01 Mart 2013

Emek-Sermaye İlişkisi ve Bir İtiraza Cevap, Gazi Bertal



Yıllardır biz anarşistler, siyasal iktisat alanına giren konularda pek tartışmadık/tartışmıyoruz. Sanırım bunun bir nedeni, bu tür konulara eğilebilecek olanlarımızın çoğunlukla marksist saflardan gelmiş olmasıdır. Bizler, daha çok marksizmin otoriter, totaliter, hiyerarşik niteliğine, karşı eleştiri ve itirazlarımızı sıralarken, onun toplumsal hayata ekonomi penceresinden bakan mantığını tabiri caizse çoğu kez es geçtik. Bu durum, marksist ekonomi-politiğin bizim nezdimizde de geçerliliğini koruduğu ve tartışma dışı olduğu şeklinde bir kanıya yol açtı. Keza, klasik anarşist literatürdeki eleştirilerin de daha çok marksizmin tarih, felsefe, siyaset teorisi ve onun pratikteki mücadele tarzlarına yönelmiş olması, ekonomi-politik alana adeta bir muafiyet sağlamış gibi.
Diyelim ki Proudhon’un ömrü vefa etmedi; ama, Bakunin, Marx’ın emek-değer teorisini açıkça onaylar. Kropotkin ise, Kapital’deki analizleri onayladı mı bilmem? Ama, –bildiğim kadarıyla– marksist ekonomi-politiğe karşı ciddi bir metin yazmadı. O nedenle, marksist ekonomi-politiğin geçmişten günümüze anarşist düşünce karşısındaki söz üstünlüğünü belki biraz da buralarda aramak lazım.
Marksistler, A. Smith, D. Ricardo ve Proudhon’u Karl Marx’ın kaleminden okudukları için doğaldır ki Marx’ın bunlara karşı ortaya koyduğu polemikleri “tartışmasız doğru” veriler olarak algılayacaklardır. Ancak ben, önemli ölçüde kendisinden önceki kaynaklara dayanan marksist ekonomi-politiğin “tartışmasız doğru” olduğu fikrine en azından şerh koyma hakkımı saklı tutmak isterim. Bunu şimdi geçelim.
Bir süre önce yayımlanan Türkiye’de Anarşizm (Barış Soydan, Türkiye’de Anarşizm –Yüz yıllık Gecikme, İletişim Yayınları) kitabında yer alan röportajda “Kapitalizmi sermaye ve emek birlikte var ediyor, burjuvazi ile proletaryanın ortak ürünü. Sistemin devamını ikisi birlikte sağlıyor.” şeklinde sarf ettiğim sözlere, Gün Zileli’den itiraz geldi. ( http://www.gunzileli.com/2013/01/19/turkiye’deki-anarsizmin-dunu-bugunu%E2%80%A6/ )
Gün, bu konuda ileri sürdüğüm düşünceleri “oldukça saçma” bulmuş. Niçin saçma peki? Marksist emek-değer kuramından meseleye baktığı için diyeceğim ama, marksist ekonomi-politik açısından da itirazı yanlış –izah etmeye çalışayım.
Gün, konuya şöyle bir formülle bakıyor; sermaye, artı değer (sömürülen emek) birikiminden ibarettir. “Sermaye dışında ayrıca kapitalizmden söz edilemeyeceğine göre”, emek, sermaye ve kapitalizm aslında tek ve aynı şeydir. Gün, böylece bu üç kavramı tek bir iktisadi kategoriye indirgiyor. Ben ise, kapitalizmi iki sınıfın ortak ürünü diye niteliyorum. Sermaye, emek birikiminden başka bir şey değil diyen Gün, kapitalizmi tek başına emeğin ürünü/sonucu olarak görüyor. Bu yaklaşımına elbette Marksist klasiklerden yeterince dayanak bulabilir. Çünkü, marksist ekonomi-politiğe göre, artı-değer, yani karşılığı ödenmemiş olan emeğin bir bölümü (soyut emek), sermaye birikimine yol açar. Sorunumuz sermayedarın sömürdüğü emeğin bu kısmıyla ilgili olduğu kadar, karşılığı işçiye ücret olarak ödenen emekle de ilgilidir.
Tartışma bu boyutuyla ister istemez Marx’a kadar gider. Bence Marx’ın ekonomi-politik yanılgılarından birini “sermaye birikimi” analizinde, ötekini de “değer teorisi”nde aramak gerek. O dönemlerde sermaye birikimine dair analizler yapılırken doğal kaynaklar hesap dışı tutuluyordu. Daha doğrusu, çıkarılıp işlenmeleri sürecinde insan emeğinin kattığı dışında herhangi bir değer taşıdıkları öngörülmüyordu. Oysa, doğal kaynaklar, insan emeği dışında da bir değere sahiptir. Bu gerçek, ikinci dünya savaşı sonrasında kaynakların hızla yağmalanmasıyla açıkça ortaya çıktı. Bugün, havanın, suyun, güneşin, her türlü fosil yakıtın ve madenlerin doğadaki ham halleriyle (insan eli değmeden de) bir değişim değeri’ne sahip oldukları gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Manzara satmak” gibi bir terime kavuştuğumuzu hatırlayalım.
Demek ki, günümüzde sınaî işletme; sadece toprak, fabrika, makineler, hammadde, sermaye ve işgücünden ibaret değil. Örneğin, eskiden tabiatın cömert bir sunumu olan su, şimdi vazgeçilmez bir hammadde bileşenidir. Bunların yanı sıra, çağlar boyunca biriken entelektüel bilgi, beceri, teknik ilerleme ve onun tekrar üretim sürecine aktarımı yalnızca işçinin “soyut emeğiyle” özdeşleştirilemez.
Elbette, bilginin de metalaştığı iddia edilebilir. O zaman da şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz: Marx, herhangi bir metanın değişim değerini basitçe, o meta için harcanan soyut emek miktarıyla açıkladığına göre, örneğin, nükleer kimya veya fizik teorisini hangi emek miktarı ve zamanıyla açıklayacağız? Ayrıca, proleterin bundaki rolü nedir? Çok açık ki, nükleer kimya ve fizik bilgisi –laboratuardaki kimyager ve fizikçinin çok çok ötesine geçerek– üretimde tıpkı hammadde gibi bir sermaye işlevi görmektedir. Yüzyıllara dayanan bu tür bilgiler belli ki sermayenin üretkenliğini sağlayan ana unsurlardan biridir. Marx’ın, sermayeyi birikmiş emekten ibaret görme ısrarı, yani onu yalnızca emeğin üretkenliği olarak tanımlaması ideolojik bir tutumdan öteye geçmez. Dolayısıyla, emeğin tek üretken güç olduğu görüşü sorunlu bir görüştür. Çünkü böyle bir yaklaşım doğayı, entelektüel birikimi ve toplumsal aklı dışlar.
Sonuç olarak, insan emeğini değerin tek kaynağı olarak görüp, oradan da sermayeyi yalnızca birikmiş emekle izah etmek yanıltıcıdır. Eğer, sermaye birikmiş emekten ibaret olsaydı kapitalist sömürü de artı değere el koymakla sınırlı olurdu. Halbuki, kapitalizm tüm doğal kaynaklara, toplumsal ekonomiye, yani toplumsal artı değere de el koymakta ve sınıf egemenliğini buna dayandırmaktadır. Bu egemenlik aynı zamanda devlet aygıtı eşliğinde, öteki sınıfların ekonomik, politik, sosyal ve entelektüel faaliyetlerini de denetleme –gerektiğinde baskı altına alma– gücüdür.
Diğer yandan, emeğinin bir miktar karşılığı olarak işçiye ödenen ücret meta dolaşımı dışında bir işleve sahip mi? İşçinin yaşaması için zorunlu olduğu söylenen bu karşılık ticaret sermayesine dönüşerek sisteme eklemlenmektedir. Günümüz kapitalist tüketim toplumunun, yapısal fonksiyonlarını sürdürmesi için elzem olan bu tüketim ilişkisini yüz milyonlarca emekçi ve çalışanın sürdürdüğü hatırlanmalı. Emekçinin, ürettiği ürünün tüketicisi olması, sistemi ayakta tutan hayati bir işleyiştir. Bu üretim-tüketim mekanizması dikkate alındığında, sistemin tek başına burjuvanın ya da tek başına proleterin ürünü olmadığı açıktır. Bir sistem olarak kapitalizm, tüm sınıfların varlığına ve sosyal kapasitesine dayanır.
Netice itibarıyla, söylediklerim tartışma götürebilir, ama “saçma” değil.
Konu bağlamında Gün’ün öteki itiraz ve çıkarsamalarına kısa cevaplarla değinmek gerekirse:
“Eğer emeğin sınıf mücadelesi kapitalizmi yaşatıyorsa sermaye, sınıf mücadelesini yatıştırmak ve işçi sınıfını sisteme soğurmak için neden bu kadar uğraşsındı?” diye söylediklerimle herhangi bir bağlamı olmayan cümleler kuruyor Gün. Elbette, kapitalizmi yaşatan şey “emeğin sınıf mücadelesi” değil, değişim değeri yaratması anlamında ortaya koyduğu üretim ve tüketim faaliyetidir.
Ayrıca, “uygarlığı yıkma mücadelesi ile işçi mücadelesi arasında bir çelişki görmediğimi de hemen belirteyim” diyor. İşçi, emeğini satacağı koşulların topyekûn ortadan kalkması, zorunlu çalışma ve üretim sisteminin yok edilmesi mücadelesini değil de, sınaî kapitalizmin komünizm ile yer değiştirmesi mücadelesini hedefliyorsa uygarlığı yıkmayı hangi amaçla isteyecek? Gün’ün de savunduğunu sandığım, Kropotkin’den mülhem, “özgür işçi birlikleri” ya da “emekçilerin özgür federasyonları” türünden hedefler katiyen uygarlık karşıtı bir perspektif taşımaz. Sınıf mücadelesiyle uygarlık karşıtı mücadele aynı şey olmadığı gibi hiçbir şekilde paralel de değil. İşçi sınıfı da tıpkı burjuvazi gibi uygarlığın bir bileşeni olduğu için, uygarlığın –yani endüstriyel ve teknolojik toplumun– ortadan kalkması halinde işini ve sınıf statüsünü kaybedecektir. O nedenle, hem uygarlık karşıtlığı hem “özgür işçi birlikleri” hedefi bir arada savunulamaz.
Gün, şu şekilde bir tanımlama da yapıyor: “… toplumsal devrimi sanayi örgütlenmesi ile özdeşleştirmek oldukça gariptir.” Nedir toplumsal devrim? Nihai olarak, var olan kapitalist sistemi topyekûn ortadan kaldırmak ve yerine özgürlükçü bir toplum kurmaktır.”
Toplumsal devrim ezberini tekrarlamak sıradan bir alışkanlık halini aldı. Bu algının pratik karşılığı temelde emeğe dayalı, farklı iki sistemin yer değiştirmesi değilse eğer, toplumsal devrimin ne tür bir klişe olduğundan çok, nasıl örgütleneceği ve nelere yol açabileceğinin tartışılması gerekir.
Dünya düzeyinde bir sistemin topyekûn ortadan kaldırılmasından söz ediyoruz, krizle karşı karşıya olan herhangi bir iktidarın yıkılmasından değil. Böyle bir hedef her şeyden önce ciddi bir komünikasyon, teknoloji ve örgütlülük gerektirir. Toplumsal devrim, askerî bir eylem olarak tasarlanmıyorsa eğer, uzun erimli bir süreç olarak yeni bir hayatın inşası biçiminde mevcut toplumun içinde filizlenecektir. Hele hele işin içinde sınıf savaşı ve sınıf örgütlenmesi de varsa teknoloji veya günümüz sanayi uygarlığı olmadan bu komünikasyon ve örgütlülük nasıl sağlanacak. Sanayi ve teknoloji temelleri üzerinde örgütlenmeyen bir devrim, sistemi topyekûn hedefleyemez. Öyleyse üzerinde örgütlendiği bu temelden niçin vazgeçecek? Vazgeçtiği anda bastığı zemini yitirerek akamete uğramaz mı?
Ayrıca, toplumsal devrimle gelen bu özgürlükçü toplum son derece muğlak bir nitelemedir. Özgürlükçü toplum nedir mesela? Hangi iktisadi sisteme dayanır, sanayi ve teknolojiyle bağı var mı? Komünist ütopyadan farkı nedir? Örneğin, “herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar” mı verir? Özellikle anarko-komünistlerin cevaplamaları gereken sorulardır bunlar?
Son olarak, Türkiye’de Anarşizm kitabındaki beyanatlarıma ilişkin Gün’ün haklı olduğu başka bir noktayı belirterek bitireyim. Hani çoğu zaman birbirimizi uyarırız; “genelleme yapmak yanlıştır” diye. Fakat, biz bize konuşurken, “bizim yaylaların bütün çiçekleri çok güzel kokar” demekten de geri durmayız. Bu bir dil alışkanlığıdır çünkü. Halbuki yaylalarımızın bazı çiçekleri de kötü kokuyordur. Ama biz o anda o kötü kokuyu duymak istemeyiz. İşte adı geçen kitapta, batılı anarşistlerin sanayi ve teknoloji konusuna yaklaşımını Türkiyeli anarşistlerin yaklaşımıyla mukayese ederken açık ki kantarın topuzuna dikkat etmeyip maksadımı aşan genellemeler yapmışım. Ancak, beyanatımda yer alan ve –Gün’ün de karşı çıktığı– genellemeler, aslında genelleme olması dışında yanlış değil. Her ne kadar İtalya, Fransa, Avustralya ve Amerika’daki bazı grupları bu genellemenin dışında tutmuş olsam da bu tür konularda kişi ya da grubu kast etmeyen genellemeler yapmak yanlış.
Velhasıl, Gün bu itirazında haklıdır. Bütün kuşlar uçmaz.


Gazi Bertal



1 yorum:

Cuma Bozkurt dedi ki...

Güzel bir yorum okumaktan zevk aldım tşk ederim..