İSTİKRAR BÜTÜN KÖTÜLÜKLERİN ANASIDIR.
Musa
Peygamber asasını gökyüzüne kaldırdığında Nil nehrinin batı kıyılarında her şey
yolundaydı aslında. Bildiğimiz kadarıyla hiç bir şikayeti yoktu Firavunun.
Kudüs’ün bozulmaması gereken bir nizamı vardı İsa Peygamber geldiğinde. Üstelik
Roma gücüyle teminat altına alınmış bir nizam. Söyledikleri Musevilerin de duymak
istemediği şeylerdi.
Hira
dağında erbain diyen kırk yaşındaki Muhammed Peygamberin susması için Mekke’nin
yarısını vermeye seve seve hazırdı Mekkeliler. Tıkır tıkır işleyen Mekke
nizamının sahipleri kadar Musevileri ve İsevileri de kızdırıyordu söyledikleri.
Onun tebliğinin de korunaklı bir nizama kavuşması uzun sürmedi. Hatta
torunlarının tabii bir ölümle ölmesini bile bekleyemedi bu nizamın bekçileri.
Bir Cuma günü, öğle ezanları okunurken, üzerlerine doğru koşan gebe develer
gibiydi mızraklar. Şam’a, başkente götürülmek üzere başları gövdelerinden
ayrılırken, bütün camilerde Cuma hutbesi okunuyordu: “ Ona ve ehlibeytine selam
olsun “ diyerekten.
Bir
hakikati dondurup bir devlete temel kılan aynı mızraklar Türkistan’da üç yüzyıl
boyunca dehşet saçtılar. Çünkü cihadın da bir iktisadı doğmuştu, bir nizamı
olmuştu artık. Yine de mübalağa ceng oldu. Deşti Kıpçak kan gölüne döndü adeta.
Kalın derili, çekik gözlü ve değirmi yüzlü inatçı “ kafirler”: tamam, buraya
kadarmış, la ilahe illalah dediklerinde artık çok geçti. Ganimet kervanlarıyla
birlikte Şam’a, Başkente oluk oluk çekik gözlü esir akıyordu. Çünkü yalnız
Dar’ül Harpten ganimet toplayabilirdiniz ve daha bir yığın yoksul bedevi vardı
Arap yarımadasında, yalın ayak, etekleri lime lime olmuş elbiseleri ve bellerine
çaput parçalarıyla bağlanmış kılıçlarıyla sefere gidip, pahalı eyerler vurulmuş
saf kan kısrakların üstünde arkaları sıra ganimet yüklü develerle gelecek.
Ümeyye
oğulları Abbasilerce mızraksız bırakıldıklarında Türkistan kitleler halinde
Müslüman olmaya devam ediyordu. Fetih büyük ölçüde tamamlanmıştı. Bölgedeki güç
ve iktidar tacirleri arasında önemli bir dayanaktı artık İslam. Yalnız küçük
bir sorun vardı: Bozkırda güç, bir devlet ve medeniyet rezervi olarak
biriktirilemiyordu. Tabiat kadar masum, tabiat kadar kahrediciydi o kadar.
Çünkü burada mezarlıkları olmayan, bir ömür boyu hür ve bereketli otlaklar
peşinde kona göçe ilerleyen boyların deviniminden sadır oluyordu güç. Varlığın
potansiyelinin dışa vurumu gibi, parlayıp sönen, uçumlu bir şeydi aslında.
Uçmaması, birikmesi için dönüp dolaşıp etrafı çevrilmiş, şehir denilen
havuzlara akması gerekiyordu. Bir yere
konup yatuk olmaksa, akıllarının ucundan bile geçmiyordu henüz.
Sır Derya civarında sıkıştırılan Oğuz boyları
yeni otlaklar, Selçuk ve oğulları ise güç istiyordu. Batıya doğru ilerledikçe
gördüler ki, Tanrı’nın çayırları Harezm’in, Maveraünnehr’in hakimlerince
sahiplenilmiş, onların mızraklarınca korunuyordu. Oysa törelerine göre toprak
kimsenin şahsi mülkü olamazdı. Bunu hiçbir zaman kabullenemeseler de bazen Karahanlı, bazen Harezmi’in Gazneli
valilerine haraç vererek uzun yılar boyu dolanıp durdular. Fakat ilk yağma
fırsatında verdiklerinden fazlasını geri alarak. Bu minval üzre konup göçerken
bir gün gördüler ki, yalnız Tanrı’nın çayırları değil, kendileri de
sahiplenilmiş. Çünkü Gazneliye esir düşen amcası İsrail’in beraberindeki Oğuz
boyları için şöyle yazmaktaydı mektuplarından birinde Tuğrul Bey, “ Bu
Türkmenler bizim kölelerimiz, hizmetçilerimiz, tebamız, emirlerimizi yerine
getiren ve yolumuza hizmet eden reayamızdır”.
Zihnini ve ruhunu tabiatla doyuran yabani,
barbar bir topluluktu Oğuzlar. Adlarının etimolojik kökenine ilişkin sürdürülen
tartışmalarda bir çok şey söylenmiştir, fakat konuya ilişkin öne sürülen en
ilginç açıklama, Oğuz sözcüğünün yaban öküzünden türediğine ilişkin olanıdır. Yaşamak
için ileriye doğru atılan bu yaban öküzüne şimdi bir saban, bir boyunduruk hatta
bir de tabut hazırlıyordu Selçukoğulları. Oysa İslam henüz evcilleştirmemişti
bu barbarları.
1040 yılına
gelindiğinde Selçuklular Dandanakan surları önünde Sultan Mesuda ölümcül bir
darbe indireceklerdi. Bu savaş hem bir son, hem bir başlangıç, hem de Türkmenle
Selçuklu’nun yol ayrımıydı bir bakıma.
Tuğrul, Çağrı ve Musa. Gaznelilere karşı kazandıkları zaferi, büyük
çaptaki toprakları şahsi mülkleri haline getirmek için kullandılar. Böylece
müesses bir devlet olmaya başlayan Selçuklu beylerinin görevleri arasına bir
yenisi daha eklenecekti: Nisa, Dehistan, Ferava gibi Horasan’ı da Türkmenlere
karşı korumak.
Güneş doğarak
söyler söyleceğini. Batarak susar. Şems derler ona Acem diyarında. Işıkları
altında “ şemsiye “ dedikleri küçük itirazlar açarlar sonra. Irmak, çağlayarak
söyler söyleyeceğini. Eriyip, kuruyarak susar. Yatağını değiştirirler onun da,
değirmen oluklarına akması için. Tabii bir işleyişe, tabii olmayan, yapay bir
işleyişle katılırlar önce. Sonra bu yapay işleyiş, asıl olanı kovar. Güneşi,
güneşe ait olmayan; ırmağı, ırmağa ait olmayan şeyler söylemeye zorlarlar
yatuklar. En ufak bir itirazı tehdit sayarak.
Oğuzların hür
ve tasasız adımlarla yeni otlaklara doğru yürüyüşünden bir iktidar çarkını
harekete geçirecek gücü de devşirmişti Selçukoğulları. Bu gücü, ele
geçirdikleri topraklardaki kadim Fars Medeniyeti ve devlet aklıyla
çiftleştirmişler, doğacak çocuğu sabırla bekliyorlardı. Dahası sadaklarında
yeni ve çok etkili bir stratejik silahları daha vardı artık: İslam. Üstelik bu
yeni silahı öyle ölümcül hamlelerle kullanıyorlardı ki, Bağdat’taki Halife
kızını 69 yaşındaki Tuğrul Beye vermeye razı olmuştu. Gerçi ihtiyar Halife de
Çağrı Beyin kızı Hatice Arslan Hatunla evlenmişti. Böylece “ zalim “ ve “ şii “
Büveyhiler ile “ sapık “ Fatımilere karşı kurdukları sünni ittifak daha
derinleşiyordu. Bazı Türkmen topluluklarla birlikte Gürcü, Ermeni, Kürt ve
Acem, yer götürmez muazzam orduları vardı artık. Oğuzlara düşense bu gücü
beslemekten ibaretti. Bazen bir ırmak yatağı değiştirilmeden de teslim
alınabilir çünkü; bildiği gibi akıp, karşılığında vergi vermesi sağlanarak.
Sivrilttikleri
kazık Oğuzlara batıyordu artık. Hatta kazık olmaktan çıkmış, temreni yırtıcı
bir mızrak kesilmişti düpedüz. Bir de
nizamı vardı bu mızrağın, kıyıcı mı kıyıcı. Vergileri bir veriyor bir
vermiyorlardı. Sık sık isyan ediyor, saldırıp geri çekiliyorlardı Oğuzlar. Bir
seferinde Sultan Sencer, bizzat kendisi cezalandırmak istedi onları. Ne var ki,
Belh yakınlarındaki savaşta esir düştü. Oğuzların hür ve tasasız yaşamına üç
yıl dayanabildi Sencer. Bir gün ansızın ölüverdi.
Buradan
itibaren günümüze doğru bu filmi, biraz daha hızlı oynatacak olursak; ne
Oğuzlar Selçuklulara, ne de Selçuklular Oğuzlara rahat verdiler. Taht için
tehlike arzeden maceracı şehzadeleri öldürmek, Oğuzları kırmaya çalışmak
yerine, hepsine birden düzensiz akınlarla kapıları zorlanan Anadolu’yu işaret
ettiler. Ölürlerse bir bela savuşturulacak, sağ kalırlarsa bir yolu bulunup vergiye
bağlanacaklardı. Yönetici sınıfın aksine, İslam’dan hiçbir stratejik sonuç
beklemiyorlardı. Hatta çocukça bir neşe içinde, kadim inançlarıyla
kaynaştırıyor, bambaşka sonuçlara varıyorlardı.
Oluk oluk
aktılar Anadolu’ya. Başlarda koçbaşı gibi yerel güçleri saf dışı etmek için
kullanılsalar da, ortalık yatışınca yine yürüyen akçe keseleri, asli vergi
unsuru olmaya başladılar. Tıpkı Nişabur, Merv ve Rey gibi Konya şehri de gücü
ve gücü satın alan her şeyi depolayan bir havuzdu artık. İhtiyaç duyduğu
şeyler, sınırları içinde üretilemeyen yerlere deniliyordu şehir diye. Ve
sınırları içinde ihtiyaç duyduğu şeyleri üretemeyen bu yerleri besleyebilmek
içinse, sınırları içinde ve dışındakiler hiç de üzerlerine vazife olmayan
şeyler yapmak zorunda, tabii işlevleri dışında işlere koşmak zorundaydılar.
Irmaklar açtığınız kanallardan geçmek zorundaydılar, hayvanlar çevirdiğiniz
yerlerden geçmemek. Yağmurlar evlerinizin içine yağmamak zorundaydı. Sevişmek
bir ödev, uyumak bir görev, uyanmaksa bir zorunluluktu. Ağaçlar size elma,
armut, erik ve kiraz borçluydular. İnsanlar çocuk. Çocuklar yaşamak. Hayvanlar
bal, süt, tereyağı. Ormanlar yakacak.
Her şeyi,
olmadığı ya da olmak istemediği bir şey olmaya zorlayan bu işleyişi sürekli
kılan şeye nizam diyorlar. Bu nizamın esenliğine ise istikrar.
Horasan’da
olduğu gibi İklim-i Rum’da da istikrarı bozdular. Zanaatları şehirleri
doyurmaya elverişli değildi. Canları nereye isterse oraya sürüyorlardı
sürülerini. İkta nedir bilmiyorlar, bilmeye de yanaşmıyorlardı. Yalnız
devletin, askeri ricalin mülküne değil, özel mülkiyete karşı da saygısızdılar. Ara
sıra kervanların ağır yüklerini hafiflettikleri de oluyordu. Dostlukları gibi
düşmanlıkları da siyaseten değildi. Şelçuklu’nun düşmanını seviyor, müttefiklerini
kırıyorlardı. Malların olduğu kadar, fikirlerin de “ serbest “ dolaşımını
engelliyorlardı. İnançları tam bir kabustu çünkü fıkıh alimlerine göre. Manevi
büyükleri için “ Resul “ diyebiliyorlardı hiç çekinmeden. Halbuki bir “
Resul “ yaşadığı sürece bir istikrarsızlık unsurudur. Ancak öldükten sonradır
ki, onun öğütlerinden uysal bir devlet
tebası yaratacak yorumlar çıkarabilirsiniz.
Nizamını
ve istikrarını savunan Selçuklu ile dillerini, dinlerini, karakterlerini,
belirleyen yaşam biçimlerini savunan Türkmenler arasında sayısız çatışma
yaşandı. Fakat sonuncusu korkunçtu: 1239 yılında Baba İlyas Horasani
halifelerinden Kefersud sufisi İshak’ın yaktığı kıvılcım kısa zamanda bütün
Anadolu’yu tutuşturdu. Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar bir alev topu gibi
ilerliyorlardı Anadolu içlerine. Defalarca bozguna uğradı karşılarında Selçuklu
birlikleri. Son Haçlı Seferinin artığı, paralı Frenk süvarileri Selçuklu
ordusuna yardıma koştuğunda, Kırşehir yakınlarında, Malya ovasındaydı
Türkmenler. Tepeden tırnağa zırhlı süvarilere karşı Türkmenlerin bir çoğu sopa
ya da çıplak elle dövüşüyorlardı. Pek azı geri çekilebildi. Toprak kanı emince
açığa çıktı kalanların cesedi. Türkmenler yenilmişti ama, pusudaki Moğollara
bütün zaaflarını da göstermişlerdi Selçuklu’nun. Birkaç yıl sonra, Kösedağ’da
perişan oldu Selçuklu ordusu. Bir daha da toparlanamadılar. Moğol bir kasırga
gibi esiyordu şimdi Anadolu’da.
Ne
kadarı efsane ne kadarı gerçek bilemiyoruz ama bir söylentiye göre Babai
Ayaklanmasına katılmayan yalnız iki halifesi vardı Baba İlyas’ın: İlkinin adı
Edebalı, ikincisi Hacı Bektaş’tı. Kasırga kesilip göz gözü görmeye başladığında
yeni bir kervan düzülüyordu Rumda. Biri “belini” verdi ona, ötekisi “ yolunu “
. Aldı yürüdü Al-i Osman. Bektaşi “ kazan” ında doydu yeniçeri, orada kaynadı,
oradan taştı. Yedi düvele ulaştılar. Ayaklarının altından İstanbul’u,
omuzlarının üstünden kellesini aldılar Kayzer’in. Akılları vardıkları yerlerin
aklıyla, kurumları kurumlarıyla çiftleşti. İki yanı keskin yatağan gibi
işliyordu kurdukları nizam. Zerre tahammülü yoktu artık onların da
istikrarsızlığa. Ne zaman ki, ayakları kaydı Viyana önlerinde, domino taşları
gibi devrilmeye başladı kurdukları nizam. Güneş çarığı, çarık ayağı sıkacaktı.
Ayaksa Anadolu’dan başka bir şey değildi. Boşalan hazineyi telafi etmek için
olanca güçleriyle yüklendiler. Onlar yüklendikçe saban tutan eller çözüldü,
kılıç kabzelerini okşamaya başladı bir bir.
Celali
diyorlardı şimdi istikrarı çiğneyenlere. En ünlüleriydi Geredeli Köroğlu
Ruşen. Binlerce Köroğlu türküsüne
karşılık bir tek Kuyucu hikayesi duyulmadığına göre, ahalinin pek te bir
şikayeti yoktu olan bitenden. Çiftbozan Anadolu hızla boşalıyordu biryandan. Her
yolu deniyordu Osmanoğlu istikrarı yeniden tesis etmek için. Eşkıya
Kalenderoğlu’na Valilik bile verdi. Ne var ki, Ankara halkı sokmadı “
Vali”lerini şehre.
Boşalan
yerleri yeniden insanla doldurmak istiyorlardı. İlk akıllarına gelen Türkmenler
oldu. Soğuk sulu, mor yarpuzlu yaylalarda eğlendikleri yeterdi. Vakit çalışma
vaktiydi. Nicedir pek hoşlanmıyorlardı birbirlerinden. Osmanlı, İslamın siyasi
boyutunu çarpan etkisi kılarak gücünü pekiştirmeye çalıştıkça Türkmen’in;
Türkmen, kadim töresi gereği yaşamaya çalıştıkça Osmanlı’nın gözünde
canavarlaşıyordu. Yavuz’dan beri baş
belasıydılar Osmanlı nizamının. Çukurova içlerinden Diyarbakır, Halep, Basra,
Musul, Hatay, Antep dolaylarına kadar hallaç pamuğu gibi savruldu Türkmen. Ya
tümden ya da ortadan ortaya kırçılıp birbirlerinden haber alamayacakları
mesafelere serpiştirildiler. İlk fırsatta yeniden bildiklerini okuyacaklardı
fakat, iskan çok uzun sürecekti bu kez. Defalarca terk ettiler iskan yerlerini,
defalarca çarpıştılar, defalarca cezalandırıldılar. Son defa Çukurovada kuruldu kavga, sene 1876
da. Kavgada başı Kozanoğlu çekiyordu ama Bozoktan Halep içlerine kadar tekmil
karaçadırlı Türkmen desteğe koştu. Gavur dağlarında başlayan savaşta kırıla
kırıla geri çekiliyordu Türkmen. Ölen öldü, kalan sağlar önce teslim, sonra
Çukurova sıcağına yatuk oldular. İlk yazdı bu Çukurda geçirecekleri. Sıcak ve
sıtma Osmanlıdan da amansızdı. Bir çoğu kışı göremediler.
Çok sürmedi Osmanlının
sendelemesi, kendisi de devrildi devrilecekti. Bir hışımla girdi Cihan harbine.
Bir hışımla yedi düvele saçtı son çocuklarını Anadolunun ve teslim oldu. Teslim
olmayanları idama mahkum edecek kadar kibirliydi hala. Fermanlı Valileri şehre
sokmayan Ankara, fermanlı idamlıklara sonuna kadar açtı kapılarını bu kez. Bir
Meclis kuruldu burada. Girdikleri bu son savaşta, en son cepheye sevkettikleri
çocuklar on üç yaşındaydılar henüz. Bu yüzden Çocuk Bayramı yaptılar Meclisin
açıldığı günü.
Sıtmalı, trahomalı,
tifüslü aç ve perişandılar ama kurtulduk diyorlardı. Fakat çok sürmedi felaha
ermenin sevinci. İstiklal Marşının hemen ardından bir de istikrar marşı
bestelemişti çünkü. Yine olmadığımız bir
şey olmamız istenecekti bizden. Ve biz yine bir türlü ulaşamayacaktık muasır
medeniyet seviyelerine. Tabiat yine bütün somut renkleriyle uzanacak
ayaklarımızın altında, fakat biz yine istikrar duvarının üstünden soyut tel
örgülerden izleyecektik onu. Demirağlarla örmemizi isteyecekti bizden yeni
nizamın sahipleri, Anayurdu dört baştan. Demirağlar vagon isteyecekti. Vagonlar
demir, çelik, kömür. Tayyare
isteyeceklerdi bizden. Tayyare arpa, buğday, ömür. Banka isteyeceklerdi sonra.
Banka ise arpa, buğday, öşür. Gün gelip te bütün bunlarca hayatımız
kuşatıldığında, bir başvekil kürsüye çıkıp işaret parmağını sallayacak, gelecek
on yıllık kazancını şimdiden bankalara borçlanmış kalabalığa: İstikrar diyecek,
sağa sola oynatırken parmağını, mızırdanmak yok. Yoksa kaybedebilirsiniz bütün
bunları.
Oysa Tanrı
bile razı olmamış ondan. Gönderdiği bütün Peygamberler önce istikrarı
bozmuşlar. Hatta ilk Peygamber Dünyaya gelmeyi bile bekleyememiş. Gitgide insanoğlu
da Peygamberin gelmesini bekleyememiş istikrarı bozmak için. En çok istikrarı
bozdukları anlarda güzelleşmiş halklar, içleri yeşermiş, ozanlarının dili
çözülmüş bir bir. Olduğu yerde kalmak anlamında, Arapça “ karra “ fiilinden
geliyormuş istikrar sözcüğü. Türkçesi düpedüz “ çüş “ demek. Gerçekten de
teslim alınmış, evcilleştirilmiş hayvan türleri içinde en zavallı olanıdır
eşek. Teslim alınmış halk yığınları içinde ise, en zavallısı olmalı istikrarsız
bir yaşam düşünemeyenler. Sahibini, sırtına binme zevkinden mahrum edeceği için
acı çeken ne çok insan var yeryüzünde. Üstelik içlerinde bir yabani öküz
homurdanan.
İstikrar bir hakikat kürtajıdır.
Levent ORHAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder