24 Nisan 2012

Bir Kitabın Hazin Hikayesi, Divânü Lugâti't Türk

“Divanyolu’nda (Karababa) sokağının başında “Diyarıbakır kıraathanesi” adlı bir kıraathane vardı. Diyarbakırlı Ali Emiri Efendi buranın birinci müşterilerinden idi. Her gece akşamdan sonra gelir, gece yarısında kadar oturur, dostlariyle görüşür, konuşur; sonra kalkar, Parmakkapı’daki hanesine giderdi.
Bu zat bekar idi, kapısını kendisi kitler, kendisi açardı. Hayatını mütalâaya hasretmişti. Her türlü eser okumakla beraber en çok Osmanlı tarihi ile meşguldü. Hafızası çok kuvvetliydi. Okuduğu şeyleri unutmamış, unutmazdı.
 - Ezberimde yüz bin Türkçe beyit vardır, derdi. 
 Ben, bu ciheti nezaketle bir kere tecrübe ettim. Hangi bir şairin bir gazelinden bir mısra
seçtim;
 - Acaba şu mısra kimindir? diye sordum. Güldü:
 - İmtihan mı etmek istiyorsun; falanındır, sonu şudur ve gazelin tamamı şöyledir… diye
ezber okudu.

Bu zat büyüklerin tercümei halleriyle de çok uğraşmıştı. Ne kadar İslam hükümdarı
varsa, ne kadar büyük alimler varsa, meşayih varsa, ne kadar Osmanlı şairi varsa hep sinin
tercümei halini mufassalan bilirdi. Ona bir şey sorulsa:
 - O namda iki şair var, hangisini istiyorsun? der ve her birisi hakkında malumat verirdi.
 Bir yaz günü akşamüzeri Ayasofya meydanında ağaçlar altında gezinirken, Ayasofya
hamamının kapısı üzerindeki tarih gözüme ilişti. Uğraştım, okudum, kaydettim.
 Şairin adı “Hüdayi” idi.

Ben bunu Aziz Mahmut Hüdayi zannettim. Gece kıraathanede işi ona açtım.
 - Tuhaf şey, Aziz hazretleri hamam tarihi söylemiş! dedim. Güldü:
 - Rıfat, teracimde zayıfsın. Biraz uğraş, tekemmül etmeğe bak. İki Hüdayi var; birisi Aziz
hazretleri, diğeri Müezzin zade Hüdayi’dir. Tarih bunundur! dedi. 
 Müşarünileyhin tarih ve edebiyatta kemalini gördüğüm, bildiğim için kendilerinden
istifadeye çalışırdım. Bu zat, her gece kıraathanede isbatı vücut eder etmez, etrafına tarih eve
edebiyat meraklıları toplanır, orası adeta bir ders halkası olurdu.
 Tarih Encümeni azasından Tevhid Bey, yine azadan Arif Bey, Amasya müverrihi
Hüsamettin efendi baş şakirtlerindendi. Ben de sürüye katılır, fakat küçük şakirt söze o kadar
karışmazdım.

Müşarünileyh hakkında uzun bir tercümei hal yazacağım. Binaenaleyh sadede
geliyorum:

Mali 1333 senesi idi. Bir gece yine bu kıraathaneye teşrif buyurdu. Biraz tarihten,
edebiyattan bahsedildikten sonra:
 - Beyler, Efendiler! Bu gece size bir şey soracağım! dedi.
 - Buyurun, dedik.
 Sordu:
 - Divanü Lûgati’t-Türk isminde bir kitap gördünüz mü yahut işittiniz mi?
 İlk cevabı ben verdim: 
 - Kitabın kendisini görmedim, fakat Katip Çelebi bunu görmüş ve Keşfüzzünun’a
yazmıştır, dedim.
 Sonra Arif Bey ve arkadaşları Arapça tarihlerin birisinde bunun adını gördük, dediler.
Bunun üzerine Emiri Efendi, Fuzuli’nin şu mısraını okudu: “Eyledim tahkik, görmüş kimse yok cananımı.”


Söz sırası bize geldi. Bir ağızdan heyecanla sorduk:
 - Siz gördünüz mü? dedik. 
 Sualimiz hoşuna gitti, kendisine mahsus olan tarzda gevrek gevrek, güle güle katıldı:
 - Ne söylüyorsunuz? İnayeti bari ile bugün o kitaba malik oldum, dedi. Cümlemiz tebrik
ettik, fakat nasıl elde ettiğini, kimden aldığını sorduk.
 - Adetim veçhile haftada iki, üç kere Sahaflar Çarşısına uğrar, yeni bir şey var mı diye
kitapçılara sorarım, dün de uğradım. Kitapçı Burhan Bey’in dükkanında oturdum. “Bir şey var
mı?” dedim. Kitapçı:
 - Bir kitap var ama, sahibi otuz lira istiyor. Bu kitap bana geleli bir hafta oldu. Ben, bunu
yüksek bir fiyatla alır diye Maarif Nazırı Emrullah Efendiye götürdüm. O da ilmiye encümenine havale etti. Encümen tetkik için bir hafta müsaade istedi, ben de kabul ettim. Bir hafta sonra uğradım. On lira teklif ettiler. Ben de: “Kitap benim değil, başkasınındır. Otuz liradan bir para aşağıya vermiyor” dedim. Cevaben “Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz!” diye kitabı iade ettiler. Kitap sahibiyle tayin ettiğimiz müddet yarın bitecektir. Yarın kitabı vermeye mecburum. Bakınız, eğer işinize gelirse siz alınız! dedi.
Kitabı elime alınca bayıldım. Otuz lira değil, otuz bin lira değeri var. Dünyada eşi menendi görülmemiş, bir Türk Kamusu ve grameri. Fakat kitapçıyı şımartmamak, fiyatı artırmaya bırakmamak için, nazlı davrandım: “Dağınık bir eser: Acaba tamam mı, değil mi? Hem de müellifi Kaşgarlı bir adam imiş, kimdir, necidir? Belli değil. Sarı çizmeli Mehmed ağa… Mamafih ne de olsa bir eserdir. Maarif 10 lira teklif etmiş ise, ben de 15 lira veririm” dedim. Kitapçı:
 - Hayır, arz ettiğim gibi benim değildir. Benim olsaydı verirdim. Fakat sahibi mutlak otuz lira istiyor. Almayacak olursanız sahibine iade ederim, dedi.
 Sordum:
 - Sahibi kimdir? dedim. Cevaben dedi ki.
 - Yaşlıca bir hanımdır. Eski Maliye Nazırı Nazif Bey’in mensubatından… Paşa, bu kitabı
ona verirken: “Bak, sana bir kitap veriyorum. İyi sakla! Sıkıldığın zaman kitapçılara götür. Altın para otuz lira eder, aşağıya verme!” demiş. İşte bu otuz lira kadının kulağında küpe olmuş… Yoksa kendisi aceze bir kadındır. Alacak isen, bir kadına iyilik etmiş olursun dedi.
 Bunun üzerine:
 - Evet, şimdi işin şekli değişti: Bir kadına muavenet bir vazifedir. Peki, kabul ettim, dedim
ve kitabı aldım. Fakat o dakikada şöyle düşündüm: Yanımda ancak 15 lira var, eve gidecek
olsam kitap dükkanda kalacak, mümkün ki başka birisi gelir, kitapçı tamahkarlık ederek ona da gösterir, o da alır. Paranın üstünü yarına bırakayım desem, olmaz. Başladım içimden Allah’a yalvarmağa: “Allah’ım bir dost gönder, bana yardım etsin. Beni kitaptan ayırma!”

İki dakika sonra baktım ki, dostlarımdan eski Darülfünunun edebiyat muallimi Faik Reşat Bey oradan geçiyor. Hemen çağırdım. Gizlice: “varsa aman bana yirmi lira ver” dedim. Çantasını açtı, on lira varmış. Onu verdi.
 - Üst tarafını da şimdi acele eve gider getiririm dedi. Ben de kitapçının dükkanında
kısmen huzuru kalble oturdum.
 Birkaç dakika sonra Reşat Bey geldi, parayı getirdi. Otuz lirayı Burhan Beye verdim. Burhan Bey “Pekala, ya benim bahşişim yok mu?” dedi.  Üç lira da ona verdim, vedalaştım. Dükkandan kalktım, Reşat Bey’le konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza baktım: “Acaba Burhan Bey pişman olup da arkamızdan
koşmasın” diye korku içindeydim. Neyse, baktım ki gelen yok: “Oh Elhamdülillah!” dedim. 

Kitabı aldım, eve geldim yemeği içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalâa ile uğraştım. Arkadaşlar, size arz ediyorum: bu kitap değil, Türkistan ülkesidir, Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak, Arap dilinde Seyyibuyihin kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kafi gelmez.
Bu kitap ile Hazreti Yusuf arasında bir müşahebet var. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana 32 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere veremem, dedim.  Emiri efendi bu kitabı elde ettikten sonra neşesiyle sermest oldu. Eşine, dostuna rast geldiğinde: “Ben bir kitap aldım, şöyledir, böyledir” diye ballandıra ballandıra söylüyordu.
Ağızdan ağza, kulaktan kulağa bu haber Ziya Gökalp’a yetişmiş, koşmuş, Emiri’ye gelmiş, kitabı görmek istemiş. Fakat Emiri:
 - Şimdilik gösteremem, belki iki ay sonra olabilir, diye Ziya Bey’i kırmıştı. 
 Sonra Ziya Bey Diyarbakır Mebuslarından iki zatı göndermiş, Emiri Efendi onlara da göstermemiştir. Bana gelince: Emiri Efendinin tabiatını bildiğim için görmek istemedim. Bir şey söylemedim. Nihayet bir hafta kadar bir zaman geçti. Bir gün bana haber göndermiş ve davet etmişti. Gittim. Kitap meydanda duruyordu. Bana hitap ile:
 - İşte “Divanü Lûgati’t-Türk” buyurun, mütalâa ediniz, dedi.
 Ben de aldım, bakıştırdım.
 - Cenabı Hak neşrini nasip etsin dedim.
 Bu söz hoşuna gitti.
-Bu sözü başkasından duymadım, inşallah neşrederiz, tashihini de sen yaparsın, dedikten sonra bir ah çekti, rengi bozuldu, şöyle dedi:
 - Rıfat bu kitap, ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli, fakat bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yapraklar karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfasının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok, kitap tamam mı, değil mi, tanzim edilmesi mümkün mü, değil mi? Bu noktalar beni mahzun ediyor. Acaba tamam mı? Eğer tamam ise, ne saadet. Değilse vay benim başıma, o zaman bu kitabın karşısına geçip, ölünceye kadar ağlamalıyım. Rıfat sana rica ediyorum. Her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol. Şu kitap tamam mı, değil mi? Bunu meydana çıkar! dedi.
Ben de teşekkürle kabul ettim. İki ay kadar her gün birkaç saat meşgul oldum. Kitabı üç defa hatmettim. Formalar, kağıtları oradan kaldırdım, beriye koydum: uymadı. Başka yere götürdüm, sözlerin insicamına, bahsin devamına baktım. Elhasıl uğraşa uğraşa tanzim ettim. Sayfalara numara koydum. Kitabın tamam olduğunu tebşir ettim. Sevincinden ağladı. Sonra:
 - Ben de göreyim, dedi. Bir kere de beraberce indirdik, ona da kanaat geldi.
 Bu iş, onun o kadar hoşuna gitti ki, ev iki bölüklü idi. Bana:
 - Rıfat, bu hizmetine mukabil, haydi Defterhaneye gidelim. Sana hanemin bir bölüğünü
ferağ edeyim, dedi.
 Teşekkür ettim:
 - Hanenizde daim olunuz. Ben sizden yalnız bunun neşrine müsaadenizi istirham
ederim, mükafatım bu olsun, dedim.
 Cevaben:
 - İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz, dedi. 
 Anladım ki, o neşre razıdır, fakat büyüklerden birisinin veya bir kaçının ricasını istiyor.
Çünkü Merhum büyüklerin iltifatından çok hoşlanırdı. Hatta ona gündüz büyüklerden birisi
hürmet etse, gece kıraathaneye gelir:
 - Bugün falan Beyefendiye rast geldim, bana şöyle hürmet etti. Eğildi, elimi öptü. Ne
alicenap, ne terbiyeli insandır! Diye onu saatlerce methederdi.
 Ziya Gökalp Bey de Divanü Lügat it – Türk’e kuşaktan aşık olmuştu. Adı söylenince Leyla’sının adını duymuş zavallı Kays gibi ah çekiyordu. Kitabı duyduktan sonra kitabı görmek için yaptığı teşebbüslerin fayda etmediğini görünce bir gün bana geldi. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:
- Bahtiyar Rıfat, sen bu kitabı hem gördün, hem okudun değil mi? 
 - Evet, gördüm de okudum da.
 - Rıfat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa
olmadı, şu kadar var ki cezmettim. Bu kitabı hem almalı hem neşretmeliyiz. Bu hazinenin
anahtarı senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız
olsun. Haydi, bana çaresini söyle!
 - Evet, bir çare düşündüm. Fakat hem kolay, hem zor. Bilmem ki yapabilir misin? 
 - Aman çabuk söyle. Emin olun ki, Ferhad gibi dağları delecek kudretim var. 
 - Talat paşa ile görüşüyor musun, ona sözün, nazın geçer mi?
 -Merkez azasından olduğum için hay hay. Ne demek istiyorsun?
 -Talat paşayı ali efendi çok severdi. Ne zaman adı anılsa methü senasında bulunurdu.
Bana öyle geliyor ki bu kitap için Talat Paşa, Emiri efendiye rica edecek olursa derhal verir.
Fakat Talat Paşa ona rica eder mi, bilemem ki.
 - Talat Paşa gönülsüzdür, hem de faziletli insanları sever. Haydi haydi rica eder. Şu
kadar var ki bu ricanın şekli tuhaftır. Talat Paşa Emiri Efendinin ayağına gitse olmaz. Onu
Babıali’ye veya merkeze çağırsa olmaz. Şimdi bunun çaresi nedir? Rica ederim şunun da bir
çaresini bul.
-Ben bu işi daha evvel düşünmüş, çaresini bulmuştum. 
 -Nasıl, anlat bakayım.
 -Emiri Efendi adliye nazırı İbrahim Beyefendiyi pek çok sever, gerek asaletine, gerek
şahsi meziyetlerine çok hürmeti vardır. Bu sevgi neticesidir ki Emiri efendiye çok hürmet eder,
gördüğü yerde mutlaka elini öper. Bu karşılıklı sevişme neticesidir ki, Emiri Efendi geceleri sık sık
İbrahim Bey’in Koska’daki evine gider. Sonra gelir, bize nasıl görüştüğünü anlatır.
 Bulduğum çare şudur: şimdi ramazanı şeriftir. İbrahim Bey’e söyleyin bir gece Emiri
Efendiyi iftara davet buyursun. Talat Paşa’ya da rica ediniz. O gece yemekten bir saat sonra
büyüklerden birkaç arkadaşıyla İbrahim Bey’i görmeğe gelsin. Orada İbrahim Bey evvela
misafirleri Emiri Efendiye tanıtsın. Sonra Emiri Efendiyi yüksek sözlerle onlara takdim etsin.
Onlar da başta Talat Paşa olmak üzere “ay üstadı muhterem, vay edibi azam, vay müverrihi
mükerrem… Şanü şöhreti dünyayı tutan Emiri Efendi siz misiniz? Hani, ne saadet ki bu gece
hakipayinizle teşerrüf ettik. Ne bahtiyarız ki sizi gökte ararken yerde bulduk…” diyerek Emiri
Efendinin elini öpsün; el bağlayarak karşısında divan dursunlar: oturunuz demedikçe
oturmasınlar. Oturduktan sonra da “üstadımız, müsaade buyururlarsa tarihten, edebiyattan,
bizce kapalı kalmış olan bazı şeyler soralım” desin ve hafif bir şeyler sorsun, aldıkları cevaptan memnun olarak teşekkürler etsinler. Bu fasıl bittikten sonra, muhterem üstadımız, işittik zatıâlinizde Divanü Lûgati’t-Türk diye kıymetli, değerli bir kitap varmış. Lütfen o kitap hakkında bizi malumatınızla ihya buyurur musunuz, desinler. Bu fasıl da bittikten sonra, Talat Paşa ayağa kalksın. Gayet parlak methü senadan sonra, inayet buyurunuz da şu kitabı bastırsak, Türklük âlemine hediye etsek, olmaz mı? Şu lûtfunuzu deriğ buyurmanızı istirham ederim. desin. Şüphesizdir ki verecektir. 
 Ziya Gökalp, bu güzel söyleri dinledikten sonra güle güle kalktı. Sevincinden yerinde
oturamaz oldu:
- Aman ne güzel, aman ne kolay çare. Eminim, imanım gibi bilirim, kitabı aldık. Bekle,
üç gün sonra bu usulün tatbikatını Emiri Efendiden duyarsınız, dedi.
Filhakika üç gün geçti, dördüncü günün gecesinde Emiri Efendi adet veçhile Diyarbekir
kıraathanesine geldi fakat ne geliş, ne kahramanlara, ne cihangirlere, ne padişahlara, ne
imparatorlara nasip olmayan bir azamet, bir celadet ile yürüyor, sevincinden ayağı yere
basmıyor, göklere yükseliyor, meleklere: “Durun siz, uçmak bana yaraşır, uçacağım; arşı alaya kadar uçacağım” diyordu.
Ben, efendinin kapıdan girişinden, yürüyüşünden, etrafa bakışından işin ne olduğunu çaktım; fakat sezdirmeden her gecekinden ayrı bir hal göstermedim. Efendi geldi, adeti veçhile karşıladık. Geçti, oturdu. Fakat neşesine payan yoktu. İlk sözü şöyle oldu:
-Bu gece çaylar benden! Kabil olsa bu gece buraya gelenlerin hepsine çay ikram ederdim. Bu gece benim ziyafet gecemdir. Bu gece Emiri’nin ne Emiri olduğunu anlatma gecesidir! gibi bir takım parlak sözler söyledi.
Biz de bir ağızdan hayretle:
- Hayırdır inşallah, her halde büyük bir memuriyete tayin buyrulmuşsunuzdur! dedik.
- Benim muvaffakıyetimin yanında memuriyet kaç para eder? Hayatın en büyük zevki; meziyetin takdir edilmesidir. İşte ben o takdire mazhar oldum. Hem de öyle bir takdir ediliş ki, onun fevkinde bir şey olamaz! dedi.
- Lütfen izah buyurur musunuz? diye sorduk
Bunun üzerine Emiri Efendi söze başladı:
- Şu Adliye nazırı İbrahim Beyefendi pek kişi zadedir. Büyük bir hanedana mensuptur. Ecdadında kaç tane şeyhülislam var, kendisi de iyi tahsil görmüştür. İnsanlığın, kadirşinaslığın en birinci numunelerindendir. Beni de çok sever, gördüğü yerde elimi öper. Bir iş için bir tezkere göndersem tezkeremi fermanı hümayun gibi tutar. Beni sık sık davet eder, gitmezsem ayağıma kadar gelir, itab eder.

İşte dün gece beni iftara davet emişti. Gitmesem olmaz. Kalktım, Koska’daki konağına gittim. Beni bin izzet, ikram ile karşıladı. Top atıldı. İftar ettik. Sofrada benden başka kimse yoktu. Bir ben idim, bir de o idi. Çünkü sıkılacağımı bildiği için başka bir kimseyi çağırmamıştı.  İftardan sonra konuşmaya daldık. Bir saat kadar zaman geçti. Derken ağası geldi. Efendim Talat Paşa teşrif buyurdular, dedi. İbrahim Beyefendi hemen karşıladı. Misafirleri bulunduğumuz odaya aldı. Gelenler Talat Paşa ile beş altı kadar arkadaşı idi. Ben, bunlardan yalnız Talat Paşayı tanırım.



Misafirler içeriye girdikten sonra İbrahim Beyefendi misafirleri tanıtmaya başladı. Bu tanıtmadan sonra beni onlara tanıtmak için en yüksek medihlerde bulundu. Bu misafirler Emiri adını duyunca, başta Talat paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar, ilk evvel Talat paşa bana doğru yürüdü, geldi: “Hay üstadı muhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbi şeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz” dedi. Elimi tekrar tekrar öptü. Sonra ötekiler de öyle yaptılar.
Ben o gece belki 33 kere estağfurullah çektim. Ben istiğfar ettikçe onların aşkı artıyor, elimi bırakıp eteğimi öpmek istiyorlardı. Bu merasimden sonra hiç birisi oturmadı, ayak üzerinde karşımda el bağladılar; adeta
kendimi Kanuni Sultan Süleyman zannediyor, hem de onların bu edibane vaziyetlerinden
sıkılıyor, rica ederim, istirahat buyurun, diyordum.
Nihayet oturdular, benden müsaade alarak tarihe, edebiyata dair bir şeyler sordular. Ben de anlattım. Teşekkürlerin bini bir paraya… Bu istifsar faslı bittikten sonra, Talat Paşa ayağa kalktı: Divanü Lûgati’t-Türk hakkında bazı malumat vermemi rica etti.  Ben de dilimin döndüğü kadar anlattım. Ben malumat verdikçe onlar bayılıyordu. Sonra hepsi birden, böyle bir kitaba malik olduğum için beni tebrik ettiler.
Talat Paşa tekrar ayağa kalktı:
- Üstadı muhterem, huzuru faziletinizde söz söylemeye utanırım. Fakat müsaadenizle arz etmek isterim ki, kitapların da insanlar gibi tabii bir ömrü var. Bir kitap binlerce sene yaşayamaz, çürür, fena bulur. Kitapları yaşatmak için eskiden instinsah usulü varmış. Fakat bunun da faydası mahduttur. Medeniyet bunun için yegâne bir çare bulmuş, o da tab’ı usulüdür. Tab’ı sayesindedir ki bir kitap bin olur, on bin olur, yüz bin olur. Mademki Divanü Lûgati’t-Türk büyük bir ehemmiyeti, kıymeti haizdir, o halde müsaade buyurun, bu kitabı her şeyden evvel bastıralım. Baş tarafına da namı âlinizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın. Cihan size minnettar olsun. Bu lûtfu bizden esirgemeyin, dedi.
Ben de: 
- Kemali memnuniyetle kabul ettim. Fakat iki şartım var: birincisi ben bu kitabı ancak Kilisli muallim Rıfat efendiye tevdi edebilirim. İstinsahını, tashihini o yapsın. O, kitap kıymetini bilir, kitabı hüsnü muhafaza ettiği gibi istinsah ve tashihinde de dikkat gösterir, başkasına veremem. İkinci şartım, Rıfat’a da tembih edeceğim: kitap ancak kendisinde kalmalı ve kimseye verilmemelidir.
Bunun üzerine Talat Paşa:
- Pekâlâ! dedi. Şartlara razı olduğunu söyleyip teşekkür ettikten sonra bana döndü:
- Büyük üstad, bugün ne vazifede bulunuyorsunuz? diye sordu.
- Defterdarlıktan mütekaidim, dedim
- Hayır, sizin gibi faziletli, tecrübeli bir zatın mütekait olmasına gönlüm razı olamaz.
Elhamdülillah kemali afiyettesiniz. Daha senelerce çalışabilirsiniz. Üstad, defterdarlık mı, valilik mi, Şurayı devlet azalığı mı, nazırlık mı, ne arzu buyurursunuz? Lütfen söyleyin şimdi burada tayin etmek için emrinize amadeyim. 
- Ben milletime edecek hizmeti yaptım. Ömrümün bakiyesini mütalâaya hasr için kendi arzumla tekaüt oldum. Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur. Teveccühünüze, lûtfunuza teşekkür ederim. Bu sözlerimi pek alkışladılar. Nihayet biraz daha afaki musahabeden sonra onlar gittiler, ben de İbrahim Beyefendiye veda ile ayrıldım. 
Sonra Emiri Efendi bana hitap ile:
- Yarın gel, kitabı al. Fakat şartımı unutma, dedi.
Ben de o gecenin sabahı kitabı aldım.
Kitabı aldıktan sonra Ziya Beye haber gönderdim. Geldi, görüştük.
- Tılsımı bozduk, hazineyi açtık değil mi? diye gülmeye başladı. Sonra:
- Kitabı görebilir miyim? dedi.
- Aman iş çıkarmayalım, kitap çıktıkça okursunuz, dedim. Razı oldu.
Ben hemen o gün bir forma istinsah ederek maarif nezaretine koştum, yazılan formayı
gösterdim.
O gün, o saat matbaaya emir verildi, kitap için dört mürettip ayrıldı, işe başlandı.
Kitap bana teslim edildikten üç gün sonra Talat Paşa emniyet ettiği bir zata altın para olarak üç yüz lira vermiş: bir de efendiye hitaben:
“Zatı alinize küçük bir mükafat olarak üç yüz lira gönderdim, lütfen kabul buyurmanızı
rica ederim” diye kendi eliyle bir tezkere yazmış:
- Al bunu götür, Emiri Efendi’ye ver! demiş, memur parayı getirmiş, tezkere ile birlikte takdim etmiş, fakat Emiri efendi parayı kabul etmemiş, kendisi de bir tezkere yazmış:
“Lutfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim, fakat parayı kabul edemem. Çünkü vatani, milli bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir. Bundan dolayı size teşekkür ile beraber parayı iade ediyorum. Siz parayı yardıma muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hak da memnun olur. Bu sadakanın adı da Divanü Lûgati’t-Türk sadakası olsun.” demiş. 
Emiri Efendi bize bu işi anlattıktan sonra:
- Nasıl, işimi beğeniyor musunuz? diye sordu. Biz de:
- Bu işi bizim beğendiğimiz gibi, Tanrı da beğendi. diye kendisine teşekkür ettik.
Kitap basılmaya başladı. Ben her gün bir parça yazıyorum. Yalnız bana bir korku geldi.
Korku şu idi:
Bu kitap dünyada bir tane. İkinci bir nüshası yok, fotoğrafını aldırmak kabil değil. Çünkü
birkaç sayfası yıpranmış. Fotoğrafta çıkmayacak hale gelmiştir. Ben bu kitabı evimde nasıl
muhafaza edebilirim? Allah göstermesin, ben evde bulunmadığım bir zaman bir yangın olsa ne olur? Bir hırsız gelir, eşyayı aşırırken bunu da alır, götürürse hükümete ne demeli? İyisi mi ben bunu evimden daha emniyetli bir yere koyayım, dedim. İlk evvel umumi kütüphaneye götürdüm. Müdür İsmail Efendiye anlattım:
-Bu sizde kalsın, ben gelir, burada istinsah ederim, dedim.
Merhum korktu:
- Aman kardeş, beni böyle bir tehlikeli işe uğratma, bizim kütüphaneye günde birkaç yüz okuyucu geliyor. İçlerinden birisi şeytana uyar da kitabı aşırırsa ben ne yaparım? Onun için beni affedin. Ben bu kitabı alamam, dedi. 
Bunun üzerine Vefa Mektebine götürdüm. Mektebin demir kasası vardı. O kasada saklamak istedim. Müdür Akil Bey’e anlattım. O da:
- Aman aman! dedi.
Oradan çıktım, maarif muhasebecisine gittim. Muhasebeci Sıtkı Bey’in demir kasası vardı. Orada bırakmak istedim, o da elaman çekti.
Oradan çıktım. Matbaai amirenin kasasına koymak istedim. Müdür Hamit Bey:
- Ne söylüyorsun, bizim matbaa ahşaptır. Bir yangın olur da kitap yanarsa beni astıracak mısın? Ben kabul edemem. Ne yaparsan yap! dedi.
Artık müracaat edecek yerim kalmadı. Düşündüm, düşündüm, şöyle bir çare buldum:
Sağlam bir çanta aldım, kitabı çantaya koydum, çocuklarımın her vakit bulundukları bir odanın duvarına kocaman bir çivi çaktım, kitabı çiviye astım. Çocuklarıma: 
- Gözünüz her vakit bu kitap üzerinde olsun. Şayet komşuya veya bir işe gitmek lazım gelirse, biriniz evde kalın, bu kitabı bekleyin. Pek mecbur olursanız bu çantayı beraber taşıyın. Fakat elinizden bırakmayın, komşuda bile otururken çanta elinizde olsun. Ben evde bulunmadığım bir zaman bir yangın zuhur ederse hiçbir şey düşünmeyin, bir şey kurtarmaya çalışmayın, hemen çantayı alın, çıkın. Bu kitap kurtarılırsa bir şeyden korkmayın. Yatak, yorgan ne yanarsa yansın… diye tembih ettim. Geceleri muhafazasına gelince çantayı başımın altına koyar yatardım.
İşte böyle bir dikkatle bir buçuk sene kadar bu kitabı muhafaza ettim. Çok şükür
sahibine aldığım gibi teslim ettim. Divanü Lûgati’t-Türk’ün birinci cildi çıkmış, ikincisi yarıya yaklaşmıştı. Bir gece yine kıraathanede Emiri Efendi bana gizlice şöyle dedi:
- Avrupalı bir müsteşrik bu kitabı duymuş, basılan cildini okumuş, kitabı pek sevmiş, pek
takdir ediyor. Fakat bir kere de ana nüshayı ziyaret etmek istiyor. Dün bana geldi, çok rica etti. Yarın sabah yine gelecek. Ben de ricasına dayanamadım. İlim adamı olduğu için hürmet ettim, ricasını kabul ettim. “Bekle” desem olmaz, garip bir adamdır. Sen yarın sabah kitabı bana getir, öğleden sonra gel, al.
Efendinin birkaç sene süren dostluğumuzda yalanını tutmamış olduğum için sözüne inandım. Sabahleyin erkenden kitabı götürdüm, teslim ettim.
- Öğleden sonra gelir alırım, dedim.
Bu söz üzerine arslan gibi sırıttı:
- Kitap mı? Onu bir daha göremezsiniz, dedi.
- Hayır ola, ne oldu? dedim.
- Dinle anlatayım, diye söze başladı. Benim hemşiremin bir damadı var. Adı Basri Bey’dir. Kırşehir sancağında muhasebeci idi. Bunu haksız yere azletmişler. Kalktı geldi, işi bana anlattı. Masum olduğuna ve bir haksızlığa uğradığına kanaat getirdim, tuttum maliye müsteşarı Tahsin Bey’e bir tezkere yazdım. Basri’nin masumiyetinden bahisle üç güne kadar tekrar yerine gönderilmesi için rica ettim. Üç gün geçti, hiçbir cevap dahi alamadım. Bahane ederek şu kitabı sizden aldım. Yalan söyledimse de mecbur idim. Cenabı Hak beni af buyursun. Şimdi size düşen vazife şudur: Maarif Nazırı Şükrü Bey’e gidersiniz. İşi olduğu gibi anlatır ve üç güne kadar Basri Beyin gönderilmesine çalışmasını tarafımdan söylersiniz. Şayet üç gün içinde gönderilmeyecek olursa dördüncü gün bu kitabı sobaya atar yakarım. Fakat bunun neticesinde hükümet de beni Beyazıt meydanında asar. Asılırsam ne lazım gelir? Ağaca çıksam yerde pabucum kalmaz, dedi.
Üstadı teskin etmek istedim; faydası olamadı. Gittikçe köpürdü. Daha ileriye gidemedim. Kalktım. Şükrü Bey’e geldim, işi olduğu gibi anlattım.  Şükrü Bey yumdu gözünü, açtı ağzını:
 - Ben seni akıllı bir insan sanırdım, sen ahmakların ahmağı imişsin. Ne dirayetsiz adamsın. Muallim değil kapıcı olamazsın. Düşünmedin mi ki kitabı sen almadın, Emiri kitabı sana verdiyse Talat Paşanın hatırı için verdi. Emiri senden kitabı isteyince sen ya bana gelecek, ya Talat Paşaya gidecek, işi anlatacaksın. Haydi kitabı kurtar, yoksa seni şimdi azleder ve bir daha maarife uğratmam, diye bağırdı.
 Gayet sert ve gönüller yıkıcı, can yakıcı sözler söyledi.
 Cevap sırası bana gelmişti. Dedim ki:
 - Beyefendi, bütün sözlerinizi dinledim. Tutunuz ki ben haksızım, fakat kitabı ben alamam, yine siz alırsınız. Baktınız, adam kitabı vermem, demiyor. Basri Bey’i yerine gönderin, kitabı alın, diyor. Şimdi size düşen vazife ya Cavit Bey’e söyleyin ya Talat Paşa’ya anlatın. Basri Bey’i üç gün geçmeden göndersinler. Biz de kitabı alalım. Kitabı aldıktan sonra sen de beni azlet, umurumda değil. Cenabı hak rezzakı hakikidir, çalışır geçinirim.
 Oradan çıktım. Maliye müsteşarı Tahsin Bey’e gittim. Vakayı, efendinin ültimatomunu
söyledim. Tahsin Bey: 
 - Nazır Bey’le görüşür, bir şey yaparım. Yarın bana uğra, dedi.
 Ertesi gün Tahsin Bey’e uğradım. Güldü:
- Emiri Efendi haklı imiş. Basri Bey haksız yere azledilmiş. İadesi için karar verildi, iradesi
çıktı. Yarın harcırahını verip göndereceğiz, dedi. Hakikaten bir gün sonra maliyeden Basri Bey’i çağırmışlar, ona tarziye vermişler ve vazifesine gitmesi için emir çıkmış.
Basri Bey de geldi, işi efendiye anlattı. Ben de:
- Pekala, iş oldu bitti, sözünüz yerini buldu, lütfen kitabı verir misiniz? dedim.
Güldü:
- Siyasi insanlar çok şeyler bilirler. Mümkün ki beni aldatmak için yapılmış muvakkat bir
dolaptır. Kitabı vermek için sabrediniz. Basri Bey yerine gitsin, varsın. Sandalyesine otursun, işe başlasın. “İşe başladım” diye bana telgraf göndersin, kitabı o zaman veririm, dedi.

Çare yok, sözünü kabul ettim. Basri Bey gitti, telgraf geldi, ben de kitabı aldım. Fakat Şükrü Bey’den işittiğim acı sözleri hala unutamam. Evet, sonra gönlümü tamir için tatlı bir söz söylese idi, belki o acıları unuturdum. Öyle bir şey de söylemedi. O acıları içime çöktü, aklıma geldikçe hala içim sızlar. Kitap esasen bir cilt iken ben merak edenleri meraktan kurtarmak için kitabı üç cilde ayırdım. Kitapta esasen söz başları görülmemiş iken ben söz başlarını gösterdiğim gibi lügatleri da son zamanın usulüne göre bastırdım. Kitabın Arapçaları harekeli değil iken ben onlara hareke koydum. Türkçesinde harekesizleri öyle bıraktım. Harekeli olanların harekesini muhafaza ettim. Hatta bazı harflerin üzerinde çifte hareke vardı, aynen ibka ettim. Hülasa kitap aslına mutabık çıktı. Yalnız birinci, ikinci cildin baskısı iyi olmadı. Çünkü matbaa harfleri eskimişti. Noktaların çoğu harekelerin çoğu iyi çıkmıyor, yahut hiç çıkmıyordu. Makinist her forma için en aşağı iki, üç saat uğraşıyor, bir takım tertipler yapıyordu. Bu müddet zarfında ben de makine başında beraber bulunuyordum.
İkinci cilt bitince, üçüncünün büsbütün fena olacağını düşündüm. Üçüncünün birinci forması makineye atılınca ser makiniste:
- Şu makineye fazlaca forsa veriniz, dedim.
Makinist:
- Pekala, fakat o zaman bu harflerin hepsi kırılır, yamyassı bir şey olur. Beni matbaadan
atar ve harfleri tazmin ettirirler, dedi.
- Korkma, ben buradayım, seni kurtarırım, dedim.
Filhakika fazla forsa verilince forma hurdahaş oldu, iş Müdür Hamit Bey’e aksetti, koştu, geldi; beni haşladı:
- Öderim, dedim ve acele maarife koştum, işi anlattım.
Şükrü Bey bu defa davrandı:
- İyi yapmışsınız, ben şimdi Hamit Bey’e telefon ederim. Yeni harfler alsınlar, basılan iki
cilt, benim de hoşuma gitmedi. İleride o iki cildi yeniden bastırmak isterim, haydi merak etme, dedi ve iki üç gün sonra harflerin yenisi geldi.
Kitap basılmaya başlayınca milli tetebbüler encümeninin azası, kitabın tarafımdan tercüme edilmesini teklif ettiler: Bir forma yazdım, götürdüm, okuyalım, dediler. Okundu. Ziya Bey itiraz etti:
- Rıfat, kitabın aslı ile iktifa etmemiş, bu kelimenin harekesi öyle değil de böyle olmalıdır, gibi notlar koymuş. Halbuki ben kitabın aynen tercümesini isterim, binaenaleyh.  Heyet, Ziya Beyin kararını kabul ile o yolda devamını tavsiye ettiler. 
Kitabı bir taraftan yazdım, bir taraftan tashih ettiğim ve matbaada zaman kaybettiğim
için tercümeye vakit bulamıyordum. Kitap bittikten sonra vakit buldum, uğraştım, bitirdim. 22
defter oldu.
Tercümenin bitimi harbi umuminin sonuna rast geldi. Encümen dağılmıştı. Kitap basma zamanı değildi, onun için bekledim, durdum. Filozof Rıza Tevfik Beyefendi’nin Maarif Nezaretine geldiğini duyunca, takdir ettiğini
bildiğim için bir gün defterleri koltukladım, maarif nezaretine gittim, huzuruna girdim. Kendilerine şahsen tanıdığım halde teşerrüf etmemiştim. Odaya girdim, selamladım. Defterleri masanın üzerine koydum. Ayakta durdum, söz bekledim. Beyefendi bir kere defterlere, bir de bana baktı:
- Kimsiniz? dedi.
- Kilisli muallim Rıfat’ım, dedim.
- Evet, adınızı duyduğum var, peki, bu defterler nedir?
- Divanü Lûgati’t-Türk tercümesidir.
- Bunları neye getirdin, ne olacak?
- Bu eserimi Maarif Nezareti celilesine vermek istiyorum, dedim.
- Sen bu tercümeyi kendiliğinden mi yaptın, yoksa bir emir üzerine mi yaptın?
- Nezaretin emriyle yaptım.
- İyi amma, size emreden nazır bu makamdan çekilmiştir.
- Evet çekilmiştir; fakat makamı da bakidir. Malumu alinizdir ki büyüklerin sözleri
makamına aittir. Binaenaleyh bir nazırın çekilmesi, yerine başkasının gelmesiyle o makam
namına söylenmiş olan söz, edilmiş olan taahhüt geri kalamaz. Şu halde madem ki maarif
nezareti celilesi bana emretti, ben de o emri yerine getirdim. Eserimin alınması nezareti celileye ve dolayısıyla zatı alinizce bir vazifedir.
Üstad güldü:
- Sen mantıkçıya benziyorsun, dedi.
- Evet, dedim. Kilisliyim, mantığın yuvasındanım. İstanbul’dan, Anadolu’nun her tarafından icazet almış alimler Kilis’e mantık tatbikatı için gelirler.
- Peki, kabul ettim, fakat bakalım size verecek para var mı?
- Muhasebeciden sorarsınız efendim.
Muhasebeciyi çağırdı:
- Şimdi defteri iyice karıştır, her türlü ihtiyaçtan vareste, açıkta kalmış bir paramız var
mı ve miktarı nedir? Gel, bana söyle, dedi.
Muhasebeci gitti, geldi:
- Serbest olarak 120 liramız var, dedi.
Üstad bu defa bana döndü:
- Ne yapayım, talihine bu kadar paramız var, bu miktarı kabul eder misiniz? 
- Maatteşekkür kabul ederim, dedim.
Bunun üzerine müsteşara emretti:
- Bir senet yapın, bu eseri yüz yirmi liraya alınız ve parasını hemen veriniz! dedi.  Senet yapıldı, parayı o dakikada aldım ve kendilerine teşekküre girdim.
Teşekkürümü dinledikten sonra:
- Daha fazla para bulamadığım için müteessirim. Böyle yüksek bir kitabın tercümesi için her halde size bunun birkaç misli verilmek lazımdı. Lakin ne çare, imkan bulamadım, affedersiniz, dedi. Tercümem satın alındıktan sonra telif ve tercüme heyetine gönderilmiş, oranın lağvından sonra Darülfünun’daki kütüphaneye mal edilmişti. Arada sırada gider, ziyaret ederdim. Kütüphaneye Necip Asım Efendi bakıyordu. Bir gün bana:
- Divan’daki Savları çıkardım, tercümenizden istifade ettim. Aferin hemşerim, güzel tercüme etmişsin! diye iltifatta bulundu. 
Aradan epey zaman geçti. Samih Rıfat Bey Maarif müsteşarı olmuştu. O sırada gazetenin birinde şöyle bir yazı gördüm:
“Büyük Millet Meclisi, Mahmut Kaşgari’nin Divan Lûgat it – Türk’ünü takdir ile tercümeettirilmesine karar vermiş ve tercümesini Samih Rıfat Bey ile Şair Mehmet Akif Bey’e havale etmiştir. Bu tercüme için her birisine biner lira verilmesi kabul edilmiştir.”
Gazetede bu yazıyı görünce:
- Oh, Divan için iki zat daha çalışacak. Fakat ben de çalışmış olduğumu anlatsam vebenim nüshayı da görseler mütercimler arasında benim de adım katılsa olmaz mı? dedim ve nihayet vaktiyle Samih Bey’le muarefemiz olduğu için kendisine:
 - Azizim, bu kitabı ben de tercüme etmiştim, elimin yazısı ile olan 22 defter Darülfünun edebiyat kütüphanesinde mahfuzdur, lütfen aldırın, okuyun. Eğer değeri varsa güzel adlrınızın yanında benim adım da bulunsun.” diye bir mektup yazdım.
Bir hafta sonra Samih Bey’den bir mektup aldım. Mektupta: “Edebiyat muallimi Behçet Bey’e yazdım, defterleri aldırdım, okudum. Tercümenizi pek beğendim ve Akif Bey’e de gösterdim, o da okudu, beğendi. Netice sizin eseriniz ile iktifa etmeyi münasip gördük. İnşallah ilk fırsatta eserinizi namınıza olarak bastıracak ve size bir hakkı telif verdireceğiz.” diyordu. Ben de lazım gelen teşekkürü yazdım.  Aradan vakit geçti, bir Dil Encümeni teşekkül etti. Başkatipliğine Ruşen Eşref Bey tayin edildi. Maarif Vekaleti’ne Reşit Galip Bey geldi, o zaman Dil Encümeni divanın yeni bir tercümesine karar vermiş olmakla bu tercümeyi de bana yaptırmak istediler. 
Reşit galip Bey bana yazdı. Dedi ki:
“Sizin bir tercümeniz var, fakat kitabın aynıdır. A, B, sırasıyla değildir, biz bütün lügatleri A, B, sırasıyla tercüme ettirmek ve yalnız lügat ile iktifa ederek harf kavaidini almamak istiyoruz. Bunun için sizi memur ediyorum. Kağıt vesaire ne lazımsa, Edebiyat Fakültesi müdürü Muzaffer Bey’e müracaat edersiniz.” deniliyordu.
Kabul ettim. Bana Türkiyat dairesinden bir masa verildi, fişleri koymak için dolaplar getirildi. İşe başlamadan evvel Ruşen Eşref Bey’den bir mektup aldım:
“Tercümede kolaylık olmak üzere size kendi tercümenizi gönderdim, oraya bakarak yazarsanız, tercüme için yorulmuş olmazsınız.” deniliyordu.
Filhakika posta ile birkaç defter geldi. Tetkik ettim, bu defterler benim defterlerimden çıkarılmış, fakat gayet acemi bir veya birkaç katip tarafından yazılmış, serapa yanlış olmakla beraber satırlar ve hatta sayfalar atlanmış. Bunu görünce tercümenin ne olduğuna acıdım:
- Bunu istemem. Benim yazımla 22 defter var, lütfen onu gönderiniz, dedim. “Öyle bir şeyler yoktur!” diye cevap geldi. Ben de:
“Bu defterler işime yaramaz” dedim, defterleri iade ettim. İstenilen şekilde tercümeyi de
divanın esasına bakarak yapmaya başladım.
Fakat defterlerin nerede kaldığını, en ziyade Samih Bey’in bilmesi mümkün olduğundan birinci kurultay açılmazdan evvel: 
- Benim defterlerim nerede kaldı diye sordum.
Cevap olarak dedi ki:
- Ben defterleri alınca katiplere tevzi ettim, bir suretini aldırdım, asıl sizin defterleri de Gazi Paşa Hazretlerine (Mustafa Kemal Atatürk’e) takdim ettim. Gazi Paşa Hazretleri sordular:
“Sizde bir sureti var mı?” dediler. Ben de “var” dedim. “Öyle ise bu defterler benim olsun, ben ara sıra okurum” buyurdular. Binaenaleyh sizin defterler Gazi Paşa Hazretlerinin hususi kütüphanelerindedir. “Tabiidir ki isteyemeyiz” dedi.
Ben bu ikinci tercümeyi bitirmek üzere iken Reşit Galip Bey bir mektup gönderdi."Yazdığım fişlerin daktilo ile, yeni yazı ile de birer nüshasını yazınız.” dedi. 
“Ben daktilo bilmem” diye cevap verdim. Bunun üzerine Caferoğlu Ahmet Bey’i memur etti. Bütün fişleri daktilo ile yazdı. Sonra Reşit Galip Bey bu fişlerin bir kere de Brockelmann’ın kitabıyla karşılaştırılmasını istedi.
“Ben Almanca bilmem” dedim. Bu iş de Ahmet Bey’e havale edildi. Yine aradan zaman geçti. Bir gün İbrahim Necmi Bey beni Dolmabahçe sarayına çağırdı. Gittim. Besim Atalay Bey ile birlikte oturuyordu.
Necmi Bey şöyle dedi:
- Azizim, biz Divanü Lûgati’t-Türk’ü yeniden tercüme ettirip bastırmak istiyoruz. Sizin el yazınızla olan nüshayı bulamadık, ondan kopya edilmiş bir nüsha var, siz ona yanlış, eksik diyor, beğenmiyorsunuz. Şu halde size müracaat ediyorum. Bize Divan’ı yeniden tercüme ediniz. Eder misiniz?
- Pekala, ederim.
- Ücret olarak, ne istersiniz?
- Siz söyleyin, ne verirsiniz? dedim.
Besim Atalay Bey atıldı:
- Yüz lira! dedi.
-Olmaz! dedim, iki yüze çıktı.
-Olmaz! dedim, üç yüze çıktı.
-Daha fazla veremez misiniz?
-Veremeyiz.
-Veremezseniz üç yüze olmaz, diye son cevabı verdim.
O zaman Besim Atalay Bey bana itiraz ile:
- Sen vaktiyle tercümeni yüz yirmi liraya vermiş iken şimdi neden nazlanıyorsun? dedi.
Cevap olarak:
- O zaman fetret zamanı idi, şimdi ise lehülhamd vüsat zamanıdır. Ve zaten Büyük
Millet Meclisi bu tercüme için iki bin lirayı kabul etmiştir, haydi biraz eksik verin! dedim.
Besim Atalay Bey:
- Üç yüzden ziyade veremeyiz. Bizim encümenin parası azdır, dedi.
- Ben de yapmam, diye cevap verdim.
Besim Atalay Bey şöyle dedi:
- Sen yapmazsan, ben yaparım, sonra da gönlün kalmasın.
- Haşa, bu kitabı o kadar severim ki, birkaç bin insan bunu tercüme edecek olsa o kadar
sevinir ve her birine ayrıca teşekkür ederim.
Arası çok geçmedi, Besim Atalay tercümesini çıkarmaya başladı ve muvaffak oldu. Bana
bir takım gönderdi, ben de teşekkür ettim. İnşallah birkaç tercümesini daha görürüz. Bu elmas
çok işlenmeye muhtaçtır.

(Kilisli) Rıfat Bilge


* 1945 yılının 30 Eylül / 18 Ekim tarihleri arasında Sabah gazetesinde yayınlanan “Kilisli Rifat Efendi’nin Hatıraları”ndan.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

şahane bir üslup, şahane bir hikaye