Mayıs ‘68 – Sollers, Pleynet, Thibaudeau, Guillevic, Deleuze, Roubaud |
Hoşsun, akıllısın, kötü niyetlisin, hatta kötülüğe eğilimlisin. Ha gayret... Zira bana en son gönderdiğin ve kah söylenilenlere kah bizzat senin düşündüklerine ikisini harmanlayarak başvuran mektup, varsayılan rnutsuzluğumdan duyulan bir tür sevinçtir. Bir yandan köşeye sıkıştığımı, her açıdan, hayatta, öğretmenlikte, siyasette köşeye sıkıştığımı, yıldız müsveddesi olduğumu, bunun yine de çok uzun sürmeyeceğini ve işin içinden çıkamayacağımı söylüyorsun. Diğer yandan her zaman sizden geride olduğumu, sizin ey gerçek deneyciler ya da kahramanlar, sizin kanınızı emdiğimi ve zehirlerinizi tattığımı, ama size bakarak ve sizden yararlanarak hayatta kaldığımı söylüyorsun. Ben, bunların hiçbirini hissetmiyorum. Gerçek ya da sahte şizofrenler o kadar canımı sıkıyorlar ki, sevinç içinde paranoyaya dönüyorum. Yaşasın paranoya! Mektubunla bana biraz hınç (köşeye sıkıştın, köşeye sıkıştın, "itiraf et"...) ile biraz da vicdan rahatsızlığı (utanmıyorsun, geridesin...) değilse, ne aşılamak istiyorsun? Bana söyleyeceğin yalnızca bu idiyse, hiç değmezdi. Benim hakkımda bir kitap yazarak öcünü alıyorsun. Mektubun sahte bir merhametle ve gerçek bir öç alma isteğiyle dolu.
Gilles Deleuze – Müzakereler (Sert Bir Eleştirmene Mektup) s.11-20
Her şey esaslı bir kafa karışıklığını dışavuruyor –en önemli şey, “devrimciliğin” ne olduğu konusunda şimdilik “altedilmez” görünen bir yanılsamadır: Bu ise “devrimcilik” ile “tarihin” birbirine karıştırılması, aynı özneyle karşı karşıya olduğumuz hissiyatına kapılma halidir. Devrimcilik, bana öyle geliyor ki, insanların “devrim haline kapılmalarından”, “devrimci-oluşlara” bağlanmalarından başka bir şey değil. Tarih’in öznesi ile “devrimci oluşlar”ın öznesi birbirinden tümüyle farklıdır. [...] devrimci olmak ne bir “şecere”, ne bir “kuşak”, ne bir “fikriyat” ne “Tarihsel özne”, ne de bir “kimlik” işidir. Anadan doğma, a priori devrimcilik de ne ola ki? İnsanlar “devrimci oluşlara” yakalanmadan, yani “mücadeleye başlamadan” önce devrimci falan değildirler.
Ulus Baker – Dolaylı Eylem s. 305
0.
Başlarken (ya da başlamadan önce)
İştiraki dergisinin 1. sayısında Mustafa Karakalem imzası ile yayınlanan ‘’Deleuze Entelektüelin Afyonudur’’ başlıklı bir yazı ile karşılaştım. Yazı genel hatları ile Ulus Baker’in Deleuzecülüğü ve onu takip eden ‘’akademisyen ve yarı-akademisyenlerin’’ rizom, oluş, çokluk, otonomi, dostluk vs gibi kavramlarının eleştirisi etrafında şekilleniyor. Yazı yoğunlukla iki metni referans alarak bu kavramların eleştirisine koyuluyor. Bunlardan ilki Onur Eylül Kara’nın Birikim’de yayınlanan “Çokluğun Direnişi, Direnişin Çoğulluğu: VI Ulus Baker Buluşması'ndan Notlar” diğeri de minimal*’e [1] yazdığım ‘’Bir Birliktelik ve Mücadele Akışı Olarak: Rizom’’ yazılarıdır.
1.
Spinozist, Marksist, Deleuzecü ya da devrimci-olmak
Gezi Direniş(ler)i üzerine yazılan yazılarda direnişi bir özneleşme biçimi olarak görmek, otonomiden çekinmemek ve eyleyen çokluğun duyulur halini görünür hale getirmek her nedense Deleuze müritliği sayılır oldu. İşin daha da garip tarafı ortada bir Deleuze ilahlaştırması yokken Deleuze müritleri üretmek. Deleuzecü-olmak, Spinozist-olmak, Marksist-olmak, devrimci-olmak vs durumları kendi hesabıma bir kutsala aidiyet ya da bir reçeteye uyumdan çok sürekli varyasyon halindeki bedenlerimizin (ve elbette bedenlerimizin olduğu ölçüde fikirlerimizin de) etkilenim halleridir. Bir bedenin ne yapabileceğini bilmememizin sebebi de bedenlerimizin statik-kimlikler olarak değil dinamik-oluşlar olarak etkiliyor ve etkileniyor olmasından ileri gelir.
2.
Etik sorular, politik durumlar ve kavramsal yaratımlar
Tüm bu bedenlerimizin nasıl aktif hale geleceğine dair etik sorular, bir bedenin devrimci-oluşlara kapılmasına dair politik durumlar ve felsefece görmeye, düşünmeye ve anlamaya dayalı kavramsal yaratımlar da aynı düşüncenin zayıflığı altında bir tür ‘’geri çekilme’’ hatta ‘’kendi kuramsal kılıfı ile’’ geri çekilme olarak belirtiliyor Karakalem’in yazısında. Etik durumların yapıp etme kudretimizden ve bu kudrete dair her artışın neşesinden başka bir şeymiş gibi bir tür sevgi ve saygı çerçevesinde algılanmasından, kişisel olanın aynı zamanda ve ölçüde politik olamazmış gibi anlaşıldığından beri ve kavramsal yaratımlar reklamcılara terk edileli aynı kafa karışıklığı dışavurulup duruyor. Oysa bizatihi Deleuze değil midir ‘’kaçtığımızda sadece kaçmakla kalmadığımızı, aynı zamanda bir silah aramakta olduğumuzu’’ söyleyen.
Bir bedenin iradesi elbette ki bir belirlenim, etkilenim ve duygulanımlar yığınından bağımsız değildir. Bu anlamda varolanı kavramaya çalışırken kendi irademizle, gücümüzle değilse neyle direneceğiz. Hatta işi bir adım daha ileri götürüp, varolanın kavranmasının da ötesinde olması gereken için harekete geçmek, kendi irademiz, kudretimiz dahilinde olmayacaksa bir beden nasıl aktif hale gelecektir?
3.
İthal Deleuze
Paris ‘68’den ’99 Seattle isyanlarına ve Occupy Wall Street eylemlerinden Gezi direnişine uzanan direniş ve eylemlilik süreçlerinde sıkça dile getirilen temsilsizlik, otonomi, çokluk, dikey örgütlenme modelinin reddi ve rizomatik –ağ tipi- örgütlenme biçimleri her nedense bir tür Deleuze ithalciliği olarak sunulmaya çalışılıyor. Oysa Gezi ithal bir hareket değildi, zira Zapatistalar ve Chiapas deneyimi de otonominin, temsile karşı ifadenin, dikey olana karşı yataysallığın somut tezahürleridir.
4.
Her genelleme bir indirgemedir
Karakalem, bir ‘’semptom belirtemeye’’ girişerek Deleuzecülüğün sadece akademide kendine yer bulabildiğini belirtmekte. Akademide Deleuze düşüncesinin varlığı elbette kötü bir duruma karşılık gelmiyor, lakin şunu da sormadan geçemeyeceğim: Düşüncelerine sadece akademide yer bulabilen bu Deleuze ’68 Paris’inde barikatın önündeki Deleuze değil mi? Ya da Tekel Direnişinde pankartı asılan ve eylemlerde duvarlara yazılaması yapılan ‘’iktidar hayatı hedef aldığında hayat iktidara direniş olur’’ sözlerinin sahibi de aynı Deleuze değil mi? Sakın bu pankartı asan ve o yazılamayı yapan da akademi kaçkınları olmasın! Pek ala olabilir, hiçbir beis yok. Çünkü Ulus Baker’in hatırlattığı gibi devrimci olmak ne bir “şecere”, ne bir “kuşak”, ne bir “fikriyat” ne “Tarihsel özne”, ne de bir “kimlik” işidir. İnsanlar mücadeleye girmeden, devrimci-oluşlara kapılmadan önce devrimci falan değillerdir. Düşünce üretimi ya da genel zeka ne bir kuruma ne de bir kişiye mal edilebilecek bir yaratım şeklidir. Etkileşimseldir ve etkileşimsel olduğu ölçüde de mübadeleye sonsuzca açıktır.
5.
Kavramsal kakofoni mi estetik yaratım mı?
Şurası açık ki, felsefe hakikat hakkında mümkün olduğunca berrak, doğrudan ve lezzetsiz bir tarzda konuşma teşebbüsü değildir; ideal, dolambaca ve yön değişimine başvurmayan, ve örnekleri kalabalıklaştıran bütün karakterlerin isimlerinin Smith olduğu bir dil de değilidir. [2]
6.
Bir meslek olarak: Devrimcilik
Brecht, “protestolarda bulunmamız, ama onun dışında kendi işimiz gücümüzle uğraşmamız[ı] yeterli” görmez ve bunu “kötü bir biçimcilik” olarak addeder. Brecht’in bu (bağlamından ne kadar kopuk olup olmadığını bilmediğim) alıntısı ile devrimcilik adeta bir tür meslek haline getirilmeye, devrimciliğin yaşama içkin bir süreçten dışlanmasına hatta bir tür a-priori devrimcilik boyutuna ulaşılmaya meyledilmektedir. Ha gayret!
Kantıçı devrim, nesneyi anlağımıza sunarak bizi yasa koyucu kılıyorsa, Deleuzecü devrim, bu sunma işlemini tersine çevirir. Deleuze’ün düşünceye dair görüşü, ‘’yaşamı ölçen, sınır koyan ve kalıba döken’’ bir düşünce değildir, ama ‘’yaşamın olumlayıcı gücüdür’’ –yaşamla birlikte veya hatta yaşam olarak düşünen bir düşünce türü.
7.
Çokluk, Rizom, Oluş ve Yersiz Yurtsuzlaşma için bir kaç not*
*Nerde ortaklık orada Çokluk!
Çokluk, herkesin ve her şeyin kapsama alanı değildir. Çokluk, Hardt ve Negri'nin belirttiği gibi “potansiyel olarak toplumsal üretime katılan tüm figürlerden oluşur”. Ranciére’in ‘’payı olmayanlar’’ kavramı durumu daha berrak kılabilir. Renciére’e göre toplumsal uzlaşı ‘’payı olmayan’’ sınıfın ya da grubun görmezden gelinmesi ile sağlanır. Bu izlekte Ranciére siyaseti bu ‘’payı olmayan’’ sınıf ya da grubun düzenin işleyişine müdahale etme edimi olarak tanımlar. Bizim çokluk anlayışımız bu payı olmayanlar, ezilenler, güvencesizler, ötekiler kısacası kapitalizmle ‘’uyuşmazlık’’ içinde olan herkestir. Bir LGBTİ bireyinin, bir seks işçisinin bir tekstil işçisi ile olan ortaklığıdır çokluk. Mavi yakalı bir proleterin beyaz yakalı bir proleterle aynı sloganı atma ihtimalidir. Paolo Virno’nun belirttiği gibi çokluğu birliğin karşıtı gibi düşünmek abes olur. Asıl mesele bu birliğin nasıl bir birlik olacağıdır. [4] Elbette çokluk siyasal anlamda halkın tam karşısında yer alan bir kavramdır. Halk, devletin birliğine katılan tek tek atomlardan oluşan bir kitle iken çokluk bir tür ‘’öncel birliktir’’. Halk bir birliğin vaadi iken (önünde sonunda devlet olacak bir birliğin) çokluk birliğin şimdisidir, varılacak yer ve kalkış noktasıdır.
*Soğan, sarmısak, kök-sap ya da Rizom!
Rizomatik yazma, var oluş ve/veya oluş, sürekli dönüşümün bir ortamı olmadığı gibi, basitçe şeyleri özümseyen bir süreç de değildir. Rizom tarafından yaratılan ilişkisel ortam, ilişkilerin gidişatının tarzının başkalaştığı, akışların ve kolektif arzunun geliştiği evrimsel çevreye biçim verir. Rizomatik tarafından üretilmiş hiçbir sabit ortam yoktur; vürtüel ve dağınık parçalar dışında yaratılmış hiçbir bütünlük yoktur. Daha ziyade, rizom aracılığıyla noktalar asamblajı biçimlendirir, çoklu seyir sistemleri muhtemelen kopmuş veya kırılmış topolojilerin içinde birikir; sırayla, bazı asamblajlar ve tipolojiler bambaşka ve kompleks karşılaşma ve işaretler aracılığıyla değişir, bölünür ve çoğaltılır. Rizom, analoji veya ikili-yapılar olmaksızın düşünmenin güçlü bir yoludur. Rizom ile ilgili olarak düşünmek, herhangi bir fikre, etkinliğe veya kavrama varabileceğiniz çoklu yolları açığa çıkarmaktır - dünya aracılığıyla bir araya gelen düşünce ve eylemden, her zaman herhangi bir bedene girişin birçok ve çeşitli biçimi olmanıza yol açan düşünce. [5]
*‘’erkek-oluş’’ diye bir şey neden yoktur?
Gerçek oluşlar molekülerdir, zira onlar her an değişebilen ve yeniden gruplanabilen unsurlar ve özelliklerden müteşekkildir. [...] İlk bakışta ‘’erkek oluş diye bir şey neden yoktur?’’ sorusunun yanıtı oldukça açıktır: Oluş, erkeği, diğer her şeyin (kapitalizm, ataerkillik) etrafında inşa edildiği molar kendilik olma pozisyonundan yersiz yurtsuzlaştırır. ‘’Majör’ün en mükemmel örneği erkektir...standart durumunun belirlenmesidir’’ der Deleuze ve Guattari.[6]
* Olumlayıcı bir yersiz-yurtsuzlaşma
Deleuze ve Guattari, göreli ve mutlak yersizyurtsuzlaşma dedikleri iki çizgiyi ayırt ederler. Göreli yersiz-yurtsuzlaşma, bir yerden koparak bir başka yerde yeniden yer yurt edinmeyle sonuçlanan öngörülebilir bir hareket oluşturur. [...] Tüm sesleri kat eden bir müzikal dizi çalınırken arada majör bir akorun kapalı yapısı sınırları belirler. Oysa mutlak yersiz-yurtsuzlaşma sadece bir yerden kopmayı değil, yerin kendisini de koparmayı işaret eder. Göreli yersiz-yurtsuzlaşmada hep bir geri dönüş gerçekleşir ama mutlak yersiz-yurtsuzlaşma geri dönük hareketlerden bağımsızlaşarak kaçış çizgilerinin olumlu bir anlamını keşfeder (Deleuze, 1988: 133) Olumlayıcı bir yersiz-yurtsuzlaşma yerin üstünde değil belki de altından, katmanların, durağanlıkların, değişmezlerin altından gerçekleşir. Bir dip akıntısı gibi her yersiz-yurtsuzlaşma kendi yerini de yersiz-yurtsuzlaştırır. [...] Bu trafikten çıkmak, toplumsal kaçış çizgilerini izlemekle mümkün olabilir. [7]
8.
Bitirirken (ya da başka bir sohbet için prolog)
Metin boyunca olabildiğince polemiğe dönüşebilecek söylemlerden kaçınmaya çalıştım ancak metin bir cevap niteliğinde olduğu için ister istemez ve yer yer böyle kaymalar olmuş olabilir. Tartışma, sohbet elbette bir düşünce yaratımının ön koşuludur ancak; havada kalan söylemler, (Deleuze okumuş isen akademisyen ya da küçük burjuvasın!) saldırgan tavırlar (hezeyanlardan kuram yapmak) ve kel alaka saptamalar (düşmana gösterilen hoşgörü ile devrime ve devrimcilere sövdüğümüz savı) bir düşünce üretiminine bir sohbete çağrının ötesinde bir tür ağız dalaşına çağrı gibi duruyor ne yazık ki. Düşünce, der, Deleuze, ‘’Mr. Rorty’s’de [hoş] bir akşam yemeği söyleşisinde’’ geliştirilmez, düşüncemizi daha ziyade önceki düşünce tarzımızı sarsan ve ona darbe vuran şiddetli karşılaşmalarda geliştiririz.
Deleuze, entelektüelin afyonu değildir, ruhsuz bir dünyanın ruhu da!
Uyumsuz Ütopya
[23 Mayıs 2014]
Atıf Nesneleri
[1] http://potlac.tumblr.com/
[2] Joe Hughes, Deleuzeden Sonra Felsefe, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 2014
[3] a.g.e.
[4] skopdergi, Paolo Virno ile Söyleşi, Sayı 4
[5] Felicity J. Colman, Rizom [Köksap] Nedir? Çev: Oğuz Karayemiş*
[6] Damian Sutton, David Martin-Jones, Yeni Bir Bakışla Deleuze, Kolektif Kitap, 2013
[7] Sercan Çalcı, Deleuze ve Guattari’de Dilin Yersiz-yurtsuzlaşması...erişim: 2014-05-23*
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder