Türkçe nasıl bir dildir?
-II-
Türkçenin nasıl bir dil olduğuna ilişkin ilk yazımda bu
dildeki köklerin somut olduğunu söylemiştim. Türkçenin nasıl bir dil olduğu
hakkındaki bu yazıların ele alacağımız örneklere de bir çerçeve oluşturacağını
umarım.
Başlığı oluşturan soruya pek çok cevap verilebilir. Bir
kısmı lise bilgisi olduğu ve bunları hemen hemen herkesin az çok bildiğini
varsaydığım için onlara değinmiyorum. Nelerdir bunlar: Efendim işte Türkçe
Ural-Altay dil kolunun (artık bu ‘aile’ tartışmalı bir bilgi olarak
değerlendirilse de) Altay koluna bağlı sondan eklemeli bir dildir. Büyük ve
küçük ünlü uyumları vardır. Kurallı öge dizilişinde yüklem sondadır.
Özne-yüklem uyumuna ilişkin kuralları vardır falan. Detaylarına girmeye gerek
yok.
Türkçe Nasıl Bir
Dildir’in birincisinde “barbar dili” diye bir kavramdan söz ettim. Barbar
dili nedir? Barbar dili, medeniyet oluşturmamış halkların dilleridir. Bu
dillere medeniyetle ilgili bütün sözcükler dış kültürden girmiştir. Bütün
göçebe dillerinin, medeniyet dairesi oluşturmamış tüm dillerin birer barbar
dili olduğunu düşünüyorum doğal olarak. Bu cümleye göre, yuvarlayarak da
söylüyorum, Yunan- Roma-Çin- Hint- Fars
medeniyetleri ve bunların dilleri hariç tüm topluluklar uzun yüzyıllar boyu 'barbarlık' diye adlandırdığımız yaşama şekline sahiptiler ve bu medeniyet dairelerinden
birine, birkaçına baskıyla dâhil oldular. Medeni milletlerin yaşam şekline
intisap ederken de onların kullandığı alet edevattan tutun da medeniyetin
temelini oluşturan şehircilik kavramlarına; müzik, felsefe, edebiyat vb. alanlarına
ilişkin kavramlara isim vermek zorunda kaldılar. Çoğunlukla sözcüğün kendisini
alma biçiminde gerçekleşen bu durum bazen tercüme yoluyla gerçekleşti. Bir dilin medeniyet dili olup olmadığını anlamak istiyorsanız şehirle ilgili kavramlarına bakacaksınız, o dilin kendisine mi ait, dışarıdan mı alınmış. Kendisine aitse medeni dildir, dışarıdan alınmışsa barbar dilidir. Türkçede
de, örneğin bir medeniyet göstergesi sayabileceğimiz ev’le ilgili tüm kelimeler
başka dillerden alıntıdır: salon, balkon (Fransızca) baca, merdiven, pencere
(farsça) vb. yığınla örnek verilebilir. Lafa gelince üfürüen çok sayıda milliyetçi tarihçi vb var. Türkler medenidir, pek çok şehir kurmuştur filan. Türkler şehir kurdularsa şehircilikle ilgili sözcükler Türkçe olmalıdır. Bu kadar net! Bir de soyut sözcüklere bakacaksınız, kök müdür, türev midir. Kökseler o dil medeniyet dilidir, türevseler o dil barbar dilidir!
Asyatik dillerin çoğu, Afrika dilleri, Amerikan ve Avusturya
yerlilerinin dilleri elbette ki bu kapsamdadır. Medeniyeti kendileri icat
etmeyip- bu bağlamda tüm göçebeler ve dilleri olarak düşünülebilir- dışarıdan
alan tüm halkların dilleri barbar dilidir. Neden? Çünkü bunlara medeniyetle
ilgili kavramlar medeniyeti icat eden milletlerin dilinden girmiştir; doğrudan
ya da tercüme olarak.
Benim Türkçeye ve ilişkin perspektifimin esaslarını şöyle
sıralayabilirim:
1.
Türkçe bir barbar dilidir ve bu Türkçe konuşan
herkesin kıymetini bilmesi gereken büyük bir güzelliktir.
2.
Dünyanın kadim dillerinden biridir. Kökleri
binlerce yıl öncesine dayanır. (bu esasen saçma bir cümle, eski dil, yeni dil diye bir şey olacağına inanmıyorum. Evrime, dilin nasıl doğduğuna, dillerin tek bir dilden doğup doğmadığına, farklı yerlerdeki insan topluluklarının dil aşamasına geçip geçmediğine girmeden söylüyorum, bütün diller benzer tarihlerde oluşmaya başladı. Burada pek çok yerde kullanılan 'kadim dil' ifadesi kanıtlarla eskiye götürülebilir manasındadır. Her dilin dilcileri bunu göstermeye çalışıyor, bizim dilimiz daha eski, çünkü biz eskiyiz, giderek hepiniz bizden türediniz falan gibi teraneler için. Diyeceğim o ki tüm diller insanlık kadar eskidir. Esperanto gibi yapay dil saçmalığından bahsetmiyoruz burada. İnsan türünün en büyük mucizesi olan dilden söz ediyoruz.)
3.
Bu dili konuşanların kahir ekseriyeti 19-20. yy.
gibi oldukça geç dönemlere kadar gayrımedeni/ göçebe olarak yaşıyorlardı.
Yerleştirilmeleri çok kolay olmadı. Kanlı fermanlar çıkarıldı. Saraydaki üç beş
şaire, devlet erkanına bakarak nasıl oluyor diye düşünmeyin. Unutulmasın ki
Baki’den üç yüz yıl sonra Dadaloğlu “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir”i
zorunlu iskan kanuna karşı yazmıştı. 1950’ler kadar Anadolu’da yarı göçebelik
çok yaygındı.
4.
Oğuzlar Anadolu’ya geldiklerinde bütünüyle
gayrımedeniydiler, dilleri de buna göreydi.
5. Türkçe 10. Yüzyıla kadar 3-5 bin kelimeden ibaretti. Bu kelimeler Oğuzların ruhuydu ve tüm yaşamlarını ifade ediyordu. Bunun en doğrudan kaynağı Dede Korkut Hikâyeleridir.
6.
Türkçedeki bütün sözcükler somut köklere
dayalıdır.
7.
Türkçe, eylemlere dayalı bir dildir. Bir kelimeden
başka bir kelime yapma olarak açıklanabilecek “türeme” örneklerine baktığımızda
ezici çoğunluğun eylemden yapılma adlar (tütün, açık, kısa, düzen, sevgi, uçak,
kırık vb..) olduğunu görürüz. Öte yandan adlardan eylem yapan ekler çok
sınırlıdır. Hemen hemen tüm adlar -le, -la eki getirilerek eylemleştirilir
(izle-, özle, sabahla-, dinle-, gözle, oyala-, unla-, tuzla-, akla-,…).
8.
Türkçe kısa cümlelere dayalıdır. Bunun en güzel
kanıtı da Türkçe bağlaç olmamasıdır. Kullandığımız bağlaçlar Arapça-Farsça
kökenlidir.
9.
Türkçe tek heceli bir dildir. Köklerin ezici
çoğunluğu tek heceden ibarettir, bazı kökler kullanımdan düşmüş ama türevleri
yaşıyor. Bazı türevlerle kök arasında ilişki kurmak zor. Bunlar bu nedenle çok
heceli gibi görünüyor. Bu sebeple Türkçede tek heceye inmedikçe kökü
bulduğunuza emin olmamalısınız. İstisnası var mıdır? Tek tük belki ama onları
da “henüz açıklanamamış” sınıfına koymakta sakınca yok. Türkçedeki ekler de
benzer şekilde tek hecelidir (Ayrıca eklerin önceden ayrı birer kelime
olduklarına dair de yaygın bir kanı var).
10. Türkçedeki
asıl atasözleri tamamen doğaya bakıştan gelir. Analoji kaynağı doğadır.
Atasözleri ve deyimler soyut olanı somutlaştırarak anlatmaya dayalıdır.
11. TDK
üretimi sözcükler Türkçe dil kurallarına uygun ama Fransızca düşünüş ve anlam
dünyası referans alınarak yapılmıştır. Doğal olarak dil sadece gramer kuralları
demek olmadığı ve aynı zamanda düşünüş ve bakış tarzı da demek olduğu için bu
sözcükler tercümedir. (Şöyle bir örnekle açıklamaya çalışayım; Türkçeleştirme
söz konusu olduğunda bugün ‘doğal’ dediğimiz sözcük yerine ‘tabiat’ ve
“natural” olmak üzere iki sözcük vardır. Bunlardan birincisi Arapçadır ve
“damga” anlam köküne dayanır, ikincisi, yani ‘natural’ Fransızcadır ve “doğmak”
ile ilişkilidir. TDK’cilerin türettiği “doğal”
sözcüğü de “damga”yla değil “doğmak”la ilişkilidir.)
12. Bu maddelerden en önemlileri 6-7 ve 8.
Maddelerdir çünkü bütün barbar dilleri bu özellikleri göstermelidir mantık
olarak.
Yerleşik hayata geçen ilk toplumlar maddeye şekil verme konusunda
en ileri gidenlerdi: Taşa, metale, ağaca…(Siz bakmayın Şükrü Erbaş gibi bazı
ilerici şairlerin; tarihi, insanın doğaya hâkim olma mücadelesi,
ilerlemeyi doğaya tahakküm sanmalarına/ ‘Biçim
veremediğimiz şeylerin biçimini alıyoruz’diyerek) Şekil vermek doğayı
bozmaktır. Uygarlık tarihi doğayı
bozmanın da tarihidir. Her şey hayatta kalmak içindi. (canlıya özgü içgüdü, Darwin)
Hem de daha kolay, daha konforlu biçimde. (canlıya özgü, zekâyı bu çıkardı ama
insan istismar etti, en az çaba yasası). Ve hiçbir canlı türü binlerce yıl
sonrasını düşünerek eylemez. Her şey anlık ya da yakın gelecekliktir. Yakın
gelecek için 1 yıl iyi mi?
Karnını kolayca doyurmak ilk meseleydi. Buna yarayan her şey benimsendi, bunu sağlayan herkes toplulukta değer kazandı. Avlanmada işi kolaylaştıran ilk aletleri düşünün, ne büyük mucize! Atıyorsun ve hayvana saplanıyor. Ya ilk strateji: Toplu saldırıyorsun ve etrafını kuşatıyorsun. Müthiş! İnsan yavaş ama kendinden emin adımlarla hayatta kalmayı garantiliyordu. 2. Buzul Çağı iri hayvanlar için kötü geçti. Çoğu yok oldu ya da bedensel küçülmeye uğradı. İnsan için bir mucize daha!
Tanrı henüz teke inmemiş, Sümerlere bile çok var. İlk
evcilleştirmeler, tarımın keşfi…
Sonrası çorap söküğü gibi. Evcilleştirme ve tarım birleşince yerleşik hayat mümkün hâle geliyor. Biriktirmek mümkün hâle geliyor. Tabii mülkiyet. Tanrı fikri, daimi tapınak, güvenliğin sağlanması. Hiyerarşinin icadı. Ama rahipler hâlâ egemen değil. Savaşçılar egemen.
Uygarlık böyle gelişiyor. Ama ıssız steplerde değil.
Çoğunlukla deniz kıyılarında, belli merkezlerde. Issız steplerde ise üç beş
çadırdan ibaret topluluklar var yüzyıllardır. Tüm hayatları hayatta kalma
savaşıyla geçiyor. Doğayla kâh bütünleşerek kâh mücadele ederek.
Dil? Herkesin ihtiyacına göre gelişiyor. Şehirleri kuranlar
medeniyetlere dönüşüyor ve dilleri de ilk medeni kavramları icat ediyor. Kavramlarla
gelişiyor hayat artık, somutluklarla değil. Sosyal hayat diye bir şey çıkıyor,
nezaket çıkıyor, görevler ve sorumluluklar, sınıflar…
Öbür tarafta ise her şey aynı. Temel yaşam şekli değişmiyor
çünkü. Ava çıkılacak, hayvanlar toplanacak, et kesilecek, yağ yapılacak, odun
toplanacak, atlara su verilecek, çadır toplanacak, göçülecek. Temel hayat tarzı
değişmeyince dil de çok değişmiyor. Değişmiyordan kastım sözcük sayısının
artması bakımından. Bu olmuyor, ama dil
değişiyor tabii. Şu ya da bu sebeple aynı dili konuşanların bir bölüğü ayrılıp
başka bir yere gittiğinde kısa bir süre sonra iki topluluğun dili birbirinden
oldukça farklılaşıyor. Söyleyiş, telaffuz, farklı bazı kelimeler vb.. Oğuzca
ile Yakutça kadar uzak ya da Azerice kadar yakın.
Uygarlık kurulmadan önce, yani demek istiyorum ki insan
sökülmeden, sevişmek sekse, söz edebiyata, küğ şiire dönüşmeden, deneyim
bilgiye terk edilmeden önce, hatta doğa diye bir şey icat edilmeden önceyi de
ekleyebiliriz, yani bütünlük parçalanmadan önce, bu dünya daha kategorilere ve
bilgi alanlarına bölünmeden önce, henüz emperyal mavisi düşler kurulmuyorken,
henüz tanrılar eğlenceliyken de bir dil vardı. Türkçe gibi barbar dilleri, yani
medeniyete sonradan ve zorla dâhil edilmiş toplulukların dilleri bize neyi
kaybettiğimizi, e aslında kimse kaybetmez durup dururken, elinden alınır onlar,
bizden neyi çaldıklarını çok güzel gösteriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder