15 Temmuz 2013

osmanlı'da esrar ve afyon, abdülkadir erkal



Afyon: Olgunlaşmamış haşhaş kapsüllerine yapılan çizintilerden sızan, içinde morfin ve kodein gibi uyuşturucu maddeler bulunan katılaşmış süt olarak tanımlanan afyon’un aslı Grekçe opion olup anlamı ‘süslü bitki’dir. Türkçe’ye Farsça’dan afyun imlâsıyla girmiştir.Afyon, haşhaş kozasının çentiklenmek (çizilmek) suretiyle akan süt gibi beyaz özsuyundan elde edilmektedir. Hava ile temas ettikçe koyulaşır ve kahverengi bir renk alır. Afyonun içeriğinde şeker, protein, kauçuk yağı gibi maddelerle, morfin, narkotin, kodein vb. sayıları 25'e yakın alkaloid denilen zehir mevcuttur.

Afyon yutarak, çiğnenerek alınabileceği gibi sigara ile de içilebilir. Hangi şekilde kullanılırsa kullanılsın aynı tesiri gösterir. Başlangıçta varsa ağrıları azalır, üzüntüler kaybolur, sıkıntılar geçer ve geçici bir keyif hali başlar.


Afyonkeşler bu keyif haline balayı derler. Fakat bu keyif hali çok kısa sürer. Ardından mide bulantısı, baş dönmesi, renk solması, kalp ve solunum yavaşlaması ile birlikte zehirlenme hali baş gösterir. Afyon çok miktarda ve birden alınmışsa içen kimseyi komaya sokar ve ölüm tehlikesi belirir.

Afyonun tarihi, M.Ö. 5000 yıllarına kadar uzanır. Mezopotamya ve Küçük Asya’da karın ağrıları ve öksürük için ilaç olarak, İslâmî devirlerde ise daha çok ilaçların yapımında ve tedavide uyuşturucu olarak kullanıldığı bilinmektedir.

Evdeki ecza dolaplarında mutlaka afyon bulundurulur. 19. yüzyılın en yaygın kullanım biçimi ise çocukların kolayca uykuya dalabilmesi için verilen afyon katkılı sıvı ve şuruplardır. Yüzyılın ünlü afyonkeşleri bağımlılıklarının çocukluklarında içtikleri afyonlu ilaçlarla başladığını söylerler.

Anadolu’da Türklerin hâkimiyetinden sonra özellikle Karahisar dolaylarında yaygın biçimde yetiştirilmiştir, sonradan burası Afyonkarahisar adını almıştır.

Esrar: Kenevir (kendir) bitkisinden elde edilen uyuşturucu bir madde olup Türkiye’de esrar, İran’da beng/benc, Hindistan’da banga, Irak, Suriye ve Mısır’da haşiş, Kuzey Afrika’da kif, Amerika’da marijuana (marihuana) adıyla tanınmaktadır.



Esrarın etkili maddesi, kenevir bitkisinin çiçek durumları ve genç yapraklarında bulunan tüylerin taşıdığı reçinemsi bir madde içinde bulunmaktadır. Kenevir preparatları ağrı kesici etkiye sahiptir. Özellikle mide ve bağırsak ağrılarını ve yarım baş ağrılarını gidermek için kullanılmış , ancak alışkanlık yaptığı kanaatiyle kullanımı terk edilmiştir.

Esrarın uyuşturucu madde olarak kullanılışına ait ilk bilgiler Heredot Tarihi’nde (M.Ö. 5.yy) bulunmaktadır. İsmailîler’in 9. yüzyıldan itibaren kurdukları gizli bir cemiyette siyasî maksatlarla adam öldürtmek için yetiştirdikleri fedailere, hayatları pahasına öldürme azmini esrardan faydalanarak verdikleri bilinmektedir.

Geo Widengren, esrarın Avesta’da beng şeklinde mevcut olup Zerdüşt’ün vecde gelmek için kullandığı bir madde olduğunu ifade etmiştir.Widengen’in fikrini savunan M. Eliade, İranlıların esrarı (beng) çok eski zamanlardan beri kullandığını ve muhtemelen vecde girebilmek için esrardan yararlanmanın İranlılar kanalıyla Asya kavimlerine geçmiş olabileceğini belirtmektedir.

Melikof da aynı görüşü savunarak Hind kenevirinin Hindistan’dan getirilip İran’da esrar çıkarmakta kullanıldığını kaydetmektedir.

Uyuşturucu madde olarak esrar kullananlarda önce zevkli bir sarhoşluk meydana gelir; sonra hayal görme dönemi başlar. Bu hayaller bazen hoş , bazen de korkunçtur. Hayaller döneminden sonra uyku gelir. Uyuşturucuya esrarla başlayanlar bir süre sonra bunun etkisini yeterli bulmaz, eroin ve buna benzer uyuşturucu maddelere geçerler.

1-Osmanlılarda Afyon ve Esrar Kullanımı:

Osmanlı döneminde afyona ‘tiryâk’, afyonu kullanana ise ‘tiryâki’ denirdi. İstanbul’da esnâf-ı bengciyan adı verilen bir sınıf bulunuyordu. Bunlar Süleymaniye semtindeki Tiryâkiler Çarşısı’nda yer alan dükkânlarda şurup, macun, levha gibi esrar ihtiva eden müstahzarlar hazırlayıp tiryâkilere satıyorlardı.

Abdulaziz Bey, Dersaadet halkının yüzde sekseninin afyon kullandığına ve cami ve tekkelerde bulundukları zaman bile ceplerinde taşıdıkları kutulardan hap halinde yapılmış ‘gıda’ olarak tabir ettikleri afyonu çıkarıp

kullandıklarını ve afyon kullanımında tam bir serbestlik olduğunu belirtmektedir. Öyle ki, bazı Anadolu kentlerinde içine afyon ya da buna benzer maddeler konan ‘berş’ satışı bir gelir kaynağı idi.

18. yüzyılda afyon üretimi öyle bir noktaya geldi ki, afyon gibi maddelerin ihracatı yapılmaya bile başlanmıştı.
Öyle ki, bu dönemde afyonun ekimi, yetiştirilmesi ve hasadı konusunda halkı aydınlatmaya yönelik zirâî bilgilere dayalı layıhalar dahi yayınlanmıştır.



Yine 1584 yılında afyona olan eğilimi bilinmesine rağmen Özdemiroğlu Osman Paşa sadrazamlığa getirilmişti.

Abdülaziz Bey’in anlattıklarına göre İstanbul’da afyon tiryâkilerinin pek çoğu Süleymaniye Camii Şerifi karşısında ve medresenin altında otuz beş dükkândan ibaret sıra kahvelere devam ederdi. Her biri ancak on beş kişi alabilen bu kahveler her gün ağzına kadar tiryâkilerle dolardı. Bu tiryâkilerin bir kısmı
vaktiyle esnaflık yapmış ihtiyarlayınca işten çekilmiş , bir kısmı da vezirlerin ve valilerin maiyetinde taşrada gezmiş , yaşlandıktan sonra evlerinde oturan kimselerdi.

Bunun dışındaki afyon tiryâkilerinin büyük çoğunluğunu da gençlikleri zamanında içki düşkünü oldukları halde son zamanlarında içkiyi terk edip kendilerini avutmak ve neşelerinin temin etmiş olmak için afyon kullanan kesim oluşturmaktadır.


17. yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar geçen süre içinde İstanbul’da afyon kullanmayan ilmiye mensubu hemen hemen yok gibiydi.

Evliya Çelebi, Afyonkarahisar’da sadece esnafın değil, kadınların da afyon kullandıklarını şaşkınlıkla ifade etmiş , Afyonkarahisarlı erkeklerin kendileri gibi afyon içen karılarına katlanamadıkları için kahvehanelerde vakit geçirmeye başladıklarını ve stoklarını da civar bölgelerden temin ettiklerini belirtmiştir.

Afyon ve esrar gibi uyuşturucu kullanmak zamanla kahvehanelerdeki etkinliklerden biri haline gelmişti. 1670 yılında İzmir civarını dolaşan J. Covel adlı bir İngiliz din adamı ‘afyoncu olan yaşlı bir kahvehane sahibi’ne
değinmektedir.

IV. Murad’dan önce hiçbir padişah afyondan yana olmaya da, afyona karşı olmaya da cesaret edememişti. Fakat IV. Murad fazla dozda alındığı takdirde bu maddenin insanı sarhoş ettiğini öğrenince afyonu bütün tebaasına anında yasak ettirdi. Bu ilk kurbanı ise Hekimbaşı Emir Çelebi olur. IV. Muradın Bağdat seferi
sırasında yanında olan Emir Çelebi yanında taşıdığı afyon macununu gizli gizli kullanmakta idi. Bu durum padişaha bildirilmiş ve padişah da Emir Çelebinin elbisesinin altında sakladığı afyon macunun bularak hepsini yedirtmiş ve o günün akşamı Emir Çelebi komaya girerek ölmüştür.

IV. Murad’ın ölümünden sonra afyon kullanımı iyice yayılmaya başlamıştır. Afyona mercimekten daha küçük bir miktarla başlanır, yavaş yavaş iri fındık büyüklüğüne kadar yükseltilir. Zamanla birkaç misline çıkaran, bu kadar afyonla bile yetinemediği için içine ‘ak sülümen’ denen zehri koymaya mecbur olan tiryâkiler vardır.

Bunun dışında afyonun tütünle karıştırılarak nargileyle de içildiği gibi sıvı halinde de içildiği  görülmüştür.
Ayrıca kahvehanelerde tiryâki müşterilerine kahveden evvel bir fincan afyon şurubundan vermek adetti.

Abdülaziz Bey bir afyon tiryakisinin günlük yaşamını şöyle anlatır:

“Afyonun kötü tesiriyle çok zayıf, çelimsiz ve çoğu da ihtiyar olduklarından en ufak bir gürültü ve şamatadan ürküp, telaşa düştükleri için afyon kahvelerinde çok sakin, sessiz oturulur, her türlü hareketten kaçınılırdı. Süleymaniye’deki Tiryaki Çarşısı halkı gece ikilere kadar bu kahvelerde otururdu. Evi uzak olduğundan erken gitmeye mecbur kalanlar arkalarında ufak zembil, ellerinde bir değnek, ufak muşamba fenerle suratları asık, gözleri uyur gibi, benizleri soluk, sesleri kısık, düşkün bir halde kızgın ve öfkeli bir tavırla kahvehaneden
çıkarlardı…Uzun bir yolu olan fakat bu müddet zarfında da afyonsuz ve kahvesiz duramayan tiryakiler tenhada münasib virane bir köşe bulup zembilini indirir, zembiline koymuş olduğu ufak tahta parçaları, kuru yaprak ve çırayla bir ateş yakar, yine zembilinden cezve ve fincanını çıkarıp kahve pişirir, kahve ile bir de
afyon yutar, keyfini yeniler, sonra da yine güçlükle yoluna devam ederdi.”

Afyon tiryâkileri sarhoşlar gibi öteye beriye sataşma, ellerine taş alıp atma gibi davranışlarda bulunmazlardı. Bu tip insanlar genellikle yaşlı ve halsiz, bitkin oldukları için onların kızgınları herkesin hoşuna giderdi. Hatta çocuklar bile yolda rastladıkları tiryâkilere takılmayı âdet edinmişlerdi.

Tiryâkiler, Ramazan ayında afyonu macun haline getirir, macunu iki üç kat kâğıda sararak sahurda iki üç tane yutarlarmış . Böylece kâğıt mide öz suyunda eriyince macun midede dağılır ve birkaç saatliğine keyif devam edermiş . Ancak bu planın yolunda gitmediği, afyon kâğıdının zor parçalandığı yahut kana karışması geciktiği durumlarda tiryâki krizlere girer ve dış dünyadan âdeta kopuverir. Afyonu patlayıp kana karışıncaya kadar da farklı tepkiler verir. Konuşulan veya yapılan şeye uygun karşılık verilmeyen, anlama ve algılamada geciken durumlarda ‘daha afyonu patlamamış’ deyimi kullanılması da bundandır.

Ramazan aylarında ayyaşlar iftarda şarap yerine afyon şurubu (ber ) içerlerdi. Afyon tiryâkilerin hayâl âlemi içinde söyledikleri sözlere cahil halk ‘keyif ve keramet’ kıymeti verirler, derviş kılıklı tiryâkileri ise evliyâ yerine koyarlardı.

Afyon tiryâkiliğinin endişe verici şekilde yayılmasının ardından hükümet 1723’te Şeyhülislâmdan fetva alıp afyon tiryakiliğini yasak ilan etmeğe mecbur kalınmış , ne kadar afyon tiryâkisi varsa hepsi değişik yerlere sürülmüştür.

Osmanlı Devleti dönemindeki uyuşturucuların başında esrar gelmektedir. Zaman zaman yasaklanmış ve kullananların idamı için çeşitli fetvalar alınmışsa da elde edilmesi ve kullanılması hiçbir zaman tam olarak önlenememiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda esrar kullanımı bir hayli artmış , küberâ ve ileri gelenler tarafından da gizlice kullanılmıştır.

Osmanlılar döneminde esrara değişik isimler verilmiştir. Halk arasında‘maslak’ diye adlandırılan esrarın bunun dışında kullanılan isimleri şunlardır: “keyf, fino, gonca, sarı kız, kaynar, antin, yunan, duman, gubâr, paspâl, hanteri , kabza, hurde, diş, hindi baba, dalga, haşi , zâbıt duymaz, nefes, kırma, hûd, yuf, dem, dûd-ı siyâh, kara biber, fülfül.”

Esrar içmeye mahsus yerler açılmış ve sayıları oldukça çoğalmışsa da bunlar kahvehaneler gibi her yerde olmayıp, serbest de değildi.


Esrarkeşler arasında esrar kahvelerinde ‘tekke’ denilmektedir. Abdülaziz Bey’in bildirdiğine göre esrarkeşler daha çok Aksaray’ın tenha yerlerinde ve Tahtakale’de bulunuyorlardı.

Esrarkeşlerin en önemli özelliklerinden biri, esrarı birden çok kahveyi dolaşarak içmekti. Esrar genellikle nargile ile içilirdi. Esrara mahsus nargileler bulunmaktaydı. Nargilenin gövdesi Hindistan cevizinden olur, marpucu yerine de yarım arşın uzunluğunda bir kamış takılırdı. Nargile yere konulur, kamış elde tutularak içilir, birkaç nefes çeken adam yanındakine verir, sıra ile içerlerdi.

Hasan Bahri esrarkeşlerin meclisini öyle anlatır: “Nargile, tavla, basdır, ateşle yak! İşâretleri üzerine hazırlanır. Nargile yani kabak, ocakçı tarafından ince fasılalarla çekerek alışdırılır. yice yandıktan sonra tamam bir nefes çeker sonra nargileyi takdim eder. Meclisde bulunanlara sıra ile ocakçı tarafından dolaştırılarak diğerleri de çakarlar. Nargileyi bekleyen bazı kalenderler de sabr u takâtı kalmadığından intizârın şiddetli âteşi içinde feryâd ederek okurlar:

‘Dem demi Haydar, sahib-i kalender, münkîre tir, yezide hançer, ârife şeker, yuf yezide, çiksun iki gözide, dem olsun zem’

Bu sırada esrârîlerden biri kabağı çekeceği sırada yuf deliğini açup nargilenin dumanını boşaldup nargilenin kamışını ötdürür ve söyler:

‘yak, yuf, yuf yezide, nargilemizi içün veli, içmeyen deli, pirimiz Hacı Bektaşi Veli, yuf…’ der çeker.”

Osmanlılarda esrar sarhoşlarına ‘hayran’ denilirdi. Hayran olanlar uyuşturucunun verdiği rehâvet ile donuk donuk, sanki görmüyormuş görse de farkına varmıyormuş gibi bakarlardı.
Esrar içenler yüksek sesle kahkahalarla gülmeye başlar, kendi kendine bir sürü anlamsız sözler söyler, arada bir sebepsiz hiddet fırtınalarına kapılır ve gülünç duruma düşerlerdi. Kibarlar da nedimlerine ve dalkavuklarına içine esrar koydukları yaş veya kuru incir yedirir, bunun sebep olduğu garip ve tuhaf hallerine bakarak eğlenirlerdi.

Esrarkeş takımı arasında afyon tiryâkilerinde olduğu gibi efendiden ve ağadan kimseler bulunmazdı. Esrarkeşler serseri, harabati ve işsiz takımından olduklarından esrar kahvesi kapandıktan sonra İstanbul’un çeşitli yerlerinde, sokak ortalarında düşüp kalır, cami avlularına kadar girerek sızıp kalırlardı.

Dr. Mongeri, 1860 yıllarında İstanbul’da görülen akıl hastalıklarının bir sebebinin de esrar olduğunu da açıkça dile getirmiştir.

Esrarkeşlerin nazarında paranın, hayatın, dünyanın hiç ehemmiyeti yoktur. Yegâne düşünceleri esrar tedarik etmektir. Bunlar için hayat, esrardan sonra başlar.

Esrarkeşler esrar bulamadıkları zaman tırnaklarını kesip içerler. Bunun da tükendi i zaman zefir, pirinç, çay, süpürge tohumu, kuru tönbaku içerler.

Esrarkeşlerin baş ve şehâdet parmaklarının ortaları esrar kırmaktan çürümüştür. Esrar kırmak için tırnaklarının uygun yerlerini kesmezler.

Hasan Bahri, esrarkeşlerin hayatlarını altı basamaklı merdivene benzeterek, bu basamakları öyle gösterir:

1. Basamak: ne ’şe, 2. Basamak: Za’fiyet, 3.Basamak: Kayıtsızlık, 4. Basamak: Sefâlet, 5. Basamak: Hastane ve 6. Basamak: Mezar

Osmanlı dönemindeki Bâtınî tarikatlarından olan abdâllar sürekli esrar (haşi ) içerlermiş. Öyle ki esrar abdâllara has olarak kabul edilirdi. Âbdâlların pîrinden İslâm Baba esrar içme sebeplerini Hz. Ademe dayandırarak şöyle açıklar: “Hazreti Âdem kûh-ı Serendib’de sedd-i ramak (ölmeyecek kadar yiyip
içme) için haşi (esrar) eklederdi (yerdi). Biz dâhi ana tâbiyet edüp miyanımıza (yanımıza) tennûre bağlayıp uryân ve ekl-i haş i etmekle muttasıl (devamlı) hayrân oluruz. Ve dahi âlemler içre seyahat ile her köşeyi seyrân ve muttasıl esrar-hârlıkla esrâra vakıf olup hayran oluruz. İmdi ey hâce revâdır ki sen dahi esrârımızdan nûş ve gam-ı dünyayı bizim gibi ferâmûş edip(unutup) esrâr-ı âleme vâkıf u hakâyık-ı eşyâya (eşyanın hakikatleri) ârif olasın”

Abdâllar gibi Bektâşîlerin de esrar kullandıkları bilinmektedir. 

Erenler! Tâlib-i esrâra bizden çok niyâz eylen
şarâb-ı aşkın a’lâsın içen abdâla aşk olsun

Âgehi

(Erenler! Esrar içip dalga geçen abdâllara bizden selam söyleyin, aşk şarabının a’lâsını içerek mest olmuş varsa afiyet olsun yerine aşk olsun diyelim)

Ahmed Eflâkî de Abdâllar arasında esrar içmenin yaygın olduğunu dolaylı olarak ifade etmektedir.
Bâki’nin şu beyiti de yine Abdâlların esrara olan tutkularını açıkça dile getirmektedir:

Âşık ki suç-ı aşk ile uryân olup gezer
Abdâldur ki âlemi hayrân olup gezer

Bâki

13. yüzyılda Anadolu’da Kalenderiler'de haşhaş yeme ve esrar içme âdeti yaygındı. 15. yüzyıl başlarında ise Kaygusuz Abdal, Rum Abdâlları arasında esrarın sıkça kullanıldığını gösteren manzumeler yazmıştır:

Gel içegör u cür’adan
Kaldır perdeyi aradan

Osmanlıların son zamanlarında ‘Menâkıb-ı Mükeyyifât-ı Alem’ türünde birtakım el yazması, taş basması, resimli, resimsiz kitaplar neşredilmiştir. Bu eserlerde afyon, esrar, ber , arak, boza, şarap, kahve insan suretine bürünerek toplantı yaparlar, birbirleri ile atışarak, kendi üstünlüklerini dile getirirlerdi.

Muhammed Arif Efendi’nin ‘Afyon Tiryakileri’ adlı bu tarz eserinde afyonu şöyle anlatmaktadır: “Afyon-ı nâmdâr cümleden mukaddem gelmeye ayağüzre kalkup derûnunda mezkûr olan fikr-i fasideyi icrâ içün didikim: ‘Evvelâ mükeyyifât-ı âlem dedikleri nâ-bekâr işidürem. Ziyâde laf ve güzâf idüp niçe kelimât-ı nâ-sezâ idermiş . Kendi zu’mlarınca hayli keyfiyet da’vasın idüp bizim üzerimize tasaddur itmek istemiş . Ben var iken keyfiyet iddiâsında olmak katı acibdür ki beni hod bilürsiz. Ma’lûm bâğ u bağçe içinde perverde olmuşdum. Ekseri irfân u zârifâ bensiz keremiyyet üzre sohbet idemezler.

Dünyâ ve mâfihâda adı sânı belli kişiyim…”

Esrar ile ilgili bir bölüm ise öyledir: “Esrâr-ı sebze-pûş kahraman var bir gülbang-ı cân-sûz çeküp cilvegâhından şâhin-misâl sıçrayup ayak üzre turup ögünde olan amûd-ı kerâtını başı üzerinde fırfır çevirüp kendüyi ikisinin mâbeynine atup eyitdi ki, niçün bî-ma’nâ ve beyhûde kelimât idersiz…keyfiyetlerin makbûl ve mer ûbu benim ki, her kim beni isti’mâl eylese Hindistânı seyrider…ve benim sebebimle nice ârif-cânlar esrâr-ı hakka vâsıl olup her yana nazar-ı âyine eşkâl-i garibe ve rüsûmât-ı acîbe müşâhede ider. Hakîki ifâdeden hâli olmazlar. Şu’arâ-yı selef benim hakkımda çok kasîdeler demişlerdir….”








2 yorum:

Unknown dedi ki...

abi fena sallamışsın ya...

Unknown dedi ki...

Tribal Enfekte keşke sallasaydılar