve Ruslarla Ermenilerinin, deyiş yerindeyse, kaderleri birleşir.
İzleyen yıllarda 30,000 Ermeninin Rusya’ya yerleştiği görünür. 1850’lerden sonra Rus Ermeni tüccarlarının yeni bir refah dönemine önayak oldukları görünür. Nor Jugha yeniden canlanır, vergiden muaf bir katedral-manastır külliyesine dönüşür. Okullar açılır. İlk Ermeni dergisi yayınlanmaya başlar.(12) Bu defa Çarın himayesindeki Ermeni tacirler, Hazar kıyılarında ve Basra Körfezinde ticarethaneler açar, Tahran’da Nasreddin Şah’a(13) çevirmenlik, Avrupalılar nezdinde özel temsilcilik vb. hizmetler vermeye başlarlar.
Balayı bir sure devam eder. Daha sonra Ermeni “fedayiler”in fazla güçlendiklerini düşünen Ruslar imtiyazlarını kısma yoluna giderler.
Osmanlı Bankasına düzenlenen terörist saldırından sonra Kafkaslar Umumi Valisi Prens Golitsîn, bürokraside Ermenileri tasfiye ederek, yerlerine Azerileri istihdam eder.
1903’de Kilise mallarına el koymaya kalkınca, Sultan Abdülhamid gibi silâhlı saldırıya uğrar. Ağır yaralanır, bölgeyi terkeder.
Bu arada Bolşevik Devrimi ile sonuçlanacak eylemler tırmanmaktadır. 1905 Baku konferanslarında Daşnak-Azeri mücadelesi tırmandığında, Rusların bir kez daha Kafkas hakimiyetlerini borçlu olduklarını düşündükleri Ermenilerin yanında yer aldıkları görülür.
İzleyen Rus destekli Ermeni saldırılarının vahşeti Azerilerin hafızalarına silinmemek üzere kazınır:
“Ermeni-Tatar (Rus imparatorluğunda Azerilere Tatar demek gibi bir yanlış yapılırdı) katliamının dehşetini artık kimse hatırlamıyor... Ermeni devrimcileri, özellikle de Daşnaksotun partisi ortaya çıkmadan önce Transkafkaslarda barış ve düzen vardı. Daşnaklar geldiler ve geleceğin bağımsız Ermenistan’ı için Ermeni topraklarının bölünmezliğini sağlamaktan bahsetmeye başladılar ve Transkafkasya köyleri ırkçı nefret ve ulusal mücadeleye boğuldu... Ermeni toplumu için Ermeni-Tatar katliamında Daşnaksotun’un kendi önemini kanıtlamak için provokasyon yaptığı sır değildi. Ermeniler iyi insanlardı. Daşnaklar komşu Tatar (Azerbeycan) köylerine ‘fedayi’ çeteleri vasıtasıyla taktik saldırılar düzenleyerek, Azerileri tepkiye zorladılar. Yaptıklarını geleceğin bağımsız Ermenistanı için, sadece Ermenilerin yaşadıkları topraklar hazırlamak arzusu ile açıkladılar.
1907-1912 arasında yaklaşık 500.000 Ermeni İran ve Türkiye’den Rus işgali altında olan Kars’a göçtü. Oysa, Erivan ve Elizavetpol’u da içeren bu bölgede Azeriler yaşardı. Rus yetkililerin gözetiminde gerçekleşen bu uygulamanın neden olduğu sadece ilk savaşta her iki taraftan ölen sayısı 10,000i buldu.”
Bu arada Ermenilere bir destek de Amerikalılardan geldi. ABD Başkanı Woodrow Wilson,(23) “Ermenistan’ın desteksiz varolamayacağı” savıyla, sınırlarının belirlenmesi, Amerikan koruması altına alınmasını istedi. Amerikan Senatosu’nun Ermenistan’ı mandası altına almayı reddetmiş olmasının nedeni “Ermeni meselesi”nin bir “Avrupa davası” olması.
“Daha iyi örgütlü ve daha iyi silâhlı Ermeniler terörist yöntemlerine ilâveten, köyleri yakmak, Azerileri topraklarından sürmek gibi taktikler kullandılar. Propaganda makinesini de başarıyla kullandılar: Türkiye’deki katliamları ve Pan-İslamizme ilişkin makaleleri kullanarak Rus ve Batı basınının sempatisini kazandılar. Ancak aynı zamanda Ruslarla olan ilişkilerinde teröre ve rüşvete başvurmaktan çekinmedikleri gibi Hıristiyan dayanışmasını da suistimal ettiler. Buna karşın, yasalara uymaktan yana olan Azeriler umutlarını Rus yöneticilerine bağlamayı sürdürdüler. Azerilerin yaklaşan tehlikenin işaretlerini almalarına, Rus yetkililerin kışkırtmalarına karşın önlem almakta gecikmelerinin nedeni budur. İlk kurbanlar görüldüğünde Azeriler olanları kendilerine sakladılar, taviz verdiler hatta ölü sayılarını gerçek rakamların altında gösterdiler. Bu nedenledir ki, askeri olsun, siyasi ya da propaganda olsun, Azeriler ‘yangına körükle gitmemek isterlerken’ her sahada geç kaldılar.”
Şubat ve Ekim 1917 Bolşevik devrimi, yeni bir perde açar. Aynı yıl Tiflis’te toplanan Ermeni Kongresi “Vilâyeti Sitte”nin Rusya’ya ilhak etmesini ister. Ne ki, Bolşevikler, “Türk Ermenistanı”nın kendi kaderini kendisinin tayin etmesi gereği”ne karar verirler. Mayıs 1918’de iktidara geldiklerinde Daşnaksotun’un ilk icraatı Azerbeycan ve Türkiye’den toprak talep etmek olur. 1918-1920 Ermeni-Azeri savaşının sadece ilk yılında da 115 Azeri köyü yakılır, yedi bini aşkın insan ölür, Nahçıvan, Karabağ ve Zenzegur Azerileri göçmek zorunda kalırlar. Türkiye cephesine gelince: Daşnaksotun liderliğinin başarısız olma nedeni, “Denizden denize Büyük Ermenistan” kurmak gibi (“Denizden denize”den kasıt, Karadeniz-Akdeniz’dir) gerçek gücünü aşan bir hedef belirlemiş olmasıdır.
Yeri gelmişken, günümüzde ABD’de yaşayan bir milyon Ermeninin büyük çoğunluğu 1918’de bağımsızlığını ilân eden Rus Ermenistan’ından göçenlerin çocuklarıdır. Muhtelif isimler altında bini aşkın örgüt altında toplanmış bu insanların saplantıları da maalesef cinnete varan Türk düşmanlığıdır.
Bu arada: günümüzdeki Ermeni nüfusunun üç milyonu başka ülkelerinin topraklarında, üç milyonu Ermenistan’da olmak üzere altı milyon olduğu hesaplanmaktadır. 1914 yılında yapılan sayımda Osmanlı topraklarındaki Ermenilerin sayısı 1,221,850’ydi. 1,5 milyon Ermeni vatandaşımıza soykırım uyguladığımızı söyleyenlere duyurulur!…
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(XIV)
“Hüccet” delil, kanıt demek. “Hüccetle müdafaa” ya da “apologetics” Hıristiyan ilâhiyatının bir dalı. Apologetics, Hıristiyan öğretisini, Hıristiyan dogmalarını savunmak, kanıtlamak, diğer bir deyişle, dogmalara “mazeret bulmak”la iştigal eder.
Örneğin, Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu gibi bir inancın akıldışı ya da mantıksız olmadığını kanıtlamaya çalışır.
Apolojistler, baba-oğul-kutsal ruh inancının diğer dinlerin inançlarından daha akla yatkın, ve dolayısıyla insanlığa daha “yararlı” olduğunu delillendirerek isbat etmeye çalışırlar.
“Apology” mazerettir, özürdür. Günümüz İngilizcesinde “özür dilemek” anlamında kullanılan “apologize” sözcüğü de bu kelimeden gelir: apologetics. Kelime, içini doldurmayan, anlamını karşılamayan oluşumları tanımlamak için de kullanılır. Köse bir erkeğin sakal bırakmaya heveslendiğini düşünün. Ortaya pek seyrek bir sakal çıkacaktır, öyle değil mi? “Sakal müsveddesi” gibi bir oluşum. “Apoloji” kelimesi bu anlamda da kullanılır: “an apology for a beard” denir.
Apolojistler, inanç ya da varsayımlarını kabul ettirmek için sistematik olarak delil üretirler. Örneğin, Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunun delili “Kitabı Mukaddes”dir denir. Kitabı Mukaddes, Tanrı tarafından “kaleme alındığı” varsayıldığı için reddedilemez bir “kanıt” olarak sunulur. Böylece, İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna inanmayanlar, “İncil” ile karşı karşıya getirilir. Önlerinde iki seçenek vardır: ya susacaklar, ya da İncil’in Tanrı tarafından kaleme alınmış bir kitap olmadığını iddia etmek durumunda kalacaklardır!
Diyelim ki, çevrenizin inançlarına ters düşebilecek kadar cesur bir Hıristiyansınız. “İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia edecek kadar mantıksız bir kitap Tanrı tarafından kaleme alınmış olamaz” dediniz. Apolojistin cevabı hazırdır: “Kitabı Mukaddes Tanrı tarafından kaleme alınmamış olsaydı, milyonlarca insana mutluluk getirmezdi. Mutluluk getirdiğine göre, Tanrı tarafından kaleme alındı. Tanrı tarafından kaleme alındıysa İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu da doğrudur.”
Eskilerin “devri bâtıl” dedikleri, “kısır döngü” mantık silsilesi budur. Başlangıç noktası, “İncil Tanrı’nın kaleminden çıktı” gibisinden tartışmaya açık bir ön-kabul. Ön-kabulü destekleyen, “İncil milyonlarca insana mutluluk getirmiştir” gibisinden bir delil. Şimdi siz “İncil milyonlarca insana mutluluk getirdiği doğru ama İncil yüzünden bir o kadar da adam öldü. Engisizyonlar diye birşey var” diye itiraz edecek olsanız, “Evet insanlar öldüler, çünkü İncil’i iyi okumamoşlardı” şeklinde bir cevap alırsınız. İyi okumuş olsalardı, engizisyonlar olmazdı, falan.
Diyeceğim, apolojistlerin elinden kurtuluş yoktur! Önkabule dayandırdıkları bir sonucu desteklemek, daha doğrusu sonuca mazeret bulmak için habire delil üretirler. Bunu yapabilmek için de sürgit kulvar değiştirirler. Bir meseleyi ele alıp baştan sonra mantık çerçevesinde tartışamazsınız. Az önce verdiğim örnekte olduğu gibi, konu İsa gibi bir faninin Allah’ın oğlu olup olamayacağı konusundan çıkar, kendinizi Kutsal Kitabın milyonlarca insana mutluluk getirmiş olması (ya da olmaması) gibi Hazreti İsa’nın sulbü ile ilgisi olmayan birşeyleri tartışırken bulursunuz.
Dediğim gibi, Apolojistler, dogmalarını destekleyecek bitmez tükenmez gerekçeler üretirler. Yeri gelmişken, son yıllarda ürettikleri bir delil de Körfez Savaşıyla ilgiliydi. Efendim, Kutsal Kitabın “Vahiy” bölümünde Kudüs’te iki inananın öldürüleceğine ve sokakta yatan naaşlarını bütün dünyanın üç gün boyunca seyredeceğine dair bir kehanet varmış. Ve bu kehanet doğru çıkmış! Çünkü, Körfez Savaşı sırasında canlı yayın yapan CNN televizyonu, iki kurbanın bedenlerini canlı yayında ve günlerce bütün dünyaya göstermiş! Kutsal Kitabı yazan tanrının ta kendisi olmasaymış, bu kehanet nasıl gerçekleşirmiş! 2000 yıl önce televizyon mu varmış!
Apolojistlerin bir diğer özellikleri de iddialarını zayıflatabilecek olgu, olay hatta cürümleri inkâr etmeleridir! Örneğin, Kitabı Mukaddes, 2000 yıl önce yazılmadı, İsa’nın ölümünden yüz yıl sonra derlendi deseniz dinletemezsiniz, çünkü davalarını zayıflatacağını düşündükleri bu veriyi anında hasıraltı edeceklerdir!
Nitekim, Roma İmparatoru Konstantinin Hıristiyanlığı kabulü ile birlikte Avrupa’nın “Karanlık Çağlar”a girmiş olmasına da mazeret üretmekte gecikmemişlerdi.
“Karanlık Çağlar” mâlum Avrupa’nın kültür ve sanatta eski Yunan’ın ve Roman’nın gerisine düştüğü, bilimsel faaliyetin son bulduğu yüzyıllar. 1330’lu yıllarda ünlü düşünür Petrark’la başlayan entelektüel kıpırdanma Avrupa Aydınlanmasına giden süreci de başlatmıştı. Ancak Apolojetikler iddialarından vazgeçmediler. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu ve insanlık için yararlı olduğunu ısrarla savundular, Karanlık Çağlara mazeret üretmeyi sürdürdüler. Yunan ve Roma düşüncesine burun büküyorlar, Hıristiyanların uğradıkları baskıları, zulümleri abartıyorlar, bir yandan da İsevilerin Roma toplumundaki rollerini yücelttikçe yüceltiyorlardı.
“Seçici algılama” derler, binbir olaydan sadece işinize gelenleri, davanızı yürütmenizi kolaylaştıracak olanları seçer, işinize gelmeyenleri yoksayarsınız. Apolojistler, seçici algılama üstadlarıydılar. İşlerine gelmeyen hadiseleri hasır altı eder, işlerine gelen olgu ve olayları büyük bir belâgatla abartırlardı.
Öte yandan, “seçici algılama” uzak geçmişle sınırlı bir uygulama değildir. Örnekerine yakın tarihite hatta günümüzde rastlanır. Meselâ, ırkçılar. Irkçılar, büyük apolojistlerdir! Beyaz Adamın üstünlüğüne, Ari ırkın mükemmelliğine toz kondurmamak için üretmeyecekleri kanıt, üstünü örtmeyecekleri olumsuzluk yoktur! Aynı şekilde, adanmış toplum mühendisleri, ideologlar, iktidar peşinde koşan entelijensiya!
Bu gruplar insanlık için neyin en doğru ve en iyi olduğuna karar vermeye görsünler! Geçtiğimiz yüzyılda Bolşeviklerin, Nazilerin yaptıkları gibi milyonları itlâf etmekten, temizlemekten kaçınmayacaklardır. Gönül, insanlığın önyargıya dayalı davaları geride bıraktığını düşünmek istiyor ama ne yazık ki, öyle değil.
Bugün bile güçlülerin ideolojilerini ihraç etmek adına göze almayacakları savaş yok gibidir. Ortak yanları belâgattır. Hıristiyan apolojetikleri insanlığı kurtarmak için oğlunu feda eden Baba’yı efsaneleştirirlerken, Bolşevikler her türlü kötülüğün temelinde yatan özel mülkiyeti lânetler, günümüz neo-liberalleri de serbest pazar ekonomisine methiye düzerler.
Buna karşın, “apolojetik” sıfatı, artık davalarını yürütmek için sistematik olarak delil üreten, ön-yargılara gerekçe bulan, karşı tarafı dinlemeyen insan topluluklarını ya da bireyleri nitelemekte kullanılır oldu. Bu bakımdan, “apolojist” olarak anılmak artık iltifat sayılmıyor.
Dahası, Apolojistler, amaçlarına ulaşmak için gerçekleri hasıraltı etmekle, kötülükleri aklamakla suçlanıyorlar, hatta “muğfil” oldukları söyleniyor. “Muğfil” yani insanları iğfal eden, aldatanlar anlamında.
Dahası, günümüzde kullanılan “spokesperson” ya da “sözcü” kelimesinin de “apolojist”in yeni çeşitlemesi olduğundan bahsediliyor. “Apolojist saygınlığını yitirmiş bir sıfat olduğundan yerini “tarafsız” ses veren “sözcü” kelimesine bırakmıştır” deniyor. Aslında, “sözcü” de, tıpkı bir apolojetik gibi “verili bir davanın partizan yani yanlı sunucusu” olup, aralarındaki tek fark “belâgat” farkıdır.
Günümüzde bir “sözcü” yanlı olduğunu açık etmemeye özen gösterdiği için, klasik belâgattan, hamasetten uzak durmaya, “yansız” bir dil kullanmaya çalışır. Hepsi bu.
Apolojist gelenek, özellikle de siyasette yaşatılıyor. Uluslararası arenadaki en başarılı örneklerine İsrail’de rastlanıyor. Şöyle ki, Filistinliler, ne denli doğru, haklı ve gerçekçi olurlarsa olsunlar, İsrail’in tutumuna her durumda “mazeret” bulacak bir apojetik daha doğrusu apolojetikler ordusu çıkıyor. Örneğin, İsrail, Filistin göçmen kamplarını bombalamaya mı niyetlendi, apolojetikler ordusu derhal harekete geçiyor ve meselâ Filistin’in yeni lideri Abu Mazen’in uygunsuz kişiliğinden söz etmeye başlıyor.
Uluslararası medya tekellerinin günümüz apolojetiklerinin işlerini kolaylaştırdığı ayrıca bir vakıa. Maksat, üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğunda apolojistler uluslararası medyanın sunduğu olanakları büyük bir maharetle kullanıyorlar.
Hıristiyan apolojistlerin en yaman hasımları “rasyonalistler”di.
Rasyonalistler, “gerçek”e inanç, dogma ya da Kutsal Kitap’ın öğretileri ile değil, mantıkla, sınama/deneme yani bilimsel yöntemle varılabileceğini savunanlar; elle tutulur, ölçümlenebilir verilere dayanan “bilimsel yöntem”den yana olanlar. Hazreti İsa Allah’ın oğludur gibi bir ön-hükümden başlayıp, bu hükmü doğrulayacak deliller üretmektense, kanıtlardan yola çıkıp sonuca varmaya çalışanlar. Ancak, rasyonalizm ya da akılcılık ille de tanrı-tanımazlık değil. Gerçeği sadece ve sadece “inanç” temelinde yapılandırmaya karşılar. Tanrı tanımaz rasyonalistler olduğu gibi, Albert Einstein gibi dindar rasyonalistler de var. Einstein, malûm, dünyayı sarsan buluşlarına Tevrat’tan değil gözlemlerden yola çıkarak, bilimsel yöntemle ulaşmıştı.
Bilimsellik “veri” ister. Rakam ister, delil ister. Objektivite, nesnellik ister. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna inanıyor olmanız, Hazreti İsa’yı tanrının oğlu yapmaya yetmez. Aynı şekilde, diyelim, Türklerin “Ermeni soykırımı” yaptığına inanıyorsunuz. İnanıyor olmanız yetmez, kanıtlamanız gerekir.
Bu nedenledir ki, “soykırım” iddialarının ve aksinin belgelendirilmesi gerekir. Yani, gelmiş geçmiş tüm arşiv belgelerinin ortaya dökülmesi, değerlendirilmesi gerekir.
Eğer bu yapılmıyorsa, arşiv belgelerinin ortaya dökülmüyor ya da dökülmesi şu ya da bu biçimde engelleniyor, veriler hasıraltı edilmeye çalışılıyorsa dikkat kesilmek gerekir! Çünkü, üzüm yemek değil, bağcı dövmeye yönelik bir hüccetle müdafaa yani apolojist yöntemidir! “Siz istediğiniz kadar tersini kanıtlayan veri sunun, ben bildiğimi okurum” tutumudur ki, tartışmanın ötesinde çatışma kışkırtır.
Geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde toplanması plânlanan “İmparatorluğun Çöküşünde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi” isimli konferansa yönelik eleştirilerin nedeni de budur. Konferansı tertipleyenler, oturumu belgelere kapattıkları için bilimsel değil, apolojetik bir görünüm vermişlerdir. Siz ne derseniz deyiniz, biz soykırım yapıldığını biliyoruz türünden bir görüntü ki, doğrusu bence de savunulması mümkün olmayan bir pozisyondur. Ve ertelenmeseydi sadece diğer apolojistlerin yani diaspora Ermenilerinin tezlerini desteklemeye yarayacaktı.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(XV)
“Akıl sağlığı” dediğimiz kavramı, hemen hepimiz, “birey” bağlamında düşünürüz. Yaygın kültürün de “hastalanabileceği” olgusu üzerinde hemen hiç durulmaz. Oysa, “toplumsal patoloji” diye de bir olgu var. Toplumlar da hastalanabiliyorlar.
Sosyal psikologlar, toplumların hastalanmış olduklarını “doğal işlevlerini göremez” hale gelmeleri olarak tanımlıyorlar.
Bir toplumun en doğal işlevi “hayatta kalmak.” Hayatta kalmak, ve tarihin derinliklerine gömülüp kalmamak. Aztekler, İyonyalılar, Hititliler, Finikeliler, adları unutulmuş, kabirleri dağılmış nice diğer kavimler gibi, bir efsaneye, bir masal kavme dönüşmemek. Diriliğini muhafaza etmek. Bir toplumun, bir ulusun olmazsa olmaz işlevi bu.
Hayatta kalabilmenin, diri kalabilmenin şartı, değişen dünyaya uyum sağlamak. Sadece kuraklık, erozyon vb. gibi değişen fiziki şartlara değil, değişen teknolojiye, inançlara, değer yargılarına, dünya görüşlerine de uyum sağlamak. Gelin görün ki, olayın kilitlendiği nokta da bu!
Sosyal psikologlar, değişen dünyaya uyum sağlayamadıklarını düşünen toplumların zaman içinde aşağılık kompleksine kapıldıklarını, hatta “kendilerine karşı bir nefret” geliştirdiklerini söylüyorlar.
Değişen dünya değerleri ile başedememiş, değişen dünyaya ayak uyduramamış, gerisinde kalmış olmak duygusunun “öz-nefret”i kışkırttığı gözlemleniyor. Kendilerini “gelişmiş” oldukları kabul edilen toplumlardan aşağı gören kavimler, öfkelerini kendilerine yöneltiyor, kendilerinden nefret eder oluyorlar.
“Öz-nefret”i en derinden yaşayanların ırkçılık kurbanları oldukları biliniyor. Örneğin, Güney Afrika yerlileri gibi uzun yıllar ırk ayrımı altında ezilen toplumlar, çareyi kendilerinden kaçmakta buluyorlar. Kendilerinden kaçmak, ezenlere benzemek, ezenlere katılmak için uğraş verir oluyorlar.
Bu uğraş, kıvırcık saçlarını düzleştirmeye kalkmaktan, cilt rengini beyazlaştırmaya, giyim kuşam değiştirmeye varıncaya kadar çeşitli biçimlerde kendisini gösterebiliyor.
İnsanın egemen toplumun bireylerinden farklı olmadığını kanıtlayabilmesi için saçının kıvırcığından, cildinin renginden, burnunun şeklinden vazgeçmek zorunda kalması hazin. Ama işin fiziki tarafı daha bir kolay hallediliyor. Zor olan, toplumun içine işlemiş geleneklerden, inançlardan, değer yargılarından vazgeçmek. Buna rağmen, kendilerinden nefret eden toplumların baskın toplumların dünya görüşlerini benimsemek yarışına girdikleri görülüyor. Ne var ki, kişinin “onlardan birisi” olduğunu kanıtlamak için “kendi kimliğini iptal etmek” zorunda kalması, akıl sağlığını da tehdit ediyor.
Kimliğini “iptal eden” insan, herşeyden önce, vurdumduymazlaşıyor. Ne öz, ne de üvey toplumuyla duygudaşlık – empati – geliştirebiliyor. Apolitik oluyor. Etliye sütlüye karışmazmış, dünya umurunda değilmiş gibi duruyor ama bir o kadar da tedirgin. Deprasyona yatkın, hatta aşırı durumlarda, madde bağımlısı. Kendisine duyduğu muhabbet soğumuş olduğundan, ihtihar eğilimli.
Aynı semptomlara toplumlarda da rastlanıyor. Kendilerinden memnun olmayan toplumlarda yeşeren popular kültür, toplumu dıştan bakıldığında vur-patlasın-çal-oynasın kabilinden sahte coşkuya sevkeden bir görüntü veriyor. Oysa aslında yaptığı kendisini cezalandırmak.
Kendinden nefret, “ayna-kimliği” diye bilinen kavramla yakından ilişkili. Sosyal psikologlar, “ayna-kimliği”ni, kişinin ya da toplumun kimliğini başkaları tarafından “nasıl görüldüğü” esası üzerine yapılandırıldığı durum olarak açıklıyorlar. Böyle durumlarda kişinin ya da toplumun kimliğini belirleyen, başkalarının onlar hakkındaki görüşleri oluyor. Yani, başkaları, bu durumda baskın toplumlar, sizin hakkında olumsuz düşünüyorlarsa, siz de kendi hakkınızda olumsuz düşünmeye başlıyorsunuz.
Kendimizden bir örnek vermek gerekirse, baskın toplumlar Türkler’in meselâ “barbar” olduklarını düşünüyorlarsa, doğru olsun olmasın, bir zaman sonra Türkler de kendilerinin “barbar” olduklarına inanabiliyorlar. Bu durum, bizi biz yapan değerlerden, yani kendimizden nefret etmeye kadar gidebiliyor.
Kendisini böylesi bir ruh halinde bulan kişi, Türk toplumuna yabancılaşıyor. Türk toplumuna yabancılaşırken, kendisine de yabancılaşıyor. Baskın toplumların kendisini aşağıladığını düşüncesi, kendi kendisini aşağılamasına neden oluyor. Böylece yerleşen aşağılık kompleksi, kişiyi baskın toplumlarının değerlerini benimsemeye yöneltiyor.
Ancak, bu defa da psikolojik dengesizlikler meydana geliyor; çünkü, kişi ne kendi arkaplânını tümüyle reddedebilmiş, ne de öykündüğü toplumun değerlerini tümüyle kabul edebilmiştir. İki arada bir derede kalmış olmak daha da rahatsız ediyor. Bu defa iş özgün kimliğini inkâr etmeye veya red etmeye gidiyor.
Öte yandan, kimliğin reddedilmesi, “ben onlardan değilim” iddiası “gerekçe” istiyor. Yani, kişinin karşılaştığı olumsuzlukları kendi dışında birilerine maletmesi, diğer bir deyişle, kendisini içinde bulduğu duruma “mazeret üretmesi” gerekiyor. Örneğin, Yahudi soykırımını gerçekleştirmiş bir milletin çocuğu olmaktan hicap duyan Almanlar, olumsuzluğu “Nazi yöneticilerine” mal edip, vicdanlarını aklamayı seçmişlerdi. Benzer bir biçimde Ruslar, milyonlarca insanın sosyalizm yolunda telef olmuş olmalarını Stalin yönetimine malettiler.
Bize gelince: son zamanlara kadar bizdeki eğilim, ekonomik geri kalmışlık dahil tüm olumsuzluklardan Osmanlı yönetimini sorumlu tutmak şeklindeydi. Nitekim, Tevfik Fikret’in, Sultan Abdülhamid’e suikast düzenleyen Ermeni teröristi öven o korkunç “Bir anlık gecikme” şiiri de bu ruh halinin bir göstergesidir. Fikret, malûm, dönemin en pırıltılı yabancı okulu Robert Kolej öğretmenlik yapıyordu, biricik oğlunun yabancılaşma serüveni de hıristiyan papazı olmasıyla sonuçlandı.
Yakın zamanlarda yükselen eğilim, Osmanlı’ya az da olsa sahip çıkarken, olumsuzlukların kaynağını muğlak bir “devlet” kavramında aramaya yöneldi. Muğlak diyorum, çünkü bugün bile hakim söylemde “devlet” ile “hükümet” arasındaki ayırım net değildir.
Bununla birlikte, tüm olumsuzlukları “devlet”e yüklemek adetten oldu. Örneğin, “hantal devlet” saptaması, ekonomide kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesiyle sonuçlanırken, yönetimde mahalli idarelerin güçlendirilmesi, sivil toplum örgütlerinin önlerindeki engellerin kaldırılmasını getirdi. “Devlet millet için vardır, millet devlet için değil” disturu, bireylerin yolunu açtı, özel girişimciliği teşvik etti. AB yasalarına uyumu kolaylaştırdı. Gecikmiş reformları hızlandırdı.
Bütün bunlar, toplumumuzun hayatta kalabilmesi, değişen dünyaya uyum sağlayabilmesi için gerekli olduğu düşünülen değişimlerdi. Ne var ki, zaman zaman, bu çabaların, deyiş yerindeyse, ipin ucunu kaçırdıkları da olmadı değil. Avrupa’nın gerisinde kalmışlık duygusunun kendimizden nefret etmemizi değilse bile, kendimize yabancılaşmamızı körüklediği bir vakıa. Ve yabancılaşmanın ilk dünah keçisi de hemen her zaman “devlet” oluyor!
Türkiye Cumhuriyetini “TC” rumuzunu kullanarak aşağılama gayretlerini bilirsiniz. Son zamanlarda bu gayretlere bir de “resmi” olduğu belirtilen her söylemin reddedilmesi gerektiği şeklinde bir eğilim eklendi. “Devlet”in ak dediğine, kara, “kara” dediğine “ak” denmesi neredeyse adet haline geldi.
Bu eğilimin örneklerinden birisi de geçtiğimiz günlerde toplanması plânlanan “İmparatorluğun Çöküşünde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi” isimli konferanstı.
Tartışmalı konferansı öneren akademik ünvan sahibi üç hocamız, konferans davetlilerini tesbit ederlerken, “resmi tarihçi” olmakla suçladıkları, diğer başka hocalarımızı aralarına almayacaklarını ilân ettiler.
“Resmi tarihçiler”den kasıtları, tezlerini devlet arşivlerinden elde ettikleri bulgulara dayandıran, konuya ilişkin yargıları Türkiye Cumhuriyeti devletinin tezleriyle örtüşen bilim adamlarıydı! Dahası, dinlemeyeceklerini ilân ettikleri bilim adamlarının aralarında Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi dünya çapında isimler de vardı. Tepkiye neden olan da, konferansı tertipleyenlerin bu tutumları oldu.
Tertip komitesinin “Ermeni soykırımının bir vakıa” olduğunu def’atle ilân etmiş insanlardan oluşması, konferansın peşin bir hükümle yola çıktığı, amacının ilân edilmiş bir “peşin hükmü” delillendirmek, “Ermeni soykırımının bir vakıa olduğunu kanıtlamak1 olduğu şeklinde bir izlenim yarattı. Tertipleyenlerin davranışları bir yanıyla müthiş bir yabancılaşmanın, hatta öz-nefretin işareti gibi göründü; diğer bir yanıyla da “arşivler ne derse desin, biz soykırım yapıldığını kanıtlayacağız” gibisinden, savunulması mümkün olmayan apolojetik bir görüntü verdi.
Bu arada “Apologetics” malûm, Hıristiyan ilâhiyatının bir dalı. Hıristiyan öğretisini, Hıristiyan dogmalarını savunmak, kanıtlamak, diğer bir deyişle, dogmalara “mazeret bulmak”la iştigal eder. Söz konusu konferans da tek yanlı olacağını baştan ilân edildiği için, apolojetik bir tutumla diaspora Ermenilerinin tezlerine kanıt üretmek üzere toplanıyormuş gibi oldu.
Konferansın düşünce özgürlüğü gibi, demokrasi gibi günümüzün popüler kavramlarla açıklanması da mümkün olmadı. Çünkü, bir, muhalefeti, bu durumda “resmi tarihçi” dedikleri kesimleri, dışlayan bir konferansın nesnelliğinin sorgulanması açınılmazdı.
İkincisi, bilimsel verilerle demokrasinin ilişkisi kurulamadı. Şöyle ki, bilimsel veriler örneğin dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlıyorlarsa, “düşünce özgürlüğü” adına tersini savunmanın abesle iştigal olacağı açıktı. Bilimsel verilerin gerçekliği “demokratik oylama”ya konulamayacağına göre, geriye tek bir seçenek kalıyordu: konferansı tertipleyenlerin saklı bir acendaları olduğuna hükmetmek. Tepki doğuran, daha doğrusu üzüntü veren de bu ihtimal oldu. AB ülkeleri parlamentolarının ardarda aldıkları kararlara, az sayıda da olsalar bizim kendi aydınlarımızın çanak tutuyor olmaları olasılıkları infial yarattı. Pir Sultan’ın idam sehpasına götürülürken dillendirdiği sitemi hatırladık: düşmanın attığı taş değil, “Yarin attığı bir gül zul gelir bana!” Zor gelen, kendi aydınlarımızın karşı safta yeraldıklarını düşünmek oldu.
İyi de, Ermeni soykırımı olmadığını içine sindiremiyen bir Türk aydını ne yapmalıydı? Bunun cevabı da çok basit görünüyordu: Ermeni soykırımının bir vakıa olabileceğinden kuşkulanan bir Türk aydınının yapması gereken verileri sorgulamak, arşivlerdeki verileri geçersiz kılan başka verilerler varsa onları bulup ortaya çıkarmak olmalıydı. Ancak bunu yapabilmek için “resmi tarihçi” olmakla suçladıklarının ellerini görmeleri gerekirdi. Konferansı, resmi, ya da değil, “verilere kapatmak” olayı bir “fact-finding” misyonu olmaktan çıkaracak, apolojist hareketine döndürecekti.
Konferans ertelendiği için, toplanmış olsaydı nasıl bir sonuç verirdi bunu bilmiyoruz. Nitekim, ertelenmesine neden olan tepkileri gereğinden fazla sert, hatta anti-demokratik bulanlar da çıktı. Ancak, soykırım ithamına ilişkin “verilerin” arşivlerde olduğu, bir toplumun arşivlerini bireylerin değil, ister istemez “devlet” kurumlarının muhafaza ettikleri de bir vakıadır. Devlet tarafından muhafaza edilen arşivleri inceleyen bilim adamlarının vardıkları sonuçlar, resmi tezle örtüşüyorsa, bunda bir çapanoğlu aramak, bu bilim adamlarını “ikinci sınıflıkla” ya da “devlet dalkavukluğu” ima eden “resmi tarihçilik”le suçlamak yakışıksızdı. Yakışıksız olmanın ötesinde, bir tür düşmanlık değilse, öz nefrete, düşmanlığa işaret ediyordu. Peki, neye düşmanlık?
Gördüğümüz kadarıyla resmi ses veren her türlü söyleme düşmanlık! Ağızıyla kuş tutsa da resmi söyleme düşmanlık, resmi söylemden nefret. Bu izlenim de bizi sohbetimizin başına döndürüyor: Toplumlar da hastalanabiliyorlar. Hastalanan toplumların hayatta kalmak, yeryüzünden silinmemek gibi en doğal işlevlerini bile göremez hale geldikleri görülüyor.
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(XVI)
Öyle alışmışız ki Batı’yı sorgulamamaya, en garip, en çelişkili uygulamalarını bile adeta “doğal” karşılıyoruz. Kendi ülkemizde rastlasak şiddetle karşı koyacağımız gelişmelere onlardan geldiğinde tepki vermiyoruz. Tepki vermemekten de öte, “vardır bir bildikleri” şeklinde kabulleniyoruz. Örneğin, insanların düşüncelerinden dolayı suçlanamayacakları gibi, ifade özgürlüğü gibi temel demokratik haklar ihlâl edildiklerinde, bu ülkenin sağcısı da solcusu da ve haklı olrak ayağa kalkar! Oysa, olan aynen budur ve biz Batı’dan geldiği için olsa gerek, susuyoruz. Evet, “Nefret Yasaları”ndan bahsediyorum.
“Hate Laws” ya da “Bias Laws” dedikleri “Önyargı Yasalarından.”
Tarih, 6 Nisan 1999. Amerika Birleşik Devletlerinin pek "karizmatik" Başkanı Bill Clinton, Kongre'de yaptığı konuşmada Nefret Yasalarının “bireylerin cinsel tercihlerinden doğacak suçları da” kapsamına alacak şekilde genişletilmesini istiyor. Ve şu kelimelerle: "'Nefretten Doğan Suçları Önleme Yasası' 21. yüzyıla girerken kendimize ve dünyaya 'doğru'yu vaaz etmeye ve uygulamaya kararlı olduğumuz gerçeğini iletmekte önemli bir sembol olacaktır."
Başkanın cümlesindeki üstenci tavra bakar mısınız? “Dünyaya ‘doğru’yu vaaz etmek” Kelime aynen bu “vaaz etmek.” Anlam Türkçe çeviride sertleşmiş değil, Clinton, bir papaz gibi, “preach” etmekten bahsediyor – nitekim İngilizcede papazın karşılığı da “preacher”dır.
Başkanın vaaz ettiği "'Nefret Suçları Listesi" diye bir liste var. Genişletilmesini istediği bu liste. Peki, "Nefret Suçu" nedir?
Nefret Suçu, "'Öteki'nin gerçek ya da varsayılan 'nitelikleri' nedeniyle gadre uğradığı... yani, mağdurun şahsının değil, temsil ettiği varsayılan niteliklerinin 'cezalandırıldığı' durumdur" şeklinde tanımlanıyor.
Karmaşık bir tanım gibi duruyor ama değil. Şöyle ki, "'öteki'nin gerçek ya da varsayılan 'nitelikleri'"nden kasıt, ırkı, gelenekleri ya da âdetleri oluyor. Bu çerçevede, kötü şöhretli Klu Klux Klan'ın zencilere yönelik suçları "Nefret Yasaları" kapsamına giriyor. Nefret yasalarının bir adının da "önyargı yasaları" olması bundan.
Clinton, Kongre’deki konuşmasında eşcinsellerin "gelenek ve âdetleri nedeniyle ayrımcılığa uğramaları” halinde, saldırganların artırılmış ceza görmelerini istediğini söylüyor.
Meğer, ilk nefret yasaları 1969’da çıkmış. Amaç, engelli, göçmen ya da yaşlı oldukları için saldırıya uğrayan ABD yurttaşlarını korumakmış. Amerika Birleşik Devletleri farklı bir toplum tabii. Ülkelerinde "nefret tacirleri" anlamında "Hatemongers" dedikleri gruplar var. Ve FBI suç istatistikleri Amerika’da renkleri, cinsiyetleri, etnik kökenleri, dini inançları, cinsel tercihleri ya da sırf ileri yaşları nedeniyle saldırıya uğrayan topluluklar olduğunu gösteriyor. Devlet "Sevilmeyen gruplar" olarak nitelendirdikleri bu insan gruplarını ve onların kurdukları dernekleri, nefret tacirlerinin saldırısından kurtarmaya, koruma altına almaya çalışmış. Nefret tacirlerinin en çok tanınanlarından birisi, "Beyaz Aryan Direnişi" isimli hareketmiş. Beyaz Aryan Direnişi birden fazla neo-nazi sivil toplum örgütü tarafından yürütülmekteymiş. Bunlara karşı, sevilmeyen gruplar kendi sivil toplum örgütlerini kurmuşlar ve “Nefret Yasaları” şemsiyesinin altına sığınmışlar. Meselâ, Amerikan toplumunun alt basamaklarında yeralan “çekik gözlülerin” kurdukları "Asya Pasifik Amerikalılarına Karşı Saldırıları Denetleme" derneği, meselâ, eşcinsellerin kurdukları "Ulusal Gay ve Lezbiyan Görev Gücü," çeşitli Yahudi dernekleri, zenci sivil toplum örgütleri vb.
Nefret Yasaları, ‘80li yılların başlarına kadar ırk, din ve etnik kökenden kaynaklanan önyargıların cezalandırılmasını öngörürlermiş. Clinton’un ‘99 konuşmasından sonra cinsel tercihleri de kapsayacak şekilde genişletilmişler.
Saldırı, gasp, cinayet gibi, zaten ceza kanununun kapsamında olan suçlar, bu suçlar bir de "Nefret Yasaları"nın kapsamına giriyorlarsa, cezalar daha da artıyor. ABD'nin Wisconsin Eyaletinde, meselâ, saldırganın kurbanına ırkı, dini, etnik kökeni, cinsel tercihi vb. niteliklerinden hazetmediği için zarar vermiş olduğunun ispatı halinde, suçlunun cezası katlanıyor.
Nefret suçlarının adi suçlardan daha ağır cezalandırılmaları lâzım, çünkü adi suçlar tek tek kişilere zarar verirken, nefret suçları insan gruplarını tehdit ediyor diyorlar.
İyi hoş da, sanığın “asıl” niyetinin ne olduğunu saptayacak olan merci kim? Savcılık. Yani, şimdi diyelim, New York’ta yaşayan Türk asıllı bir yankesici, sokakta bir adamın parasını çarptı. Yasaların yankesilik için öngördüğü ceza da üç yıl hapis olsun. Şimdi bir an parasını çarptıran adamın Ermeni asıllı Amerikalı çıktığını düşünelim! Yandı bizim yankesici! Çünkü, savcılığın "önyargı" ya da "nefret" gibi dürtülerle hareket ettiğini saptaması halinde, sadece hırsızlıktan değil Nefret Yasalarından da içeri girmesi söz konusu olacak! Cezası katlanabilecek!
Savcı sanığın aklını mı okuyor, sanığın asıl niyetinin “para bulmak mı, Ermeni dövmek mi” olduğuna nasıl karar verebilir diye soracak olursanız, “olayın arkaplânı”nın araştırıldığını söylüyorlar. Olayın arkağlânından kasıt sanığın arkaplânı ya da olay anında orada bulunan tanıkların ifadeleri suçun nefret suçu olup olmadığını tesbit etmek için yeterli oluyorlarmış. Başka kanıtlar da bulunabilirmiş. Örneğin, günlükler sanığın psikolojisi hakkında fikir verirmiş. Buna karşın, suçun niteliğine ilişkin son sözü söyleyenler güvenlik kuvvetleri ve tahkikat savcısı olurmuş.
Az önce söylediğim gibi, yandı bizim Türk asıllı yankesici! Savcılar Amerikalı bile olsalar sanıkların düşüncelerini okumak gibi bir beceri geliştiremiyeceklerine göre, madem ki yankesici Türk, parasını kaptıran Ermeni asıllıdır; o zaman suç Nefret Yasaları kapsamına girer, çünkü Türkler Ermenilerden soykırım yapacak kadar nefret ederler deneceği kesindir!
Dahası da var: "tecavüz" kavramı, sadece fiziki değil, “lâf atmak” gibi, atışmak gibi sözlü tecavüzleri de kapsıyor. İnsanların rahatlarını kaçıran, tedirgin eden, ürküten, korkutan her davranış "tecavüz"e giriyor.
Yazılı ve sözlü sövgü, tehdit, taciz, duvar yazısı, vandalizm/tahripkâlık, önyargının neden olduğu saptanan yumruklaşmalar; efendim, gamalı haç gibi gibi ırkçı semboller, internet, telefon ya da diğer biçimlerde iletilen nefret mesajları," vb. vb. Nefret Yasaları uyarınca yasaklanıyor.
"Holocaust" mâlum Kıyamet demek. Yahudilerin uğradıkları soykırıma Holocaust deniyor. West Virginia eyaletinde yaşayan George Dietz isimli bir yayıncı varmış. Yahudilerin soykırıma uğradıkları iddialarının aslı olmadığını, soykırımın diye birşeyin gerçekleşmediğini iddia eden bu adam, ‘80'li yıllarda "Holocaust" kelimesini "Holohoax" (holo-sahterkâlık) olarak değiştirip, iddialarını kanıtlayan bir takım vesikaları internet üzerinden yaymaya kalkınca, Nefret Yasaları yakasına yapışmış. Neden, çünkü Nefret Yasalarına göre Yahudi soykırımı yoktur iddiası ABD’de suçtur. Yahudi soykırımının bir vakıa olduğu Amerikan’ın 21. yüzyılda dünyaya "vaaz etmeye” ve “uygulatmaya” kararlı olduğu "doğru"lardan birisidir.
Olay bununla bitse iyi. Ancak bitmiyor. Nefret Yasaları “soykırım” sözcüğünü tanımlarken Türkiye’ye referans vermeyi ihmal etmiyor Şöyle: "Terimin modern kullanımı bir halkın kısmi yok edilişini de kapsar. Nazilerin başlattığı Holocaust'a ilâveten, 1918'de Türkler Ermenilere karşı soykırım-benzeri katliam başlatmış ya da başlatma girişiminde bulunmuşlardır. Farklı halklara saldırı, Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni soykırımından, Teksas ve Wyoming'deki nefret-kökenli cinayetlerden yerel bir lisenin duvarındaki ırkçı sövgülere kadar uzanan bir beşeri gelenektir."
Bunu söyleyen kim? Sam Cacas isimli bir San Francisco'lu yazar ki, kendisi "HateMonitor" (NefretDenetimi) isimli sivil toplum örgütü ve yayınlarının başıdır.
Eğri oturup doğru konuşalım: Siz, Türkiye Cumhuriyeti'ni soykırım suçundan mahkûm etmeye niyetli bir Ermeni örgütü olsanız, ne yapıp edip, Başkan Clinton'un “ayrıcalıklı gruplar” listesine dahil olmaya çalışmaz mısınız? Elbette, çalışırsınız.
Listeye girdiğinizde Ermeni soykırımı iftira olmaktan çıkacak, tıpkı Yahudi soykırımı gibi tartışılması dahi yasaklanan bir olguya dönüşecekse, pişmiş aşa su katar, Türklerle sonunun ne olduğunu kestiremeyeceğiniz dürüst bir belge alışverişine girer misiniz? Hayır, aklınız varsa girmezsiniz.
Nefret Yasaları'nın sadece ABD'de değil, Avrupa'da da sessiz sedasız yürürlüğe konduğunu bilseniz, daha bir cüretkâr, daha bir cazgır olur musunuz, olmaz mısınız? Tabii ki, olursunuz.
Nitekim, Ermeni soykırımının bir iftira olduğunu ilân etmek gafletinde bulunan Profesör Bernard Lewis'a Paris’te açılan dört dava Fransızların "nefret yasası" olarak bilinen "Gavssot" yasasına dayanarak açılmıştı. Dava açan dört Ermeni örgütüne destek veren sivil toplum örgütü “Uluslararası Irkçılık ve Anti-Semitizm Birliği.”
Son bir soru: Siz, Bernard Lewis olsanız, Nefret Yasaları bir vakıa iken, dünya kadar cezaya uğramanız ihtimal dahilindeyken Türklerin gerçeğini kanıtlamak için daha ne kadar uğraşırsınız?
Peki, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Var! Türkler olarak "Nefret Yasaları" kapsamına girmek! Daha 1100'lü yıllarda, Türklerin “lânetli ırk” olduklarını söyleyip Haçlı Seferlerini başlatan “nefret taciri” Papa Urban'ın sözleriyle başlayıp, günümüze kadar ulusça uğradığımız hakaretleri, ırk, etnisite, vb. vb. önyargıları, sıralayabilir, herkes gibi biz de “korunma” talep edebiliriz. Clinton yasasının ruhuyla da mükemmelen örtüşürler. Ne dersiniz?
Bu bir şaka, tabii! Nefret Yasalarının ne denli hukuksuz olduğunu sergilemek için yapılan bir şaka. Kara mizah.
Öte yandan, “Nefret Yasalarına” karşı çıkanların olduğunu da söylemeliyim. Bunların bir kısmı “nefret etmenin yasaklanması” anlamına gelen bu kanunların Amerikan Anayasasını ihlâl ettiğini iddia ediyorlar. Yine bazıları bir takım grupların “Nefret Yasaları”yla korunma altına alınmış olmalarının o gruplara “ayrıcalık” ya da “özel statü” sağlamak anlamına geldiğini, dolayısıyla anti-demokratik olduğunu söylüyorlar. Ve tabii “Nefret Suçlarının” düpedüz “düşünce suçu” olduğunun altını çizenler de var.
Ne ki, yeterince etkin olamıyorlar, çünkü “nefret tacirleri” diye birilerinin nelere kadir olabildiklerini görmek için diaspora Ermenilerinin internet sitelerine bakmak yetiyor!
AVRUPA
KÖKLER, EFSANELER, İNANÇLAR
(XVII)
Bu günkü sohbetimize bir hatırlatma yaparak başlamak istiyorum: VATAN AŞKI “FITRΔ DEĞİLDİR! İnsanlar hayata doğdukları topraklara aşık olarak doğmazlar. Aslına bakarsanız, ananın çocuğuna duyduğu sevgi hariç, “AŞK” olarak tanımladığımız hiçbir ruh hali doğuştan değildir.
“Aşk” gönüllere bir tohum gibi yerleştirilir. Su verilir, yeterince ışık almasına, beslenmesine özen gösterilir. Büyütülür. Dünya dillerinin gelmiş geçmiş en etkileyici kelimesi/kavramı olan aşkın serpilmesi, güçlenmesi sağlanır.
“Vatan” kelimesi aynı anda özlem ve adanmışlık duyguları uyandırabiliyorsa, “vatan”dır. “Anavatan” - ya da bazı dillerde kullanıldığı gibi “babavatan” - korunaklı, sevecen, güvenlikli bir sılayı söyler. Ana kucağını çağrıştıran bir sılayı.
“Anavatan” sadece bireyin değil, bireyin mensup olduğu ulusun hayat bulduğu topraktır. Vatan toprağının yaşayan bir varlık olarak algılanması bundandır. İnsanoğlu köklerini emanet ettiği toprağı gözetir, yüceltir hatta türlü efsanelerle zenginleştirir, biricik kılar.
Antik çağda yaşayanlar “anavatan”larına türlü nitelikler yüklerlerdi. Meselâ, Eski Yunan’da, Atina sakinleri, yaşadıkları toprakların asıl sahiplerinin “otokton” dedikleri yarı-insan yarı-yılan varlıklar olduklarını söyler, kendilerinin bu mitolojik yaratıklardan türediklerine inanırlardı. Atina’nın ilk kralı olan Kekrops meselâ böyle yarı-yılan, yarı-insan bir mahlûktu. İnsanoğlunun böylesi efsaneler geliştirmesinin nedeni kendisini toprakla özdeşleştirmek ihtiyacı.
Bize yakın bir başka coğrafyada, Mısır’da, Teb şehrinde yaşayanlar da Kadmuz adlı bir yiğidin toprağa ektiği bir canavar dişinden ürediklerinden emindiler.
Moğolların “mavi,” bizim “boz” kurtumuz da aynı fasıldandır.
Efsaneyi bilirsiniz, Moğol ilinde Oğuz Han soyundan İl Han'ın hükümdarlığı sırasında Tatar hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş açar. Kırgızlardan ve diğer boylardan da yardım alır, İl han yenilir. Küçük oğlu Kıyan, gelini ve yeğeni Nüküz’den başka ülkedeki herkes ölür. Kıyan ve eşi, düşmanın onları bulamayacağı bir yere gitmeğe karar verirler. Yabanî koyunların yürüdüğü yolu izleyerek, yüksek bir dağda dar bir geçite varırlar. Bu geçitten geçerler, içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, av hayvanları bulunan, cennet gibi bir yere gelirler. Tanrıya şükreder, dağın doruğunda olan bu güzel yerde kalmağa karar verirler.
“Ergene” dağ kemeri anlamında gelen bir sözcük. "Ergene" kelimesiyle "dik" anlamına gelen "Kon" kelimesini birleştirirler, ülkelerine "Ergenekon" adını verirler.
Zaman içinde Kıyan ve Nüküz'ün çok sayıda oğulları olur. Aradan dört yüz yıl geçer. Nüfusları ve sürüleri o kadar çoğalırlar ki Ergenekon'a sığamaz olurlar. Atalarının kullandıkları geçitin yeri de unutulmuştur. Bunun üzerine Ergenekon'un çevresindeki dağlarda geçit aramaya koyulurlar. Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyler. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizer, muhteşem bir ateş yakarlar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklerler. Sonunda demir erir, yüklü bir deve geçecek kadar yer açılır. İl han'ın soyundan gelen Türkler, yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar. Egenekondan çıktıkları gün olan 21 martta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyarak döğerler.
Ergenekon efsanesinin pek çok çeşitlemesi vardır ve Türklere yol gösteren hatta analık eden bir kurt figürü bulunur. Ancak, Türkler kökenlerini sadece bir kara hayvanı olan kurda değil, gök cisimlerine de bağlarlar.
Mete Han, Demirdirek olarak bilinen Kutup Yıldız’ında yaşayan genç kızla evlenince gök cisimleriyle akraba olur. Oğuzlar, “Göksel Gelin’leri Yeryüzü’ndeki yaşamını yadırgayıp mahzun olmasın diye atlarını çivitle maviye boyarlar. Mavi atlarını gelinin çadırının etrafında dolaştırırlar ki, Kutup Yıldızında yaşarken etrafında dönen takımyıldızları aramasın.
Mete Han’a oğulları Gün, Ay ve Yıldız’ı doğurduğunda, göksel akrabaları anneye doğum hediyesi olarak gök tüylü, gök yeleli, masmavi bir kurt armağan ettiler. “Gök” mavi demek. Mavi Kurt, yurt dedikleri çadırın duman deliğinden süzülür, gelir, Mete’nin önüne düşer. Kore yarımadasının kuzeyindeki Tunguz ülkesinden, Hazar’a, Altın Adam’ın kırallığına yürür, Oğuzlar’a öncülük eder. Başları sıkıştığında Tanrı’dan-Olmuş-Tanrı’ya-Benzer Bilge Hanı tahta çıkarır. Mavi Gök’ün atlıları Bilge’yi altından dökülmüş kurt başı alemlerini gökyüzüne kaldırarak selâmlarlar.
Mete Hanın eşinin anavatanı Kutup Yıldızı ya da Polaris bugün artık astronomide çift-bileşkenli bir superdev olarak tasnif edilen Polaris’dir. Efsanenin yaratıcılığı bir yana, geçmişin böylesi duygular yaratacak şekilde konumlanması yüzyıllar alır. Ve her zaman tarih öncesi, muammalı kaynaklar sözkonusu olur.
Tüm insanlığın tek ve aynı kaynaktan geldiğini vurgulayan Kutsal Kitaplara karşın, otoktonus efsaneler, belirgin bir insan topluluğu ile belirgin bir toprak parçası arasında bağlantı kurarlar.
Modern “milliyetçilik” akımları bahsedegeldiğimiz türden kadim bağlantılara önem verirler.
“Organik milliyetçilik” denilen kavram, halkın gücünü kök saldığı topraktan alıyor olması düşüncesidir ki, bu olağanüstü büyük bir manevi güçtür.
Atina’lıların, yarı-yılan yarı-insan yaratıkları, Türklerin mavi kurtları gibi efsanlere “otoktonus efsaneler” deniyor. Otoktonus efsaneler, toplumun kolektif hafızanın oluşmasına, ulusal kimliğin şekillenmesine, dayanışmaya yardımcı olur. Halkların “aslî” vatanları olarak belledikleri dilerseniz belletildikleri belirli toprak parçalarını savunmalarına meşruiyet kazandırıyor. İsrail en iyi örneklerden birisi. Yahudiler, Filistin’in kavimlerine vadedilmiş topraklar olduğu şeklindeki otoktonus efsanenin üzerinde, iki bin yıl sonra devlet kurmayı başarıyorlar.
Kurtlar, yılanlar, pınarlarından bal fışkıran topraklar ya da herneyse, tabiat ile insanoğlu arasında gizemli bir bağlantı kuran efsaneler, Avrupa Aydınlanmasıyla birlikte güç kaybediyorlar.
Modern Batı’nın doğaya bakışı Aydınlanma-sonrasının teknolojik dünya görüşü doğrultusunda, akılcı/rasyonel kıstaslara göre düzenleniyor. Akılcı/rasyonel toplumlar, vatan toprağı kavramını efsanelerden sıyırıp, insana hizmet etmekle yükümlü bir üretim girdisi, bir kaynak olarak görüyorlar.
Vatan, anavatan gibi kavramların içeriklerinin boşalması bu sebepten. Vatan hasreti, sıla hasreti gibi duyguların yadırganır olması da bu sebepten. “İnsanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir” şeklindeki söylem, “dünya vatandaşlığı” söylemi bu gelişmenin sonuçlarıdır.
Peki, bu gelişme iyi bir gelişme midir? İyi olmadığını söyleyenler, insanoğlunun doğduğu toprakla, anavatanı ile duygusal bağını koparmasını, anavatanına ekonomik refah penceresinden bakma eğilimine girmiş olmasını “bilim ve teknolojinin zaferi” olarak görüyorlar. Ve onlara göre “bilim ve teknolojinin zaferi”nin bir anlamının da toprağa ve doğaya iğfal ölçülerine varan saldırı. Sonuç, ozon tabakasında açılan deliğin büyümesi, gezegenin kaynaklarının kurutulması, dünyanın yaşanamayacak bir taşla tarlaya dönüşmesi tehlikesi.
Günümüzde milyonlarca insanın tabiata efsanevi nitelikler yükleyen paganizmi benimsemelerin altında yatanın da teknolojinin dünyayı yaşanamayacak bir yer hale getirmesi korkusu olduğu söyleniyor.
Bize gelince...
Dünyanın en tamah edilen toprak parçalarından birisini, Anadolu’yu, mesken edilmiş bir halk olduğumuz kuşkusuz. Ancak, “vatan” aşkı denilen duyguyu canlı tutmaya özen gösterip, göstermediğimiz, bakın işte bu kuşkulu!
Verimli topraklarımıza, sahil şeridimize diktiğimiz binalara, beton yığınlarına bakacak olursak, Anadolu topraklarına ilişkin “aşk”ımızın yerini faydacı bir yaklaşıma dönüştüğü açık! Öte yandan, Aydınlanma’nın tezgâhından geçmiş akılcı/rasyonel toplumlar gibi, toprağı ve doğayı denetim altına alacak teknolojiyi ne yaratabilmiş, ne de hayranı olmuşuz!
Bizi bu topraklarda bir misafir gibi yaşıyor olmakla, göçebelik duygusunu üstümüzden atamamış olmakla itham edenler, sanırım biraz da bunu söylüyorlar. Oysa, asıl topraklarından göçmek zorunda kalkmış tek ulus biz değiliz. Göçmek zorunda kalkmış tek ulus biz değiliz ama efsanelerine sırt çeviren bir ulus olduğumuz doğrudur. Nitekim ve belki de “Batılılaşmak” kaygımızın sonucu olarak, bugün “mitoloji” dendiğinde aklımıza Yunan tanrıları/tanrıçaları divanının serüvenlerinden başka birşey gelmez.
En gayretli “Türkücümüz” bile, Akene’yi – Akene Türk kozmolojisinde “yaradılışı gerçekleştiren” Beyaz Kaz figürüdür – örneğin Abant gölünün üstünde uçarken hayal edip, bu topraklarla özdeşleştiremez. Hal böyle olunca anavatanımıza adanmamızı teşvik edecek romantizmi geliştirmekte başarılı olamadığımızı kabul etmek zorundayız.
“Vatan aşkı” gibi “milliyetçilik” de fıtri değildir. İnsanlar doğuştan milliyetçi olmazlar, milliyetçi olmak öğretilir. Öte yandan, ülkemizde “milliyetçilik”in köhne hatta tehlikeli bir dönem geçirdiği de bir vakıadır. Kavramın Aydınlanma sonrası Avrupa toplumlarında yüklendiği saldırganlık, sertlik, otorite, gericilik vb. nitelikler, barışsever insanları ve haklı olarak “milliyetçilik” kavramından uzak durmaya sevketmiş, ülkemiz entelijensiyasının önemli bir bölümünün nezdinde tukaka etmiştir. Hal böyle olunca, “vatan aşkı kavramının olmazsa olmaz bir parçası olan “milliyetçilik”in hemen her zaman kilise-kıral-ordu-bilimsel ırkçılık-merkantalizm gibi Avrupa tarihine ilişkin oluşumlarla birlikte düşünülür, emperyalizmle özdeşleştirilir olmuştur. Öte yandan bizde, Avrupa’nın Aydınlanma sonrası milliyetçiliği şöyle dursun, Türk unsuru Osmanlı İmparatorluğu içinde bile etrak “etrak bi-idrak” yani akılsız, idraksız Türkler aşağılamasına maruz kalmıştır ki, İmparatorluğun kurucuları onlardır.
Aydın Bakışı program dizinin bu son sohbetini daha doğrusu dertleşme seansını, bir toplumun en doğal işlevinin “hayatta kalmak” olduğunu hatırlatarak bitirmek isterim.
Hayatta kalmak, tarihin derinliklerine gömülüp kalmamak, Aztekler, İyonyalılar, Hititliler, Finikeliler… adları unutulmuş, kabirleri dağılmış nice diğer kavimler gibi, bir efsaneye, bir masal kavme dönüşmemek. Bir toplumun, bir ulusun olmazsa olmaz işlevi, diriliğini muhafaza etmek. Dünyayı doğru okumak, lehimize aleyhimize gelişen olayları hızlı tanımak, yeri geldiğinde yüreklendirmek, yeri geldiğinde önlem almak.
Ama hepsinden öte “biz” diye bir kavram olduğunu asla unutmamak, geçici moda akımlara kapılıp, dağılmaya, atomizasyona izin vermemek. Unutamayacağınız güzellikte bir yaz geçirmenizi dilerim. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder