Afyon: Olgunlaşmamış haşhaş kapsüllerine yapılan çizintilerden
sızan, içinde morfin ve kodein gibi uyuşturucu maddeler bulunan katılaşmış süt
olarak tanımlanan afyon’un aslı Grekçe opion olup anlamı ‘süslü bitki’dir.
Türkçe’ye Farsça’dan afyun imlâsıyla girmiştir.Afyon, haşhaş kozasının
çentiklenmek (çizilmek) suretiyle akan süt gibi beyaz özsuyundan elde
edilmektedir. Hava ile temas ettikçe koyulaşır ve kahverengi bir renk alır.
Afyonun içeriğinde şeker, protein, kauçuk yağı gibi maddelerle, morfin,
narkotin, kodein vb. sayıları 25'e yakın alkaloid denilen zehir mevcuttur.
Afyon yutarak, çiğnenerek alınabileceği
gibi sigara ile de içilebilir. Hangi şekilde kullanılırsa kullanılsın aynı
tesiri gösterir. Başlangıçta varsa ağrıları azalır, üzüntüler kaybolur, sıkıntılar
geçer ve geçici bir keyif hali başlar.
Afyonkeşler bu keyif haline balayı derler.
Fakat bu keyif hali çok kısa sürer. Ardından mide bulantısı, baş dönmesi, renk
solması, kalp ve solunum yavaşlaması ile birlikte zehirlenme hali baş gösterir.
Afyon çok miktarda ve birden alınmışsa içen kimseyi komaya sokar ve ölüm
tehlikesi belirir.
Afyonun tarihi, M.Ö. 5000 yıllarına kadar
uzanır. Mezopotamya ve Küçük Asya’da karın ağrıları ve öksürük için ilaç
olarak, İslâmî devirlerde ise daha çok ilaçların yapımında ve tedavide
uyuşturucu olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Evdeki ecza dolaplarında mutlaka afyon
bulundurulur. 19. yüzyılın en yaygın kullanım biçimi ise çocukların kolayca
uykuya dalabilmesi için verilen afyon katkılı sıvı ve şuruplardır. Yüzyılın
ünlü afyonkeşleri bağımlılıklarının çocukluklarında içtikleri afyonlu ilaçlarla
başladığını söylerler.
Anadolu’da Türklerin hâkimiyetinden sonra
özellikle Karahisar dolaylarında yaygın biçimde yetiştirilmiştir, sonradan
burası Afyonkarahisar adını almıştır.
Esrar: Kenevir (kendir) bitkisinden elde edilen uyuşturucu bir
madde olup Türkiye’de esrar, İran’da beng/benc, Hindistan’da banga, Irak,
Suriye ve Mısır’da haşiş, Kuzey Afrika’da kif, Amerika’da marijuana (marihuana)
adıyla tanınmaktadır.
Esrarın etkili maddesi, kenevir bitkisinin
çiçek durumları ve genç yapraklarında bulunan tüylerin taşıdığı reçinemsi bir
madde içinde bulunmaktadır. Kenevir preparatları ağrı kesici etkiye sahiptir.
Özellikle mide ve bağırsak ağrılarını ve yarım baş ağrılarını gidermek için
kullanılmış , ancak alışkanlık yaptığı kanaatiyle kullanımı terk edilmiştir.
Esrarın uyuşturucu madde olarak
kullanılışına ait ilk bilgiler Heredot Tarihi’nde (M.Ö. 5.yy) bulunmaktadır.
İsmailîler’in 9. yüzyıldan itibaren kurdukları gizli bir cemiyette siyasî
maksatlarla adam öldürtmek için yetiştirdikleri fedailere, hayatları pahasına
öldürme azmini esrardan faydalanarak verdikleri bilinmektedir.
Geo Widengren, esrarın Avesta’da beng
şeklinde mevcut olup Zerdüşt’ün vecde gelmek için kullandığı bir madde olduğunu
ifade etmiştir.Widengen’in fikrini savunan M. Eliade, İranlıların esrarı (beng)
çok eski zamanlardan beri kullandığını ve muhtemelen vecde girebilmek için
esrardan yararlanmanın İranlılar kanalıyla Asya kavimlerine geçmiş
olabileceğini belirtmektedir.
Melikof da aynı görüşü savunarak Hind
kenevirinin Hindistan’dan getirilip İran’da esrar çıkarmakta kullanıldığını
kaydetmektedir.
Uyuşturucu madde olarak esrar
kullananlarda önce zevkli bir sarhoşluk meydana gelir; sonra hayal görme dönemi
başlar. Bu hayaller bazen hoş , bazen de korkunçtur. Hayaller döneminden sonra
uyku gelir. Uyuşturucuya esrarla başlayanlar bir süre sonra bunun etkisini
yeterli bulmaz, eroin ve buna benzer uyuşturucu maddelere geçerler.
1-Osmanlılarda Afyon ve Esrar Kullanımı:
Osmanlı döneminde afyona ‘tiryâk’, afyonu
kullanana ise ‘tiryâki’ denirdi. İstanbul’da esnâf-ı bengciyan adı verilen bir
sınıf bulunuyordu. Bunlar Süleymaniye semtindeki Tiryâkiler Çarşısı’nda yer
alan dükkânlarda şurup, macun, levha gibi esrar ihtiva eden müstahzarlar
hazırlayıp tiryâkilere satıyorlardı.
Abdulaziz Bey, Dersaadet halkının yüzde
sekseninin afyon kullandığına ve cami ve tekkelerde bulundukları zaman bile
ceplerinde taşıdıkları kutulardan hap halinde yapılmış ‘gıda’ olarak tabir
ettikleri afyonu çıkarıp
kullandıklarını ve afyon kullanımında tam bir serbestlik olduğunu belirtmektedir. Öyle ki, bazı Anadolu kentlerinde içine afyon ya da buna benzer maddeler konan ‘berş’ satışı bir gelir kaynağı idi.
18. yüzyılda afyon üretimi öyle bir
noktaya geldi ki, afyon gibi maddelerin ihracatı yapılmaya bile başlanmıştı.
Öyle ki, bu dönemde afyonun ekimi, yetiştirilmesi
ve hasadı konusunda halkı aydınlatmaya yönelik zirâî bilgilere dayalı layıhalar
dahi yayınlanmıştır.
Yine 1584 yılında afyona olan eğilimi
bilinmesine rağmen Özdemiroğlu Osman Paşa sadrazamlığa getirilmişti.
Abdülaziz Bey’in anlattıklarına göre
İstanbul’da afyon tiryâkilerinin pek çoğu Süleymaniye Camii Şerifi karşısında
ve medresenin altında otuz beş dükkândan ibaret sıra kahvelere devam ederdi.
Her biri ancak on beş kişi alabilen bu kahveler her gün ağzına kadar
tiryâkilerle dolardı. Bu tiryâkilerin bir kısmı
vaktiyle esnaflık yapmış ihtiyarlayınca
işten çekilmiş , bir kısmı da vezirlerin ve valilerin maiyetinde taşrada gezmiş
, yaşlandıktan sonra evlerinde oturan kimselerdi.
Bunun dışındaki afyon tiryâkilerinin büyük
çoğunluğunu da gençlikleri zamanında içki düşkünü oldukları halde son
zamanlarında içkiyi terk edip kendilerini avutmak ve neşelerinin temin etmiş
olmak için afyon kullanan kesim oluşturmaktadır.
17. yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar
geçen süre içinde İstanbul’da afyon kullanmayan ilmiye mensubu hemen hemen yok
gibiydi.
Evliya Çelebi, Afyonkarahisar’da sadece
esnafın değil, kadınların da afyon kullandıklarını şaşkınlıkla ifade etmiş ,
Afyonkarahisarlı erkeklerin kendileri gibi afyon içen karılarına
katlanamadıkları için kahvehanelerde vakit geçirmeye başladıklarını ve
stoklarını da civar bölgelerden temin ettiklerini belirtmiştir.
Afyon ve esrar gibi uyuşturucu kullanmak
zamanla kahvehanelerdeki etkinliklerden biri haline gelmişti. 1670 yılında
İzmir civarını dolaşan J. Covel adlı bir İngiliz din adamı ‘afyoncu olan yaşlı
bir kahvehane sahibi’ne
değinmektedir.
IV. Murad’dan önce hiçbir padişah afyondan
yana olmaya da, afyona karşı olmaya da cesaret edememişti. Fakat IV. Murad
fazla dozda alındığı takdirde bu maddenin insanı sarhoş ettiğini öğrenince
afyonu bütün tebaasına anında yasak ettirdi. Bu ilk kurbanı ise Hekimbaşı Emir
Çelebi olur. IV. Muradın Bağdat seferi
sırasında yanında olan Emir Çelebi yanında
taşıdığı afyon macununu gizli gizli kullanmakta idi. Bu durum padişaha
bildirilmiş ve padişah da Emir Çelebinin elbisesinin altında sakladığı afyon
macunun bularak hepsini yedirtmiş ve o günün akşamı Emir Çelebi komaya girerek
ölmüştür.
IV. Murad’ın ölümünden sonra afyon
kullanımı iyice yayılmaya başlamıştır. Afyona mercimekten daha küçük bir
miktarla başlanır, yavaş yavaş iri fındık büyüklüğüne kadar yükseltilir.
Zamanla birkaç misline çıkaran, bu kadar afyonla bile yetinemediği için içine
‘ak sülümen’ denen zehri koymaya mecbur olan tiryâkiler vardır.
Bunun dışında afyonun tütünle
karıştırılarak nargileyle de içildiği gibi sıvı halinde de içildiği
görülmüştür.
Ayrıca kahvehanelerde tiryâki
müşterilerine kahveden evvel bir fincan afyon şurubundan vermek adetti.
Abdülaziz Bey bir afyon tiryakisinin
günlük yaşamını şöyle anlatır:
“Afyonun kötü tesiriyle çok zayıf,
çelimsiz ve çoğu da ihtiyar olduklarından en ufak bir gürültü ve şamatadan
ürküp, telaşa düştükleri için afyon kahvelerinde çok sakin, sessiz oturulur,
her türlü hareketten kaçınılırdı. Süleymaniye’deki Tiryaki Çarşısı halkı gece
ikilere kadar bu kahvelerde otururdu. Evi uzak olduğundan erken gitmeye mecbur
kalanlar arkalarında ufak zembil, ellerinde bir değnek, ufak muşamba fenerle
suratları asık, gözleri uyur gibi, benizleri soluk, sesleri kısık, düşkün bir
halde kızgın ve öfkeli bir tavırla kahvehaneden
çıkarlardı…Uzun bir yolu olan fakat bu
müddet zarfında da afyonsuz ve kahvesiz duramayan tiryakiler tenhada münasib
virane bir köşe bulup zembilini indirir, zembiline koymuş olduğu ufak tahta
parçaları, kuru yaprak ve çırayla bir ateş yakar, yine zembilinden cezve ve
fincanını çıkarıp kahve pişirir, kahve ile bir de
afyon yutar, keyfini yeniler, sonra da
yine güçlükle yoluna devam ederdi.”
Afyon tiryâkileri sarhoşlar gibi öteye
beriye sataşma, ellerine taş alıp atma gibi davranışlarda bulunmazlardı. Bu tip
insanlar genellikle yaşlı ve halsiz, bitkin oldukları için onların kızgınları
herkesin hoşuna giderdi. Hatta çocuklar bile yolda rastladıkları tiryâkilere
takılmayı âdet edinmişlerdi.
Tiryâkiler, Ramazan ayında afyonu macun
haline getirir, macunu iki üç kat kâğıda sararak sahurda iki üç tane
yutarlarmış . Böylece kâğıt mide öz suyunda eriyince macun midede dağılır ve
birkaç saatliğine keyif devam edermiş . Ancak bu planın yolunda gitmediği,
afyon kâğıdının zor parçalandığı yahut kana karışması geciktiği durumlarda
tiryâki krizlere girer ve dış dünyadan âdeta kopuverir. Afyonu patlayıp kana
karışıncaya kadar da farklı tepkiler verir. Konuşulan veya yapılan şeye uygun
karşılık verilmeyen, anlama ve algılamada geciken durumlarda ‘daha afyonu
patlamamış’ deyimi kullanılması da bundandır.
Ramazan aylarında ayyaşlar iftarda şarap
yerine afyon şurubu (ber ) içerlerdi. Afyon tiryâkilerin hayâl âlemi içinde
söyledikleri sözlere cahil halk ‘keyif ve keramet’ kıymeti verirler, derviş
kılıklı tiryâkileri ise evliyâ yerine koyarlardı.
Afyon tiryâkiliğinin endişe verici şekilde
yayılmasının ardından hükümet 1723’te Şeyhülislâmdan fetva alıp afyon
tiryakiliğini yasak ilan etmeğe mecbur kalınmış , ne kadar afyon tiryâkisi
varsa hepsi değişik yerlere sürülmüştür.
Osmanlı Devleti dönemindeki
uyuşturucuların başında esrar gelmektedir. Zaman zaman yasaklanmış ve kullananların
idamı için çeşitli fetvalar alınmışsa da elde edilmesi ve kullanılması hiçbir
zaman tam olarak önlenememiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda esrar kullanımı bir
hayli artmış , küberâ ve ileri gelenler tarafından da gizlice kullanılmıştır.
Osmanlılar döneminde esrara değişik
isimler verilmiştir. Halk arasında‘maslak’ diye adlandırılan esrarın bunun
dışında kullanılan isimleri şunlardır: “keyf, fino, gonca, sarı kız, kaynar,
antin, yunan, duman, gubâr, paspâl, hanteri , kabza, hurde, diş, hindi baba, dalga,
haşi , zâbıt duymaz, nefes, kırma, hûd, yuf, dem, dûd-ı siyâh, kara biber,
fülfül.”
Esrar içmeye mahsus yerler açılmış ve
sayıları oldukça çoğalmışsa da bunlar kahvehaneler gibi her yerde olmayıp,
serbest de değildi.
Esrarkeşler arasında esrar kahvelerinde
‘tekke’ denilmektedir. Abdülaziz Bey’in bildirdiğine göre esrarkeşler daha çok
Aksaray’ın tenha yerlerinde ve Tahtakale’de bulunuyorlardı.
Esrarkeşlerin en önemli özelliklerinden
biri, esrarı birden çok kahveyi dolaşarak içmekti. Esrar genellikle nargile ile
içilirdi. Esrara mahsus nargileler bulunmaktaydı. Nargilenin gövdesi Hindistan
cevizinden olur, marpucu yerine de yarım arşın uzunluğunda bir kamış takılırdı.
Nargile yere konulur, kamış elde tutularak içilir, birkaç nefes çeken adam
yanındakine verir, sıra ile içerlerdi.
Hasan Bahri esrarkeşlerin meclisini öyle
anlatır: “Nargile, tavla, basdır, ateşle yak! İşâretleri üzerine hazırlanır.
Nargile yani kabak, ocakçı tarafından ince fasılalarla çekerek alışdırılır.
yice yandıktan sonra tamam bir nefes çeker sonra nargileyi takdim eder.
Meclisde bulunanlara sıra ile ocakçı tarafından dolaştırılarak diğerleri de
çakarlar. Nargileyi bekleyen bazı kalenderler de sabr u takâtı kalmadığından
intizârın şiddetli âteşi içinde feryâd ederek okurlar:
‘Dem demi Haydar, sahib-i kalender,
münkîre tir, yezide hançer, ârife şeker, yuf yezide, çiksun iki gözide, dem
olsun zem’
Bu sırada esrârîlerden biri kabağı
çekeceği sırada yuf deliğini açup nargilenin dumanını boşaldup nargilenin
kamışını ötdürür ve söyler:
‘yak, yuf, yuf yezide, nargilemizi içün
veli, içmeyen deli, pirimiz Hacı Bektaşi Veli, yuf…’ der çeker.”
Osmanlılarda esrar sarhoşlarına ‘hayran’
denilirdi. Hayran olanlar uyuşturucunun verdiği rehâvet ile donuk donuk, sanki
görmüyormuş görse de farkına varmıyormuş gibi bakarlardı.
Esrar içenler yüksek sesle kahkahalarla
gülmeye başlar, kendi kendine bir sürü anlamsız sözler söyler, arada bir
sebepsiz hiddet fırtınalarına kapılır ve gülünç duruma düşerlerdi. Kibarlar da
nedimlerine ve dalkavuklarına içine esrar koydukları yaş veya kuru incir
yedirir, bunun sebep olduğu garip ve tuhaf hallerine bakarak eğlenirlerdi.
Esrarkeş takımı arasında afyon
tiryâkilerinde olduğu gibi efendiden ve ağadan kimseler bulunmazdı. Esrarkeşler
serseri, harabati ve işsiz takımından olduklarından esrar kahvesi kapandıktan
sonra İstanbul’un çeşitli yerlerinde, sokak ortalarında düşüp kalır, cami
avlularına kadar girerek sızıp kalırlardı.
Dr. Mongeri, 1860 yıllarında İstanbul’da
görülen akıl hastalıklarının bir sebebinin de esrar olduğunu da açıkça dile
getirmiştir.
Esrarkeşlerin nazarında paranın, hayatın,
dünyanın hiç ehemmiyeti yoktur. Yegâne düşünceleri esrar tedarik etmektir.
Bunlar için hayat, esrardan sonra başlar.
Esrarkeşler esrar bulamadıkları zaman
tırnaklarını kesip içerler. Bunun da tükendi i zaman zefir, pirinç, çay,
süpürge tohumu, kuru tönbaku içerler.
Esrarkeşlerin baş ve şehâdet parmaklarının
ortaları esrar kırmaktan çürümüştür. Esrar kırmak için tırnaklarının uygun
yerlerini kesmezler.
Hasan Bahri, esrarkeşlerin hayatlarını
altı basamaklı merdivene benzeterek, bu basamakları öyle gösterir:
1. Basamak: ne ’şe, 2. Basamak: Za’fiyet,
3.Basamak: Kayıtsızlık, 4. Basamak: Sefâlet, 5. Basamak: Hastane ve 6. Basamak:
Mezar
Osmanlı dönemindeki Bâtınî tarikatlarından
olan abdâllar sürekli esrar (haşi ) içerlermiş. Öyle ki esrar abdâllara has
olarak kabul edilirdi. Âbdâlların pîrinden İslâm Baba esrar içme sebeplerini
Hz. Ademe dayandırarak şöyle açıklar: “Hazreti Âdem kûh-ı Serendib’de sedd-i
ramak (ölmeyecek kadar yiyip
içme) için haşi (esrar) eklederdi (yerdi).
Biz dâhi ana tâbiyet edüp miyanımıza (yanımıza) tennûre bağlayıp uryân ve ekl-i
haş i etmekle muttasıl (devamlı) hayrân oluruz. Ve dahi âlemler içre seyahat
ile her köşeyi seyrân ve muttasıl esrar-hârlıkla esrâra vakıf olup hayran
oluruz. İmdi ey hâce revâdır ki sen dahi esrârımızdan nûş ve gam-ı dünyayı
bizim gibi ferâmûş edip(unutup) esrâr-ı âleme vâkıf u hakâyık-ı eşyâya (eşyanın
hakikatleri) ârif olasın”
Abdâllar gibi Bektâşîlerin de esrar
kullandıkları bilinmektedir.
Erenler! Tâlib-i esrâra bizden çok niyâz
eylen
şarâb-ı aşkın a’lâsın içen abdâla aşk
olsun
Âgehi
(Erenler! Esrar içip dalga geçen abdâllara
bizden selam söyleyin, aşk şarabının a’lâsını içerek mest olmuş varsa afiyet
olsun yerine aşk olsun diyelim)
Ahmed Eflâkî de Abdâllar arasında esrar
içmenin yaygın olduğunu dolaylı olarak ifade etmektedir.
Bâki’nin şu beyiti de yine Abdâlların
esrara olan tutkularını açıkça dile getirmektedir:
Âşık ki suç-ı aşk ile uryân olup gezer
Abdâldur ki âlemi hayrân olup gezer
Bâki
13. yüzyılda Anadolu’da Kalenderiler'de
haşhaş yeme ve esrar içme âdeti yaygındı. 15. yüzyıl başlarında ise Kaygusuz
Abdal, Rum Abdâlları arasında esrarın sıkça kullanıldığını gösteren manzumeler
yazmıştır:
Gel içegör u cür’adan
Kaldır perdeyi aradan
Osmanlıların son zamanlarında ‘Menâkıb-ı
Mükeyyifât-ı Alem’ türünde birtakım el yazması, taş basması, resimli, resimsiz
kitaplar neşredilmiştir. Bu eserlerde afyon, esrar, ber , arak, boza, şarap,
kahve insan suretine bürünerek toplantı yaparlar, birbirleri ile atışarak,
kendi üstünlüklerini dile getirirlerdi.
Muhammed Arif Efendi’nin ‘Afyon
Tiryakileri’ adlı bu tarz eserinde afyonu şöyle anlatmaktadır: “Afyon-ı nâmdâr
cümleden mukaddem gelmeye ayağüzre kalkup derûnunda mezkûr olan fikr-i fasideyi
icrâ içün didikim: ‘Evvelâ mükeyyifât-ı âlem dedikleri nâ-bekâr işidürem.
Ziyâde laf ve güzâf idüp niçe kelimât-ı nâ-sezâ idermiş . Kendi zu’mlarınca
hayli keyfiyet da’vasın idüp bizim üzerimize tasaddur itmek istemiş . Ben var
iken keyfiyet iddiâsında olmak katı acibdür ki beni hod bilürsiz. Ma’lûm bâğ u
bağçe içinde perverde olmuşdum. Ekseri irfân u zârifâ bensiz keremiyyet üzre
sohbet idemezler.
Dünyâ ve mâfihâda adı sânı belli kişiyim…”
Esrar ile ilgili bir bölüm ise öyledir:
“Esrâr-ı sebze-pûş kahraman var bir gülbang-ı cân-sûz çeküp cilvegâhından
şâhin-misâl sıçrayup ayak üzre turup ögünde olan amûd-ı kerâtını başı üzerinde
fırfır çevirüp kendüyi ikisinin mâbeynine atup eyitdi ki, niçün bî-ma’nâ ve
beyhûde kelimât idersiz…keyfiyetlerin makbûl ve mer ûbu benim ki, her kim beni
isti’mâl eylese Hindistânı seyrider…ve benim sebebimle nice ârif-cânlar esrâr-ı
hakka vâsıl olup her yana nazar-ı âyine eşkâl-i garibe ve rüsûmât-ı acîbe
müşâhede ider. Hakîki ifâdeden hâli olmazlar. Şu’arâ-yı selef benim hakkımda
çok kasîdeler demişlerdir….”
2 yorum:
abi fena sallamışsın ya...
Tribal Enfekte keşke sallasaydılar
Yorum Gönder