Bu yazıya yada “Anadolu’nun Fethi” hikayesine şöylesi bir
konvansiyonel giriş ile başlayabiliriz: Çağrı Bey, komutasındaki kuvvetlerle
Bizans yönetimindeki DoğuA Anadolu sınırlarını aşıp Van Gölü havzasına girdi.
İlk olarak Anadolu’ya giren, Ermeni kaynaklarının “mızrak, ok ve yaydan oluşan
silahları çekili, beli kemerli, uzun ve örülü saçlı, rüzgar gibi uçan Türk
atlıları ve yağmur gibi atılan oklar” karşısında Bizans komutanı Senekerim’in
gönderdiği kuvvetler yenilgiye uğratıldı. Ardından Çağrı Bey, kuzeye yönelip
Gürcülerin oturdukları Nahçıvan tarafına yürüdü; bütün bölgeyi kolayca
hakimiyet ve denetimi altına almayı başardı. Bu keşif hareketi sonucunda, yolu
üzerinde katılan takviyelerle birlikte beş-altı bin atlıyı bulan küçük
sayılabilecek bir kuvveti dahi Bizans’ın Doğu Anadolu’daki kuvvetlerinin
durduramayacağını bizzat tespit etti.
Maveraünnehr’e dönüp, devlet kurma yolunda mücadele veren
kardeşi Tuğrul Bey’e ulaşarak keşif seferi hakkında geniş bilgi verdi ve şöyle
dedi: “Biz, buradaki güçlü devletlerle mücadele edemeyiz, ancak Horasan,
Azerbeycan ve Doğu Anadolu’ya gidip oralarda hükümran olabiliriz, zira oralarda
bize karşı koyabilecek hiç bir kuvvet yok”.
“Anadolu Fethi” adlı hikaye şöyle de başlatılabilir: 395-98
yılları arasında Hun Türklerinin Anadolu’yu istila hareketini Hunlara tâbi
Sabar (Sabir, Sibir) Türklerinin 510 dolayında Bizans’la mücadelesi izledi;
Türklerin Anadolu’ya üçüncü girişi 8. yüzyıldan itibaren Abbasi halifeliğinde
paralı askerlik görevi yaptıkları dönemdedir yollu bir girişle de
başlatılabilir hikaye –istenirse. Bense böyle başlamam hikayeye,
çünkü, ortada anlatılacak bir hikaye vardır var olmasına ya,
bu hikayenin adı “Türklerin Anadolu’yu Fethi” değil Anadolu’da bir fetih vukuu
bulmadığı için. “Doğu ve Batı Gök Türk devletleri sarsıntı geçiriyordu.
Sarsıntı boylara da yansıdı. Artık boy grupları değil, teker teker boyların her
biri ön plana çıkmaya başladılar. Bunların ilk ve en önemlisi Sir Tarduşlardır.
Batı Gök Türk ülkesinde yani Kırgızistan ve Kazakistan topraklarında 634’ten
sonra On Ok organizasyonu boy gruplaşması ortaya çıktı. Bu organizasyon daha
sonra Türgiş adını aldı ve Oğuzların alt yapısını oluşturdu. 766’dan sonra ise
Batı Oğuzları diye tanındı. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını kuran Oğuz
Türkleri işte bunlardır.”1
Oğuz boyları Çin’e göç ederken yurtlarında kalan Oğuz boyları Uygur, Karluk ve
Basmıllarla birleşerek Göktürk egemenliğine karşı savaştılar. Uygurlann onları
hakimiyet altına alma girişimlerine karşı ayaklandılar. 10. yüzyıldan itibaren
Seyhun boylarında görülmeye başlayan Oğuz boylarının Dokuz Oğuzlarla olan
irtibatı tartışmalıdır. Selçuklu, Osmanlı, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Safevi
isimleriyle kurulan dört büyük imparatorluğun, Haldun’un deyimiyle, kurucu asabiyesi
bu boydur. 10. yüzyılın ikinci yarısından sonra Oğuz ana kütlesinden iki ayrı
kopma oldu. Bunlardan birinci kısım Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara inerken
ikinci kısmı ise bir uç şehri olan Cend şehrini tercih etti. Bu birinci kısım
Türkler Grek kaynaklannda “Guz”, Rus kaynaknaklarındaTorki ya da Torci olarak
kaydedildi.2 –Belli bir
olay örgüsüne yönelik kurulacak hikayenin başlangıcındayız diyebiliriz.
10. yüzyılda, Moğol ve bazı başka grupların baskısı Oğuzları
(Türkleri), bugün Moğolistan olarak bilinen bölgede, 6. yüzyılda ortaya çıkıp
bağımsız bir kültür oluşturmada en önemli aşamaları katettikleri bu toprakları
bırakmaya zorlamıştır. Çin Türkistanı dışında Altayların doğusunda hemen hemen
hiç Oğuz/Türk kalmamıştır. Nüfusun çoğalmasına neden olan bu göçlerle birlikte
daha önceleri Altaylar ve Volga arasına yerleşmiş olan Oğuzlar/Türkler batıya
ve güneye doğru göç etmek zorunda kalacaklardır.
6.-8. yüzyıllarda hüküm süren G/Kök-Türkler siyasal
birliğinin yıkılmasının ardından Oğuzların batıya doğru tarihte bilinen en eski
hareketleri 9. yüzyıldaki Peçenek hareketi idi. Hazar devletinin çöküşünden
sonra Oğuzların yeni bir hareketi meydana geldi; İdil Nehri üzerinden gelerek
bugünkü güney Rusta’dan geçtiler. Bizans kaynakları onları Uz (Adzoi), Rus
vakayinameleri ise Tork adıyla kaydetti. Bu Oğuzlar muhtemelen kendilerinin
yakın kardeşleri olan Peçeneklerle birleşmediler. Çeşitli yönlerden ve biri
diğerinin hareketlerinden habersiz ve ayrı şekilde gelen Oğuzlar/Türkler
tarafından Bizans’ın hem Anadolu’daki hem Balkan Yarımadası’ndaki eyaletleri
tarihinde ilk defa akınlara uğruyordu.3
11. yüzyılda Oğuzlar oldukça gevşek bağlarla birbirine bağlı
ve her biri kendi hesabına mücadele veren birbirinden kopuk bu aşiretler/
boylar topluluğu oradan oraya savruluşların içinden hayata tutunmaya, bir başka
eloktronla birleşmeye çalışan “bekar elektron”lar izlenimi vermektedir: “Birkaç
gün içinde çok büyük bir varlık olmaktan tamamen dağılmış olmaya ya da tamamen
dağınık bir durumdan birleşmiş bir yüce güç olmaya geçebilen, sıkı bağları
olmayan bir birliktiler. (…) askeri harekatta önderlik etmekten öte bir yetkisi
olmayan bir başkanı, bir gün içinde benimseyip gene bir gün içinde ondan
tamamen kopabilirlerdi”4.
“Göçebeler bir yerden diğerine göçüyorlar, hiçbir yerde koruyucu askerler
bırakmıyorlar, harap edilen şehirleri onarmıyorlar, mevcut devletleri yıkıp da
yerine kendi devletlerini kurmağa çalışmıyorlardı. Diğer taraftan Selçuk
torunları Horasan’daki Gazneli Sultan Mahmud’un oğlu Mes’ud zamanındaki ilk
muzafferiyetlerinden sonra hükümdarlık hukukunu benimsemeğe başladılar.”5
9. yüzyıl ortalarından sonra Oğuzların önemli bir kısmının
yurtlarından göç etme sürecine girdikleri görülüyor. Bu göç edenlerden bir grup
Karadeniz’in kuzeyinden batıya doğru göç etti; tarihi kaynaklar onları “Uz”
adıyla kaydetti6.
11. yüzyılın ikinci çeyreğinde Oğuz aşiretlerinin bir kısmı
güney Rusya’da, bir bölüğü İran/Horasan’da,
Kıpçaklar tarafından itilen bir boyu da Tuna’ya kadar dağılmıştılar7. Tuna’yı aşıp sonunda mağlup olup oradaki kütleye karışacakları Balkanlar’a sıçradılar. Yönü ve hızı belirsiz birbiriyle itiş kakış halindeki bu göçebeler, bekar elekronlar kitlesinden üç yanı kapalı olduğu için öbürlerinden farklı olarak bir başka yöne, güneye hareket etmek zorunda kalan Selçuklu bölüğü ise Horasan’a sapacaktır. İyi de neresine?
Kıpçaklar tarafından itilen bir boyu da Tuna’ya kadar dağılmıştılar7. Tuna’yı aşıp sonunda mağlup olup oradaki kütleye karışacakları Balkanlar’a sıçradılar. Yönü ve hızı belirsiz birbiriyle itiş kakış halindeki bu göçebeler, bekar elekronlar kitlesinden üç yanı kapalı olduğu için öbürlerinden farklı olarak bir başka yöne, güneye hareket etmek zorunda kalan Selçuklu bölüğü ise Horasan’a sapacaktır. İyi de neresine?
Öldürüleceğine dair haberi alan Selçuk kendi boyunu ve tebaasını
yanına alıp İran’a kaçar8 –kovulur.
Selçuk, Oğuz Yabgusu ile bozuşup ondan ayrılarak, kabilesi
ve maiyeti ile birlikte gizlice yurdunu terk eder. Böylece Selçuk kabilesi
mensupları (Kınıklar, ki yirmi dört boyun en altıdır), çok miktarda at, deve,
koyun ve sığır sürüleri ile yurdundan uzaklaşarak Cend havalisine gelir.
Selçuklular; Karahanlılar ve Oğuz yabgusu 9
arasında sıkışarak, Cend’de,
yerleşmek bir yana barınma imkanı dahi bulamaz; bu kezinde ise Maveraünnehr’e,
Buhara dolayına göçe mecbur kalır. Cend’den Maveraünnehr’e göçen Selçuklular
kışın Nur Buhara’da yazın da Semerkand yakınlarında 30 yıldan fazla yaşadılar.
Ne var ki Selçuklular bir kez daha yurtlarını terk etmek zorunda kalacak ve
1032’de 15.000 çadır ile Hârizm’e çekilecektir.
Selçuklular Hârizm’de de oturamaz, barınamaz hale gelince,
1035 baharında 10.000 süvari ile Ceyhun’u geçip Horasan’a vardılar. Selçuklular
böylece çok çetin mücadeleler ile yaklaşık 70 yıl içinde Cend’e,
Maveraünnehr’e, Hârizm’e ve oradan da Horasan’a göçmek sureti ile dört defa
yurt değiştirdiler. İnanç Yabgu, Tuğrul ve Çağrı beyler buraya gelince derhal
Sultan Mes’ûd’a bir mektup gönderip, askerî hizmet karşılığı bu yurdu
kendilerine vermesini dilediler. Bu mektupta Selçuk başbuğları Horasan’a göçmek
zorunda bulunduklarını, dünyada kendilerine sığınacak bir yer kalmadığını
acıklı bir dil ile bildiriyorlardı.10 Oğuzlardan mühim bir küme 11.
yy. ortalarında Kara Deniz’in kuzeyindeki topraklarda görüldü. Rus müverrihleri
bunlara Tork, Bizans kaynakları da Uz diyordu.[11] Bu “Tork”lar,
“Uz”lar “Anadolu’nun Fethi” hikayesine dahil olmadılar.
Oğuzların içinde en önce Selçuklu adlılar tarihin dehşetiyle
başbaşa kaldılar. Selçukluları “çevreleyen dünya, olabileceği herhangi bir
başlangıç halinden yola çıkarak oluşturulmuş bir olgudan ibaret değil, ancak
olabilirlik içinde algılanmalıdır.”[12] Ne tarihin, ne
Selçukluların, ne de Oğuzların Anadolu’yu fethetme amacı, hedefi yoktu.
“Fiziğin temel konuları artık yörüngeler ya da dalga fonksiyonları değil de,
olasılıklar olduğuna göre, kuşkusuz bu, doğa (tarih, İB) betimlememizi kökten
bir biçimde değiştirmiştir. Bu kesin sonuç karşısında uzun süre kararsız
kaldım. Sorun, geleneksel betimlemenin terkedilip terkedilemeyeceği ya da şu
halde geçerli kalacak alışılmış betimlemeye eşdeğer kararsız sistemlerin sadece
başka bir betimleme gerektirip getirmeyeceğini (abç) bilmekti.”[13]
Olguları bir başka betimleme yordamıyla kurmak bir bilim olmayan tarih
yazımında elbette mümkün. Ne var ki bağlı bulunduğum hem akademik dünya hem de
basın-yayın örgütlenmesi olası bir başka betimlemeye izin vermeyeceği için
böylesi bir devrimci atılıma şahsen ben kalkışmayacağım, çünkü ekmek teknem
üniversite maaşına göbekten düğümlendiği için geçimliğim hem hem de basın-yayın
sektörünün dümen suyuna gitmek zorundayımlığımdan ötürü, ama elbette hep sapına
kadar “bilimsel” dürüstlüğe, hep kabul edilebilir “doğru”lara sadık kalarak…
Türkçe biraz bozuk oldu, doğru, fiyakalı bi türkçe ile öttürseydim bu
satırlarda dile getirilen aslî bozukluğu düzeltmiş mi olurdum?
Tarihin ve çoğrafyanın içinde devinip duran bir hareket
kütlesi Selçukluların hayatta kalma mücadelesini, Oğuzlarla bitmek bilmez
itişip kakışmalarını nasıl ve de kime betimleyebilirim?
Kuvamtumların öneminden dem vuran Louis de Broglie’nin
“kuvamtumlar olmadan, ne ışık, ne de madde var olabilirdi”[14]
uyarınca: Oğuzlar olmadan ne G/Kök Türkler, Uygurlar, ne Selçuklular, ne de
Osmanlılar var olabilemezler. Fizikçiler leptonları, -tarihçiler de göçebeleri,
Oğuzları- ve özelliklerini uzun süredir biliyorlardı; varlıkları nedensiz
görünüyordu, kimsenin gereksinimi olmayan aktörler gibi. “Ancak son birkaç yılda
fizikçiler leptonlar ve kuarkların birleştirilmiş bir temel kuanta teorisine
uyduklarını görmüşlerdir.”[15] Tıpkı leptonlar gibi tarihçiler
Oğuzları hep bildiler, ama… “varlıkları nedensiz” görünmüş onlara, hep bir
eksiklik hissetmiş olmalılar, göze görünür kılmadılar. “Göktürkler”,
“Selçuklular”, “Osmanlılar” vb. adlı hanedanların adlarını taşıyan kitap(lar)
yazmayıp “Oğuzlar (Türkmenler)” adlı kitabın sahibi Faruk Sümer hariç.[16]
“DNA organizma değildir. Sadece bir organizmanın
enformasyonudur; onun inşa planına bilgi sunar. DNA kendi başına canlı bir
yapı, hayat değildir.” [17] Nefis
bir şiir/ hikaye doğmak üzere: Oğuzlar organizma/ hanedan olamadılar; Göktürk
ve Uygurlar’da sadece bir örgütlenmenin temel ikincil kurucu bileşini/ elementi
oldular. Oğuzlar; tıpkı DNA gibi canlının, hayatın, (tarihsel/siyasal olarak
Göktürkler’in, Selçuklular’ın, Osmanlılar’ın) kurucu öğesi, ama, ne hazindir
ki, kendi başlarına canlı/ siyasal bir yapı, ‘hayat’ olamadılar –hep hem başka
‘hayat’lara kendilerini dayattılar, hem de o başka ‘hayat’lara eklemlenme
dehşetine maruz kaldılar. Turchia, “Anadolu’nun Fethi” ne Selçukluların, ne de
Osmanlıların değil, tarihin dehşetiyle çatışan bu ‘hayat’sız Oğuzların
eseriydi. “Hayatım olmadı benim” diyen[18] kara budun mensubu proleter
Nail babamın bir çocuğu olarak… –Yaşayabilseydim yazar mıydım şiir hiç.[19]
Şair oldum, ama bu uğurda hayatım olmadı. –Bir Oğuz’yen hâl. Ne dehşet. Ne
dehşet. – - “Çocuğumuz olmaz bizim.” Maddeler birleşince bir tepkimeye
girerek niteliklerini tamamen değiştirebilirler, ama değişmez kalan bir nicelik
vardır. Kütlenin korunumu yasasının anlamı budur.[20]. Bir temel
madde olarak Oğuzlar farklı coğrafyalarda kimileyin eş zamanlı, kimileyin
farklı zamanlarda tepkimeye girmiş, Göktürkler’e, Selçuklular’a, Karahanlılar’a,
Oğuz Yabgu Devleti’ne Osmanlılar’a dönüşmüş, değişmez nicelik olarak varlığını
sürdürmüş. “Atom herhangi bir hareketle bağlantılı olmadan var olma yeteneğine
sahip görünürken dalganın tanımı hareket içerir.” [21] Göktürk,
Selçuklu, Osmanlı “yatuk”ları birer atom sabitlikler peşinde koşar iken,
Oğuzlar hep hareket halinde dalga dalga koştular tarih kabının içine sıkışarak
– -. “Maddeleri katı, sıvı ve gazlar olarak
sınıflandırmak yerine bir elektirik akımının içlerinden geçiş kolaylığına göre
iletken, yarı iletken ve yalıtkanlar olarak sınıflandırabiliriz.”[22]
Avrupa’nın 19. yüzyıldaki tarihyazımı paradigması
uyarınca ulus-devlet temelli dil-ırk bakacıyla “Göktürkler”, “Selçuklu”,
“Osmanlı” devleti sınıflandırmasının dışında bir sınıflandırmayla
bakabileceğimizi unutmamalıyız; kaldı ki, “ulus-devlet” bakacı, paradigması ile
yazılan “Türk Tarihi”, “Kenya Tarihi” aslında külliyen bir Avrupa tarihidir.
Özetleyin, yakın döneme kadar Göktürk, Selçuklu, Osmanlılar ‘imparatorluk’
üzerinden işgörürken “Türkiye Tarihi” denilen gürültü, imparatorluk dışı bir
endam arzeden “Avrupa Tarihi”nin bir eklentisidir, günümüz itibariyle elbette.
Türkler/Türküt/Türük adlılar, 552 yılında, “Göktürkler” siyasi örgütlenmesiyle
doğdular. Bu tarihten önce, bugün türkçe dediğimiz bu dili konuşan buğday
tenli, toparlak yüzlü, kafatası hani şu kadar olan kitleler vardı, “Türk”,
“Türkler” yoktu. Bu “Türk” adlandırılan grupların siyasal örgütlenmesi 750
dolayında dağıldı, çözüldü. Türkçe konuşan bu kitleler arasından, daha
“Türkler” zamanında bilinip hem 650 dolayındaki Yenisey Yazıtları hem de 750
dolayındaki Orhun Yazıtları’nda da adı zikredilen “Oğuz”, “Dokuz Oğuz”, “On
Oğuz”lar 9. yüzyılda tarih sahnesine yayıldılar. Hatırlatma: J. Nemeth, Oğuz
sözünü ok+uz şeklinde tahlil etti. Ona göre ok, boy (kabile), “z” ise çoğul
takısıdır.[23]
Yaklaşık 950-70 dolaylarında bu Oğuzlardan ayrılan, daha
doğrusu Sir-Derya Oğuz devletinden kovulan subaşı Selçuk bey önderliğindeki bir
grup, bu kez Selçuklu donuna bürünmeye başladılar. Tarihçilerin uydurdukları
“Büyük Selçuklu” adıyla Horasan’da, ve yine uyduruk “Anadolu/Türkiye
Selçukluları” adıyla Turchia’da devletlerine kâh tutundular, kâh
başkaldırdılar.
Her iki “Selçuklu” adlılar da yıkıldı. Bu kezinde yine
Oğuzların Kayı boyundandan gelen, dikkat “Türk” değil, bir grup, Osmanlı donuna
büründüler………… Bu ‘bekar elektron’lar Hazarya’ya, Bulgarya’ya, Macaristan
ovalarına, Çin’e, Hindistin’a, Orta Asya’nın bütününe yayıldılar, dağıldılar;
Maveraünnehr’den Horasan’a, Horasan’dan Turchia’ya kadar coğrafyaları,
tarihleri, dinleri, kültürleri kat ettiler. “Son durak kara toprak” misali, bir
ölüm-kalım davası olan Turchia’ya kondular, konuşlandılar, durmadılar Avrupa’ya
sarktılar “Roma’ya! Roma’ya” uluyaraktan, Makyavelli’sinden Luther’ine
Avrupa’ya “Turken furcht”, Türk korkusu saldılar: –püskürtüldüler. Katolik
Avrupa; içlerinde, ayaklarının dibinde Müslümanların varlığını hazzetmiyordu.
Avrupa ve Balkan topraklarından çoğunluğu Türk olmak üzere “1821-1922 arasında,
5 milyondan fazla Müslüman topraklarından sürülmüştü. Beş buçuk milyon Müslüman
da ölmüştü; bir kısmı savaşlar sırasında katledilmiş, geriye kalanı da mülteci
olup açlık ve hastalıktan kırılmıştı”[24].
Tarihçilerin söz etmekten sakındıkları Müslüman katliamı ve
kayıpları “Türk tarihi”nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin adıyla devam eden
“Anadolu’nun fethi”nin de, önemli bir parçası olacaktır.
Türk Düğümü ve Turchia’da Tarih Düğümü adlı çifte
çalışmamızın bu bölümünde “Anadolu’nun Fethi” metaforu düğümünü dokuyacağız.
Maveraünnehr’den, Horasan’a, oradan Turchia’ya geniş bir coğrafyadan, yerden,
bir başka deyişle geniş bir tablodan söz ediyoruz –Dünyanın en büyük ‘resim’i
bu. Ressam olaydım, fizikçi Bultmann’ın kulağıma fısıldadığı üzre:
“Elektromanyetik dalga skalasıyla ağaç, nehir, deniz, dağ deneyimlerinin
resmini yapmak, şiirini yazmak, tasvir etmek, anlatmak mümkün olmadığı”[25]
için, elbette “Anadolu’nun Fethi”nin resmini yapardım yeşilinden
kahverengisine, kırmızısına mavili beyazlı eleğimsağmanın altında mevsim mevsim
renk değiştiren otların üzerinde çoşan, otlayan, dinlenen, kişneyen atların;
renk renk çizgi çizgi dokunup çadırların içlerini dolayan Türk düğümüyle örülmüş,
dokunmuş, şiirlenmiş[26] halıların, kilimlerin; Tienşan dağlarının
kar lekeli çizgilerinin boz renkli eteklerinden başlayıp modern elastikiyet
teorisini altüst eden[27] bir mühendislik harikası yurt (çadır)’lu
arabaların dizi dizi, sıra sıra hareketleriyle görenlerin gözlerini belerten o
devasa “yürüyen şehir”lerin; kızıl, ak börkleriyle Şii Buveyhilerin
başlıklarına savaş açıp halifenin sarığını giyişlerinin; salgın hastalıklar
sonucu biricik gelirleri olan sürülerini kaybedip yerleşik hayatın düşüklüğüne
mahkum olarak sadece çiftçilik değil zanaatla da uğraşan “yatuk”ların
sıkıntısını, Oğuz töresince her türlü haklarından mahrum kalıp savaşa
katılmaları engellenen yerleşik ve yarı yerleşik hayata geçmiş bu yoksul
yatuk/oturukların, hastalandığında köleler gibi bozkıra bırakılan fakirlerin[28]
ve daha nicesinin resmini.
Zaman? Yaklaşık 970 ila 1270 ya da İbrahim İnal (Yınal)’ın
Bizans ordusunu yendiği 1048 ila Moğolların Oğuzları/Türkleri önüne kattığı
istila neticesi Kösedağ Savaşı 1253-54 yılları arası. Zamandan söz ediyorsak,
müzikten söz edebilmemizin önü açıldı demektir. Ses ve zaman öğeleri, “bu iki
öğe olmadan, müziği düşünmek olanaksızdır”[29]. Müzikçi olsaydım
“Anadolu’nun Fethi”nin müziğini yapardım. Otların hışırtısının, rüzgarların,
kızıl kumlu çöl boranlarının sesine karışan at, koyun, deve, tuğrul, çağrı,
şahin, doğan ötüşlerinin, aslan gürlemelerinin seslerini duyuyorum; kıvrım
kıvrım Deleuze’yen kıvrılan ırmakların yükselip alçalan, çağlayan, durulan
seslerini; açlıktan kırılan kara budunun, dört nala at tıkırtılarının hemen
üstünde kulağa kadar çekilen yaydan fırlamış ok tınnnlamasının sesini; çıtır
ayacıklarıyla toprağın üzerinde sendeleyen buzağıların, kuzuların seslerini;
kaynayan kazanların, ayran teknelerinin, ekşimik torbasından kâh toprağa kâh
tahta kap kacağa süzüle süzüle damlayan suyun[30] sesini; savaş
meydanlarından fışkıran böğürtülerin, uraaann çığlıklarının, kılıç
şıkırtılarının, at üstündeki binicinin her inip çıkışında terkisinde dövülen
pastırmanın sesini; vurmalı, üflemeli çalgıların “müzik ruhun gürültüsüdür”
şiarını, “Allahallah ya Allah, laailahe-illallah”ın sesini ve daha nicesini
duyuyorum, ama yaklaşık 200/300 yıl sürecek bu müzik parçasına bu sesleri
aktaramıyorum. Müzikçi değilim. “Anadolu’nun Fethi”nin şiirini yazmak isterdim.
Allah beni kahretsin, üst(ün) insan şair de değilim. Eyy çeşit çeşit
‘dolma’ları yemeye müsait okuyucu zevat, kala kala bana kaldınız, bana
katlanacaksınız ya da katlanmayıp kaleme sarılacaksınız. –İşte er/yazı meydanı
ya da “yazınsal uzam”. Yönü, hızı ve şiddeti hem belirsiz hem de denetlenemeyen
“bekar elektron” yada tarihin lekesi, fırçası ya da tarihin gürültü torbası bu
göçebe Oğuzların/ Türklerin İslam memleketlerine yönelen hareketleri en başta
Abbasi halifeliğini rahatsız etmiş ve Tuğrul Bey’den bu asi akınların
durdurulmasını istemişti. Tuğrul Bey oradan oraya çekirge sürüsü misali
sıçrayıp duran şiddet yüklü bekar elektronlara, tuhaf fırça darbeleriyle tarih
tablosuna lekeler fışkırtan bu ‘fırça’lara haberci gönderip akınları İslam
topraklarına yapmamalarını, Azerbaycan’a dönüp orada otlak ve kışlak kurup
Bizans topraklarına yönelmelerini salık verecektir. Ali Sevim’in çekinik
anlatımıyla: “Görüldüğü üzre, kısmen Bizans, kısmen da İslâm memleketlerine
karşı yapılmış olan bu Türkmen hareketleri, federal bünye gereği, Selçuklu
devletine tâbi olmalarına rağmen, devletin fetih planlarına uygun olarak
yapılmamış ve dolayısıyla da devletin kontrol ve denetiminden uzak kalmıştır”[31].
“İslâm memleketlerinin yıkımına neden olan bu göçebe Türkmen akınları geçici
olmuş, hiç bir zaman bir fetih ve yerleşme harekâtı niteliği taşımamıştır. Batı
yönünde gerçekleştirilen asıl istilâ ve fetih hareketleri Tuğrul Bey’in
önderliğinde planlı ve bilinçli bir şekilde sürdürülmüştür.”[32]
Osman Turan ise Büyük Selçuklu sultanlarının “Anadolu’da girişilen fetihler”i
için biraz daha açık yazacaktır: “Orta Asya’dan göçen kesif Türk kitlelerini
yerleştirecek bir yer bulmak gayesini güdüyordu. Bundan dolayı başlangıçta
Büyük Selçuklu sultanları nazarında Anadolu bir uç beyliği, âsi bey ve boyların
bir sürgün yatağı olarak telâkki ediliyordu”[33]. Selçuklu
sultanları, özellikle de Tuğrul Bey huzursuzluk saçan Türk boylarını, pek çok
yazıcının uyguladığı yazı diplomasine boyun eğerek [34] ifade
edersem: Anadolu’ya yönlendirme planını uyguladı. Tuğrul Bey gücünün en önemli
dayanağının Türkmenler olduğunu biliyordu, ne var ki onların yağmacılıkta ısrar
edişleri, Müslüman beyliklerince tanınmak isteyen Tuğrul Bey’i zor durumda
bırakıyordu. Tuğrul Bey Türkmenlerin yağmacılığını kısıtlamak zorundaydı.
Türkmenleri İran’ın kuzeyinden Bizans İmparatorluğu’na ait Ermenistan’a ve
Anadolu’ya göndermek bu sorunu çözmek için en uygun yol idi. “Aşırı bağımsız
bir tutumu önlemek için de, başlarında bir önder olması gerekirdi ya da onları
kendisi yönetmeliydi. İşte 1049’da İbrahim Yınal’ın, 1054’de de Tuğrul Bey’in
Ermenistan’a yaptıkları seferlerin gerçek nedenleri bunlardı.”[35]
Oğuz boy ve kabilelerinin Orta Asya’dan eşleri, çocukları, koyun, at ve deve
sürüleriyle İran’a hareketi bir ganimet arayışı değil, aksine otlak, yaylak ve
kışlak arayışı, eş deyişiyle bir ölüm-kalım meselesiydi. Dolayısıyla bu göçler
hem yerleşikleri hem de buralarda eskiden beri oturan göçebe halkları rahatsız
edecek, anlaşmazlıklara yol açacaktı.
Selçuklu ak budunu, kendi huzursuz soydaşlarını
fethettikleri toprakların yerleşik halklarının oturduğu alanlardan uzak tutma
gayreti içindeydi. Bu siyaset göçebelerde hoşnutsuzluğa, hanedan ailesi ile
boylardan oluşan ana kitlenin arasının açılmasına yol açıyordu. “Selçuklular,
daha Tuğrul Bey zamanından itibaren bu “feodal bünye”yi değiştirme ve
merkeziyetçi bir devlet vücûda getirme gayretine girişmişlerdir. Selçuklu
Devleti kurulurken ülkeler, hanedan azası ve boy begleri arasında, hukukî mevki
ve derecelerine göre taksim edilmiş, melik ve begler “feodal” bağlar nispetinde
Tuğrul Beye bağlanmıştır. Ancak bu taksimden itibaren Tuğrul Bey hanedan
mensuplarının hakimiyetlerini sınırlamaya ve aristokrat Türkmen beglerinin
nüfuzunu kırmağa çalışmıştır. Ancak bu gayretler şiddetli mukavemetlere ve
isyanlara sebep olmuş, “feodal nizâm”dan merkeziyetçi devlet sistemine geçmek
ciddi zorluklarla karşılaşmıştır. Merkezileştirme gayretine en ciddi
muhalefeti, “orijinal bir mesele” olarak kuruluşundan beri Selçuklu Devleti’ni
meşgul eden Türkmenler göstermiştir”[36].
“Selçuk devletini, kuruluşundan beri, uğraştıran en mühim
meselelerden biri göçebe Oğuzların muhâcereti idi. Selçuk devleti sınırları
içinde ve müslüman ülkelerinde kendi boy beyleri idaresinde müstakil hareket
eden bu göçebe Türkmenler çok defa Selçuklu Sultanını tanımıyor veya zayıf bir
feodal bağ ile ona tâbi olsa bile yurt bulmak ve sürüleri ile birlikte
beslenmek maksadı ile İslâm beldelerini istilâ ediyor; yerli halk ile
mücadeleye girişiyor ve neticede yağma ve kitâle sebep oluyorlardı. Tugrul Beg
ve onun ilk halefleri, İslâm’ın sultanı ve hâmisi sıfatı ile, ülkelerini ve
teb’asını bunların çapullarından korumak, fakat aynı zamanda devletinin
temelini ve askerî kuvvetini teşkil eden bu ırkdaşlarına yurt bulmak ve onlara
geçim imkânları hazırlamak gibi birbiri ile çatışan iki mesele karşısında
idiler.”[37]
Tuğrul Bey’in çevresindeki beyler, onu bir
beylerbeyi olarak görmüşlerdi. Şimdi onun bir İranlı Müslüman hükümdar gibi
davranmasına ve çevresinde İranlıları hatta Arapları toplamasına karşı
çıkıyorlardı. Bunun sonucunda da, İbrahim Yinal ve Kutalmış
tarafından yönetilen Türkmen ayaklanması baş gösterdi.[38]
Faruk Sümer’in “Türkiye Selçukluları’nın atası” dediği Arslan Yabgu’nun
ölümünden sonra onun buyruğundaki Oğuz bölüğü Selçuklulara bağlı kalmadılar.
Neden? Gerdizî’de yazıldığı gibi, onlar Selçuklu ailesinden hatırası
silinmeyecek derecede bir zulüm mü gördüler? Yoksa…[39] “İran’ı ele
geçirdikten sonra Selçuklular asli unsur olarak bağlı kaldıkları Türkmen
kimliğini büsbütün yansıtmış değillerdi. Tarihçiler
arasında özellikle Melikşah döneminden itibaren Selçuklular’ın ciddi bir
biçimde İranîleştikleri görüşü yaygındır. Hatta bu siyasal oluşum orduya
kadar nüfus etmişti”.[40] “Türk halkının onlara (Selçuklulara,
İB) kendi hükümdarları gözüyle baktıklarını, veyahut bu sultanların
kendilerinin Türk milliyeti fikrine dayanmağa çalıştıklarını gösteren hiçbir
delil yoktu.”[41]
Devlet büyük ölçüde gulamlara dayanır hale geldi ve Oğuz/
Türkmen boylarının rolü azaldı. Rejimin askeri hizmetçileri için çok önemli
olan ikta’ kurumu, boylara bağlı olmayan yeni tür bir ordu için iktisadi temel
sağlayacak bazı tedbirlerle birlikte daha da geliştirildi.[42]
Hakimiyetlerinin erken aşamalarından itibaren Selçuklular ellerinin altında
siyaseten daha güvenilir bir orduya sahip olmanın gereklerine uygun hareket
ettiler. Bu ise, boy unsurlardan daha bir uzaklaşmaya ve çatışmalara yol açtı;
onlar da bu yabancılaşmayı aykırı dini hareketlerle ifade ettiler. Bu özellikle
Rûm (Anadolu) Selçukluları için geçerliydi. Göçebeler
burada kendilerini, Bizans hakimiyetinde uzun bir dini aykırılık tarihleri
bulunan hayli renkli bir nüfus içinde bulmuşlardı.”[43]
“Büyük Selçuklu ordusunun unsurları arasında yer alan Türkmenler ise devletin
kuruluş sürecinde ordunun büyük kısmını teşkil ediyorlardı. Fakat Türkmenler
daimî ve düzenli ordu niteliği taşımıyorlar, üstelik merkezî devlet anlayışı ve
buna paralel olarak gelişen siyasî, idarî ve askerî idare tarzına uyum
sağlamıyorlardı. Bu durum merkezî idareyle Türkmenlerin arasını iyice açtı ve
Türkmenler, her fırsatta devlet otoritesine karşı çıkmaya başladılar. Bu sebeple Büyük Selçuklular gulâmlardan ve iktâ’
askerlerinden teşekkül eden bir ordu kurarak Türkmenlerin ordu içerisindeki
etkinliğine son verdiler. Türkmenlerin bir kısmı devlet otoritesinden
uzak bölgelere çekildi. Bir kısmı ise bizzat Büyük Selçuklu sultanları
tarafından Anadolu’ya gönderildi. Böylece Türkmenler doğrudan doğruya Büyük
Selçuklu kadrosu içinde olmasalar da devletin sınırlarının genişletilmesi ve
yeni fetih hareketlerine öncülük yapmaları bakımından (…) Anadolu’nun fethinde
büyük rol oynadılar”[44]. Yazarak hikayeyi “Anadolu’nun Fethi”
metaforu ekseninde sürdürebiliriz. Selçukluların Bizans üzerinde her hangi bir
emelleri yoktu. Tersine Suriye’de savaşırken kanatlarını güvenceye almak için,
kesinlikle Bizans ile barış halinde olmak istiyorlardı[45].
Alp
Arslan, Suriye’yi işgal ederek Halep’i aldı Fatımilere cihat açtı; Romanos
Diogenes tarafından arkadan vurulmamak için buradan kuzeybatıya yöneldi:
Malazgirt Savaşı. Alparslan’ın orduları Bizans toprakları içinde daha fazla
ilerlemedi, tersine Alparslan Mavareünnehr’e gitti, bir yıl sonra öldürüldü;
yirmi yıl hükümranlık sürecek oğlu Melikşah’ın da ne gönlünde ne de gözünde
Anadolu yoktu. “Malazgirt savaşından sonra gerçekleşen Küçük Asya fütuhatı,
hiçbir şekilde Selçuklu yönetiminin başardığı bir iş değildi”[46]. Anadolu’nun Türkleşmesi Selçuk hanedanının eseri
olmaktan ziyâde, Selçuk hanedânına sık sık başkaldıran Türkmen aşiretlerinin ve
küçük emirliklerin eseridir.[47] Selçukluların izlediği
siyaset ile Oğuzların/ Türklerin Anadolu’ya yayılması birbirinden ayrı
düğümlerdi. Alparslan fazla bir engelle karşılaşmadan Anadolu’nun önemli bir
bölümünü ele geçirebilirdi, ama hiç bir Müslüman yönü olmayan bu ülkenin ele
geçirilmesi onu ilgilendirmiyordu. Alparslan’ın asıl amacının Suriye yoluyla
Mısar’a bir sefer düzenlemek olduğunu belirten Cahen’in yazdığınca: “Malazgirt
savaşının gerçek tarihsel önemi, bu tarihten başlayarak Türkmenlerin rahatça
Rum ülkesine girebilmeleridir. Ne var ki Selçukluların amacı bu değildi”[48].
“Mısır’a saldırıyla meşgul olan Alparslan, fidye, evlilik bağları ve bazı
toprakları karşılığında (Romanos Diogenes’i –İB) serbest bırakmaya razı
olmuştu. Bu cömert şartlar onun Bizans’ı fethetmeyi düşünmediğini gösterir.”[49]
Alparslan Rum ülkesinin düşmesini istememiştir; gerçekte bu, yavaş yavaş ve
bazı durumların yarattığı koşullar sonucunda olmuştur”[50].
Alparslan’ın ardılı Melikşah’ın Anadolu’daki Türkler konusunda izlediği siyaset
açık ve seçikti: Babası gibi Melikşah da Rum ülkesini topraklarına katmayı
düşünmüyordu[51]. “1071’den sonra Bizans Anadolusu’nun istila ve
işgal edilmesi süreci, aslında Selçuklu yönetiminin isteksizce onayladığı boy
akıncılarının eseriydi”[52]. Bu bölgelere yapılan akınlar bu
akınları düzenleyen kişilerin buralara yerleşmek düşüncesiyle değil de, kolayca
ganimet toplamak ve bazı savaşçı serüvenler aramak amacıyla gerçekleşmiş;
ganimetlerini toplar toplamaz Kuzey İran’daki karargahlarına dönmüşlerdir.
Sınır bölgelerinin dışına giden ilk dönem gazileri, buralara sultanlar
tarafından gönderilmediler. Bunlar genellikle ya tamamen bağımsız Türkmenlerdi
ya da Selçuklu yönetimince istenmeyen kişilerdi. Bir bölümünü kaçakların
meydana getirdiği bu gaziler için Anadolu Roma İmparatorluğu’nun bir parçası ve
“Rum” ülkesi olmasının yanı sıra, sürülere el koyabilecekleri, tutsak
alabilecekleri, köylülerden fidye toplayabilecekleri, ama çokçası da kendileri
için sığınak işlevi gören bir ülkeydi. Bizans otoritesine boyun eğmeye hiç
meyilli değildiler. Öte yandan Bizans’ı yeni bir devletle değiştirmek düşüncesine
de büsbütün kapalı idiler[53]. Oğuz çobanları güçlü bir düzeni olan
ekili eyaletlere girmeyi yasaklayan yasalara saygı göstermemişlerdi. Gazneli
Mahmud, 1029’da onları geri sürmek zorunda kalmış; onlar da İran üzerinden
Azerbaycan’a kaçmışlardı. Azerbeycan’daki yerel beyler onların yıkıcılığına bir
yön vermek için, rakiplerine karşı düzenledikleri saldırılarda onları
kullandılar, hatta Ermeni-Bizans sınırına gönderdiler. O bölgede daha sonraları
önemli bir rol oynayacak bu savaşçılar Anadolu’nun doğu ucuna işte böyle
geldiler.[54]
Türkmenler Ermenistan’a ve hemen ardından Orta
Anadolu’ya büyük çapta saldırılara giriştiler. Yalnızca yağma amacıyla da olsa,
Anadolu’nun içlerine kadar sokuldular. Küçük
Asya, Selçuklu yönetiminin katkısı olmadan “feth” edilmişdi. Kutulmuş
oğlu Süleyman Küçük Asya’ya gönderildi; gönderilmesi yeni “feth” edilmiş
topraklara duyulan ciddi bir ilgiden çok, bu prensten kurtulma kaygısının rol
oynadığı sezilmektedir. Süleyman’ın kendisi de bu görevi yalnızca bir atlama
taşı olarak; amca ve amcazadelerinin yaptığı gibi İslâm topraklarında kendine
bir prenslik yaratabilmek için doğu güzergahına giden bir fırsat olarak
görüyordu. Eline ilk geçen fırsatta da bu planını uygulamaya kalktı, olmadı,
hayatını kaybetti; oğlu Kılıç Arslan da gözlerini İslâm dünyasına dikmişti,
Anadolu’ya değil, ama olmadı- – “Süleyman’ın Konya dolaylarında yerleşmiş
ardıllarının Eski İslâm dünyasına ilişkin hayallerinden vazgeçip Küçük Asya’yı
yurtları ve eylem alanları olarak kabul etmeyi öğrenmeleri, 12. yüzyılın
ortalarına rastlar”[55]. Benim “milad”ım 1176’dır, bu, hem
Turchia’nın hem de Türklerin bir kez daha “Türkleşmesi”nin başlangıcıdır; ne
var ki “Türkleşme” yolunda bir kısım “Türk” dediklerimizin Osmanlı(laşma)
sapağına/ durağına uğranılacaktır. “Anadolu’nun fethi”, Türklerce fethi,
merkezi hükümetin maksatlı bir siyaseti değildi. Harekete kendi dinamizmlerini
‘gazi hattına’, yani Arap fetihleri döneminden beri İslam ile Hıristiyanlık
arasında duran bir sınır bölgesine yönelten Oğuz/ Türkmen göçerleri öncülük
etmiştir. Boy toplulukları, ama bütün boylar değil, bazı yerleri doldurmak ve
bunların nihayetinde, bilhassa Cengizli ve Osmanlı dönemlerinde İslamlaşması ve
Türkleşmesini sağlamak üzere yollarını bölgeye çevirdiler. Eremeev, 11. yy.’da
Anadolu’ya giren Oğuz-Türkmenlerin (ve diğer Türklerden küçük toplulukların)
toplam sayısını 500-700.000 olarak hesaplıyor. Moğol istilasının arifesinde
sayıları belki bir milyondu. Bunlar kırsal kesimde, şehir ve kasabalarda
bulunuyor, Anadolu’ya Türk karakteri kazandırıyordu.[56]
Moğol
istilası yüzünden Türkmenlerin pek çoğu Anadolu’da toplanmıştı. Moğol istilası iledir ki Maveraünnehr, Horasan ve
Azerbeycan’da yaşayan Türkmenlerin pek çoğu Anadolu’ya/ Diyar-ı Rum’a/ Turchia’ya
geldiler. Oğuzlar/ Türkler Moğol istilasından kaçtılar, kovalandılar; iki
yüzyıl önce de Tuğrul Bey’den başlayarak, Selçuklu yönetimi tarafından Rum’a
sürülmüşler, itilmişlerdi. Türkler tarafından “Anadolu’nun fethi” metaforu
örtüsünün altında tarihin dehşetiyle başbaşa kalan kovulgan “bekar elektron”lar
kıpırdaşıyordu. Bizans yönetimi uzun süredir tanıdıkları, ordularında
kullandıkları ve halklarıyla kaynaştırdıkları Oğuzları/ Türkleri tam anlamıyla
düşman görmüyorlardı. Anadolu’daki Türkler Müslümandı ama, Müslümanlık
onlar için büyük bir önem taşımıyordu. Onlarınki camisiz, ulemasız, arapçasız
bir Müslümanlıktı. Birçok halkları sindirme becerisine ve tecrübesine
sahip Bizans için Türkler de zamanla sindirileceklerdi. Gelir kaynaklarını
oluşturan limanlar ellerinde olduğu sürece kısa bir süreliğine Orta Anadolu’nun
elden çıkması büyük bir önem arzetmiyordu. Öte yandan, Bizans kronikçi Anna
Kommini’nin Anadolu’ya gelen Türk ve Türkmen ailelerinin çokluğunu “denizdeki
kumlar”a, Nikitas Honiatis ise “denizdeki köpükler”e benzettiği sayısız Türkmen
aileleri, Türk hakimiyet alanlarına göçer gelmiş, konar kalmışlardı. Aynı
zamanda Rum kontrolündeki sahalara da göç ede ede yerleşik sakinleri azınlıkta
bırakacak sayılara ulaşmıştı. Rum kaynaklara göre, Türk göçleri ile
birlikte Küçük Asya Hıristiyan halklarına bir haller olmuştu. Bunlar Rum
Devleti söz konusu olduğunda Türkler yanında yer alıyor, onlara karşı yardım
sever davranıyor, hatta öyle ki Vasileus’un sözlerini dahi dinlemiyordu;
Türklerin dinine girip Müslüman oluyor, böylece “dinsiz”leşiyor, Türklerin
tanrısına Rumca dua edip sünnet olmaya kalkıyorlar ve vergilerini
vermiyorlardı.[57]
Benim okumalarıma göre “Anadolu’nun fethi”
söz konusu değildir, bir başka deyişle tarih anlatısını “Türklerin Anadolu’yu
fethi” anlatımı üzerine kurmam. Ancak, bu, “Anadolu’nun fethi”nden söz
edilemeyeceği anlamına gelmez, kaldı ki, pek çok kişi söz ediyor da zaten.
Pekiyi, neden Alparslan ve dolayısıyla 1071? “Vizigotlardan
Sarasenlere değin, Hıristiyanlık ile temasa geçen bütün ırklar, kavimler er geç
Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu genel kuralın tek istisnası Türklerdir. Hıristiyanlığı
kabul etmek şöyle dursun, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmaya çalışmışlar; tarih
sahnesine çıktıkları 1048 yılından beri (abç), Hıristiyan (Haçlı) düşmanlığının
öncüsü, sözcüsü, simgesi olmuşlardır. Bu yüzden Türkler, Katolik Kilisesi
(Vatikan Devleti)’nin XI-XVIII yy’lar arasındaki en önemli sorunu, düşmanı
olarak görülmüştür. Hatta, Papalık Devleti’nin son bin yılı Türklerle savaşarak
geçmiştir de denilebilir.” Bu satırların tarihçi olmayan yazarı Kardinal
Newmann 1854’ki konferansını şöyle bitirir: “Türklerin savaş gücünü inkâr
etmiyorum. Ama işte bu güç, onları imanın ve uygarlığın amansız düşmanı
yapıyor. Onun için, Türklerle savaşmak, onları yok etmek zorundayız.”[58]
19. yeye’den yazan Katolik Kardinal, Türklerin tarih sahnesine, eş deyişiyle
Turchia’ya çıkış tarihi için 1048’i işaret ediyor. Neden? Kardinal, tarihçi
olmayıp bir din adamıdır; eş deyişiyle bir başka bilgiye sahiptir. Buraya
dikkat. Tarihçi ve de din adamı olmayan benim uydurmalarıma göre, “Anadolu’nun
fethi”ni işleyenler, bu olguyla eşzamanlı olarak cereyan eden Katolik-Ortodoks
Hıristiyan çatışmasına dikkat etmezler. 1054-55’te “büyük ayrılık” olarak adı
konan Katolik-Ortodoks Hıristiyan çatışması 11. yüzyıl Turchia’sını anlamamız,
soyutlamamız açısından fevkalade önemlidir. Ne ki bu yazının amacı bu olgunun
peşinden gitmek değil. 1048 gibi erken bir tarihte Oğuz göçebelerinin
Selçuklularca ‘Rûm’daki ‘kafirlere’ yani Bizans İmparatorluğu’na akın yapmaları
için teşvik edildiğinin kanıtlarına sahibiz. Güney Kafkasya’ya ve Doğu
Anadolu’ya Türkmen akınları belki 1016 veya 1021 gibi erken bir tarihte
başlamıştı. Bu akınlar, 1040 ve 1050’lerde daha sistemli bir hale geldi.
Barthold, Selçukluların göçebeleri Bizans ve Gürcistan sınırlarına
göndermelerinin kendi tarımsal nüfuslarını korumak arzusundan kaynaklandığını
öne sürer.[59]
1048’de ne oldu?
İbrahim Yınal Türkistan’dan
Nîşâpûr’a gelen ve yurt arayan kesif bir Türkmen halkını, 1047 (439)’de
Anadolu’ya sevkettikten sonra arkadan kendisi de büyük bir ordu ile harekete
geçti. Çağdaş bir Ermeni müellifin ifadesi ile: “1048 yılında İran (Türk)
milletinin korkunç dalgaları Garin (Karnukalak, İslâm kaynaklarında Kalikala: Erzurum)
ve Pasin (Basian) ovalarına döküldü. İnsan dalgaları sel gibi memleketin dört
köşesini istilâ etti.”[60]
18 Eylül 1048 yılında cereyan eden,
Pasinler Türk-Rum savaşında Türkler 50.000 kişilik Rum ordusunu mağlup etmiş,
Rum saflarında savaşan Gürcü Kral Liparit dahi esir alınmıştı. Bu savaş,
Rumların Horasan Türkleri ile yaptığı ilk ve en büyük savaş olmalıydı. Tuğrul
Bey, Vasileus Monamahos’la antlaşma yapmak üzere elçisini ve yanında Kral
Liparit’i Konstantinupolis’e gönderdi. Yapılan antlaşmaya göre (1049/1050):
Kosntantinupolis’te eskiden beri (Emeviler- Mesleme bin Abdu’l-Melik) var olan
camiinin bakım ve onarımı yapılacak; camide, Halife tarafından gönderilecek bir
görevli imam olacak; camideki hutbe (Şiî Fâtimî halifesi yerine) Sünni Abbasî
halifesi ve Tuğrul Bey adına okunacaktı.[61] 1048, “Anadolu’nun
Fethi” için fevkalade münasip bir sembol/milad tarih değil mi?
İbrahim İnal
1048’de Bizans ordusunu yendi. Uzatmayacağım: “Anadolu’nun Fethi” için 1048,
1071’den daha önemli olabilecek iken Türklerin “Anadolu’yu fethi”nden söz
edenler İbrahim İnal’lı 1048’i değil, bir ifade başka ifade ile Alp Arslan
vesilesiyle 1071’i “Anadolu’nun fethi” için uygun milat/ başlangıç görmüş,
İbrahim İnal’ı tarihin dışına atmışlardır. Neden?
Tuğrul Bey halifenin çağrısı
üzerine Bağdat’ta iken ana tarafından kardeşi olan İbrahim Yınal’ın Oğuzların
mühim bir kısmını etrafında toplayarak bir kez daha (ilki 1049-1050’de) isyan
etti. Oğuzlar Tuğrul Bey’in yerine İbrahim Yınal’ın hükümdar olmasını
istiyordu, çünkü Tuğrul Beyi’in kendilerine karşı takındığı tutumdan nefret
derecesinde huzursuzdular. Tuğrul Bey, idaresi altındakiler için
ganimet temin etmekle mükellef bir başbuğ olmak durumundan gittikçe
uzaklaşıyordu. Nişabur’un yağmalanmasına engel olması buna bir örnekti. Yağma
geleneğine uyulmadığı taktirde Oğuzların kendilerinden yüz çevirmeleri, bir
başkasının etrafında toplanmaları mümkündü. Öte yandan da Tuğrul Bey
için bu yeni dünyada bu tür hareketlere onay vererek devlet
kurmak ve idare etmek mümkün değildi. Oğuzların başbuğlarına saygıları ve
itaati sınırsız, ama karşılıksız değildi; başbuğ da töre’nin gerektirdiği
vazifelerini yapmakla mükellefti. Bunlar yerine getirilmediğinde saygı ve itaat
ortadan kalkıyor ve öfkeyle atlarına binen Oğuzlar aynı aileye mensup bir
başkasının etrafında toplanıyorlardı.[62] Oğuz beyleri
Selçukluların emri altına girmeye yanaşmıyorlar, tersine birlikten kopup
yağmacılık temelli hayatlarını sürmek istiyorlardı.
“Irak Oğuzları’nın tek bir
amaçları olduğu görülüyor ki, o da yağmacılıktır. Onlar bunu o kadar ileriye
götürmüşlerdi ki, halife yağmadan vazgeçmeleri için kendilerine mektuplar
yazmıştı. Bu Oğuz kümesinin başında bulunan beğlere zaptettikleri yerlerde
ister müstakil, ister bir hükümdara bağlı olarak, dirlik düzenlik kurub oraları
idare etmek fikri her zaman yabancı kalmıştır.”[63]
Oğuzlar/
Türkmenlerden halkın şikayetleri halifelik merkezine kadar ulaşmıştı. Halife
halkın malına ve canına dokunmamaları, memleketi tahrib etmemeleri için Selçuk
ve Irak Türkmenlerinin başında bulunan beylere mektuplar gönderdi. Selçuk
devletine henüz bağlanmamış olan Oğuz gruplarının geçim derdi ile yurt bulmak
maksadı ile yaptıkları istilâ ve yağmalar karşısında o derece feryatlar yükselmiştir,
ki bizzat halîfe Kâ’im bi’Emrillah bu duruma son vermek maksadı ile devrin
meşhûr âlimi Mâverdî’yi, 1044 (435) senesinde, bir mektup ile Tuğrul beg’e
gönderdi (…) Halife mektubunda: “Ey Tugrul beg Muhammed! Aldığın memleketler
sana kâfidir. Diğer İslâm ülkelerine ve hükümdarlarına dokunma” diyordu.[64]
Alp Arslan’ın, ardından oğlu Melik-Şah’ın veziri olan Nizam el-Mülk ve Fars bürokrasisi Türkmen aşiretlerini, 9. yüzyılda halifelere ve Buveyhi emirlerine hizmet etmiş Türk muhafız birlikleri haline getirmek istiyorlardı. Sultanın mücadeleci, isyankar soydaşlarını itaat altına almak hiç de kolay değildi. Sultan, Nizam el-Mülk’ün içinden geldiği eski aşiretinin gelenekleri doğrultusunda Türkmenleri/Oğuzları yerleşikleştirerek İranlılaştırma düşüncelerine eşlik ediyordu. Türk kağanlar İranlı idareciler haline geldikçe yerleşikler ile göçebeler arasındaki kaçınılmaz kavgalar yerleşikler lehine halledildiği için ya yerleşik hayata alışmak ya da fethettikleri bu topraklarda kâh bir takım zorluklarla boğuşacak, kâh ayak direyecektir.[66] Göçebe Türkmenler/Oğuzlar ile hükümdarları arasındaki bariz davranış farkları dikkatleri çekiyordu. İdrisi’nin Türkler/ Oğuzlar hakkında dikkate değer gözlemi bu tezatı yansıtıyordu: “Begleri cengâver, tedbirli, metin âdildirler; faziletleriyle temâyüz etmiştirler; millet, zâlim, vahşî, kaba ve cahildi”[67].
“İran’ın sultanları olan Türkmen Selçukluların
İran’ı Türkleştirmemiş olmalarının sebebinin bunu bilhassa istemediklerinden
ileri geldiği dikkat çekici bir husustur. Tam tersine gördüğümüz
üzere kendilerini isteyerek İranlı yapmışlar ve eski Sâsâni hükümdarları gibi,
İran halklarını Oğuz aşiretlerinin yağmalarından korumak, İran kültürünü
Türkmen tehdidinden kurtarmak için gayret sarfetmişlerdir.”[68]
İran’da, Fars kültür ve soyu ülkenin tamamen Türkleşmesine izin vermeyecek
kadar güçlüydü. Tam tersine Türk istilacılar yavaş yavaş Farslılaşmışlar,
hanedanlar hemen Fars etkisine girerken aşiretler birkaç nesil beklemişlerdir. Örneğin Sultan Melik-Şah’ın en küçük oğlu Sancar
“Fars medeniyetinin koruyucularından, İranlılaşmış Türk’ün en mükemmel tipini
teşkil eder.”[69] Öte yandan, not etmeliyim, kültür açısından
Anadolu Selçukluları da İran’daki kuzenleri (“kuzen” mi? Yapma be İlyaz, ne bu
türkçesizlik?) kadar açık bir şekilde İranlılaşma isteği gösteriyorlardı.
Tarihçilerin uydurduğu adla “Büyük Selçuklular” Oğuzların/ Türklerin olduğu
kadar İran tarihinin de bir parçasıdır. Oğuzlar istemelerine rağmen İran’da
barınamadılar. Bu barınamayış ile “Anadolu’nun fethi” arasında bir bağ kurmalı,
11.-13. yüzyıl Bizans tarihi ile örmeliyiz.
“Türkler Anadolu’yu fethetti” ya da
kısaca “Anadolu’nun fethi” ifadesi Türk tarihi yazımındaki metaforlardan
biridir. Birbirinden bağımsız ve de birbiriyle ilgisiz öğeler –“Anadolu”,
“Türkler”, “fethetmek”- bir araya getirilip birbirine bağlanarak bir tarihsel
olguyu ya da olgular sürecini anlamayı/anlatmayı
Anadolu ve Türkler üzerine bir metafor üretecek olsam,
şahsen ben, “Anadolu’yu Türkler çadır belledi” yollu bir demeyi yeğlerim,
yeğliyorum da zaten. Aynı zamanda yurt demek olan çadırın Türklerin
kozmogonisinde, devlet yapılaşması kavrayışında çok önemli bir yeri olmakla
birlikte, bir de ölüm-kalım meselesidir “çadır” –galiba hâlâ.. Turchia/Anadolu
çadırı, ölüm-kalım meselesidir. Turchia, Türklerin “Türkleşmesi” diyeceğim 1176
tarihli Miryakefalon savaşı ile yurt/çadır edinilmeye başlanmıştır, çünkü
yaklaşık üç yüzyılda üç göç dalgasıyla Anadolu’ya kâh kovulan, kâh sürülen, kâh
gelen, kâh itelenen bekar elektronlar, demem o ki Oğuzlar (Türkler), o tarihten
itibaren İran’a geri dönme fikrinden artık kopmuşlardır. İçlerinden fışkıran
müthiş bir hayatta kalma arzusu enerjisiyle hareket eden bu bekar elektronlar,
isteyen “çekirge sürüleri” metaforunu kullanabilir, kullanılmıştır da, tarihin
dehşetiyle boğuşurken Turchia’da hiç haberlerinde dahi olmadıkları
Katolik-Ortodoks Hıristiyan savaşına bilmeden dahil olacaklardır; kaldı ki
Katolikler de Ortodokslar da “büyük ayrılık” diyecekleri 1054-55’te,
Malazgirt’li 1071’de, “Birinci Haçlı Seferi”li 1096’da Türkleri
görmemişler, umursamamışlardı. Nedeni çok basit: çünkü henüz “Türk” değillerdi,
yani: tarihsel ve siyasal bir kavram olarak ‘Türk’ henüz yok idi. Miryakefalon
sonrası tarihsel süreçte Türklerin “Türkleşmesi”nde kanımca bir, İslamiyet,
iki, Osmanlı devleti fevkalade önemli siyasi ve hayati bir rol oynayacaktır,
ama 1176’dan sonra elbette –İran’dan, İran’da barınma ümidinin kesilmesi
vasıtası ile. Ana kütle olarak Turchia’da Türkler Hıristiyanlığı neden
seçmediler? Yada Yahudiliği? Önlerinde, arkalarında demek istiyorum, Hazar devleti
örneği vardı, 950’lerde yıkılmıştı. Özel olarak İslamiyete, genel olarak
Hıristiyanlığa meyilli miydiler? Kanımca hayır. Türklerin bir kısmı
Hıristiyanlığı da, Yahudiliği de, Budacılığı vb. ni seçmişlerdi; Turchia’ya gelen, kovalanan, itelenen Türkler, Oğuzlar
diyelim, şamanlıkla idare edenlerdi. Ve ilginçtir şamanlıkta direten bu Türkler
Müslümanlaşacaklardır Turchia’da. Bunun türevi: Turchia’da Türklerin
Müslümanlaşmasında şamanlığı sürdürenlerin, bir başka türlü dendikte,
Yahudileşmemiş, Hıristiyanlaşmamış Türklerin/ Oğuzların, farkında olmadan payı
vardı, diyebiliriz. Bu, bir; ikincisi, Turchia’da yerleşik hayata geçmeleri,
şehirleşmeleri iledir ki şehre hitab eden İslamiyet’e uyum sağlamaya, yüzyıllar
sürecek oluşuma dahil olmaya başlamışlardır. Demem o ki, Oğuzların/
Türkmenlerin hem bir şehir dini olan İslamiyet’i seçişleri hem de
yerleşikleşmeleri Anadolu’nun ‘çadır’ bellenmesinde, yurtsanmasında,
“fethedilme”sinde önemli etmenlerden biri olmuştur. “Anadolu’nun Türkler
tarafından fethi” tarihsel bir olguyu hem anlamamıza, hem de anlatmamıza
yarayan dilsel bir ifadedir, yoksa tarihsel gerçekliğin kendisi değil –Türklerin hedefi, amacı “Anadolu’nun fethi”
değildi. İstanbul Türkler tarafından fethedilmiştir, ama Anadolu’nun Türkler
tarafından fethi sözkonusu değildir. Türkler üç göç dalgasıyla Anadolu’ya,
Küçük Asya’ya, düzeltiyorum Diyar-ı Rum’a, biraz daha düzeltiyorum, Turchia’ya
geldiler; bu göçler iki yüz yıldan fazla sürdü –böyle fetih mi olur? Oğuzların/
Türkmenlerin/ Türklerin Müslümanlaşmasında Osmanlı devletinin ama bilhassa 2.
Bayezıd ila Yavuz Sultan Selim döneminin önemine dikkat çekmek isterim. Ne
demek istiyorum? 15. yüzyıl son çeyreği ila 16. yüzyıl başı Türkler Müslüman
olmuşlardır, kastım o ki, artık geri dönüşsüz olarak… Aslına bakılırsa Türkler,
yani Turchia’lı Türkler, kabaca der isem, Tuğrul Bey’in halifenin çağrısı
üzerine Bağdat’a girdiği 1055 tarihli miladı ile dahi, tarihlerinin hiç bir
döneminde “Müslüman” olmamışlardı, Sünni oldular hep. “Türchia’da İslam
Düğümü” adlı bölümünde değindiğim için uzatmıyorum. Tekrar “Anadolu’nun
fethi”ne geri dönelim.
Anadolu’nun fethi düğümü…
[1] Ahmet Taşağıl,
Kök Tengri’nin Çoçukları, Bilge Kültür Sanat Y., İst., 2013, s. 42
[2] Kemal Üçüncü, “Anadolu ve Balkanların Fethi Sürecinde
Türkmen Boylarının Hazar Ötesinden Taşıdığı Sözlü Kültürün İşlevi”, Türk
Dünyası Araştırmaları, Aralık 2006, İst.
[3] V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler,
hzl. Kâzım Yaşar Kopraman- Afşar İsmail Aka, Kült. Baklğ.., Ank. s. 138-140
[4] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler,
çev. Yıldız Moran, e y., 2. bs., 1984, İst., s. 23
[5] V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler,
hzl. Kâzım Yaşar Kopraman- Afşar İsmail Aka, Kült. Baklğ.., Ank. s. 142
[6] İlhan Şahin, “Anadolu’da Oğuzlar”, Osmanlı Döneminde
Konar-Göçerler, Eren y., İst., 20006, s.56
[7] René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, çev. Reşat Uzmen,
Ötüken y., İst., 1980, s. 153
[8] Sergey Grigoreviç Agacanov, Oğuzlar, çev. Ekber N.
Necef/ Ahmet Annaberdiyev, Selenge y., İst., 2002 s. 259-260
[9] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, 2. bs., 1969, İst., s. 42-46
[10] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, 2. bs., 1969, İst., s. 58
[11] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana y., 3. bs.,
1980, s. 60
[12] İlya Prigogine, Kesinliklerin Sonu: Zaman, Kaos ve Doğa
Yasaları, çev. İbrahim Şener, İzdüşüm y., İst., 2004, s. 65
[13] İlya Prigogine, Kesinliklerin Sonu: Zaman, Kaos ve Doğa
Yasaları, çev. İbrahim Şener, İzdüşüm y., İst., 2004, s. 83-84
[14] Louis De Broglie, Yeni Fizik Kuvantumları, çev. Yakup
Şahan, Kabalcı y., İst., 1992, s. 13
[15] Heinz R. Pagels, Kozmik Kod II: Maddenin İçine Gezi,
çev. Nezihe Bahar, Sarmal y., İst., 1993, s. 57.
[16] “Oğuzlar (Türkmenler)” adıyla yazan Faruk Sümer ne
görmüştü, neyi keşfetmişti, ne de ısrar etmişti?
[17] Friedrich Cramer, Kaos ve Düzen: Sırat Köprüsündeki
Hayat, çev. Veysel Atayman, Belge y., İst., 1998, s. 51
[18] İlyaz Bingül, “İki Mezartaşı”, Kitap-lık, Aralık 2009,
sayı 133
[19] Bu satırları sarf eden devrimci yada “şair” İsmet Özel
Müslüman mıdır, asi Oğuz mudur?
[20] Y. Nambu, Kuarklar: Temel Parçacık Fiziğine Giriş, çev.
Zülal Kılıç, Sarmal y., İst., 1994 s. 13
[21] B. K. Ridley, Zaman, Uzay ve Şeyler, çev. Yeşim Özben,
Sarmal y., İst., 1996, s. 22
[22] B. K. Ridley, Zaman, Uzay ve Şeyler, çev. Yeşim Özben,
Sarmal y., İst., 1996, s. 25
[23] Faruk Sümer. Oğuzlar (Türkmenler), Ana y., İst., 3.
bs., 1980, s. 1
[24] Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarının
Etnik Kıyımı (1821-1922), çev. Fatma Sarıkaya, TTK, Ank., 2012, s. 1
[25] zikreden Ernst Bloch, Hıristiyanlıktaki Ateizm, çev.
Veysel Atayman, Ayrıntı y., İst., 2013, s. 89
[26] Alıntılanacak bir “kaynak”a maalesef henüz rastlamadım.
[27] N. M. Budayev, Kim Bu Çerkesler, çev. D. Ahsen Batur,
Selenge y., 2009, s. 42
[28] Sergey Grigoreviç Agacanov, Oğuzlar, çev. Ekber N.
Necef/ Ahmet Annaberdiyev, Selenge y., İst., 2002. s. 146, 162-3
[29] İgor Stravinsky, Müziğin Poetikası, çev. Cem Taylan,
Pan y., İst., 2000, s. 27
[30] “Su yaşlanır mı?” Beni kıskandıran bu nefis şairce
soruyu ilk ben sormak isterdim, kimyacı İlya Prigogine soruyor ve yanıtlıyor,
bense sıkıcı mı sıkıcı o kitabı okuyorum: “Jeolojik zaman dönemlerinde kararlı
olan bireysel molekülleri ele alırsak kuşkusuz hayır.” diyor, cevaptan hiç bi
şey anlamıyorum, olsun.
[31] Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, TTK., Ank., 3. bs., 1993,
s. 48
[32] Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi,
TTK., Ank., 1989, s. 17
[33] Osman Turan. “Türkler ve İslâmiyet”, Selçuklular ve
İslâmiyet, Ötüken y., İst., 7. bs., 2010 s, 30
[34] Neden? Çünkü başka türlü ifade edersen bu yazıyı hiç
bir yerde yayınlatamazsın canikom. Bu koşullarda hâlâ –sözümona- yazmak mı
alçaklık, yazmamak mı alçaklık sorusu önümde dağ gibi durmaktadır. Ünlü
tarihçimiz İlber Ortaylı’nın, Yusuf Halaçoğlu’nun sanırım Kayseri’deki kiraz
festivali benzeri bir etkinlikte yaptığı açıklamalar üzerine “faşistlikle”
suçlanması tartışmalarında “halkın önünde tarih mi anlatılır” yollu açıklaması
kulaklarıma küpedir bir. İki, ekmek teknem olacak doktora çalışmama onay
verecek jüri üyelerimin önünde ve de bu doktora çalışması yüzünden beş yıldır
eve ekmek götürmedğim karıma ne diyebilirim? Yada araştırmalarımı parasal vb.
fonlayarak destek verecek kurumlara arkamı yaslamadan… tarih nasıl yazılır?
[35] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler,
çev. Yıldız Moran, e y., 2. bs., 1984, İst., s. 41
[36] Erkan Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, TTK, Ank.,
2010, s. 35
[37] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, 2. bs., 1969, İst., s. 72
[38] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler,
çev. Yıldız Moran, e y., 2. bs., 1984, İst., s. 43
[39] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana y., İst., 3.
bs., 1980, s. 68-69
[40] Ekber N. Necef- Ahmet Annaberdiyev, Hazar Ötesi
Türkmenleri, Kaknüs y., İst., 2003, s. 187
[41] V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler,
hzl. Kâzım Yaşar Kopraman- Afşar İsmail Aka, Kült. Baklğ.., Ank. s. 151
[42] Sergey Grigoreviç Agacanov, Oğuzlar, çev. Ekber N.
Necef/ Ahmet Annaberdiyev, Selenge y., İst., 2002.
[43] Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev.
Osman Karatay, KaraM y., Çorum, 2. bs., 2006, s. 261 s. 259
[44] Erkan Göksu, Türkiye Selçuklularında Ordu, TTK, Ank.,
2010, s. 23
[45] Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu, çev.
Fatmagül Berktay, Kaynak y., İst., 1985, s. 28. Osman Turan bu görüşü, “tarihin
seyrine aykırı iddialar” olarak değerlendirir. Bak: Osman Turan, Selçuklular
Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, 2. bs., 1969, İst., s.
76
[46] Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu, çev.
Fatmagül Berktay, Kaynak y., İst., 1985, s. 28
[47] René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, çev. Reşat Uzmen,
Ötüken y., İst., 1980, s. 160
[48] Claude Cahen, Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, e
y., İst., 2. bs., 1984, s. 45-47
[49] Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev.
Osman Karatay, KaraM y., Çorum, 2. bs., 2006, s. 261
[50] Claude Cahen, Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, e
y., İst., 2. bs., 1984, s. 87
[51] Claude Cahen, Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, e
y., İst., 2. bs., 1984, s. 93
[52] Peter B. Golden, “Orta Asya’da İslâmiyetin İlk
Dönemleri ve Karahanlılar”, Erken İç Asya Tarihi içinde, derl. Denis Sinor.
Çev. Halil Berktay, İletişim y., İst. 4. bs., 2003 s. 490
[53] Claude Cahen, Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, e
y., İst., 2. bs., 1984, s. 82
[54] Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler,
çev. Yıldız Moran, e y., 2. bs., 1984, İst., s 39
[55] Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu, çev.
Fatmagül Berktay, Kaynak y., İst., 1985, s. 32
[56] zikreden Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş,
çev. Osman Karatay, KaraM y., Çorum, 2. bs., 2006, s. 264
[57] Adem Tülüce, Bizans Tarih Yazımında Öteki Selçuklu
Kimliği, Selenge y., İst., 2001, s. 27
[58] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Remzi y., 7. bs., 2003,
İst., s. 309
[59] Peter B. Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, çev.
Osman Karatay, KaraM y., Çorum, 2. bs., 2006, s. 260-261
[60] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, 2. bs., 1969, İst., s. 82
[61] Adem Tülüce, Bizans Tarih Yazımında Öteki Selçuklu
Kimliği, Selenge y., İst., 2001, s. 38
[62] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana y., 3. bs., 1980,
s. 97-99
[63] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana y., 3. bs.,
1980, s. 85
[64] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, Turan Neşriyat Yurdu, 2. bs., 1969, İst., s. 74
[65] Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Ana y., İst., 3.
bs., 1980, s. 105-108
[66] V. V. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, hzl.
Hakkı Dursun Yıldız, TTK., Ank., 1990, s. 330
[67] V. V. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, hzl.
Hakkı Dursun Yıldız, TTK., Ank., 1990, s. 326
[68] René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, çev. Reşat Uzmen,
Ötüken y., İst., 1980, s. 166
[69] René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, çev. Reşat Uzmen,
Ötüken y., İst., 1980, s. 162-163
[70] Ernst Bloch,
Hıristiyanlıktaki Ateizm, çev. Veysel Atayman, Ayrıntı y., İst., 2013, s.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder