28 Kasım 2012

tabiatı suçlamak, mehmet işten



Tabiatı Suçlamak

Son zamanlarda pek kullanılmıyor ama memlekette irticanın tehdit olduğu yıllarda ne çok işe yaramıştı yoz sözcüğü. “Bu yoz kafalar, bu yoz zihniyet” diye söze başladınız mı akan sular durur, sözünüzün üstüne söz söylemeye cesaret eden çıkmazdı. Örümcek kafalı, geri kafalı, köhne fikirler, dar kafa vb.leriyle aynı manada kullanılıyordu.

TDK sözlüğü, yoz kelimesi için 1. maddesinde “doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” tanımını yapmış. “Yoz toprak, yoz bitki” kullanımları da örnek olarak verilmiş. “Ne alakası var” diyesi geliyor insanın! Bu anlamda hemen hemen hiç kullanılmıyor artık. Ayrıca “doğada olduğu gibi kalmak”la “geri, çağdışı olmak” arasında bir dünya yol var. Bu anlam kökünden oraya varılamaz gibi geliyor insana. 2. maddede ise “kaba, adi, bayağı” deniyor.

Normalde sözcüğün temel anlamı ile sonradan oluşan mecaz(soyut) anlamı arasında bir paralellik, doğrusal ilişki vardır. Ama yoz’da tuhaf bir durum var. “Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” gibi bir temel anlam veriliyor ve aslında bu, doğrudan olumsuz bir anlam yüküne sahip değil düşünürseniz? Demek ki tarihin bir döneminde anlam içeriği olumsuza evrilmiş. “Doğada olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan” şeyler “kendi olan, yurdunda olan, bozulmamış, dejenere olmamış” şeyler değil midir? 

Anlaşılıyor ki, çok daha sonraları, medeniyetle, endüstriyle, kapitalizmle karşılaşınca oluşmuş bu tuhaf durum. Yeni dünyada her şeyin değeri “işe yarama, para etme” düzeyiyle ölçülür olmuş. Dolayısıyla insan eli değmemiş, işlenmemiş, üretim yapılmayan her şeye, her yere olumsuz gözle bakılır olmuş. Günümüzde de bazı politikacılar, hatta sıradan insanlar “dereler boşa akmasın” demiyorlar mı HES’lere meşruiyet kazandırmak için? Toprak işlenmelidir bu hesaba göre, ya ekilmelidir ya da üstüne evler, şehirler kurulmalıdır…

Böylece başlangıçta yalnızca bir hal tespiti olan “yoz toprak” işe yaramayan toprak gibi bir anlamda kullanılmaya başlanmış. Yani açıkça suçlanmaktadır “olduğu gibi kalmak”.  Hiçbir şey olduğu gibi kalamaz, kalmamalı çünkü. Tüm bir dünya insanın bitmek tükenmek bilmez arzularına hizmet etmeli. Buraya vardıktan sonrası malum zaten. Yoz kafa, yani olduğu gibi
kalmış, “ileri” yaşam tarzına ayak uydurmayan; yeni fikirler, yeni tuzaklar, yeni mahvolma yolları üretmeyen kafa!.

Sözcüğün macerasına biraz daha eskiye giderek bakalım:
Kaşgarlı Mahmut, Divan-ı Lugati’t Türk’te “yozamak” eylemini veriyor. “Kısrak dışındaki hayvanların çiftleşmesi ancak yavru vermemelerine yozamak denir” diyor. Qoy yozadı (koyun döl vermedi) ile örnekliyor. Hayvancılıkla yaşayan bir topluluğa içkin bir kavram. Sonuçta hayvan işlenmiş ama kendisi dışında bir şey ‘üretme’miştir, ‘verim’sizdir. Demek ki göçebelik ve hayvancılık döneminde de verimsizlik, üretimsizlik gibi bir anlama kapı aralıyor. Zaten tarihsel olarak da işlerin bozulmaya başladığı bir dönemdir bu. Göçebelerin yerleşik hayata geçmeye başladıkları ve köylüye dönüştükleri bir dönem. Yerleşik hayat, mülkiyet demektir, üretim fikridir, ekonomidir; dolayısıyla “yoz” olmak artık hem hayvan için hem toprak için mutlak bir olumsuzluktur, bir suçtur. “Doğada olduğu gibi kalmak ve işlenmemiş olma”nın kabul edilebilir bir yanı kalmamıştır, böylece “yoz sözcüğünün temel anlamıyla vedalaşılır. Nitekim TDK sözlüğünün 1. maddesinde verilen anlamı neredeyse bütün bir Türkiye Türkçesi döneminde örnekleyemiyoruz.

İsmet Zeki Eyuboğlu Etimoloji Sözlüğü’nde yoz’u uzun uzun açıkladıktan sonra, “Burada en ilginç yan, Anadolu Türkçesinde yoz kökünün içerdiği anlam değişikliğidir. Bize kalırsa bu durum da ağız ayrılıklarından kaynaklanıyor” demektedir. Yani İsmet Zeki işlenmemiş olan, kısır, evcilleşmemiş gibi anlamlardan nasıl olup da “geri, çağdışı” anlamlarına varıldığını anlayamadığını ifade ediyor. Konargöçer Türkmenlerle, yerleşik Türkler arasında değer değişimlerine bakmadan bunu anlamak mümkün değil zaten. “Yozlaşma” sözcüğüne de bakalım; TDK bu sözcüğü “dejenerasyon” karşılığı olarak “yoz” kökünden ‘uydurmuş’. Dejenerasyon ne demek; özünü kaybetmiş olan. Amma tuhaf, başlangıçta olduğu gibi kalan anlamındaki “yoz” zaman içerisinde özünü kaybeden anlamına varıyor… Yoz “doğada olduğu gibi kalan” demekti, yozlaşma neredeyse birebir zıddını ifade ediyor. Nereden nereye! Nasıl oluyor görüyoruz, bir şey kendinin zıddı haline dönüşüyor. Bu arada “Yozgat”ın adı da aynı “yoz”dan geliyor. Türkmenler buraya ilk geldiklerinde Oğuzların bir kolunun adı olan Bozok adını veriyorlar. Cumhuriyet dönemine kadar adı Bozok. Daha sonra Yozgat adı da yaygınlaşıyor, muhtemelen İç Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarını görünce insan eli değmemiş hissi veren bu yerlere asıl anlamına uygun olarak “Yozgat” dediler. Hayvanları için de ideal bir yaşama alanı görüyorlardı bu bozkırlarda. Bu iki isim birlikte yaşamaya başladı. Ama resmi olarak Bozok’tur. Cumhuriyet dönemin de adı önce Yozgat’a sonra tekrar Bozok’a en son bir kanun teklifi ile yine Yozgat’a dönüyor. Öyle sanıyorum ki “yoz” sözcüğünün olumsuz anlam yükü içermediği zamanlardan kalan tek miras bu Yozgat’ta saklı.

Buna benzeyen bir diğer çarpıtılma yaban, yabanî, yabancı kavramlarında görülebiliyor. Oradan gelip şehirlere kurulduğumuz halde “yaban hayat” diyoruz. Yabani hayat, yabani tavşan gibi sıfatlarda ve yabani adında bir olumsuz yükleme yok mu? Ne demek istiyoruz, yabani, yani uygarlaşmamış, evcilleşmemiş, doğadaki haliyle kalmış ama öte yandan üretilemeyen, para etmeyen, ekonomik değer taşımayan… Bundan büyük kötülük mü var?!

Yabani otlar diyoruz mesela, tarlada kendiliğinden biten, kültürleme sonucu oluşmayan otlar için. Yani ot orada kendi kendine bitiyor, biz ona yabancı diyoruz. Dr. Osman Erdem Özgür, Yabani Ot Atlası adlı kitabında ne diyor bakın: “Kültür bitkileri yetiştirildikleri tarlanın “yabancı” bitkisi olup insanoğlu yetiştirmediği sürece veya doğada yozlaşmadıkları sürece hiçbir zaman tarlalarda bitmezler. Otlar ise tarlaların “öz” bitkisi olarak tarlalarda kendiliklerinden yetişirler. Kendine özgü coğrafyadaki tarlalarda az veya çok yaygın olarak bilinen bir ot, hiçbir zaman yabancı değildir. (…) Bilimsel anlamda ise herhangi bir kültür bitkisi tarlasında biten otlar o kültür bitkisine göre “ yabancı” birer bitki olmaktadır. Kültür bitkilerinin yetiştirildikleri tarlalarda biten yabancı otlar, hayvan yemi olarak kullanılamaz, değersiz ve işe yaramaz “zararlı birer bitki” olup ekonomik boyutta görüldüklerinde yok edilirler.”
Ne çarpıcı sözler değil mi? Burada anlatılan yabani / öz karşıtlığı ile yoz’un anlattığım hikâyesi aslında bire bir aynıdır. Aslında “öz” olanın “yabani” olarak adlandırılmasındaki garabeti bir bilim adamından beklenmeyecek bir dikkatle saptıyor Osman Erdem Özgür.

Vahşi cinayet diyoruz, vahşet diyoruz, vahşiler diyoruz bütün bir tiksintiyle. Oysa vahşi de Arapça bir kök ve “yerleşim olmayan, meskûn olmayan yer, evcilleşmemiş hayvan” anlamına sahip. Vahşet dediğimiz durumla vahşinin asıl anlamı arasında ne ilgi var! Anlaşılıyor ki “vahşi” de uygarlık sonrasının çarpıtılmış semantiğinden nasiplenmiş? Yerleşim olmayan, meskûn olmayan yer anlamından kan dökücü, hunhar mecazına evriliyor. Niye, uygarlığın elinin değmediği yerler kötüdür çünkü. Vahşi hayvan; evcilleşmemiş hayvan manasına gelip orada kalsa iyi. Algımızı nasıl şekillendirdiklerini anlıyoruz. Önce evcilleştirmek onaylatılıyor düşünüşe, evcilleşmeyenler vahşi oluyor. Sonra evcilleşmeyenlerin kendi özlerine uygun bir biçimde avlanmaları, avlarını parçalamaları üzerinden vahşi’ye yırtıcı, kan dökücü anlamı veriliyor, artık vahşi kötüdür. İster ilk anlamında kullan ister mecaz olarak. Mesela Afrika’daki kabilelere, oradaki insanlara “vahşi” deniyor. Adamın var olma biçimi bu, o içine doğduğu ortamla gayet uyumlu bir yaşam sürerken sen dışardan gelip “vahşi” diyorsun, “ilkel” diyorsun. “Vahşiler gibi…” türünden benzetmeler yapıyorsun .  Hayatlarında hiç barbar görmemiş, “barbar”lığın nasıl bir insan hali olduğu konusunda kafa yormamış insanlar mesela maç çıkışı arabalara ve çevreye saldıran insanlara barbar deyiveriyor kolayca.

İnsanlığın yüzyıllar boyunca derileri farklı olanları daha aşağı görmesi, aşağı da ne, insan olarak görmemesi nasıl bir bilinç yarılmasıdır. Öyle doğmuş olan, tabiatı bu olan insanlar yüzyıllar boyunca hangi hakla, niçin, hangi akli, ahlaki değerlere binaen katledilmiş, köle yapılmıştır. Ve bütün bu süre boyunca insanlık nasıl durmaksızın “ilerlemiştir”. Dünyanın büyük çoğunluğu bunu nasıl olağan karşılamıştır? Bırakın eşitliği falan insan olarak tanımlanmaları bile daha 16. yüzyıldadır, ancak bundan sonra bir zenciyi öldürmek cinayet kapsamına girmiştir. 1000 yıl sürmüş olan böyle bir hali 50 yıllık bir “çağdaş demokrasi” martavalıyla tarihinden sildiğine nasıl inanabiliyor bu insanlık? İnternette sık rastladığımız o yürek parçalayıcı “hangisi güzel” videosunu düşünün. Zenci bir çocuğa zenci olmanın kötü ve çirkin bir şey olduğunu düşündürmekten, yani değiştiremeyeceği bir şeyden dolayı aşağı hissettirmekten daha aşağılık ne olabilir? 1800’ler de ne, daha 2000’lerde çok ünlü bir zenci, Michael Jackson bir beyaz olarak ölmek uğruna ucubeye dönüşmedi mi?

Kendiliğinden öyle olan bir otu yabani olmakla, toprağı yoz diye, zenciyi zenci diye, bir yırtıcıyı yırtıcı diye nasıl suçlarsınız? Size ne yaptılar böyle? Bir insanı pantolon giymediği için nasıl geri görürsünüz!

“Asker çocuğu” olmanın “orospu çocuğu” olmaktan bir farkı yoktur efendiler.  

Bunların hepsi tabiatı suçlamaktır. Neyle suçlamak? Olduğu gibi olmakla!...

mehmet işten



anarşist, sayı 3

Hiç yorum yok: