Tabiatı Suçlamak
Son zamanlarda pek kullanılmıyor ama
memlekette irticanın tehdit olduğu
yıllarda ne çok işe yaramıştı yoz
sözcüğü. “Bu yoz kafalar, bu yoz zihniyet” diye söze başladınız mı akan sular
durur, sözünüzün üstüne söz söylemeye cesaret eden çıkmazdı. Örümcek kafalı, geri kafalı, köhne fikirler,
dar kafa vb.leriyle aynı manada kullanılıyordu.
TDK sözlüğü, yoz kelimesi için 1. maddesinde “doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” tanımını yapmış. “Yoz toprak, yoz
bitki” kullanımları da örnek olarak verilmiş. “Ne alakası var” diyesi
geliyor insanın! Bu anlamda hemen hemen hiç kullanılmıyor artık. Ayrıca “doğada olduğu gibi kalmak”la “geri, çağdışı olmak” arasında bir dünya
yol var. Bu anlam kökünden oraya varılamaz gibi geliyor insana. 2. maddede ise “kaba, adi, bayağı” deniyor.
Normalde sözcüğün temel anlamı ile
sonradan oluşan mecaz(soyut) anlamı arasında bir paralellik, doğrusal ilişki
vardır. Ama yoz’da tuhaf bir durum var. “Doğada
olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” gibi bir temel anlam veriliyor ve
aslında bu, doğrudan olumsuz bir anlam yüküne sahip değil düşünürseniz? Demek
ki tarihin bir döneminde anlam içeriği olumsuza evrilmiş. “Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” şeyler “kendi olan, yurdunda olan, bozulmamış,
dejenere olmamış” şeyler değil midir?
Anlaşılıyor ki, çok daha sonraları,
medeniyetle, endüstriyle, kapitalizmle karşılaşınca oluşmuş bu tuhaf durum.
Yeni dünyada her şeyin değeri “işe yarama, para etme” düzeyiyle ölçülür olmuş.
Dolayısıyla insan eli değmemiş,
işlenmemiş, üretim yapılmayan her şeye, her yere olumsuz gözle bakılır
olmuş. Günümüzde de bazı politikacılar, hatta sıradan insanlar “dereler boşa
akmasın” demiyorlar mı HES’lere meşruiyet kazandırmak için? Toprak işlenmelidir
bu hesaba göre, ya ekilmelidir ya da üstüne evler, şehirler kurulmalıdır…
Böylece başlangıçta yalnızca bir hal
tespiti olan “yoz toprak” işe yaramayan toprak gibi bir anlamda
kullanılmaya başlanmış. Yani açıkça suçlanmaktadır “olduğu gibi kalmak”. Hiçbir şey olduğu gibi kalamaz, kalmamalı
çünkü. Tüm bir dünya insanın bitmek tükenmek bilmez arzularına hizmet etmeli. Buraya
vardıktan sonrası malum zaten. Yoz kafa, yani olduğu gibi
kalmış, “ileri” yaşam tarzına ayak uydurmayan; yeni fikirler, yeni tuzaklar, yeni mahvolma yolları üretmeyen kafa!.
kalmış, “ileri” yaşam tarzına ayak uydurmayan; yeni fikirler, yeni tuzaklar, yeni mahvolma yolları üretmeyen kafa!.
Sözcüğün macerasına biraz daha eskiye
giderek bakalım:
Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lugati’t
Türk’te “yozamak” eylemini veriyor. “Kısrak dışındaki hayvanların çiftleşmesi
ancak yavru vermemelerine yozamak
denir” diyor. Qoy yozadı (koyun döl
vermedi) ile örnekliyor. Hayvancılıkla yaşayan bir topluluğa içkin bir kavram.
Sonuçta hayvan işlenmiş ama kendisi
dışında bir şey ‘üretme’miştir,
‘verim’sizdir. Demek ki göçebelik ve hayvancılık döneminde de verimsizlik,
üretimsizlik gibi bir anlama kapı aralıyor. Zaten tarihsel olarak da işlerin
bozulmaya başladığı bir dönemdir bu. Göçebelerin yerleşik hayata geçmeye
başladıkları ve köylüye dönüştükleri bir dönem. Yerleşik hayat, mülkiyet
demektir, üretim fikridir, ekonomidir; dolayısıyla “yoz” olmak artık hem hayvan
için hem toprak için mutlak bir olumsuzluktur, bir suçtur. “Doğada olduğu gibi kalmak ve işlenmemiş olma”nın kabul edilebilir
bir yanı kalmamıştır, böylece “yoz” sözcüğünün
temel anlamıyla vedalaşılır. Nitekim TDK sözlüğünün 1. maddesinde verilen
anlamı neredeyse bütün bir Türkiye Türkçesi döneminde örnekleyemiyoruz.
İsmet Zeki Eyuboğlu Etimoloji
Sözlüğü’nde yoz’u uzun uzun açıkladıktan sonra, “Burada en ilginç yan, Anadolu Türkçesinde
yoz kökünün içerdiği anlam değişikliğidir. Bize kalırsa bu durum da ağız ayrılıklarından
kaynaklanıyor” demektedir. Yani İsmet Zeki işlenmemiş olan, kısır,
evcilleşmemiş gibi anlamlardan nasıl olup da “geri, çağdışı” anlamlarına
varıldığını anlayamadığını ifade ediyor. Konargöçer Türkmenlerle, yerleşik
Türkler arasında değer değişimlerine bakmadan bunu anlamak mümkün değil zaten. “Yozlaşma” sözcüğüne de bakalım; TDK bu
sözcüğü “dejenerasyon” karşılığı olarak “yoz”
kökünden ‘uydurmuş’. Dejenerasyon ne demek; özünü kaybetmiş olan. Amma tuhaf,
başlangıçta olduğu gibi kalan
anlamındaki “yoz” zaman içerisinde özünü kaybeden anlamına varıyor… Yoz “doğada olduğu gibi kalan” demekti,
yozlaşma neredeyse birebir zıddını ifade ediyor. Nereden nereye! Nasıl oluyor
görüyoruz, bir şey kendinin zıddı haline dönüşüyor. Bu arada “Yozgat”ın adı da
aynı “yoz”dan geliyor. Türkmenler buraya ilk geldiklerinde Oğuzların bir
kolunun adı olan Bozok adını veriyorlar. Cumhuriyet dönemine kadar adı Bozok.
Daha sonra Yozgat adı da yaygınlaşıyor, muhtemelen İç Anadolu’nun uçsuz
bucaksız bozkırlarını görünce insan eli değmemiş hissi veren bu yerlere asıl
anlamına uygun olarak “Yozgat” dediler. Hayvanları için de ideal bir yaşama
alanı görüyorlardı bu bozkırlarda. Bu iki isim birlikte yaşamaya başladı. Ama
resmi olarak Bozok’tur. Cumhuriyet dönemin de adı önce Yozgat’a sonra tekrar
Bozok’a en son bir kanun teklifi ile yine Yozgat’a dönüyor. Öyle sanıyorum ki “yoz” sözcüğünün olumsuz anlam yükü
içermediği zamanlardan kalan tek miras bu Yozgat’ta saklı.
Buna benzeyen bir diğer çarpıtılma
yaban, yabanî, yabancı kavramlarında görülebiliyor. Oradan gelip şehirlere
kurulduğumuz halde “yaban hayat” diyoruz. Yabani hayat, yabani tavşan gibi
sıfatlarda ve yabani adında bir olumsuz yükleme yok mu? Ne demek istiyoruz,
yabani, yani uygarlaşmamış, evcilleşmemiş, doğadaki haliyle kalmış ama öte
yandan üretilemeyen, para etmeyen, ekonomik değer taşımayan… Bundan büyük
kötülük mü var?!
Yabani otlar diyoruz mesela, tarlada
kendiliğinden biten, kültürleme sonucu oluşmayan otlar için. Yani ot orada
kendi kendine bitiyor, biz ona yabancı diyoruz. Dr. Osman Erdem Özgür, Yabani Ot Atlası adlı kitabında ne diyor
bakın: “Kültür bitkileri
yetiştirildikleri tarlanın “yabancı” bitkisi olup insanoğlu yetiştirmediği
sürece veya doğada yozlaşmadıkları sürece hiçbir zaman tarlalarda bitmezler.
Otlar ise tarlaların “öz” bitkisi olarak tarlalarda kendiliklerinden
yetişirler. Kendine özgü coğrafyadaki tarlalarda az veya çok yaygın olarak
bilinen bir ot, hiçbir zaman yabancı değildir. (…) Bilimsel anlamda ise
herhangi bir kültür bitkisi tarlasında biten otlar o kültür bitkisine göre “
yabancı” birer bitki olmaktadır. Kültür bitkilerinin yetiştirildikleri
tarlalarda biten yabancı otlar, hayvan yemi olarak kullanılamaz, değersiz ve
işe yaramaz “zararlı birer bitki” olup ekonomik boyutta görüldüklerinde yok
edilirler.”
Ne çarpıcı sözler değil mi? Burada
anlatılan yabani / öz karşıtlığı ile yoz’un anlattığım hikâyesi aslında bire bir
aynıdır. Aslında “öz” olanın “yabani” olarak adlandırılmasındaki garabeti bir
bilim adamından beklenmeyecek bir dikkatle saptıyor Osman Erdem Özgür.
Vahşi cinayet diyoruz, vahşet
diyoruz, vahşiler diyoruz bütün bir tiksintiyle. Oysa vahşi de Arapça bir kök ve “yerleşim olmayan, meskûn olmayan yer,
evcilleşmemiş hayvan” anlamına sahip. Vahşet dediğimiz durumla vahşinin asıl
anlamı arasında ne ilgi var! Anlaşılıyor ki “vahşi” de uygarlık sonrasının
çarpıtılmış semantiğinden nasiplenmiş? Yerleşim olmayan, meskûn olmayan yer
anlamından kan dökücü, hunhar mecazına evriliyor. Niye, uygarlığın elinin
değmediği yerler kötüdür çünkü. Vahşi hayvan; evcilleşmemiş hayvan manasına
gelip orada kalsa iyi. Algımızı nasıl şekillendirdiklerini anlıyoruz. Önce
evcilleştirmek onaylatılıyor düşünüşe, evcilleşmeyenler vahşi oluyor. Sonra
evcilleşmeyenlerin kendi özlerine uygun bir biçimde avlanmaları, avlarını
parçalamaları üzerinden vahşi’ye yırtıcı, kan dökücü anlamı veriliyor, artık
vahşi kötüdür. İster ilk anlamında kullan ister mecaz olarak. Mesela Afrika’daki
kabilelere, oradaki insanlara “vahşi” deniyor. Adamın var olma biçimi bu, o
içine doğduğu ortamla gayet uyumlu bir yaşam sürerken sen dışardan gelip
“vahşi” diyorsun, “ilkel” diyorsun. “Vahşiler gibi…” türünden benzetmeler
yapıyorsun . Hayatlarında hiç barbar
görmemiş, “barbar”lığın nasıl bir insan hali olduğu konusunda kafa yormamış
insanlar mesela maç çıkışı arabalara ve çevreye saldıran insanlara barbar
deyiveriyor kolayca.
İnsanlığın yüzyıllar boyunca derileri
farklı olanları daha aşağı görmesi, aşağı da ne, insan olarak görmemesi nasıl
bir bilinç yarılmasıdır. Öyle doğmuş olan, tabiatı bu olan insanlar yüzyıllar
boyunca hangi hakla, niçin, hangi akli, ahlaki değerlere binaen katledilmiş,
köle yapılmıştır. Ve bütün bu süre boyunca insanlık nasıl durmaksızın
“ilerlemiştir”. Dünyanın büyük çoğunluğu bunu nasıl olağan karşılamıştır? Bırakın
eşitliği falan insan olarak tanımlanmaları bile daha 16. yüzyıldadır, ancak
bundan sonra bir zenciyi öldürmek cinayet kapsamına girmiştir. 1000 yıl sürmüş
olan böyle bir hali 50 yıllık bir “çağdaş demokrasi” martavalıyla tarihinden
sildiğine nasıl inanabiliyor bu insanlık? İnternette sık rastladığımız o yürek
parçalayıcı “hangisi güzel” videosunu düşünün. Zenci bir çocuğa zenci olmanın
kötü ve çirkin bir şey olduğunu düşündürmekten, yani değiştiremeyeceği bir
şeyden dolayı aşağı hissettirmekten daha aşağılık ne olabilir? 1800’ler de ne,
daha 2000’lerde çok ünlü bir zenci, Michael Jackson bir beyaz olarak ölmek
uğruna ucubeye dönüşmedi mi?
Kendiliğinden öyle olan bir otu
yabani olmakla, toprağı yoz diye, zenciyi zenci diye, bir yırtıcıyı yırtıcı
diye nasıl suçlarsınız? Size ne yaptılar böyle? Bir insanı pantolon giymediği
için nasıl geri görürsünüz!
“Asker çocuğu” olmanın “orospu
çocuğu” olmaktan bir farkı yoktur efendiler.
Bunların hepsi tabiatı suçlamaktır.
Neyle suçlamak? Olduğu gibi olmakla!...
mehmet işten
anarşist, sayı 3
anarşist, sayı 3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder