24 Şubat 2012

rüzgârdır rüzgâr, idris tütüncü

RÜZGARDIR RÜZGAR

soğuk savaş döneminde mutlu mesut yaşıyorduk. bugünle kıyaslandığında her milletin hakları güvence altındaydı. ikisi de birbirinden tırsan iki süper gücün varlığı bağımsızlığının yegane teminatıdır pozisyonu epeyce sürdü.  bloklardan birine yakın durup ama mutlak biçimde teslim de olmayarak işi götürüyordunuz.

Halkın da gözü açılmamıştı... Cep telefonu yoktu, internet yoktu. İstediğiniz kişiye istediğiniz zaman ulaşamazdınız. Özlemek diye bir şey vardı yani. Şehirler arası telefon görüşmesi için memura yazdırıp saatlerce beklerdiniz. Dünya yalnızca gördüğümüz kadardı nihayet ve çok az bir kısmını görüyorduk.

Haksızlıklar ve kötülükler üzerinden zenginleşme hırsı çok az insanda vardı, hem zengin olmakla elde edebileceğiniz şaşaalı hayat fikri bile tam oturmamıştı kafalarda... öyle bir zamandı ki zengin olsan ne fakir olsan ne.. Menderes bile "her mahallede bir milyoner" dememiş miydi nihayetinde... zengin olunacak ve yine bizim mahallede kalınacaksa problem yoktu. (belki o zamanlar zenginler bugün olduğu gibi kendilerine ayrı yaşama alanları inşa etseler idi biz bu kadar boş bulunmaz, bu kadar kolay tufaya gelmezdik.) kasmaya gerek yoktu yani.. Eski Türk filmlerinde görüyordu zengini millet, işte onlar masada yemek yiyordu diğerleri sofrada, bir de onların masasında kocaman bir tavuk vardı ve muzlardan falan oluşan bir meyve tabağı. halk muz falan görmüyor, portakalı nadiren alıyordu. eğer bu idiyse bütün farklılık hakikaten kasmaya gerek yoktu.
zaten Türk filmleri de zengin aleyhine bir alt mesajı veriyordu sürekli. Onlar dejenereydi biz ise hakiki; onlar haksızdı biz haklı, onlar "namussuz"du, biz namuslu. nasıl olsa filmin sonunda namuslular ve haklılar kazanacaktı!

Bu böyle devam etti uzunca süre. kuşaklar değişti. 1. ve 2. Cihan harpleri yeni kuşaklar için pek bir şey ifade etmiyordu esasen. Savaş yok, düşman yok, göze sokulan haksızlıklar yok. Halk mesut ve mutlu idi. En az üç- dört kuşak değişti ve tabloda değişen bir şey yoktu. 1000 küsur yıllık tarihte çocukların dedelerinden savaş hatıralarını dinlemediği ilk üç dört kuşak. Çocukları, tarih kitaplarında Yunanlıları Ege'ye döktüğümüze, daha da önce üç kıtaya hakim olduğumuza inandırmak epeyce güçtü, yazılı sorusu olmanın dışında bir hakikiliğe kavuşamıyordu bunlar. Arada bir bir şeyler olsa da milletçe "rüzgardır rüzgar" deyip geçiyorduk. Hakikaten de kapıyı açtığımızda düşmanla falan karşılaşmıyorduk. Arada bazı söylentiler dolaşıyordu, güya bizim askerler Kore'ye gitmişler de, yok efendim Kıbrıs'a çıkarma yapmışız da.. Şu kadar yıllık hayatımda benim gördüğüm en büyük seferberlik bir gece evimizin pencerelerini kağıtlarla kaplamamızdır. Düşünün artık.

Velhasıl bu, iyiydi hoştu da bir şey olmaya olmaya bir şey olmayacağına da inanmıştık ve dünyayı da biraz fazla iyimser algılayan bir kafa durumuna sahiptik. Sonra biraz hayat değişti, iletişim çağına girdik, pek de hazırmışız zaten, bir anda herkesin elinde cep telefonları, ICQ'lar, atariler bilmem ne... Yeni bir durumdu. Sonra yavaş yavaş işler değişti..O iki süper güçten biri yıkılınca diğeri gemi azıya aldı, her tarafa girip çıkmaya, her ülkeye dikte etmeye başladı.

Yine de bu uzunca süre zarfında halkın biraz romantik ve epeyce iyimser biçimde oluşan kafa yapısı kolay değişmiyordu elbet.
dünyanın çeşitli yerlerinde savaşlar, kıyımlar olsa da dünya savaşı ölçeğinde büyük bir paylaşım savaşı bu kuşağın anlayabileceği bir şey değildi esasen. devletlerin yönetici olarak yetiştirdiği kişiler hariç gündelik hayata hakim olan müdürlerin, çalışanların, meselesini para üzerinden kurmuş olan milyarlarca insanın imgelemi bir paylaşım savaşına ihtimal verebilecek bir imgelem değildi. çünkü onlar yaklaşık 80 yıldır iyi kötü işleyen bir "çağdaş" ve "demokratik" dünya inancına sahiptiler. hem de ABD'nin bütün pervasızlığı ile gerçekleştirdiği işgallere ve Ortadoğu'da Batılıların fink atmasına rağmen. Sanıyorlardı ki artık dünyaya insan hakları, hukuk, devletler arası antlaşmalar, kamuoyu vicdanı yön veriyor... kimse bunların hepsini karşısına alıp harita değiştirmeye falan cüret edemezdi.. sahibini çok seven kurbanlık koyunun "yok canım su içirmeye götürüyordur" saflığını bıçak boğazına değinceye kadar koruması gibi bir hal vardı herkeste. 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'nın çökeceği artık iyice belli olunca bu uçsuz bucaksız pastadan pay almak, sofrada bi götlük yer bulabilmek için kapalı kapılar ardında ne dümenlerin döndüğünü bilmiyorduk ne de olsa.... İtalya'nın iyice güçlenen karşı bloğa geçtiğini de.Biz dünyadaki tüm insanların kardeş olduğuna, savaşın kötü olduğuna fena halde inanmış bir nesiliz.

Sonra içeride de işler çok karıştı... Üç kıtaya hakim olmakla övündürüldükten sonra yanı başımızdaki kürtler "bize niye hakim oldunuz" demeye başladı. Oysa bize demişlerdi ki sizin dedeleriniz öyle adildiler ki ele geçirdikleri bir yerden ayrılacakları zaman halk ağlıyordu, kimseye baskı uygulamadılar, kimsenin dinine karışmadılar. Ama kürtler şimdi başka şeyler söylüyorlardı, ermeniler başka şeyler söylüyordu, aleviler başka şeyler söylüyordu... Hayatları boyunca büyük hırslara kapılmamış, haksızlık yapmamış, herkese kardeş gözüyle bakmış, yurtta da cihanda da sulhe inanmış bizlerin ortada tek suçlu olarak kalmış olması, savunmaya zorlanması, hesap ödemeye davet edilmesi tarihin meşhur cilvelerinden biri mi acaba...

Biz tarihin ortanca çocuklarıyız... İki savaş arasında doğan, kafası karışık, durumu anlayamayan.. İyi geçinmek için alttan alan, üstten almayı zaten bilmeyen, bir yandan feci korkan, bir yandan da bu tabloda, bu hesapta bazı kalemlere fazla fiyat yazıldığını bilen, ama bunu söylemeyi bile kendisine yakıştıramayan, yakıştırma meselesini geçip gönül indirse de bu kez karşılaşacağı şeylerden korkan... bir zavallı nesil.

Dibimizde bazı haritalar yeniden şekillendiriliyor ve biz yine "rüzgardır rüzgar" diyoruz... Ama bu kez kapıyı açtığımızda sanırız boş bulmayacağız.



İDRİS TÜTÜNCÜ

Hiç yorum yok: