KAPİTALİZM VE ŞİZ0FRENİ
GÖÇEBEBİLİMİ İNCELEMESİ: SAVAŞ
MAKİNASI GILLES DELEUZE FELIX GUATTARI
BİN YAYLA
Türkçesi: Ali Akay
Capitalisme et Schizoprenie Mille
Plateaux'dan
'Trait de Nomadologie' adlı
bolumun çevirisi. (Edition de Minuit, 1980)
ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ
Gilles Deleuze'un, Felix Guattarj
ile yaptığı Kapitalizm ve Şizofreni çalışmasının bir bölümünü Türkçeye çevirmek
istedik. Deleuze'un göçebe zihniyetinin, örneklerle sunulduğu bu çalışmada, devletlerle
savaş makinası arasındaki ilişki gösterilmiştir. Savaş makinası adının belirttiği
gibi savaşı değil, “savaşmamayı” içerir. Önemli gibi duran savaş makinasının
merkezkaç kuvveti ve hız ile olan ilişkisidir: “Ağırlık merkezi, gravitas,
devletin tozudur.” Bu devletin hızı bilmediğinden dolayı değil, ama onun
hareketin en hızlısının pürtüklü olan bu mekanda bir noktadan başka bir noktaya
giderek, görece bir “deri değiştirmesi” karakteri haline gelmek için,
kaygan mekanı işgal eden devingenin saltık durumunda olmaktan çıkmasına ihtiyacı
olduğundandır.
Celeritas savaş makinasının
kaygan mekanı kat etmesidir. Devletlerin ise pürtüklü mekanlar kurdukları doğrudur.
Deleuze ve Guattari için kaygan mekan go oyunudur. Taşlar arasında bir hiyerarşi
yoktur. Halbuki satranç oyununda her piyonun yeri ve oyun bicimi belli olduğu
gibi, vezirin, atın yönleri de önceden belirlenmiştir. Devletler savaş
makinasının dışarısındadır ve savaş makinasını kendilerine çekerler. Ondan bir
ordu, polis, asker, işçi oluşturmaya çalışırlar.
Göçebebilimi adını verdikleri
bilim göçebelerin buluşudur ve devletler bunları kullanmışlardır. Tıpkı göçebe
düşünürleri olan bilim adamlarının devlet memuru konumuna indirilip devletin
amaçları için çalıştırılmaları gibi bir şeydir bu: <<İş gücünü yerleşikleştirmek,
saptamak, iş akımının devinimini kurallaştırmak, ona kanal ve su yolları ayırmak,
örgüt anlamında loncalar oluşturmak ve gerisi için, zoraki, emek gücünü
çağırmak bu yerlerde (angarya) veya yoksulların İçinden (yardımseverlik atölyelerinde)
işe almak-bu daima bedenin göçebeliğini ve çete serserilerini yenmeyi kendine
hedef edinen devletin ilk işlerinden biri olmuştur.≫
Deleuze ve Guattari devletlerin
ideolojileriyle karıştırılmaması gereken nooloji'yi sunarlar. Nooloji düşüncenin
imgesine verilen addır. Düşüncenin tarihi olarak araştırılmasıdır. Nooloji'nin
hızı ve çabukluğuna karşı ideoloji ağır ve merkezidir. Düşünürler arasından en
hareketlilerinden Nietzsche karşı düşüncelerini sunan filozoftur.
Deleuze ve Guattari'nin ilk
olarak 1972'de yayımlanan L'Anti-Oedipe (Anti-Oidipus) kitabı, 1968 sonrasının
Marx ve Freud ikilisinin (Marcuse) yeniden düzenlenmesi olmuştur. Ama Deleuze
bu kitapta ne Marx'ı Marx, ne de Freud'u Freud olarak ele alır. Aralarına bir
göçebe düşünürü katar: Nietzsche.
Marx ve Freud, Nietzsche'nin bakış
açısından okunmaya girişilir. Ve zaten Guattari, Lacan ile kopan
psikanalistlerden biridir, Deleuze ise 1962'den beri Nietzsche'ci bir
düşünürdür (G. Deleuze, Nietzsche et la philosophie, P.U.F. Paris 1962).
Yaptığımız çeviri, birinci
cildinin adı Anti-Oidipus olan Kapitalizm ve Şizofreni'nin ikinci cildi olan
Mille Plateauoc (Bin Yayla) kitabından bir bölümü içerir: Göçebebilimi İncelemesi.
Kapitalizm ve Şizofreni arasındaki
bağ şudur: Psikanaliz de Kapitalizm de bunalımların sistemidir. Bunalımlar
sayesinde yaşarlar. Luc-rece'in demiş olduğu gibi, “İktidarların
hastalıklı kişilere ihtiyaçları vardır ki, bunlar hastalıklarını sağlıklı kişilere
geçirebilsinler” söylemi Kapitalizm için de Psikanaliz için de
geçerlidir. Yani Kapitalizm bunalımları ve çelişkileri sonucu yıkılacaktır tezi
burada bir duvara toslar (kar yüzdelerinin düşüş eğilimi). Asla kimse
çelişkiden ölmedi.
Deleuze ve Guattari için kapitalizm
çelişkilerinden yıkılmaz, tersine çelişki ve bunalımları sayesinde kendini
yeniler ve aşar. Bunalımlar sayesinde yaşamını sürdürür. Tıpkı psikanalizin de
bunalımlı insanlara gereksinimi olması gibidir bu. Sistemin dışında kalan ise şizofrenidir.
Deleuze ve Guattari “Göçebebilimi
İncelemesi” bölümünde göçebebiliminin evrimsel olmadığını, epistemolojik
olarak (Clastres) gösterirler. Bu Kuhn'un paradigmaları veya Foucault'nun
episteme'sine benzetilebilir. Aralarında hiyerarşi yoktur, ne de evrimsellik
vardır. Clastres'dan yola çıkarak devletin savaş makinasının dışında olduğu
epistemolojik olarak gösterilir. “Savaş makinası” göçebelerin buluşudur
ve askeri kurumlardan farklıdır. Bu
tarihi olarak sorunsallaştırılır ve incelenir. Savaş makinası bir göçebe varlığını
gerektirir ve göçebelerin numarasal bir örgütlenme biçimi vardır. Sayılayıcı sayı
göçebelerin örgütlenme biçimidir. Bu fethedilen kaygan mekanın doğasından
kaynaklanır. Böylece “sayı özne haline gelir.” Sayı ne hesaplama, ne de ölçme aracıdır, o bir yer değiştirme
aracıdır. Devletlerin geometrileri vardır. Bu geometri kulelerle,
kalelerle pürtüklü mekanı ortaya çıkarır. Onlar, yüzler ve binler sisteminin
onbaşı, yüzbaşı, binbaşısı göçebelerin buluşudur.≫ Bozkırlarda Cengiz Han kendi
büyük bileşimini oluşturduğu zaman, soydaşlarını numaralayarak örgütler ve
soydaş grubun savaşçıları şifrelerle ve şeflere tabii tutulurlar (onluklar,
yüzlükler, binlikler). Devletin
sayıları, sayılayıcı sayı değildir; onların ritimleri resmi geçit ritimleridir.
Göçebebiliminin yersiz-yurtsuzlaşmalarının eylemine karşı devletlerin
yerineyurduna sokma, kodlama mekanizmaları vardır.
En özgün, çağdaş filozoflardan
biri olarak tanınan G. Deleuze'un Türk diline aktarılmasında bazı zorluklar
ortaya çıkmaktadır. Foucault gibi Deleuze ve Guattari de dilbiliminin ve
sözdiziminin baskıcı etkisinden uzaklaşan “şizofrenik” bir yazıyı
ortaya atarlar: çünkü şizofrenler, kapitalist sistemin dışında duran ve sisteme
boyun eğmeyenlerdir; buradan şizofrenlerin devrimci oldukları gibi bir şey algılanmamalıdır,
çünkü onlar da belirli çizgileri izleyebilirler. Şizofrenlerin Göçebebilimi ve
kaygan mekanlarla bağları, yaratıcı olduklarında ortaya çıkabilecektir.
Ayrıca Deleuze'un dostu, F.
Chatelet'nin anısına 1987'de College International de Philosophie'de yaptığı
konuşmanın metni de bu yıl (1988) Minuit Yayınlarınca yayımlandı. Bu metnin
Türkçesini de ortaya çıkarıp, göçebebilimiyle birleştirdik. Çünkü bu kadar kısa
ve özgün bir metnin tek başına yayınlanma zorluğu baş gösterecekti. Böylece
yukarıdaki metinle Göçebebiliminin ilgisini de göstermek istedik, iki metin de
aynı düşüncenin (tekil düşüncenin) yansıtılmasıdır. Ve ikisi de göçebe düşüncesinin
fikridir. Chatelet de Deleuze ile aynı üniversitede derslerini verdi ve
Foucault ile birlikte Paris VIII Vincennes Üniversite’sinin Felsefe bölümünün kuruluşunda
ön planda rol aldı. Foucault'nun daha sonra Paris Vlll'i bırakmasına karşın
Deleuze ve Chatelet bu üniversiteyi hiçbir zaman terk etmediler (*).
Ali Akay, Paris, 27 Kasım 1988
(*) Bu üniversitenin tarihinde
bir yıkım ve bir göç söz konusudur. İlk olarak 1968 sonrası Vincennes Ormanları’nda
kurulan Üniversite 1980 yılında Paris Belediye Başkanı J. Chirac'm arzusuyla belediyenin
alanı olarak hukuki bir konuma sahip olduğundan, buldozerlerle ve balyoz
darbeleriyle birkaç saatte yıkıldı. Üniversite Saint-Denis banliyösüne göç
etmek zorunda kaldı. Bu uzun yürüyüş üniversitenin konumunu ve ismini de değiştirdi.
Buna rağmen eski Vincennes'liler hala ona Saint-Denis'deki Vincennes
Universitesi adını vermekteler.
Kapakta niçin 'Siyah Kalem"?
Deleuze ve Guattari'nin ortak
olarak yazdıkları kitaplarda önemli olan 'yazar'ın ortadan kaldırılması, anonimanın
ön plana çıkmasıdır. Kimin neyi yazdığı belli olmadan, özne, yazar olmadan,
birey olmadan bir “özneisellik sürecine” girebilmek, bu işte M.Ş. İpşiroğlu'nun
“Siyah
Kalem ressamları” adını verdiği “kimliği belli olmayan”
bir sanatçılar grubunu belirtmesinden gelmektedir. Göçebe kampının göçebebilimiyle
bir münasebeti olduğu kadar, “Siyah Kalem ressamlarının”
anonimliği de Deleuze ve Guattari'nin düşüncesine tam oturmaktadır. Deleuze ve
Guattari'nin kendilerine 'üstad' diyemeyecekleri, her türlü iktidardan
kaçmaları gibi siyah kalemlerin de kendilerine “üstad” diyecekleri düşünülemez.
(1) “Üstad Mehmet Siyah Kalem” adının da “bu eserleri yapanın imzasını”
taşımaktan çok, “tek bir ustanın eserleri olmadığını
belirginleştirdiğini” de belirtir İpşiroğlu. Deleuze ve Guattari de Proust'un
“anlatan
kişi”
olarak yazarlıktan kurtulduğunu belirtirler; Proust'un kitabında da, zaman unsuru
önemliyse, bu, her gerçeğin aslında bir zaman gerçeği olmasından dolayıdır. İşte
burada Proust filozofi ile bir ilişkiye girer." (2)
Yazının bir hızı olduğu gibi
dilbiliminin ve sözdiziminin bir ideolojisi vardır. Önemli olan dili bozmak, “dili
mayınlamak”, “kendi dilinde yabancı olmak”sa,
biz de Türkçemizin bozukluğunun ya da “mahvolmuşluğu”nun tartışmalarına
girmektense, hızlı bir şekilde dilimizi kat edip, ondan yabancı bir dil oluşturmaya
çalıştığımızda ancak dilin altında, onun aşkınlığı altında ezilmeden kendi
içkinlik planlarımızı oluşturabiliriz.
Ali Akay
(1) M.Ş. İpşiroğlu, İslam’da
Resim, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Sanat dizisi: 14, 1973, s. 63.
(2) G. Deleuze, Proust et les
signes P.U.F. 1964, s. 115, Araştırma, yani Geçmiş Zaman Peşinde.
Chatelet'nin anısına
Perudes'den Verdi'ye Francois Chatelet'nin felsefesi. (*)
(* Bu metin F. Chatelet'nin anısına
yapılan bir kolokyumu kapatan konuşmanın metnidir.) (Ç.N.)
G. Deleuze
Chatelet daima kendini bir usçu
olarak tanımlamıştır, ama hangi usçuluk? Marx'a, Hegel'e ve Platon'a başvurur
durur. Her şeyden önce ve buna rağmen Chatelet Aristocudur, öyleyse onu bir
Aziz
Thomas’tan ayıran nedir? Şüphesiz tanrıyı itme biçimi ve her türlü aşkınlık. Bütün aşkınlıklar, öbür dünyaya duyulan bütün inançlar, o bunlara “işe burnunu sokanlar” adını verir. Ondan daha önce böyle sakin bir tanrıtanımaz olmadı, tabii ki Nietzsche hariç. Sakin tanrıtanımazlıktan, Tanrı'nın bir sorun olmamasını, Tanrı'nın varlığını veya hatta onun ölümünün sorun olmadığını sanmayalım, tersine kazanılmış koşulların hakiki sorunları doğurduğunu anlayalım. Bundan başka alçakgönüllülük yoktur. Asla felsefe böyle salt içkin bir alana daha kuvvetle yerleşmedi.
Thomas’tan ayıran nedir? Şüphesiz tanrıyı itme biçimi ve her türlü aşkınlık. Bütün aşkınlıklar, öbür dünyaya duyulan bütün inançlar, o bunlara “işe burnunu sokanlar” adını verir. Ondan daha önce böyle sakin bir tanrıtanımaz olmadı, tabii ki Nietzsche hariç. Sakin tanrıtanımazlıktan, Tanrı'nın bir sorun olmamasını, Tanrı'nın varlığını veya hatta onun ölümünün sorun olmadığını sanmayalım, tersine kazanılmış koşulların hakiki sorunları doğurduğunu anlayalım. Bundan başka alçakgönüllülük yoktur. Asla felsefe böyle salt içkin bir alana daha kuvvetle yerleşmedi.
Bizim felsefe jargonumuzda, her
turlu açıklamanın kaynağı ve üstün bir gerçek olarak konulan bir ilkeye aşkınlık
deriz. Sözcük hoş ve gündelik. Başkasının işine burnunu sokanlar, küçük veya
büyük bir grubun liderinden Amerika Birleşik Devletleri'nin Cumhurbaşkanına
kadar, psikiyatristten genel müdüre kadar, bunlar aşkınlık darbeleriyle iş
görürler, tıpkı bir sokak şarapçısının kırmızı şarap darbeleriyle iş görmesi
gibi bir şey. Ortaçağ Tanrısı derin bilimsel başlığından ve gücünden bir şey kaybetmeden
dağıldı: Bilim, işçi sınıfı, vatan, ilerleme, sağlık, emniyet, demokrasi,
sosyalizm – liste çok uzayabilir- bunlar hep o Tanrı'dan arta kalanlardır. Bu aşkınlıklar
onun yerini aldılar. (Orada halihazırda beklediğini söylemek yeterlidir). Onlar
mahvetme ve örgütleme görevlerini çiğ bir vahşetle yürütürler (Les annees de
demolition, s. 263) (F. Chatelet'nin yıkım yılları kitabı).
İçkinlik, içkinlik alanı, Eylem-Kuvvet
ilişkisinde belirir. Bu iki kavram yalnızca beraber var olabilirler, birbirlerinden
ayrılamazlar. Chatelet, işte bu nedenden dolayı Aristocudur. Ve öncelikle
kuvvet için bir hayranlık duyar: İnsan kuvvetlidir, İnsan maddedir... Politik iktidar beni kesinlikle
çekmemiştir. Karşı-iktidar, iktidarın karşısı, benim gözümde tuzaktır.
Beni ilgilendiren kuvvettir,
iktidarı da iktidar yapan zaten budur. Halbuki kuvvet, kesinlikle söylemek gerekirse,
her birisidir. Yapabildiğimi yapmaktan - ≪haber aldığım≫
burada ve burada kuvvetin kapılması mekanizmalarını anlamak ve maskesini
indirmek için, kuvvetimi belli etmekten haz duyarım.
Belki de kuvvet tadımı geliştirmek,
bunu benim için de canlı kılmak ve etrafımda bir kuvveti uyandırmak ve uyanık
tutmak için. Kuvvet; buna özgürlük de denir.≫
(Chronique des idees perdues, s 218)
(F. Chatelet, Kaybolan Yılların Güncesi).
Nasıl eyleme geçmek ve bu
kuvvetin eylemi hangisidir? Eylem akıldır. Anlayalım ki, akıl bir yeti değildir,
ama bir süreçtir ve bir maddeyi biçimlendirmeyi veya kuvveti güçlendirmeyi
içerir. Akim bir çoğulluğu vardır; çünkü maddeyi düşünmek için hiç bir
motifimiz yoktur, ne de tek olan eylemimiz vardır. Herhangi bir çoklukta, bir
bütünde, her seferinde belli bir maddede insani ilişkileri kurduğumuzda bir
usçuluk süreci yaratır ve tanımlarız. Eylemin kendisi, ilişki olarak daima
siyasidir. Bu sitede olabilir, ama benim içimde, başka gruplarda, küçük gruplarda
da olabilir, sadece benim içimde de. Psikoloji veya tek kabul edilebilmen
psikoloji bir siyasettir, çünkü kendimle insani ilişkiler, her zaman, lazımdır.
Psikoloji değil, İdenin bir siyaseti vardır. Metafizik değil, varlığın siyaseti
vardır.
(Cümlenin bozukluğu bilmem
çeviriden mi yoksa tarama sorunlarından mıdır ama, doğrusu sanırım öyle olmalı:
“Psikoloji veya tek kabul edilebilmen
psikolojik bir siyasettir, çünkü kendimle insani ilişkiler, her zaman, lazımdır.
Psikolojinin değil, İdenin bir siyaseti vardır. Metafiziğin değil, varlığın
siyaseti vardır.” M.İ.)
Bilim değil maddenin siyaseti,
çünkü insanın kendisi maddeyle doludur. Hatta hastalık bile, yemlemediği vakit,
≪yönetilmesi≫
gereken bir şeydir ve zorunlu olarak insani ilişkileri buna yerleştirmek lazımdır.
Ya da sesli bir madde : Gam veya bir gam (müzikte) bu madde öyle ki, kuvvetini güncelleştirsin
ve kendisi insani olsun diye, insani ilişkileri içeren bir usçuluk surecidir.
Marx bu anlamda duyu organlarını
çözümlemekteydi ve onlarca insan-doğa içkinliğini göstermekteydi: kulak, sesli
nesne müzikal olduğu zaman insanileşir. Kılgıları ve kılgıyı, insanın eylemini
veya oluşunu içeren birçok usçuluk sürecinin bütünüdür bu. Bu acıdan bir
jenerik veya tarihi bakış alışınca, bir insani bütünlük var mı yok mu
bilemiyoruz.
Salt bir kuvvetin, eylemden ayrı
olduğu bizi hayran bırakacak insani bir madde var mıdır? Bizde, bunun tersi
olmadan, özgürlük olamaz: Demin Chatelet ≪kopmadan
bahsetmekteydi. Herhalde, bu, kuvvetin kapalı bir eylemi, onu gerçekleştirmeye
kabil olan eyleme karşıt olmalı. Aklın tersi olmaktan çok onun bir ≪öbüryüzü≫,
bir kısıtlama, bir yabancılaşma, ama insani ilişki yokmuşçasına sanki insani
ilişkinin kendisine içkin veya içeriden bir ilişki, insana ait bir insansızlık:
İnsanın insanı yenmeye veya insana yenilmeye çalıştığı bir güç olan özgürlük. Kuvvet
pathos'tur, yani edilgenliktir, algılamadır, ama algılama öncelikle darbe alma,
darbe vurma kuvvetidir: tuhaf bir dayanıklılık. Şüphesiz her seferinde
efendilerin eylemi olan hakimiyet sistemlerinin tarihi yapılabilir; ama bu
yedikleri tekmeler adına tekme atmak iştahı olmadan bir hiçtir. Spinoza'nın söylemiş
olduğu gibi insanlar sanki özgürlük için mücadele edermişçesine hizmetkârlıkları
için mücadele etmektedirler. Öyle ki, tekme atılsın veya yenilsin, iktidar
insanın doğal varlığının edilgenliği olmadan insanın sosyal varlığının eylemi
olamaz. Chatelet'nin Celalde Limon’da izlerini bulduğu toprak ve savaş
bütünlüğü. Yahut Marksizm ki, o asla tarihi insanın eylemini, onun cifti
olmadan doğal varlığın edilgenliğinden ayırmamıştır:
Akıl ve susuzluğu, bu Marx’ı temasının kendisi olduğu gibi,
bizimkidir de... İnsanlığın toprağına bağlı, efektif edilgenliğin eleştirisinin
bilimi olmak ister. İnsan olumlu olduğu için ölmez (yalancı olduğundan Chatelet'de
daimi olarak, en azından dünyanın bir ümitsizliği için, müthiş nezaket dolu
Patnos’a ait değerler yok mudur? Eğer insanlar kendi aralarında birbirlerini yıkıma
uğratıyorlarsa, belki de kendi kendisinin kuyusunu kazmak yeğlenebilir; hem de
romanesk ve hatta güzel koşullarda. Fitzgerald≪Tüm yaşam tabii ki bir yıkım sürecidir≫
diyordu. Bu ≪tabii ki≫ bir içkinlik belirtisidir: İnsanın
kendisinin insanlık dışı olan bir ilişkisi. Chatelet'nin tek romanı olan 'Yıkım
Yılları' (Les annees de demolition) Fitzgeraldiyan bir ilhama, felaketin bir
zarafetine eşlik eder. Olunsa bile, müzik gibi muhteşem bir ögede olumun
denemesini, arzunun yerine, yatırıma koymak niye yapılmasın? Bu psikanalizin değil,
ama siyasetin uğraşıdır. Bir kimseyi veya bir topluluğu kat edebilen bu yıkım dolayı
da yalan söylemez) ne de ≪sevgi≫ olduğu
için âşık olur: İnsan olur, çünkü hayvan yerine konulur; çünkü oldurulur. Tarihi
materyalizm bu olguları bize anımsatır ve Marx Kapital'de belli bir dönemde
-ayrıca çok belirgin bir dönemde- edilgenliğin olgusunu veren bir dönemde
yönden çözümleme mekanizmalarını sağlayan yöntemin belli ana hatlarını ortaya
çıkarmıştır≫ (Questions, Objections, s. 115) (F. Chatelet, Soru ve İtirazlar).
Pathos'un ikinci bir değeri daha vardır, nezaket.
Başından beri aklın bir eyleminin başlangıcı, insanlar
arası ilişkilerin bir
eskizi olan gerçekte olan Yunan nezaketi. İnsan ilişkileri bir ölçüyle, siteyi değerlendiren
mekânın örgütüyle başlar, insanlar arasındaki geometrik olan, hiyerarşik
olmayan tam bir mesafenin kurulması sanatı, darbe vurmamak veya almamak için,
ne çok yakın ne de çok uzak olmak. İnsanların birbirleriyle karşılaşmalarından
bir rit, işin içinde biraz şizofreni de olsa bir içkinlik riti yapmak.
Vernant'-uı ve Genet'nin bize hatırlatmış oldukları, Eski Yunanlıların bize
öğretmiş oldukları gibi, kurulu bir merkeze çivilenip kalmamak ve özgür
insanlarca gerçekleştirilen değiş tokuş edilebilen ve simetrik ilişkiler
kimilerini örgütleyebilmek için insanın kendisiyle birlikte bir merkezi taşıyabilme
kabiliyetine sahip olmak. Belki de dünyan ümitsiz durumundan kurtulmanın
yeterli yolu budur: Gitgide nazik insan sayısı azalmaktadır, hâlbuki en az iki
nazik insan lazımdır ki bir ilişki kurulabilsin. F. Chatelet'nin aşırı nezaketi
de pat-hos'un üçüncü bir değeri için bir maskeydi ve buna sıcak bir iyi
dileklilik adı verilebilir. Buna rağmen hatta bu değer, bu kalite Chatelet'ye
atfedilse bile, bu ad da uygun değildir: Ama bir kalite veya bir değerden çok
buna düşüncenin düzenlenmesi, eylemi denilebilir. Bu şunu içerir: Birinin
kendinde veya kendisinin dışında, usçuluk surecini yerleştirmeye nasıl kabil
olacağını bilmemek. Şüphesiz neye ihtiyacı vardır, yıkımdan çıkmak için hangi
yönteme başvurmalıdır? Büyük bir ihtimalle hepimiz bir yıkım sureci içinde
doğuyoruz, ama hiç bir şansı kaçırmamalıyız. Mutlak akıl diye bir şey veya
tamamen bir usçuluk yoktur. Kişilere gruplara, dönemlere, yerlere göre çok
değişik, ayrışık usçuluk süreçleri vardır. Bunlar oluk doğmakta, kaymakta,
çıkmazlara saplanmaktadırlar, ama başka yerlerde yeniden ortaya çıkarlar ve buralarda
yeni ölçülerle, yeni ritimlerle ve tavırlarla işlerler.
Usçuluk süreçlerinin
çokluğu gerek epistemolojik (Koyre, Bachelard, Canguilhem) gerekse
sosyo-politik (Max Weber) çözümlemelerin nesnesi oldular. Ve Foucault son
kitaplarında bu çokluğu yeni bir etik projesini oluşturacak olan insan ilişkilerinin
çözümlemesine doğru yönlendirdi. Foucault, buna ≪öznesellik süreçleri≫
adını vermekteydi: İnsan kendi kendisiyle kurduğu ilişkilerde yabancılaşma veya
özgürleşme konumlarında duran bir akim tarihi kırıklığını, yol
değiştirmelerini, sapmalarını gösteriyordu. Ve bunun için daimi bir ak İm(?)
mucizesini, her turlu sefil mucizeyi bulmak için değil, ama sadece başkalarının
bambaşka tarzlarda ve koşullarda onları izleyecekleri bir sürü usçulaşma
süreçlerinin belki de birincisini oluşturan diagnostiği yapmak için, Foucault
eski Yunanlılara kadar uzanmak zorunda kaldı.
Foucault, Yunan sitesini
yeni bir mekânın örgütlemesi olarak değil, ama özgür insanlar veya vatandaşlar
arası rakip olarak tanımlanabilecek insani ilişkiler olarak belirtiyordu
(siyasette olduğu gibi, sevgide, jimnastikte, hukukta...) : Bir oznelselliği ve
usçuluğun uzantısında özgür insan, kendi kendini, ancak ilkede, yönetmeye kabil
olduğu zaman diğerlerini yönetmeye kabildir. Kurucu eylem olarak
niteleyemeyeceğimiz, ama kırık bir zincirde tekil bir olay olarak
sunabileceğimiz tamamen Yunanlı eylemi veya suru budur. Ve şüphesiz Chatelet
kendi hesabına bu nedenden dolayı Yunan sitesinden yola çıkmakta ve burada bir
çıkış noktası bulmaktaydı. Böylece Foucault ile çakıştı. Adalet fikri
Chatelet'ye Yunan sitesini tanımlatıyordu, sadece diğer kavramlarla olan
ayrımında değil, (papaz, imparatorluk memuru) ama buna ait olan uslaşma sürecinde
ortaya çıkan ve bunlara bağlı olduğunda da (örneğin şans oyunları). Şans
oyunları nasıl bir akıl eyleminde alındı, kimse bunu Chatelet'den iyi
göstermedi.
Chatelet için de
uslaşma tarihi ve siyasi bir süreçtir ve Atina'da ilk olarak baş gösterdiği
gibi kaybını da, yok oluşunu da tanımıştır; Perikles'den ayrılan olaylar başka
süreçlerde, başka şekilde olay haline
gelmişlerdir. Atina
ebedi bir akim olayı değil, ama geçici bir usçuluk surecinin tekil bir olayı
olmakla
daha büyük bir
paralellik kazanmıştır.
Hukuki olarak tek ve
evrensel bir akıl olarak düşündüğümüzde Chatelet'nin ≪burnunu
sokmak≫ adını verdiği metafizik bir nezaketsizliğe düşeriz.
Bunun teşhisini Platon da yapmıştır; ama akılda sadece ve sadece insani bir
yeti, insanın sonunun bir yetisini bulduğumuzda hala teolojik bir aşkınlık
içindeyizdir. Süreçlerin çokluğu yerine sanki şiddet söylemin içinde yuvasını
kurup, ona bir suru yönlendirme yaparmış gibi şiddete karşı duran söylemin
ikiliğini dikeriz. Chatelet uzun sure Erici Wen’in derin etkisiyle, Hegel'ci ve
Platon'cu bir modeli takip ederek, söylem ve şiddet karşıtlığına inandı. Ama
kendinin bulduğu, tersine insana has bir insanlık dişiliğin konuşulduğu söylem
oldu: Kendi usçuluk surecinde, bu sureci ortaya koymak söyleme aittir ve bu
bazı motiflerin etkisi sadece bir oluşumda ve bazı olayların yararına
mümkündür. Tarihin doğuşu (Naissance de Fhistoire), onun önemini yapan
Chatelet'nin Platon ve Hegel'den çok Tusidid'e yakın bir logos'un veya söylemin
imgesini kurmasıdır. Ve ikisini de evrensel akıl doktrini itmektedir: ideal bir
sitenin ütopik gereksinimini anımsatmak veya hukuki olarak evrensel bir devlet
ki, bu hep demokratik
oluşlara karşı
çevrilmiştir; bir sapmayı işaret eden kâinatın sonuna gereksinme, bir kerede
hepsi için
üretilecek akim tüm insanlık
dışı veya şiddet darbesinde birleşecek aklın temel yabancılaşması. Bu aynı ≪burnunu
sokma≫,
akla bir aşkınlığa ve bu aklın ahlakının bozulmasına yol acar ve Platon’dan
beri diğerini çiftleştirir.
Chatelet usçu bir
görgücülük (emprime) veya çoğul ve görgülü bir usçuluk geliştirir. ≪Görgülü≫
adını
verdiği öncelikle
olumsuz bir bicimde iki ilkeye bağlıdır: Soyut hiç bir şeyi açıklamaz,
açıklanması
gereken soyuttur;
evrensel hiç olmamıştır tek olan tekil, tekilliktir. ≪Tekillik≫
bireysel olan değildir,
belli bir durumu içerendir, olay, gizil veya daha doğrusu gizi]İlklerin belli bir maddeye yerleştirilmesidir. Bir grubun, bir kimsenin, bir toplumun siyasi haritasını çizmek birbirlerinden çok ayna şeyler değildir: Önemli olan bir tekilliği, komşusununkine kadar, ≪olay beraberliği≫ yaratmak amacıyla, uzatmaktır, yani en dolu veya en zengin bütüne taşımaktır. Bunu bir tarihçiymiş gibi yapabiliriz: Örneğin Atina tarihi: Ama ancak Perikles'in yapmış olduğu işlemi yeniden ele almaşım bilirsek tarihçi olabiliriz, bu kesişmenin adına hakkıyla Perikles denebilen, siyasetsiz yalnız ve saklı bekleyen tekilliklerin kesişmesi olmadan tarihçi olamayız. Bir birey herhangi biri de olsa bir tekillik alanının kendisidir. Bu tekillik alanı uzatılabilecek ortak-biçimleri ortaya çıkarmak için komşusunda ve kendi üzerinde ele alındığında özel bir ad kazanabilir. Bunu Chatelet'nin kendisi söylemektedir: Küçük burjuva bir eğitim gördüm;
Hegel'den etkilendim,
her duygusal ruhu hasta edebilecek tarihi dönemlerden birinde yaşadım... İşte
uç olgu, ≪görünüşte hiç alakasız gibi duruyor, kısaca çoğul bir
bütün, bir kişi olmayı gerektirmeyecek bir şeyin genişletilmesi≫.
Maddenin öneminden bağımsız bir şekilde görgülü veya şimdiki zamanın tarihi adı
verilecek olan. Bu ne ≪yaşanmış≫ olan ki,
bu kendinde tekilliklere haz duyar ve onları yalnız bir şekilde ayna bırakır,
ne de ≪evrensel≫ de olanları boğan ve onlardan
basit anlar oluşturan kavramdır. Bu en dolu görünüş biçimini üretmek için
atılan zarların işlemidir, gizil içinde en çok tekilliği belirleyen eğri
çizgidir, bir noktadan diğer bir noktaya giden onca insani ilişkiyi ören ≪genişleme≫
eylemidir.
Aktif oluş veya gücü
güncelleştirmek buna denir: Konu olan yaşamdan ve yaşam uzatılmasından yola
çıkar, tıpkı aklın ve
onun surecinin olum üzerindeki bir zaferi gibi, çünkü bu yaşanan şimdiki zamandan
başka tarihi bir olumsuzluk yoktur, komşuluklar örüp, birleştiren yaşamdan
başkası yoktur. Chatelet buna ≪karar≫ adını
verir ve tüm felsefesi bir karar felsefesidir, bir karar verme tekilliğidir
ve iletişim, iç düşünme
evrenselliklerine bunlarla karşı çıkar. İster Atina'da isterse odamda olsun,
her
türlü eylem
Perikles'cidir ve ≪Perikles'ci bir eylemden ortaya çıkan, bir karardır.≫
≪Çoğul bir
bütün veya bir çoğulluk gibi indirgenemezcesine görgülün ağırlığı ortaya çıkar.
Görgülü.
Buna tarihi de
denilebilir, ama tarihçinin yaptığı anlamında değil ki, bu nesnellik
zorunluluğu yüzünden mesafe koymak zorunda kalır, ama geçmiş gibi kabul edilen
bir nesnenin (konunun) şimdiki
zaman tarihi olarak
kurulmasıdır. Böylece, benim için, bu içinde bulunduğum alan görgülüdür ve bu
yaşanana tabii ki
karşıttır -temel olmayan bir doğallıkla- ve başka bir kayıta bağlı olan
kavramsala da
karşıttır.≫
CChroni-que des idees perdues).
Usçuluk sureci işte
böyle tanımlanır: Bir gücü güncelleştirmek, aktif oluştur, bir insani ilişki
kurmaktır,
tekillikleri
uzatmaktır, karar vermektir. Kısaca, Eylemde bulunmaktır. Bütün bu anlatımlar eşdeğerli
midirler? Somutu anımsatan her filozof her zaman evrenselin soyutlamasında
düşünmektense, eylemde bulunmayı yeğledi. Evrensel asla ne koştu ne de yüzdü,
ama kuru kum üzerinde yüzermiş gibi hareket etti ve olduğu yerde koşarmış gibi
durdu, çünkü sadece amacına ulaşmak istedi. Bunun dışımda her şey yaşamın
içkinliğinde atlayan tekil aklın eylemidir, çünkü kendine hareket edecek
hareketlilikler verir. ≪Böyle bir insanın imgesini kurmak
mümkün olsaydı≫, evrensel bir devletin vatandaşı, ≪siyasi
olarak eylem yapmaya ihtiyaç kalmazdı, en azından imgelemde hayali temsilini
kurmak yeterli olurdu.≫ (Questions objections, s,271).
Eylem, bu gücün
kendisinin hareketidir. Hareket etmek, eylemi düşünmektir, insani ilişkiyi kurmaktır.
Karar vermek hareket etmek istemek değildir, ama bu hareketi yapmaktır. Her
hareketin bir usçuluk sureci olmadığı doğrudur. Eğer Chatelet derinden derine
Aristocuysa, bu doğal eylem ve zoraki eylem arasındaki ayrıma örnek tarihi bir
önem verdiğinden dolayıdır. Zoraki eylem daima yukarıdan gelir, bir sonuç veren
bir akşamlıktan gelir, ona bir yol tayin eden soyut düşüncenin ≪meditasyonundan
gelir ve bunu ele almadan evvel doğru duş çizgilerle eylemi yeniden ortaya çıkarmaktan
bıkmamaktan gelir: Ayrıca Evrensel olarak kabul edilen bir Akıl'a danışmaz mı,
hele hiçbir şekilde, ölümcülce olduğu kadar soyut olarak da yeniden başlanana
kadar giden evreni etkileyen bir felakete bile girmeden.
Tekillikleri ortaya
çıkaran doğal eylemin tersidir ve bu komşulukları çoğaltır, eğmelerine ve
dönüşlerine göre yarattığı mekânda genişler, önceden belirli olmayan
kesişmelerle yönlenir, bireyselden kolektife ve kolektiften bireysele gider.
Komşulukların keşfedilmesi, tekilliklerin yayılması, karar aklın eylemleridir.
Eğer akıl doğal bir yeti olarak kabul edilirse, bu kendisinin ≪tekil
eylemlerde birbirine girmiş yolların urunu olarak≫, oradan gelen geniş bir mekânı kurarak
ilerleyen, kendi içine kapanan, başkalarıyla karışan, patlayan, kendini yok
eden, genişleyen bir süreç olduğundandır.≫ CChroniquc des idees perdues, s.
237).
≪Bana öyle
geliyor ki, felaketler, büyük üzüntüler niceliksel ve niteliksel olarak zoraki
eylemlerin
doğal eylemler
karşısındaki galibiyetlerin ardıdan itibaren ortaya çıkmaktadırlar. İklim ve
nüfus
hareketleriyle göçmek
zorunda kalan halklar, genelde, Pizarre, İL Urben, keşiş Pierre gibi
saygısızlarca
karar verilen yolculuklardan,
en azından, daha az ölümcüldürler; 1789* da Fransa'daki devrimci eylemler ve
ahlaki ve fiziki sefaletinin doğurduğu başkaldırmalar, 19. yüzyıldaki ulusal ve
işçi müdahaleleri, 1905 ve Şubat 1917 Rus müdahaleleri benim gözümde doğal
eylemlerin tipleridir, bireyleri eğik noktaları üzerine taşıyan toplumlara ait
göç biçimleri tipleridir. Zorbalar saygısız güçlerini buralara sokar dururlar
ki, neşeli ve güzel dinamikler sınırlansın ve onların ellerine geçsin: Onları
zorlamak, kendi işlerine çevirmek ve hatta mümkünse Devlet davası haline
getirmek için. Böylece de öldürmeler baş gösterir ve kurumlar yeniden ortaya
çıkar, yani kısık ateşte kıyımlar ve hizmetkârlaştırma yollan kurulur.≫
(Les annees de demolition, s. 225-256).
(Buradan sonrasının düzeltmesi yapılmadı)
François Châtelet müziğin yakınında yaşadı durdu. Müziği sürekli evinde dinleyen «sesli bir varlık»
olması fikrine karşı çıkıyordu: Müzik eylemin kendisidir. Onda iki karakter buluyordu: Müzik bize ne
zamanı ne de ebediliği verir, ama sadece eylemi üretir; Ne kavramı, ne de yaşanmışı doğrular, ama
duygulu Aklın eylemini oluşturur. Şüphesiz Wagner'den bahsetmiyordu, çünkü Wagner aşkınlıkla çok
uğraşmış, zoraki eylemlere bağlanmış, Evrensel ve yıkımın evrenselliğine gönül vermişti. Söz konusu
olan Mozart'tı ve İtalyan Operasıydı, Verdi'ydi. Châtelet'nin her şeyden çok arzuladığı Verdi'nin
Perikles üzerine yaptığı opera olabilirdi. Müzik ona en müthiş bir karar olarak gözüküyordu, daima
yeniden alman ve yeniden ele alınacak olandı. Ve Châtelet'nin müzik üzerine yazdığı sayfalar
müthiştir, çünkü bunlar bize düşüncesinin kendine has sesliliğini son anma kadar vermektedirler.
Müzik sanatının iki görünümü vardır: Biri «genelde ruha atfedilen eylemlerin maddîliğini» ortaya
çıkaran sesli moleküllerin dansı gibidir ve kendi sahnesi gibi
20
genişleyen tüm bedenin üstünde hareket eder; diğeriy-se genelde psikolojiyle ifade edilen etkileri
dolaysız olarak üreten bu sesli maddede insanî ilişkilerin kurulması gibidir. Verdi'de etkiyi belirleyen
uyumlardaki vokal uyumluluğun kuvvetini içerir, halbuki melodi tüm maddeyi taşıyan eylemleri
kazanan melodidir: Müzik bir siyasettir. Ruh olmadan ve aşkınlık olmadan, maddî ve bağıntılı müzik
insanın en usçu eylemidir. Müzik eylem yapar ve bize eylem yaptırır. Yakınlığımızı sağlar ve onu
tekilliklerle doldurur. Bize aklın temsil etmek işlevi değil, ama gücü güncelleştirme işlevi olduğunu
hatırlatır, yani (sesli) bir maddede insanî ilişkileri kurmak. Bu operanın tanımıdır. Ayrıca müzik
sayesinde, sonunda, iki sözcüğün birlikteliğini anlayabiliriz, «tarihî materyalizm».
«Müziğin bileşkeni farklı düzeylerde ve derecelerde genişleyerek bir yüzeydeymiş gibi olduğunda eylemcileşir.
Müziğin hiç derin bir etkisi yoktur, sadece kasları geren ve içorganlan titreten bir şey
olduğunda maddî bir anlamı vardır o kadar. Resmin düz yüzeyin bir tekniği olmadığı, heykelin üç
boyutlu bir mekanın tekniği olmadığı gibi, müzik de zamanın bir ölçülüleş-mesi veya oyunu değildir.
Şüphesiz, akıp giden zamanın, hızlanan veya duraklayan bir olayın hissini verebilir. Ama bu sadece bir
görünüştür. Kullandığım eğretilemelerin hepsinin ortak bir hatası vardır: Bunlar müziğin etkisini
temsiliyet alanına yerleştirirler. Halbuki müzik n© sunar ne de bir şeyi temsil eder, görünüşte bile bunu
yapmaz: Yapaylığında müziğin bedenin tüm yüzeyini duygusal kılma özelliği vardır, hatta bedenin en
derin ufak kısımlarını bile, sesli nicelikler ve onların bileşiminin çarpışmasını bile...
Şeyin, fikrin epistemolojik, insanın ve dünyanın antropolojik, maddenin ve tinin varlıkbilimsel
farklı-
21
llk]alrın ötesinde - kılgısal ilişkileri aydınlatmaya yaraya bilgilerin sistematik olmayan ve birleşik bir
bütünü11^11' niceliksel bir fiziğin projesini düşündüm ^çjlum. Halbuki, bana öyle geliyor ki, köklerini
^çfr^e'de ^u^an ve biraz da praxis olan, Aristo'nun an]adığı anlamda, yani yarattığının üzerinde
değiştir-me taklit etmede, bir eser olarak, sanatın emeği, bu ^zıgin öğeleri olan yapay gerçeklikler
üretir. Bu araş-tınnanm içinde, müzikal sanat şu şekilde ayrı durur: g^gisında görüntüyle ilgili olan
temsiliyeti dışarıda kakarak ve böylece muhtekir - tasavvur tuzağım aşa-rak tanıma gücü ve hazzı olan
güçlere sahip olan oto-ma^Ları kurma işinde çok ileriye gider...
Şüphesiz bu erdeme sahiptir : înce maddeyle hareke genelde ruha atfedilen eylemlerin maddîliğini hissj
^ılmak. Guiseppe Verdi'nin kahramanlarının birin-Cjj psikolojisine güç ve gerçeklik veren budur.
Aynı ne-denien dolayı Moliere'in dahiyaniliği ona Mozart'ın ver-ğfa müzikal cümleleri önceden
düşünemezdi: don Gio-vaEni için Elvira'nm duyduğu ateşli arzu, korku, ten-sej ihtiras, kin ki,
içdüşünsel ve bilimsel psikoloji tü-^g/anr veya tümdengelir, müzik ise tekil konumlarm-çja onları
vareder» (Chronique des idees perdııes, s.
237
241).
22
KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ
BlN YAYLA Göçebebilimi İncelemesi : Savaş Makinası
BeHt I: Savaş makinesi Devlet aygıtının dışındadır.
Önerme I: Bu dışarıdalık öncelikle mitologia, destan, dram ve oyunlar tarafından belirlenmiştir.
*
Hint-Avrupa mitologialarının çok kesin çözümlemelerinde Georges Dumezil politik egemenliğin veya
hükümdarlığın iki başlı olduğunu gösterdi : büyücü-kralın politik egemenliği, hukukçu-papazm politik
egemenliği. Rex ve flamen, raj ve Brahman, Romulus ve Numa, Varuna ve Mitra, despot ve kanun
yapıcı, bağlayıcı ve organize edici (örgenleyici). Ve şüphesiz bu iki kutub terimi terimine, tıpkı koyu
bir açıklık, şiddetli ve sakin, hızlı ve ağır korkunç ve kurallaştınl-mış, «bağ» ve «anlaşma^ gibi vs.
birbirlerinin karşıtıdırlar (1). Fakat karşıtlıkları sadece görecelidir, çift olarak işlem görür, kendileri
egemen bir birlik oluşturur, ya da Birin bölünmesini alternatif olarak ifade ederler, «hem tamamlayıcı,
hem de 'antitetik', biri diğerine gerekli ve sonuçta birbirlerine düşman, çatışma mitologiası olmadan :
Planlar üzerindeki her özel beti)
Georges Dumeziî, M itfa-Varuna, Gallimard bağ ve sözleşme üzerine) (bkz. s: 118-124).
(Nexum ve mutun m,
25
lirtme mekanik olarak, diğerinin üzerinde aynı özel belirtmeye çağırır; ve onların ikisi birden işlevin
alanını tüketirler.» Onlar bir-iki de iş gören, ikili ayrımları dağıtan ve içeriliklik ortamı kuran bir devlet
aygıtının en önemli öğeleridir. Devlet aygıtından bir kerte yapan ikili eklemlenmedir. Savaşın bu
aygıtın içinde olmadığına dikkat çekilecektir. Yahut devlet, savaş tarafından oluşmayan, bir şiddete
sahiptir.- Devlet savaşçıları değil, polisi ve gardiyanları kullanır, devletin silahları yoktur, o ani büyüsel
kapmayla hareket eder; her çeşit kavgayı önleyerek «yakalar» ve «bağlar». Yahut devlet bir orduya
sahip olur, ama bu ordu savaşın hukuki bir bütünleşmesini ve askerî bir işlevin örgütlenmesini öngörür
(2).
Savaş makinasmm kendisine gelince, devlet aygıtına indirgenemez, onun egemenliğinin dışında, onun
hukukundan önce gelen bir şeymiş gibi durur. O dışarıdan gelir. Savaş tanrısı, Indra, Mitra'ya,
Varuna'dan daha az karşıt değildir (3). Indra ne bir üçüncüyü oluşturur ne de ikisinden birine
indirgenebilir. O değişimin kuvveti ve geçiciliğin fırlaması, sürü, arı bir çeşitlilik ve ölçüsüzlük gibidir.
Anlaşmaya sadık kalmadığı gibi bağı da çözer. Ölçüye karşı bir öfke, ağırlığa karşı bir çabukluk,
kamuya karşı bir giz, egemenliğe karşı bir kuvvet, aygıta karşı bir makina değerini ta-
(2) Devlet, ilk kutubuna göre (Varuna, Ourana, Romulus) büyüse! bir başla işler, ani kapma veya alma:
kavga etmez ve savaş makinası yoktur, devlet «bağlar ve hepsi o kadar.» Diğer kutubuna göre (JVÎitra,
Zeus, Numa) bir orduya sahip olur, ama onu hukukî ve kurumsal kurallara sokarak, ki bunlar Devlet
aygıtının tek bir kısmını oluştururlar: böylece Mars-Tıwaz, sadece bir savaş tannsıdır, ama savaşrn
«hukukçu» tannsîdır. Dumezil, Mitra-Varuna, s: 113, 148'den alıntı. {3} Dumezil, Heur et mafheur du
guerrîer (Savaşçının Talihi ve Talihsizliği), P.U.F.
26
şır. O başka bir adaletin şahitidir; hatta bazen hiç anlaşılmayan bir vahşetin adaleti, bazense taranmayan
bir acımanın (bağları çözmesine göre...) şahitidir (4). «Durumlar» arası ikili ayrılmalarda işlem
göreceği yerde, her şeyi bir oluş ilişkileri içinde yaşadığına göre, kadınlarla ve hayvanlarla özellikle
başka ilişkilerin şahitidir. İlişkilerin haberleşmesi kadar terimlerin ikiliklerini de geçip giden tüm bir
kadın-oluş, savaşçının hayvan-oluşu vardır. Her bakımdan, savaş ma-kiııası başka bir türdendir, başka
bir doğaya sahiptir ve devlet aygıtının kökeninden ayrıdır.
Kasıtlı bir örnek ele alıp, devlet aygıtını ve savaş makinasını, oyun kavramlarına göre karşılaştırmak
gerekebilir. İlgili uzamdan ve kısımlar arası ilişkilerden ve bakış açısından satranç oyunu ve go oyunu.
Satranç taşlarının oyunu bir devlet'lilik yahut bir saray oyunudur; Çin imparatoru onu sarayda oynar.
Satranç taşları kodlanır, onların hareketlerinin, durumlarının ve çarpışmalarının meydana geldiği iç
özellikleri ve iç doğaları vardır. Bir piyon, piyon, bir piyade eri, piyade eri, bir atlı, atlı olarak kalır;
onların nicelikleri verilmiştir. Her bir anlatım öznesi gibi göreceli bir erk taşır; ve bu göreceli erkler
anlatım öznesinde, satranç oyuncusunun kendisi veya oyunun iç şekilleriyle tasarlanırlar. Buna karşm
go oyununun piyonları tane tanedir, pastildir, basit aritmetik birimleridir ve üçüncü şahıs veya kollektif
anonimden başka işlevleri yoktur: «o» ilerler, bu bir erkek, bir kadm, bir pire, bir fil olabilir. Go'nun
piyonları özneleşmemiş bir makinasal düzenlemenin öğeleridir; onların iç özellikleri yoktur, sa-
(4) Savaşçının rolü üzerine, hukukî bir sözleşme olduğu kadar büyüsel olan bağa karşı çıkan ve onu
«çözen» olarak bkz. Mitra-Varıma, s: 124-132. Ve Domezil'deki öfkenin çözümlenmesi için de.
27
dece durumları vardır. Aynı şekilde iki şıkta da ilişkiler çok değişik değil midirler? îç ortamlarında
satranç taşlan aralarında ikili - bir yönlülük ilişkilerini saklarlar ve aynı şekilde hasımlannınkiyle de :
işlevleri yapısalcı değildir. Halbuki bir Go piyonunun sadece bir dış ortamı vardır; yahut yıldızlar
burcuyla, belirsiz bulutlarla dışsal ilişkileri vardır. Ve bunlara göre, patlama, durum veya araya katma
işlemlerini yerine getirir. O tek başına, tüm bir yıldızlar burcunu eşsüremli olarak yok edebilir, halbuki
satranç taşı bunu başaramaz (yahut da bunu artsüremli bir şekilde yapabilir). Satranç bir savaştır, ama
kurumlaşmış bir savaş, kodlanmış, ku-rallaştırılmış, bir cephe, geri güçleri, savaşlarıyla bir savaştır.
Ama kavga çizgisi olmayan bir savaş, ne geri güçleri, ne de cephesi olandır, hatta kavgasızdır o; bu
go'nun özelliğidir: tamamen salt bir strateji, halbuki satranç bir göstergebilimdir. Sonunda, ikisinin mekanı
aynı değildir: satrançta kapalı bir mekanı dağıtmak, yani bir noktadan diğerine gitmek, en az taşla
en fazla mekanı doldurmak söz konusudur. Go oyu-nundaysa, açık bir mekana yayılmak, mekanı
tutmak, herhangi bir noktadan ortaya, aniden fırlamak söz konusudur: hareket bir noktadan diğerine
doğru giden değil, varışı, kalkışı olmayan, ne belli geçtiği yeri, ne de ambarı olan, sürekli oluşan bir
şeydir. Go'nun «kaygan» mekanının karşıtı Satrancın «pürtüklü» mekanı. Devletin satrancının karşıtı
Go'nuıı Nomos'u, polise karşın namos. Yani satranç mekanı kodlar ve kodtan çıkarır (çizikli kılar),
halbuki go başka türlü hareket eder; o mekanı yerine yeniden koyar (territorialise) ve onu
yersizyurdsuzlaştırır (*). (Mekanda bir yurdtan
(*} Yersizyurdsuzlaşma, Deleuze ve Guattari'nin buldukları Fransızca lügatfarda olmayan bîr
sözcüktür. Bu anlamda özel bir anlam taşır. (De-terrîtoriaJisatJon) sözcüğü Fransızca «territoire»
sözcüğünden ürer. Ama
28
dışarısını oluşturmak, komşu bir yeryurd daha kurarak bu yeriyurdu sağlamlaştırmak, düşmanının
yerini-yurdunu içten patlatıp, onu yersizyurdsuzlaştırmak, başka yere giderek, kendini yadsıyarak,
kendi kendini yersizyurdsuzlaştırmak..) Başka bir adalet, başka bir eylem, başka bir zaman-mekan.
«Amaçsız, hesaba katmadan, hiç bir ilgisi olmadan, sebepsiz tıpkı bir mukadderat gibi geliyorlar...».
«Başkente kadar nasıl geldiklerini anlamanın imkânı yok, buna rağmen iste ordalar ve her sabah sanki
sayıları çoğalmakta...»
— Luc de Heusch bizi aynı şemaya gönderen bir Bantu mitosunu ortaya çıkarttı: «Nkongolo, yerli
imparator, büyük işlerin yapımının örgütleyicisi, kamunun ve polisin insanı, üvey kızkardeşlerini avcı
Mbidi'ye veriyor ve o ona yardım ediyor ve sonra başını alıp gidiyor; gizin insanı Mbidi'nin oğlu
marnlamayacak bir şeklide dışarıdan geri gelmek için, bir orduyla ve isterse yeni bir devlet kurmak
pahasına, Nkongolo'yu öldürmek için, babasının yanına geliyor» (5). Büyüsel-despot bir devlet ve
hukukî bir orduyu içeren, hukukî
«territoire» ülke, değildir; Orta Asya Türklerinde ve Moğolîanndakî «yurd» anlamını taşır, çünkü
özellikle göçebe halkların yaşam biçimini anlatmak ister. Göçebelerin çadırlarını kurdukları yeri
bırakıp, başka bir yere çadırlarını kurmaları işlemidir. Yurt sözcüğü ulusal Devlet anlamına
geldiğinden, sözcüğün sonuna (d) harfi konulduğunda, bu ilk anlamını kaybeder. Hem yer hem de yurd
anlamı için yersîzyurdsuzîaş-ma sözcüğünü kullandık.
(5) Luc de Heusch, Le Rol îvre ou Toriğine de I'Eiat (Sarhoş Kral veya Devletin Kaynağı), bu kitapta
Luc de Heusch, Mbidi'nin ve oğlunun gizli hareketlerine karşın Nkongoîo'nun hareketlerinin kamu
karakteri üzerinde ısrarla duruyor: biri halkın önünde yemek yer halbuki diğerleri yemek esnasında
gizlenirler. Savaş makinasmın gizlilikle olan esas ilişkisini hem ilke, hem de sonuç açısından
inceleyeceğiz: casusluk, stratejik, diplomasî; yorum yapanlar sık sık bu bağa işaret ettiler.
bir devlet «arasında», dışarıdan gelen bir savaş maki-nasının sessiz fışkırması diye bir şey vardır.
Devletin bakış açısmca savaş adamınm orijinalliği ve onun ayrıksılığı zorunlu olarak olumsuz bir
şekilde gözükür: aptallık, çılgınlık, biçimsizlik, gayri meşruluk, günah, zorbalık... Dumezil, Hint-
Avrupa geleneğinde savaşçının üç «günahını» inceler: krala karşı, papaza karşı, devletin yaptığı
kanunlara karşı (ya kadınların ve erkeklerin üleştirilmesini tehlikeye sokan cinsel karşı çıkma, ya da
devlet tarafından kurumlaştırılan kanunların savaş yasalarına ihaneti) (6). Savaşçı, askerî işlev dahil
olmak üzere her şeye ihanet etmek durumundadır ya da hiç bir şey anlamamaktadır. Burjuva tarihçileri
ve Sovyetler Birliği tarihçilerinin bu olumsuz geleneği sürdürüp, Cengiz Han'ın hiç bir şey anlamadığını
açıkladıkları olmuştur : «Devletçi görüngüden hiç bir şey anlamıyor, şehir görüngüsünden hiç bir
şey anlamıyor». Söylemesi kolay. Aslında savaş makinasınm devlet aygıtına nazaran dışarıdanlığı her
yerde ortaya çıkar; ama düşünmesi kolay gibi gözükmüyor. Maki-nanm aygıtın dışmda olduğunu
söylemek yeterli değildir, savaş makinasının kendisinin salt bir dışandanlık biçimi olduğunu
düşünebilmek gerekmektedir, halbuki devlet aygıtı, genellikle model olarak aldığımız bir içeridenlik
biçimi oluşturur; buna göre onu bu şekilde düşünme alışkanlığını ediniriz: Herşeyi çataîlaştı-ran, bazı
durumlarda, savaş makinasmın dış gücünün kendisinin devlet aygıtının başlarından biri veya diğeriyle
karışmaya doğru gitmesidir. Bazen devletin bü-yüsel şiddetiyle bazen ise devletin askeri kurumuyla
karışır. Örneğin savaş makinası gizi ve hızı bulmuş-
(6) Dumezii, Mythe et Epopee (Mitos ve Destan), Gallimard ilf s: 17-19; Hint tanrısı îndra'nın,
İskandinav kahramanın, Starcatherus'un, Yunan kahramanı Heracles'in durumlarında görülen üç günah
incelemesi.
30
tur; fakat buna rağmen devlete ait göreceli olarak ikincil belli bir giz ve belli bir hız da vardır. Öyleyse
savaş kuvvetiyle beraber bu iki kutbun dinamik ilişkisiyle, politik egemenliğin iki kutbu arasında
yapısal ilişkiyi özdeştirmeye varan büyük bir tehlike vardır. Dumezil Roma krallarının çizgilerini
zikreder: Romu-lus-Numa ilişkisi her ikisinin de yasal olduğu egemenlik tipleri arasındaki almaşayla
ve değişiklikle uzun bir seriyi yeniden titretir, ama ayrıca «kötü bir kral» ile ilişkiyi, Tulus, Hostilius,
muhteşem Tarquin, yasal, merak verici kimse olarak savaşçının başgöstermesini yeniden üretir (7).
Shakespeare'in kralları da anımsa-tabilinir : şiddet, cinayetler ve ahlâksızlıklar bile devlet çizgisinin
«iyi» krallara sahip olmasını önleyememiştir; ama bu arada tuhaf bir kimse kayarak gelir, başından beri
niyetinin savaş makinasını yeniden bulmak ve çizgisini kabul ettirmek olduğunu haber veren Üçüncü
Richard (şekilsiz, kalleş ve hain, çlevlet iktidarının işgalinden apayrı bir «gizli» amaçtan bahsetmekte
ve kadınlarla başka bir tip ilişkiye girmektedir) . Kısaca, her seferinde devletin başkasının çizgisiyle
savaşın kuvvetinin başgöstermesi karıştırılır ve savaş makinasını olumsuz biçimde anlamaktan öteye
gidilmez; çünkü devletin kendisi dışarıdanlıktan başka bir şey değildir. Ama dışandanlık ortamına
yeniden yerleştirilen savaş makinasınııı başka bir türden, başka bir doğadan, başka bir kökten gelmiş
olduğu gözükür. Devletin sanki iki başının arasında, iki eklemlenmenin arasında yerini almış ve
birinden diğerine geçmek için ona ihtiyacı varmış gibi görünür. Ama dosdoğru olarak ikisinin
«arasında» geçici de olsa, şiddet-
(7) Dumeziî, Mltra-Varuna, s: 136. Dumeziî ekonomik değişiklikleri tutabilecek kahramanın
nedenlerini ve tehlikesini inceler, ss: 153-159.
le gelip, anında, indirgenemez olduğunu koyar. Devletin kendisinin savaş makinası yoktur; onu
yalnızca askerî kurum şeklinde ele geçirir ve bu ona sorun çıkarır durur. Devletlerin askerî kurumlarına
karşı kuşkulan buradan gelmektedir; çünkü bu askerî kurum dışarıdan gelen bir savaş makinasının
mirasıdır. Saltık savaş akımını bir Fikir gibi kullandığında politikalarının gereklerine göre devletlerin
kısmî olarak elde etmeleri ve saltık savaşa nazaran onların aşağı yukan iyi «yöneticiler» olduklarını,
Clausewitz, bu genel durumda, hisseder. Siyaset egemenliğinin iki kutbu arasında sıkışmış kalmış olan
savaşçı aşılmış, mahkum edilmiş, geleceksiz, kendi kendine döndürdüğü kendi öfkesine indirilmiş gibi
durur. Herakles'in ailesinden Achille, ardından Ajax eski devlet adamı Agamemntın'a karşı
bağımsızlıklarını söyleyecek güce hâlâ sahiptirler; ama ilk modern devlet adamı, doğmakta olan
modern devletin adamı Ulysse'e karşı hiç bir şey yapamazlar. Kullanımlarını değiştirmek ve devletin
hukukuna boyun eğdirmek için Achille'in silahlarını ele alan Ulysse olmuştur, kendisine karşı günah
işleyen, ayaklar altına aldığı tanrıça tarafından mahkum edilen, Ajax olmamıştır (8).
Aynı zamanda, hem ayrılısı hem mahkûm edilmiş savaş insanının bu durumunu Kieist'ten daha iyi
gösteren olmamıştır. Çünkü, Penthesilee'de, Achille başından beri kuvvetten yoksundur.- adaletleri ve
dinleri, aşkları sadece savaşçı biçiminde örgütlenmiş savaş makinası, devletsiz kadm-haîk Amazonların
tarafına geçmiştir. İskitlerden gelen Amazonlar, Yunan ve Tru-
(8) Ajax ve Sophokîes tragediası üzenne, Jean Starobinski'nîn incelemesine bkz. Üç Öfke, Gaüimard.
Starobinski Devlet savaş sorunlarını açıklar ve anlatır.
32
vah, iki devlet «arasından» yıldırım gibi geçip fırlarlar ortaya. Önlerine gelen her şeyi yerle bir ederler.
Achil-le kendisinin benzeriyle, Penthesilee'yle, karşı karşıya gelin Ve anlamı tam belli olmayan
savaşta, Achille savaş Biakinasıyla birleşmekten veya Penthesilee'y© aşık olmaktan kendini alamaz,
yani hem Agamem-non'a, hem de Ulysee'e ihanet eder. Buna rağmen hâlâ Yunan devletinin
mensubudur, çünkü Penthesileu de onunla birlikte, kendi halkının ortak yasasını çiğnemeden savaşın
tutkulu ilişkisine giremez; bu sürü yasasına göre, düşmanını «seçmek» ve onunla karşı karşıya gelmek
veya ikili ayrımlar yapmak yasaktır. Kle-ist tüm eseri boyunca bir savaş makinasının türküsünü söyler
ve devlet aygıtını, daha başmdan beri kaybedilmiş kavgada, savaş makinasının karşısına yerleştirir.
Şüphesiz Arminius ordularla ve ittifaklarla İmparatorluk düzeniyle ilişkiyi kesen Germen savaş makinasını
haber verir ve sonsuza dek Roma Devleti'nin karşısına dikilir. Ama Hamburg prensi sadece bir
düş içinde yaşamaktadır ve devletin yasasma uymadan zafer kazandığı için mahkûm edilmiştir.
Kohlhaas'a gelince, onun savaş makinası haydutluktan öteye geçmez. Devlet yükseldikçe seçenekte
(alternatifte) kalmak, böyle bir makinanın yazgısı mıdır : yahut devlet aygıtının disiplini altına alınmış
ve onun askeri organı haline girmek, yahut da kendisine sırtını dönerek ikili bir intihar makinası oluş,
yalnız bir erkek veya bir kadın için bir yazgı mıdır? Devlet üzerine düşünürlerden Goethe ve Hegel,
Kleist'i bir canavarmış gibi görmektedirler; ve Kleist daha başmdan kaybetmiş durumdadır. Ama, buna
rağmen niçin en tuhaf modem zaman andan yanadır? Çünkü eserin öğeleri, hız, giz ve
Savaş Makinası F. 3
33
etkidir de ondan (9). Ve giz, onda, içeridenlik biçiminde alınan bir içerik değildir, tersine onun kendisi
biçim olur ve daima kendisinin dışında dışandanlık biçimiyle özdeşir. Aynı şekilde duygular
mancınığın gücünü, olağanüstü bir hızı onlara ileten salt bir dışandanlık ortamında şiddetli olarak
izdüşürülmüş olmak için bir «özne»nin içeridenliğinden kopanlmışlardır : aşk ve kin, bunlar duygu
değildir, fakat etkidir. Bu etkiler o ölçüde savaşçının kadın-oluşu, hayvan-oluşudur (ayı, köpekler).
Etkiler bedeni ok gibi geçerler-, bunlar savaş silahlandır. Etkinin yersizyursuzlaşma hızı. Rüyalar bile
(Hamburg prensinin, Penthesilee'nin rüyalan) savaş makinasına ait olan dış zincirlenmeler, dalbudak
sarmalar ve ara istasyon sistemi tarafından dışandan-laşmıştırlar. Atılan yüzükler. Kleistln edebiyatta
bulmuş olduğu herşeye egemen olan bu dışandanlık öğesi, ki Kleist bunun ilk bulucusudur, zamana
yeni bir ritim, sonsuz katatoniler ve baygınlıklar sürekliliği ve hızlandırmalar yahut gürültüsüz gök
parıltıları verecektir. Katatoni, bu «benim için çok kuvvetli bir etkidir» ve gürültüsüz gök panltısı, «bu
etkinin gücü beni alıp götürür». Ben, ölmek pahasına da olsa, hareketleri ve heyecanlı duygulan
öznesizleştirilmiş bir kimseden başka bir şey değilim. Kleist'in kişisel formülü işte budur : hiç bir
içeridenlik, öznelliği kalmayan dondurulmuş katatoniler ve çılgın konuşmalar. Kleist'de çok Doğu
bulunur : biteviye kımıldamayan, ama belli edilmek üzere çok hızlı bir hareket yapan Japon güreşçisi.
Go oyuncusu. Modern sanatta görülen bir çok şey Kleist'den gelmedir. Goethe ve Hegel, Kleist'e göre
ihtiyar bunaklardır. Tam savaş makinasmın yok olduğu, devlet tarafından yenilgiye uğratıldığı anda
savaş
(9) Kleist üzerine yayınlanmamış bir incelemesinde Mathîeu Cani-ere'in analiz ettiği temalar.
34
makinası indirgenemezliğinin en yüksek noktasının şahitliğini yapar, galip gelen devletin yasallığını
şüpheye düşüren devrimci veya canlı güçlere sahip olan, yaratmaya, ölmeye, sevmeye, düşünmeye
yarayan ma-kinalarda yayılmakta mıdır? Savaş makinası, aynı hareket içinde mahkum edilmiş,
alınmıştır ve o yeni biçimlere bürünür, şekil değiştirir, dışarıdanlığını, indir-genemezliğini olumlu
kılar : Batılı devlet adamının yahut batılı düşünürün indirgemekten eksik etmediği bu saf dışarıdanlık
ortammı genişletmek?
Sorun I: Devlet aygıtının oluşumuna sövmek imkânı var mıdır? (yahut onun bir gruptaki eşdeğerine)
Önerme II: Savaş makinasmm dışarıdanhğı aynı zamanda etnoloji tarafından da ger-çeklenmiştir
(Pierre Clastres'ın anısına saygı)
Parça parça ilkel toplumları sık sık devletsiz toplumlar gibi tanımladılar, yani ayrı duran iktidar organlarının
olmadığı toplumlar. Fakat devlet aygıtının oluşmasını mümkün ve kaçınılmaz kılan siyasî
farklılaşmaların düzeyine veya ekonomik gelişme derecesine, bu toplumlarca, erişilmediği sonucuna
varıldı : böylece de ilkeller bu kadar «karışık» bir aygıtı «anlamadılar» dendi. Clastres'ın tezlerinin ilk
önemi evrimci bir konutu (postulat) kırmasıdır. O devletin meydana getirilen ekonomik bir gelişmenin
ürünü olduğu tezine şüpheyle bakmakla kalmaz, aynı zamanda anlayamadıkları bu canavarın meydana
çıkışını öngörmek ve ona sövmek gibi gizil endişesi olmayan bu ilkel toplumların, gerçekten böyle mi
olduklarını sorgular. Bir devlet aygıtının oluşumuna sövmek, böyle
35
bir oluşumu olanaksız kılmak onların açık bilincini aşsa da, bir takım ilkel sosyal mekanizmaların
nesnesi olacaktır, şüphesiz ilkel toplumların şefleri var mıdır. Ama devlet şeflerin varlığıyla
tanımlanamaz, iktidar organlarının saklanması veya sürekliliğiyle tanımlanır. Devletin endişesi,
öyleyse, kendine saklamaktır. Bir şefin devlet adamı olabilmesi için özel kurumların varlığı gereklidir,
ama bir şefin devlet adamı olmasmı önlemek için yaygın ortak mekanizmalara da ihtiyaç yok değildir.
Sövücü veya koruyucu mekanizmalar şefliğin içindedir ve sosyal bedenden ayrı bir aygıtta
kristalleşmesini önlemektedirler. Clastres, grubun arzularının önsezisinden başka kuralı olmayan,
inandırmadan başka aracı olmayan, prestijinden başka kurumlaşmış bir ordusu olmayan şefin
durumunu betimler : şef bir iktidar adamından çok bir yıldıza, veya bir lidere benzer ve her zaman
yandaşları tarafından terkedilme, yadsınma tehlikesi taşır. Ama, dahası, Clastres ilkel savaşçı
toplumlarda devletin oluşumuna karşı yönlendirilen en emin mekanizma olarak şefi gösterir: Yani
savaş grubun parçalanmasmı ve bölünmesini önler ve savaşın kendisi, iktidarsız prestij dolu bir ölüme
ve yalnızlığa sürükleyen başarılarının birikimi sürecinde alınmıştır (10). Böylece Clastres en önemli
önermeyi ters yüz ederek, Doğal hukuktan yana olduğunu söyleyebilir: Aynı şekilde, Hobbes da devletin
savaşa karşı olduğunu görmüştür. Savaş devlete karşıdır ve devleti olanaksız kılar. Savaşın bir
doğa
(10) Pierre Clastres, La socîete contre TEtat (Devlete Karşr Toplum), Mintıit; «şiddetin kazıbîlimi» ve
«vahşi savaşçının talihsizliği, Libre I ve H'de, Payot Yayınevi. Bu son metinde Cîastres ilkel
toplumdaki savaşçının alın yazısının portresini yapar ve iktidarın yoğunlaşmasını önleyen
mekanizmayı çözümler. (Aynı şekilde Mauss «potlatch» kavramında zenginliğinin yoğunlaşmasını
önleyen mekanizmayı gösterir).
36
durumu olduğu sonucuna varılmaz, ama tersine devleti önleyen ve ona söven sosyal bir durum olduğu
gösterilir. İlkel savaş devletten ortaya çıkmadığı gibi, devleti de üretmez. Hele devlet tarafından hiç mi
hiç açıklanamaz : başarısızlığı cezalandırmak için bile değil, değiş tokuştan gelmekten uzak olan savaş
değiş tokuşu kısıtlayandır, «ittifak» çerçevesinde onları tutandır; bu onların devletin bir öğesi
olmalarını ve grupların birleşmesini önler.
Bu tezin önemi öncelikle kollektif yasaklama mekanizmaları üzerine dikkat çekmesidir. Bu mekanizmalar
ince, kurnazca olabilir ve mikro-mekanizmalar gibi işlev görebilirler. Bazı sürü ve topluluk
görüngülerinde görülebilir bu. Örneğin, Bogota'nın ufak çocuklarının çetesi üzerine yazısında, Jacques
Meunier, liderin sağlam bir iktidar kuramını önleyen üç araç sayar : çetenin üyeleri toplanırlar ve ortak
çalma çırpma eylemlerini ortak bir ganimette sürdürürler; ama sonra birbirlerinden ayrılırlar ve yemek
yemek, uyumak için birlikte kalmazlar, ayrıca ve özellikle çetenin her ferdi bir, iki veya üç üyeyle
eşleşmiştir, öyle ki, şefle çıkan bir anlaşmazlık sırasmda bunlar tek başlarına gitmezler, ittifak halinde
olduklarım da beraberinde sürüklerler, bunların gidişi tüm çeteyi tıkayabilir. Sonuçta yaygın bir yaş
sının vardır ve buna göre çete mensupları on beş yaşma doğru zorunlu olarak, oradan kalkıp gitmek
üzere çeteyi terk etmek zorunda kalacaklardır (11).
(11) Jacques Meunier, Les gamins de Bogota (Bogota Piçleri), Lattes Vay., s. 159. ("aynlmaya şantaj")
s. 177 : ihtiyaca göre, «diğer çocuk-îar karışık utandırma ve sessizlik oyunlarıyla, onun çeteyi terk
etmek zorunda olduğu fikrine inandırırlar onu». Meunier eski ufaklığın alın yazısmın ne ölçüde
uzlaşma halinde olduğunun altını çizer : sadece sağlık yüzünden değil, ama «mafîa» içine de pek iyi
giremezler. Mafia
37
Bu mekanizmaları anlayabilmek için sürüden veya çeteden daha az örgütlenen ve kısıtlı sosyal bir
biçim ortaya çıkaran evrimci bakış açısından vazgeçmek gerekir. Hayvan sürülerinde bile, şeflik
(sistem) en kuvvetli olanı önermeyen, ama içkin ilişkilerin bir dokusu yararına kalıcı iktidarların
yerleştirilmesini yasaklayan karışık bir mekanizmadır (12). İnsanların en gelişmişlerinde «sosyallik»
biçimine karşı «kibarlar âlemine mensup» biçim karşıt olarak konulabilir. Kibarlar âlemine mensup
kümeler çetelere yakındır ve sosyal gruplarda olduğu gibi iktidar merkezlerine gönderme yapmaktan
çok, prestij yaymayla yürürlüğe girerler. (Proust sosyal değerler ve kibarlar alemi değerleri arasındaki
bu ilintisizliği göstermiştir). Eugâne Sue, hem kibarlar alemine mensup hem dandy, ki ya-salcılar
Orleans ailesiyle görüşmesi yüzünden ona sitem ediyorlardı, şöyle söyler.- «Aileye katılmıyorum,
sürüye katılıyorum». Sürüler, çeteler iktidar organları yoğunlaşan ağaçvari tiplere karşın, köksap tipleri
gruplardır. Genelde, bu yüzden, çeteler, haydut çeteleri yahut kibarlar alemi çeteleri de dahil olmak
üzere, tüm devlet aygıtından biçimsel olarak farklı olan yahut merkezi toplumlarda yapısallaşarak
eşdeğeri olan savaş makinasmm değişime uğramasıdır. Disiplinin savaş makinasına has olduğu
söylenmeyecek şüphesiz : disiplin devletin onları kendine edindiğinde ortaya çıkan orduların zorunlu
karakteridir, fakat savaş makinası, daha iyi olduğunu söyleyemeyeceğimiz başka kurallara uyar.
Bunlar, bir kere daha, devletin oluşçocuk
îçin çok merkezileşmiş, çok hîyerarşîkleşmiş, çok fazla iktidar organları özerine eğilmiştir (s.
178). Çocuk çeteleri üzerine Amado'nun romanına bkz. Capıfaines des Sables (Kumların Kaptanları),
Gallimard. (12) Bkz. I.S. Bernstein, La domînance socîafe chez îes prîmates, (İlkellerde Sosyal
Baskınlık) Rechersche No. 91, Temmuz 1978.
38
masını çelişkiye sokan savaşçının en önemli disiplinsizliğini, hiyerarşinin sorgulanmasını, terk etmeye
değgin sürekli bir şantajı canlandırırlar.
Buna rağmen bu tezin bizi tatmin etmemesini sağlayan nedir? Devletin ne üretim ilişkilerinin gelişmesiyle
ne de politik güçlerin farklılaşmasıyla açıklanabileceğini gösteren Clastres'ı izliyoruz. İlgili kamu
işlevlerinin örgütlenmesini, artık-ürünün oluşmasmı büyük bayındırlık işlerinin girişimini olanaklı
kılan, tersine devlettir. Yönetilenler ve yönetenler ayrımını olanaklı kılan da odur. Onun öngördüğüyle,
isterse diyalektiğe başvursun, devletin nasıl açıklanacağını pek göremiyoruz. Anlaşılana göre, devlet
aniden, İmparatorluk biçiminde meydana çıkıvermiştir ve gelişimci öğelere gönderimde bulunmaz.
Devletin yerinde baş-gösterivermesi tıpkı bir üstün yetenek darbesi gibi olan Athena'nın doğuşudur. Bir
savaş makinasınm devlete karşı yönlendirildiğini, ya oluşumunu başından beri sövmüş olduğu gizil
devletlere karşı ya da yıkımlarını önerdiği güncel devletlere karşı yönlendirildiğini gösterdiğinde
Clastres'i yeniden izliyoruz. Aslında, savaş makinası, şüphesiz, ilkel toplumların «vahşi»
düzenlemelerinden çok göçebe «barbar» savaşçılarının düzenlemelerinde gerçekleşmiştir. Her
halükarda savaşın bir devlet üretmesi yahut da galiplerin, yendiklerine yeni bir kanunu zorunlu kıldığı
bir savaşın sonucu olan devletin üretilmesi, savaş rnakinasının güncel veya gelecekteki devlet biçimine
karşı yönlendirildiğine göre, tamamen bir kenara atılmalıdır. Devleti anlamak için politik ve ekonomik
güçlerin gelişmesi, onun savaşın bir sonucu olmasından daha tatmin edici değildir. Buradan itibaren
Pierre Clastres kopma'yı kazıyor : ilkel denilen devlete karşı toplumlarla, canavanmsı denilen devletli
toplumlar arasında,
39
onların nasıl oluştuklarını görmek olanaksız hale geliyor. Clastres tıpkı La Boetie'de olduğu gibi,
«istekli bir hizmetkârlık» sorunuyla yanıp tutuşuyor : mütebcssiıu ve istenç dışı savaştan ortaya
çıkmayan bir hizmetkârlığı insanlar nasıl arzu ettiler veya istediler? Hani devlete karşı bir
mekanizmaları vardı : öyleyse, niçin ve nasıl devlet oluştu? Niçin devlet bu zaferi kazandı? Pierre
Clastres, sorunu genişlete genişlete, sorunu çözme yollarını kaybetti (13). O ilkel toplumlardan kendi
kendine yeterli bir bütün, bir uknun (hipostaz) (*) yapmaya doğru gitmekteydi. (Bu nokta üzerine çok
ısrar ediyordu). Biçimsel dışarıdanlıktan gerçek bir bağımsızlık oluşturuyordu. Bu nedenle de evrimci
kalmaktaydı ve kendini doğa durumuna bağlı hissediyordu. Fakat, bu doğa durumu salt bir kavram
olacağına, Clastres'a göre, tamamen sosyal bir gerçeğe bağlıydı ve bir evrim, bir gelişim olacağına, anı
bir değişinim (mütasyon) oluyordu. Çünkü, bir yandan devlet oîuş-
(f3) Clastres, (Devlete Karşı Toplum), s. 170. «Devletin başgösterme-si Uygarlar ve Vahşiler
arasındaki büyük topolojk paylaşmayı oîus-turdu. Onun ötesinden sonrasındaki silinmeyen kopmayr
(kesintiyi) tamamen değiştirerek kayda geçirdi, çünkü zaman Tarih olmaya başladı.» Bu başgöstermeyi
anlamak için Clastres öncelikle demografik bîr öğeyî anımsattı fakat «ekonomik determinizmin yerine
demografik bîr determinizm getirmeye kalkmayı düşünmeden...», ve aynı şekilde savaşçı makinanm
olaylara bağlı zıvanadan çıkması (?), veyahut hiç beklenmeyen bir biçimde önce «şeflere» karşı olan,
sonra başka türlü korkunç bir iktidar üretecek olan bir şekilde peygamberliğin dolaysız rolü. Fakat,
Clastres'in bu soruna vermiş olduğu çözümlerden daha iyisini ön-yargılamak, tabii ki, olanaksızdır.
Peygamberliğin olaylara bağlı rolü üzerine, Heiene Ciastres'in kitabına başvurulur. La terre şans mal, le
pro-phetîsme tupî guarani. (Acısız Toprak, Tupi Guarani Peygamberliği) Seuii Yay.
(*) Ayrıksı kişi: Örneğin Tann'nın üç uknumu vardrr Tannbifminde (Ç.N.)
* f
40
muş olarak ansıdın fırlıyor, diğer yandan is<? devlete karşı toplumlar devlete sövmek ve ortaya
çıkmasına engel olmak için çok kesin mekanizmalara s^hip olu-yordular. Bu iki önermenin geçerli
olduğuna inanıyoruz, fakat birbirlerine zincirlenmelerinde bata var. Çok eski bir şema vardır: <-
Klanlardan İmparatorluklara» ... Ama hiç bir şey bu yönde bir evrimisi varlığını bize göstermi3ror;
çünkü çeteler ve klanla Impa-ratorluk-Krallıklardan az örgütlü değillerdir. Öyleyse iki terim arasındaki
kesintiyi kazıyarak, yani çetelere kendi kendilerine yeterlilik ve devletten daha canava-rımsı veya
mucizevî bir şekil vererek, evrim varsayımıyla ilgi kesilmez.
Devletin daima varolduğu, onun mükemmel ve çok iyi biçimlenmiş olduğu söylenmeli.
Kazıbilimcile** Yeni buluşlar yaptıkça, birçok İmparatorluk buluypri&r. Ur devletinin varsayımı
doğrulanmış gibi gözüküyor, «devlet insanlığın en eski zamanlarına kadar gidiyor.» İlkel toplumların
büyük İmparatorluk devletleriyle ilişkide olup, iyi denetlenmemiş alanlarda ve çevrede yaşadıklarını
düşünemiyoruz. Fakat en önen^isi, bunun tam tersi olan varsayımdır : yani devletiı* kendisi daima
dışansıyla ilişki halindeydi ve bu ilişkinin dışında onu düşünebilmek mümkün değildir. Devitin yasaları,
bunların hepsi veya hiçbiri değildir (Devletli toplumlar veya devletsiz toplumlar) ama dışarısının
ve içerisinin toplumları vardır. Devlet egemenlik demektir. Ama egemenlik içine aldığı, üzerinde yerel
olarak kendine edindiği ölçüde hüküm sürebilin Hem evrensel devlet yoktur, hem de devletlerin
dış&r*81 «dış politikaya» indirgenemez, yani devletler arası ilişkilere indirgenemez. Dış&rısı aynı
anda iki yönde durur : devletlere nazaran çok geniş bir özerklik sahibi olan ve belli bir anda tüı#
oecumene'e (evrensel -dini anlam-
41
da-) dağılmış olan büyük dünyasal makinalar (örneğin «büyük ticaret şirketleri» tipindeki örgütler, yahut
sanayileşmiş yapılar, hem de mesihçilik, peygam-bercilik vb. gibi hareketler, İslâmiyet,
Hıristiyanlık gi-~bi dini oluşumlar); ama aynı zamanda çetelerin, kenarda kalanların, devletin iktidar
organlarına karşı parça parça toplumların haklarını doğrulamaya devam eden azınlıkların yerel
mekanizmaları. Çağdaş dünya bu iki yönde, özellikle gelişmekte olan imgeleri, bugün, hem evrenseldinsel
dünyevi makinaların yanında, hem de Mac Luhan'ın betimlemiş olduğu yeni klancı bir toplumun
yeni-ilkelliğinde bize sunar. Bu yönler, her zaman olduğu gibi tüm sosyal alanlarda yok değildir. Hem
de kısmî olarak bunlar birbirlerine bile kanşabilirler, örneğin bir ticarî örgüt birçok işinde ve yolunun
bir bölümünde, bir korsan yahut yağma çetesidir; yahut dinsel bir oluşum çeteler tarafından işler.
«Burada ortaya çıkan, dünyasal örgütlerden daha az önemli olmayan çetelerin devlete indirgenemez bir
biçim sunmalarıdır ve bu dışarıdanlık biçimi yaygın ve çok biçimli, zorunlu olarak bir savaş
makinasmın biçimi gibi ortaya çıkar. Bu yasadan çok değişik bir «nomos»tur. Devlet-biçimi içeridenlik
biçimi olarak daima kamu bilgisine hitap ederek, rahatça kutuplarının sınırında tanınabilen değişiklikler
süresince kendisine özdeş ve kendi kendini yeniden üretmeye yatkındır. (Maske takmış bir devlet
mümkün değildir) . Ama savaş makinasmm dışarıdaniık biçimi kendi değişmelerinde varolmasını
öngörür. Savaş makina-sı hem sanayici buluşlarda, dini yaratıcılıklarda, teknolojik buluşlarda, devlet
tarafından ikincil olarak edinilmeye bırakılan tüm akımlarda ve akışlarda varlığını gösterir.
İmparatorlukları büyük makinalan, krallıkları ve çeteleri devlete özdeş aygıtları ve değişken
42
savaş makinalarını, içeridenliği ve dışarıdanlığı, bağımsızlık terimlerinde değil, daima birbirleriyle
ilgili sürekli bir alanda, rekabet ve birliktelik varolma terimlerinde düşünmek lâzımdır. Aynı alan
içeridenliğini devletlerde gösterdiği gibi, devlete karşı dikilen veya devletlerden kurtulanlarmdakindeki
dışarıdanlığı da betimler.
Önerme III: Savaş makinasmın dışarıdanlığı bir «göçebe» veya «azınlık bilimi»nin varlığını ve
sürekliliğini hissettirmeye bırakan epistemoloji tarafından da gösterilmiştir.
Hem tarihini izlemenin çok güç olduğu hem de sınıflamanın zor olduğu bir bilim işlemi veya bilim
cinsi vardır. Bunlar geleneksel kabullenmeleri sürdüren teknikler değildir. Ama tarih tarafından kurulan
yasal veya kraliyetçi anlamında «bilimler» de değildir. Mic-hel Serres'in yeni bir kitabmda göstermiş
olduğu gibi, bunun izini hem Lucrece'den Demokritos'a atom fiziğinde hem de Arşimet geometrisinde
bulabiliriz (14). Böylece ayrıksın, bir bilimin karakteri şunlardır :
1 — Akışkanlıkları özel bir şok gibi kabul edecek katıların bir kuramı yerine, öncelikle, bilimin
hidrolik bir modeli vardır; yani antik atom kuramı akımlarından ayn tutulamaz; akım gerçeğin
kendisidir veya dopdolu dayanağıdır.
2 — Sabit olana, özdeşe, ebediliğe, oturaklılığa karşıt olan bir ayrışıklık ve oluş modelidir.
Oluşun
(14) Michel Serres, La naîssunce de la physîque dans le tevte de Lucrece Fleuves et turibulences,
Minuit yayınlan. Birbirini izleyen üç noktayı ilk ortaya çıkaran Serres'dir, dördüncüsü, bize diğerleri ile
zincirlenmiş gibi gelmektedir.
43
kendisini bir model yapmak ve bir kopyanın ikinci karakterini oluşturmamak için «paradoks»tur;
Platon, Timee'de bu olasılığı anımsatmaktaydı, ama o büyük bir bilimin adına, bunu dışlamak ve ona
sövmek için yapmaktaydı. Halbuki, tersine atomculukta atomun meşhur açılımı böyle ayrışık bir
modeli ayrışıklık içinde oluşta veya geçişte sunmaktaydı» Clina-men en ufak bir açı olarak bir eğik ve
düz çizgi, eğik ve teğet arasında bir anlam taşımakta ve atomun ilk hareketinin eğiğini oluşturmaktadır.
Clinamen, atomun en ufak açıda düz çizgiden ayrılmasıdır, Bu bir geçiştir veya en azından bir tüketme,
«tüketici» paradoksal bir modeldir. «Bir noktadan diğerine en yakın yol» olduğu tanımlanan düz çizgili
Arşimet geometrisinde olan prediferansiyel hesap da bir eğrinin uzunluğunu tanımlamanın amacından
başka bir şey değildir.
3 — Sırmalı (maden kırığı) veya laminaryalı (deniz yosunlu) akışta bir düz çizgiden onun paraleline
doğru gidilemez artık, ama eğrili açılımdan (sapmadan) , eğri b|r plan üzerinde hava çevrintisinin
(kasırga) ve sarmalların oluşumuna doğru gidilir; En küçük açı için en büyük eğinim. Turba veya
Turbo'dan yeni atom sürülerinden veya çetelerinden büyük hava çev-rintisi organlarına. Model katı ve
çizgisel şeyler için kapalı bir mekanda dağılma yerine, akım-şeylerin açık bir mekanda kendilerinin
dağıttıkları hava çevrintisel bir modeldir. Pürtüklü mekanla (metreli) kaygan mekan (topolojik veya
projektif, vektoryel) arasındaki fark budur : birinde «hesap yapılmadan mekan işgal edilir», diğerinde
ise «işgal etmek için hesap yapılır» (15).
(15) Müziğin mekan zamanını i>u şekilde ayıran Boulez'dir : pürtûkiil
44
4 — Sonunda model problematiktir (sorunsaldır). Teorematik değildir : izdüşümler, katılmalar, kesip
çıkarmalar, kısımlar, bunlara gelen etkilerin işlevlerine göre, şekiller kabul edilirler. Bir cinsten türlere
ne belirli ayrımlarla, ne tümdengelimle, ne de özelliklerinin ortaya çıktığı değişmez özlerle gidilir, bir
soruna onu şartlandıran ve çözmeye çalışan kazalarla gidilir. Burada geçişin her türlü şekil
değiştirmesi, başka bir maddeye dönüşmesi söz konusudur, en azından her seklin, bu özden çok, daha
güzel olan bir «olayı» belirleyen işlemleri vardır : bir kare dördüllemeden bağımsız varolamaz, küp
birimleriyle ölçülmeden bir küp olamaz, doğrultulmadan bir düz çizgi varolamaz. Halbuki teorem
akılların düzeyindedir, sorun etkileyicidir ve değişimcilerden ayrı tutulamaz, bu bilimde yaratma ve
üretmedir. Gabriel Marcel'in söylemiş olduğunun tersine problem bir «engel» değildir, problem
«engelin aşılmasıdır», önceden yapılan bir atılımdır, yani bu bir savaş makinasıdır. «Problem öğenin»
bir parçasını en mümkün olana indirgediği ve «teorem-ögenin» yerine bunu koyduğu zaman büyük
bilimin engellemeye çalıştığı hareket olur» (16).
mekanda ölçü hem kurallı hem de kuraldışı olabilir, bu her zaman bel-îi olabilir, halbuki kaygan mekan
için kesinti veya fark «istenilen her yerde» yapılabilir. Penser la musique d'aujourd'hui (Bugün Müziği
Düşünmek), Gonthier, s. 95-107.
(16) Eski Yunan geometrisi bu iki kutbun karşıtlığı tarafından geçilmiştir, bunlar teorematik ve
problematiktir ve birincisinin zaferiyle çe-îişkî sona ermiştir. Eukleides (Öklid)'in öğelerinin birinci
kitabı üzerine yorumlarında (Desclee de Brouwer'in yeni basımı) Proclus iki kutub arasındaki farkı
inceler ve Speusippe-Menechme karşıtlığıyia bunu süsler. Matematik bu şiddet tarafından geçilmekten
eksik olmayacaktır ve örneğin belitsel öğe probîematik akımla karşı karşıya gelecektir, «sezgisel*»
veya «kurucu» ki, bunlar bütün teorematiğin ve belitselîiğin (ak-siyomatiğin) çok değişik problemlerin
hesabının değerini verirler: Bkz.
45
Bu Arşirnet bilimi yahut bilimin bu tip anlayışı özellikle savaş makinasma bağlıdır : problemata'ların
kendileri t savaş makinalarıdır ve bunlar eğik planlardan geçişlerden, en azmdan izdüşümlerden ve
hava çevrintilerindeıı ayn tutulamazlar. Savaş makinasınm devlet aygıtını sollayan bir soyut bilgiden
çok değişik biçimde bir soyut bilgide, izdüşümünde olduğu söylenecektir. Göçebe biçimli tüm bilimin
dışarıdarılıkçı olarak geliştiği, imparatoıiukçu veya kraliyetçi bilimlerden çok farklı olduğu
söylenecektir. Dahası, bu göçebe bilim devlet biliminin koşulları ve zorlamaları tarafından
yasaklanacak, yahut töresel olarak karşı çıkılacak, «yolu kapanacaktır». Roma Devleti tarafından
yenilgiye uğratılan Arşimet bir sembol olacaktır (17). Formalizasyon tarzmca bu iki bilim arasındaki
fark gö-çebebiliminin buluşlarını egemenlikçi biçimiyle baskıya alan devletin bilimi olmasıdır, devlet
bilimi, göçebebi-limden kendine edinebildiğini alıkoyar, gerisini gayet kısıtlı bir reçete haline sokar ve
bunda gerçek bilimsel bir konum bırakmaz veya en basit şekliyle göçebilimini yasaklar, baskıya alır,
yani göçebebiliminin -bilgini» iki ateş arasında, onu esinlendiren ve doyuran savaş makinasmm
ateşiyle akıl düzenini ona zorla kabul ettiren devletin ateşi arasında kalmıştır sanki. Mühendis denilen
kişi (ve özellikle askeri mühendis) çeşitli değerleriyle bu durumu gösterir. O kadar ki, en önemlisi,
göçebebilimin devlet bilimi üzerinde bir baskı uyguladı-
Boulignard, Le dedin des absolus mathematice-logiques (Mantık-Ma-tematik Saltıkların Çöküşü) Ed.
d'enseignement Superieur. (17) Vrilio, L'insecuıite du territoire (Alanın Güvensizliği], s, 120. :
«Arşimet ile yaratıcı serbest araştırma olan geometrinin devrinin nasıl tamamlanmış olduğunu
biliyoruz. (...) Bir Romalı askerin kîlıcj gelenek denilen ipi kesip attı. Böylece, geometrik yaratıcılığı
yok ederek, Roma Devletî Batı'nın geometrik emperyalizmini kurdu.»
46
ğı ve tersine, devlet biliminin göçebebiliminin verilerini değiştirip, kendine edindiği sınırlardaki
sorunlar bunlardır. Kamp sanatı için, eğik planları ve izdüşümleri her dönemde harekete geçiren
«kastrametrasyon» için doğrudur bu: devlet göçebebiliminin yerini belirleyerek, kontrol ederek,
oldukça kısıtlayarak ölçülü (metrik) ve sivil kurallara boyun eğmeden ve sosyal alan boyunca savaş
makina^ma sonuçlarını geliştirmesini yasaklamadan, savaş makinasınm bu boyutunu kendine edinemez
(bu açıdan Vauban (*), Arşimet'in yeniden ele alınması gibidir ve Arşimet'inkine benzer bir yenilgiye
uğrar). Daha üstün olduğu söylenen kraliyetçi bilimin analitik geometriden pratik bir bağımlılık yapmak
istediği izdüşümcü ve betimleyici geometri için de doğrudur bu (Poncelet ve Monge'un «bilgin»
olarak çok yanlı durumları da buradan gelir) (18). Diferansiyel hesap için de doğrudur bu: diferansiyel
hesap uzun zaman boyunca bilimsellik dışı bir konum taşıdı. Onu «gotik bir hipotez» olarak suçladılar,
kraliyetçi bilim onda uysal bir uzlaşma değeri yahut iyi kurulmuş bir yapıntı değeri tanımaktan öteye
gitmedi. Devletin büyük matematikçileri ona daha kapalı bir konum vermeye çalıştılar, ama tam
anlamıyla sürekli değişim, geçiş, sonsuzcasına küçük, ayrışıklık, oluş kavramlan-
(*) Sebastien Le Prestre de Vauban (1633-1707) yıllan arasında yaşamış Fransız mareşalidir. Fransız
sınırlarının bir çoğunun sağlamîaştı-nlmasına çalışmış bir genel komiserdir. Lille'e, Namus'a seferler
düzenlemiştir (1607 ve 1692). XIV. Louis'nin politikasını eleştirmesi yüzünden kralın saygısını
yitirmiştir. (Ç. N.).
(18) Monge ve özellikle Poncelet ile duygusal veya uzamsal pürtülkü mekan temsiliyetinin sınırlan
aşılmıştır; ama soyut bir sembollülüğün kuvvetine doğru olmaktan çok trans-uzamcı veya trans sezgisel
(süreklilik) bir hayalgücüne doğru aşılmıştır. Poncelet üzenne Brunschvieg'-in yorumlarına
dayanılacaktır. (Matematik Felsefenin Devreleri, U.U.F.)
47
nı, yani göçebe ve dinamik tüm kavramları elemek şartıyla buna giriştiler ve sıra sayıları için kullanılan
or-dinal ve statik sivil kuralları ona zorla kabul ettirdiler (bu açıdan Carnot'nun tam belli olmayan
konumu) . Bu hidrolik model için de doğrudur: çünkü şüphesiz devletin kendisinin hidrolik (su
mühendisliği) bir bilime ihtiyacı vardır (bir imparatorlukta hidrolik çalışmalarm önemini kapsayan
Wittfogel'in tezleri üzerine yeniden dönmeye gerek yoktur). Bir hareketin bir noktadan başka bir
noktaya gitmesini, mekanın kendisinin pürtüklü ve ölçülü olmasını, akışkanın katıya bağlı olmasını ve
akımın paralel laminaryacı parçalarla yürürlüğe girmesini zorla kabul ettiren, hava çevıintisini
engelleyen kıyılara, kanallara, su yollarına hidrolik gücü buyruk altına almak ihtiyacı olan devlet
olduğuna göre bu çok değişik bir biçimde olmaktadır. Halbuki, savaş makinasının ve göçebebiliminin
hidrolik modeli kaygan bir mekanda hava çevrintile-riyle yayılmayı, mekanı tutan bir hareket üretmeyi,
bir noktadan diğerine doğru giden yerel harekette olduğu gibi yapacağına, aynı anda tüm noktaları etki
altına almayı içerir. (19) Demokrit, Menechome, Arşi-nıet, Vauban, Desargues, Bernoulli, Monge,
Carnot, Poııcelet, Perronet vb.: bu bilginlerin özel konumlarının anlaşılması için her seferinde bir hayat
hikayesi gereklidir. Devletin bilimi onlan baskı altına almadan,
(19) Michel Serres, a.g.e., s, 105. Bu açıdan Alembert-Bernoulii kar-şrtlığım inceler; genelde îki mekan
modeli arasındaki fark önemli değildir: «Akdeniz havzasında su eksiktir ve iktidan elinde bulunduran
da, ak-çalayan da zorunlu akımı kabul etmeyen bu hava çevrintisi olduğuna göre, Clinamen'in özgürlük
gibi duran ve akçaîamamn öz gibi duran fiziki dünyası bu yüzdendir. Bilimsel kuramla anlaşılmaz;
suların fati-hiyle anlaşılmaz (...) askeri makinanın ve dalgalı cisimlerin ustası» : Arşimet'în büyük
kişiliği buradan gelmektedir.
48
kısıtlamadan politik veya sosyal görünüşlerini baskı altına almadan kullanamaz.
Kaygan mekan, deniz savaş makiııasınm özel konumlu bir sorunudur. 'Fleet in being' sorunu, Virilio'-
nun göstermiş olduğu gibi, denizin üstünde konulur; yani etkisi herhangi bir noktadan fışkırabilen
kasır-gamsı bir hareketle açık mekanı işgal etmek görevi budur. Bu bakımdan, ritim üzerine, kavramın
ortaya çıkış noktası üzerine yapılan yeni incelemeler bize ye-terliymiş gibi görünmezler. Çünkü bizce
ritimin dalgaların hareketiyle hiç bir ilgisi olmadığı ve daha özel olarak «düzenliliği ölçülü» bir
hareketin biçimini belirlediği söylenir. (20) Halbuki, ritim ve ölçü asla birbirlerine kanştınlmamıştır.
Ve eğer atomcu Demokrit kesinkes ritmi biçim anlammda kullanan biriyse atom biçimlerinin öncelikle,
yer (magnae res), deniz, hava gibi kaygan mekanların çalkantılarının en kesin şartlarında oluşturduğunu
unutmamak gerekir. Kıyıların arasmdaki ırmağın akışına veya pürtüklü bir mekanın biçimine
gönderimde bulunan düzenli, ölçülü bir ritim vardır; ama bir akımın akışkanlığına gönderimde
bulunan, yani sıvı bir maddenin kaygan bir mekanın biçimine gönderen ölçüsüz bir ritim de vardır.
Bu iki bilim arasında, bu devlet bilimi ve savaş makinasının göçebebilimi arasındaki bu karşıtlık veya
daha doğrusu bu sınırda kalan gerilim, bazı değişik anlarda ve seviyelerde bulunur. Anne Querrien'in
çalışmaları bu iki anı bulmak için çok yararlıdır, biri 12.
(20) Bkz. Benvenîste, Problemes de Hnguîstique generale (Gene! Dilbilimin Sorunları), «dilbilimsel
anlamında ritim kavramı», s: 324, 375. Sık sık bu metin olduğu gibi kabul edilmiştir. Bunun anlamı
bizce tuhaftır, çünkü hidrolik sorununun önemini düşünmeden atomculuk ve Demokrit'i anımsar ve
çünkü ritimden bedensel biçimin «ikincil derecede özelleşenini ortaya çıkartmıştır.»
Savaş Makinası F. 4
49
yüzyılda gotik kiliselerin yapılmasıyla, diğeriyse 18. ve 19. yüzyıllarda köprülerin kurulmasıyla
ilgilidir. (21) Kısaca gotik, roman kiliselerinden daha yüksek ve daha uzun kiliseler inşa etmek
istencinden ayrılamaz bu. Daima daha uzaklara, daha yükseklere... Ama bu fark sadece nicelik farkı
değildir; nitelik farkını da belirtir : madde-biçim statik ilişkisi, ataç-güç dinamik ilişkisine doğru kayar.
Taştan yakalamaya müsait itim güçlerini meydana getirmek için, daha uzun ve daha yüksek kubbeler
inşa etmek için işe yarar olan yüksekliktir. Kubbe artık bir biçim değil, ama taşlanıl sürekli
değişkenliğinin bir çizgisi olmuştur. Bu sanki gotik kaygan bir mekanın, roman ise kısmi bir pürtüklü
mekanın işgal edilmesi gibidir (ki orada kubbe paralel ayak direklerinin yan yana koyulusuna bağlıdır),
Oysa taşlarm boyu bir taraftan düzlem sınırı olarak yerde bile işleyen bir izdüşümü planından, diğer
taraf-tansa oylumlu taşların değişikliğe sokulmasının veya birbirini izleyen yaklaşıklığın serisinden
(dik açı şeklinde yontma) ayrı tutulamaz. Çalışmayı oturtmak için, şüphesiz, Öklid'in teorematik bilimi
düşünülür : sayılar ve denklemler, oylumları (hacimleri) ve yüzeyleri örgütîeyebilen akılcı bir biçim
olur... Fakat, destana göre, Bernard de Clairvaux, orada, çabukça vazgeçer, tıpkı «çok zormuş» gibi, ve
mateolojiden çok nıa-tegrafi olan azınlık bilimi olarak tanımlanan, betimle-yici ve izdüşümcü,
Arşimedçi işlevsel bir geometrinin özelliğini savunur. Onun yoldaşı, duvarcı-papaz, Tru-valı Grain
önce «öğrenmeye başlayan birinin çizmesine olanak veren işlevsel hareketin bir mantığını, sonra ise
(2!) Anne Ouerrien, Devenir fonctionnaîre ou İe travai! de TEtat (Memur Oimak veya Devîetîn İşi),
Cerfî; Anne Ouerrîen'in yayınlanmamış çalışmalarına ve bu kitaba başvuruyoruz.
50
mekanda içice girmekte olan oylumları kesmeyi ve çizginin sayıyı itmesini sağlamayı anımsatır» (22).
Temsil edilmez, doğrulanır ve yol katedilir. Bu bilimin karakterlerini belirleyen denklemlerin
yokluğundan çok onların rastlaııtısallıklarının değişik rolleri olması bu yüzdendir. Maddeyi örgütleyen
tamamen muhteşem şekillerin yerine denklemler en ufak niteliksel bir hesapta, araç tarafından «itilmiş»
olarak, ürerler. Tüm bu Arşimet geometrisi en büyük anlatıma sahip olur, ama ayrıca 17. yüzyıldaki
şaşırtıcı bir matematikçi olan Desargues ile ve onun geçici durağıyla karşılaşılır. Kendine benzeyen
birçok insanlarda olduğu gibi Desargues da çok az yazmıştır; halbuki yaşamında çok önemli eylemlerde
etkin olmuştur ve daima olay-sorunları üzerine toplanmış projeler, müsveddeler, taslaklar
bırakmıştır: «Karanlıklar dersi», «taşların kesilişi projesinin müsveddesi», «bir planla bir koni (huni)
nin karşılaşma olaylarına zarar projesi müsveddesi»... Oysa Desargues Paris Parlamentosunca mahkum
edilmiştir, ona kralın sekreteri karşı çıkmıştır; onun perspektif pratikleri yasaklanmıştır (23). Kraliyet
bilimi veya devlet bilimi taşların boylarını, panolarca biçimin, sayının ve ölçünün sabit modelinin
önceliğini oluşturan şartlarda kabul edebilir ve kendine çekebilir, (bu panolar, taşları dik açıyla
yontmanın tersidir). Kraliyet bilimi perspektifi sadece statik olarak, onun tüm gezingen ve öristik
(araştırmanın kurallarını ortaya çıkaran) yetkinliğini kaldıran merkezi bir kara deliğe boyun eğ-
(22) Bkz. Raouf Verges, Les iflumînes de Tart Royal (Büyük Kraliyetçî Sanatın Ustaları), Julliard.
(23) Desergues, Oeuvres (Eserleri), Ed. Leiber (Michel Charles'ın Desargues île süreklilik taşıyan,
Monge ve Poncelet'nm «modern geometrinin kurucusu» olması üzerine yazmış olduğu metni).
51
direrek kabul eder ve kendine çeker. Fakat Desargues serüveni veya olayı, gotik ustaların çıraklarının
ortaklaşa başlarına gelenin aynısıdır; çünkü Kilise, İmparatorluk biçiminde, bu göçebebiliminin
hareketini ciddi bir şekilde denetlemek ihtiyacını duymakla kalmaz, inşaatları denetim altına almayı,
şantiyeleri yönetmeyi, nesneleri ve inşaat yerlerini kendisi seçmek ihtimamını Temple tarikatı
şövalyelerine bırakır; ama dahası, laik devlet kraliyetçi biçiminde şövalyelerin kendilerine sırtını döner,
çırakların «kompanyon» sisteminin her türlü motifini ki, bunlardan biri bu azınlık veya işlevci
geometrinin yasaklanmasını içerir, mahkûm eder.
Anne Querrien 18. yüzyılda köprüler konusunda, aynı hikayenin bir yankısını bulduğu zaman haksız
mıdır? İş bölümü devlet normlarına göre edindiğine göre, şüphesiz şartlar çok değişmiştir. Ama
köprüler ve yolların hareketlerinin tümünde yollar tamamen merkezileştirilmiş bir yönetimin işidir,
halbuki köprüler ortak dinamik ve etken bir deneyimin maddesi olmakta devam etmiştir. Trudaine
evinde özgür, genel «tuhaf toplantılar» düzenlemekteydi. Perronet Doğudan edinilmiş yumuşak bir
modelden esinlenmekteydi : köprü akarsuyun gidişine önlem koymalıydı veya onu tıkamak
zorundaydı. Bu köprünün ağırlığına, düzenli ve kalın kemer ayaklannca pürtüklü mekanına karşı kemer
ayaklarının süreksizliğini ve incelemesini, kubbenin indirilmesini, bütündeki sürekli değişikliği ve hafifliği
savunmaktaydı. Fakat bu girişim hemen ilkeci karşıtlıklarla çarpıştı ve sık sık yapılan bir
uygulamaya göre Perronet'yi okulun müdürü yapan devlet onun deneyine taç giydirmediğine göre, bu
deneyi yasaklamaktaydı. Tüm köprüler ve yollar okulunun tarihi ki bize nasıl bu «eski ve yolcu
biçimin» yerini Madenler
52
Okuluna, kamu çalışmalarına bıraktığını, ve aynı zamanda, yaptıkları çalışmaların gittikçe
normalleştiğini gösterir (24). O halde soruna gelelim: kollektif bir beden nedir? Ve şüphesiz bu
devletin büyük bedenleri (cisimleri) bir taraftan bir işlemin veya bir iktidarın monopolünde hazır olan,
diğer tarafta ise temsilcilerini yerel olarak dağıtan hiyerarşik ve farklılaşmış organizmadır. Onların aile
ile özel bir ilişkileri vardır, çünkü iki uca aile modelini ve devlet modelini ulaştırırlar ve kendileri
«büyük ailenin» görevlileri, hizmetçileri, çiftçileri veya kahyaları gibi yaşarlar. Böyle olmakla beraber,
bu bedenin çoğunda bir şemaya uymayan ve eyleme giren bir şey vardır. Bu sadece özelliklerinin korunması
demek değildir. Aynı zamanda devlete başka modeller de sunar, karşı çıkar; başka bir
dinamizm, göçebe bir ihtiras, savaş makinası olarak ortaya çıkmak çok karikatürümsü hatta çok
şekilsizleştirilmis bir tutum olur. Örneğin çok eski bir lobi sorunu, etkili çevresi olan bir grup, devlete
karşı tavrı tam belli olmayan ve devletin kendi etkisine almak istediği sorunlar vardır ve sonucu ne
olursa olsun, devletin kendine göre önceden hareket ettirmek istediği bir savaş makinası vardır (25).
Nasıl bir bedenin tini organizmanın ruhuna indirgenemez, bir beden de bir organizmaya indirgenemedi
Anne Ouerrien, s. 26-27 : «Devlet iflas eden deneyin üzerine mî kurulur? (...) Devlet şantiye halinde
değil, onun şantiyeleri hareket halinde olmalıdır. Bir ekip sosyal olarak inşa etmek için değil, işlevlerini
yerine getirmek için yapılır : bu bakış açısından alacak olursak devlet sadece devletin isteklerini yerine
getirmek maaşlılara yahut devletin emirlerinin modelini yerine getirmek zorunda olanlara inşa etmek
çağrısında bulunur.»
(25) «Colbert lobisi»nin sorunu üzerine bkz. Dessert ve Journet, An-nales Dergisi, Kasım 1975.
53
mektedir. Tin daha mükemmel bir şey değildir, o uçucudur halbuki ruh ağırdır, bir ağırlık merkezidir.
Bedenin tininin ve askeri kökünün anımsatılması mı gerekir? Önemli olan «askerî olan değil, fakat
onun uzaktan gelen göçebe köküdür.» îbn Haldun göçebe savaş makinasmı şöyle tanımlamıştı: aileler
veya soysop ve bedenin tini. Savaş makinası ailelerle, devletinki ile olan ilişkisinden çok değişik bir
ilişkiye girer. Aile, ona destek olacağı yerde çetenin yönünü tayin eder, öyle ki bir soykötüğü bir
aileden diğerine göre, herhangi bir ailenin elverişliliğine göre, belli bir anda, en fazla ^agnatik»
danışmayı gerçekleştirmeyi başarandır. Bir devlet organizması içinde yerini belirleyen ailenin kamusal
ürünü değildir; bunun tersidir geçerli olan, buna bir savaş bedeninde ünlü olmayı bekleyen soykütüğüne
değgin hareketliliğin veya danışmanın gizli erdemi veya kuvveti denir (26). Orada ne organik bir
ik-üdarın tekeline, ne de yerel bir temsiliyete gönderim-
(26) Ibn Haldun, La Muqaddima, Hachette. Bu eserin en önemli temalarından biri «bedenîn tini»nin
sosyolojik sorunu ve onun anlamının belirsizliğidir. İbn Haldun bedeviliğe (budun olarak değil de
yaşam biçimi olarak) karşı yerleşmeyi veya şehirleşmeyi koyar. Bu karşıtlığın tüm yönleri arasında
kamusal ve gizli arasındaki ters ilişki vardır : devletin şehirlisinin reklamına karşı savaş makînasmm bir
gizliliği vardır, ama ilk şıkta, dayanışma gizli «ün»den ortaya çıkar, halbuki diğer şıkta gizlilik yerini
ünün zorunluluğuna bırakır. İkinci olarak, bedevilik soysop-lann ve onların soykütüğünün hem
saltıklığını hem de değişikliğini oynat*; halbuki şehirli karakteri soysoptan salt olmayan hem de sabit
ve ıkatı olan bir şey ortaya çıkarır : bir kutubtan diğerine doğru dayanışmanın yönü değişikliğe uğrar.
Üçüncü olarak ve özellikle, bedevi soysopları ^bir beden tini» oluştururlar ve ona sanki yeni bir boyutmüş
gibi iştirak ederler : buna Assabya veya İştirak denir. Ve oradan arap sosyalizminin adı ortaya
çıkacaktır. (İbn Haldun klan şefinin «iktidarsızlığı», devlet kurmaya zorunlu olmaması üzerine ısrar
eder). Halbuki şehirlilik bedenin tininde bir iktidar boyutu oluşturur ve onu «otokrasi»ye verir.
54
de bulunan vardır, fakat göçebe bir mekanda kasır-gamsı bir bedenin kuvvetine gönderen bir şey
vardır. Ve şüphesiz modern bir devletin büyük cisimlerini arap kabileleriymiş gibi kabul etmek çok
zordur. Bir bilini, bir teknik kurmak gibi yahut müzik yapmak gibi yahut da yargılamak gibi, kiliseler,
köprüler inşa etmek gibi belirli düzenlemelerde, bazen hiç beklenmedik biçimlerde savaş makinasına
eşdeğer kollektif bedenlerin daima azınlıkları veya püskülleri olduğunu söylemek istiyoruz... Bir
yüzbaşı alayı gerekliliklerini subaylar alayı tarafından veya assubaylar örgütünce değerlendirir. Bir
organizma gibi devletin kendi bedenleriyle sorunları olduğu ve bu bedenlerin, ayrıcalıklar isteyerek,
onlara rağmen, taşan bir şeye açılmak zorunda kaldığı kısa bir devrimci an, deney yapan bir atılış devri
hep çıkagelmektedir. Her seferinde kutub-larm ve eğilimlerin hareketlerinin, doğalarının incelenmek
zorunda kalınan karışık bir konumu vardır. Aniden, sanki noterler alayı, Arapların içinde veya
Hintlilerin içinde ilerlermiş gibi durur, sonra yeniden oradan çıkıp, yeniden örgütlenirler.- sonunda ne
olacağı belli olmayan bir operakomik. (Orada «Polis bizimle...» diye bağırırlar bile.)
Husserl tam belli olmayan morfolojik tözlere seslenen bir foto-geometrinin varlığından bahseder, yani
göçebeler veya yersizyurtsuzlar. Bu tözler duygun şeylerden ayrıldıkları gibi imparatorlukçu, kraliyetçi
veya idealist tözlerden de ayrılırlar. Proto-geometrinin kendisi olan bu tözleri işleyecek bilim evsiz ve
yurt-suzluk anlamını taşıyarak belirlenmez : ne duygun şeyler gibi doğru ne de ideal tözler gibi doğru
olabilir, fakat doğrusuz ve buna rağmen sert olabilir («rastlantıya göre değil, özünde doğru olmayan).
Daire organik, ideal, sabit bir özdür, ama yuvarlak tam belli olma-
55
yan, akışkm, hem daireden hem de yuvarlaklaşmış şeylerden ayrı bir öze sahiptir o (bir vazo, bir
tekerlek, güneş...) Teorematik bir şekil sabit bir özdür, ama onun değişiklikleri, şekilsizlikleri, artıp ve
kesilip çıkartmaları, tüm değişirlikleri, botanikte «şemsiye» denilen çiçek durumu, yuvarlak tuzluk
veya mercimek şeklinde, belirsiz ve böyle olmasına rağmen kesin, sorunsal şekiller oluştururlar.
Belirsiz özlerin şeylerden bedensellik olan bir şeyden daha fazla bir belirlilik meydana getirdikleri ve
bedenin tinini bile içerdikleri söylenecektir (27). Fakat niçin Husserl orada bir çeşit aracı, bir protogeometri
görmektedir ve salt bir bilim görmemektedir? Her geçiş tamamen belirsiz olana ait olduğu
halde niçin sınırda olan bir geçişin salt özüne bağlı kalmak zorundadır? Orada biçimsel olarak birbirinden
farklı iki bilimin kavramları vardır ve varlık-bilimsel olarak da belirsiz veya göçebe bilimin
içeriğini kraliyetçi bir bilimin kendine almasından vazgeçemediği tek ve aynı eylemler birbirlerinin
içine geçmiş olarak vardır, ve yine orada göçebe bir bilim kraliyetçi bilimin içeriğini kaçırır durur.
Hatta sürekli hareket halindeki bir sınırdan başka bir şeye bel bağlamaz. HusseıTde (ve de tersi olarak,
yuvarlağın dairenin «şeması» olması şekliyle Kant'da) göçebebilimm
(27) Husseri'in bellibaşlı metinleri îdees I «Fikirler I», s. 74, Galiîmarcl Yay. ve L'origine de la
geometrîe «Geometrinin Kökü»dür, P.U.F. (Der-rida'nm çok önemli yorumuyla s, 125-138). Sorun
belirsizdir ve buna rağmen kesin olarak bir bilimin sorunu olduğundan Salinon denilen şeyi
yorumlayan Michel Serres'in formülüne gönderimde bulunuyoruz: «O serttir, doğrusuzdur. Doğru
olmayan doğru kesin olamaz. Bu sadece metrik bir doğru olabilir» (Fiziğin ortaya çıkışı, s. 29).
Bachelard'ın kitabı bilimde yaratıcılığın rolünü ve doğrusuziuğun kuvvetini oluşturan yol ve yöntemin
incelemesinin en önemlisi olarak kalacaktır: «Aşağı yukarı) bilginin üzerine deneme», Vrin Yayınevi.
56
indirgenemezliğinin çok doğru bir değer biçilmesiîiiıı farkına varılmaktadır, ama aynı zamanda bir
devlet adamının veya devletin yanında yer alan kişinin ya-sallığınuı önceliği ve kraliyetçi bilimi
oluşturanın endişesi görülür. Ne zaman bu önceliğe bağlı kalınsa gö-çebebilimden bilimüstü, bilimdışı
veya bilimöncesi bir bekinme meydana gelir. Ve özellikle göçebebilimiıı pratik veya basit bir teknik
olmadığı, ama içinde ilişkilerin sorununun konulduğu ve kraliyetçi bilimin bakış açısından bambaşka
bir şekilde çözüldüğü bilimsel bir alana kayıldığına göre, pratik-bilim, teknik-bilinı ilişkileri pek
anlaşılamaz. Devlet ideal daireleri üretir ve yenidenüretir durur, ama yuvarlak yapmak için bir savaş
makinasına ihtiyaç vardır. Boyun eğmek zorunda kaldığı baskıyı ve içinde «tutunduğu» birbiri içine
geçmiş eylemleri anlamak için göçebebiliminin kendine özgü karakterlerini belirlemek gereklidir.
Göçebebiliminin emekle ilişkisi kraliyetçi bilimin ilişkilerine sahip değildir. Bu iş bölümünün daha azyapıldığından
dolayı değil, başka olduğundan dolayıdır. Devletin daima «kompanyonaj»larla, göçebe
bedenlerle veya demirci, tahtacı, duvarcı vb. tipindeki yollara değgin bedenlerle sorunları olduğu
bilinen bir şeydir.
İş gücünü yerleşikleştirmek, saptamak, iş akımının devinimini kurallaştırmak, ona kanal ye su yolları
ayırmak, örgüt anlamında loncalar oluşturmak ve gerisi için, zoraki emek gücünü çağırmak bu yerlerde
(angarya) veya yoksulların içinden (yardımseverlik atölyelerinde) işe almak bu daima bedenin
göçebeliğini ve çete serseriliğini yenmeyi kendine hedef edinen devletin ilk işlerinden biri olmuştur.
Eğer gotik örneğine dönersek bu kompanyonîanıı orada veya burada kilı-
57
se nışa ederken, devletin işine gelmeyen etken ve edilgen (hareketlilik ve grev) bir kuvvete sahip
olarak, şantiylerde çalışarak, ne kadar sık yolculuk ettiklerini anımsatmak yeter. Devletin bunlara
verdiği yanıt ise, şantiyelerin işlerini yönetmek ve «yönetenler ve yönetilenler» farklılığı üzerine kopya
edilmiş kuramsalın ve pratiğin, el işçisinin ve kafa işçisinin en büyük ayrımının hepsini işbölümünün
tüm bölgelerine geçirmek olmuştur. Kraliyetçi bilimlerde olduğu kadar gö-çebebilimlerinde de bir
«plan» m varlığı söz konusudur; ama bu aynı şekilde yapılmaz. Gotik kompanyo-nun toprağının
planına karşın, şantiye dışındaki mimarın kağıt üstünde yaptığı ölçülü-metrik planı vardır. Bileşim veya
dayanıklılık planma karşın oluşumun örgütlenmesinin bir başka planı vardır. Dördülleştiri-len taşların
boylarına karşın yeniden üretmeye yarayan bir modelin fışkırmasını içeren panoların boyu vardır.
Yalnızca nitelikli bir emeğe ihtiyaç duyulduğu söylenmeyecek : Emeğin niteliksizliğine, nitelikten yoksunluğuna
ihtiyaç vardır. Devlet münevverlerine veya kavramalarına bir erk bırakmaz, tersine onlardan
kendine sıkı sıkıya bağlı, düşten başka bir yerde özerkliği olmayan, ama devletin emirlerini yerine
getirmekten veya onları yeniden üretmekten başka bir şey yapmayanların bütün kuvvetini çekip almaya
yeten bir organ oluşturur. Ama bu politik ve göçebe ihtiraslarını değerlendiren, devletin kendisinin
doğurduğu münevverlerin bedeniyle devletin hâlâ zorluklarla karşılaşması da önlenemez. Her şeye
rağmen, eğer devlet sürekli olarak göçebe ve azınlık bilimlerini baskı altına alırsa, belirsiz özlere,
çizginin işlcvci geometrisine karşı gelirse, bunun nedeni ne bilimlerin mükemmel veya gerçek olan
içeriklerinden, ne de alıştırılan veya buyü-sel karakterleri yüzündendir, ama devletin normları-
58
karşı çıkan işbölümünü içerdiği içindir. Farklılık dışsal değildir: Bir bilimin veya bir bilim kavramının
sosyal alanın örgütlenmesine katılış biçimi ve özellikle bir işbölümü biçimini buraya sokma biçimi bu
bilimin kendisinin bir bölümünü oluşturmaktadır. Kra-liyetçi bilim biçimi için hazırlanmış bir madde
ve de madde için örgütlenmiş bir biçimi içeren «hylemorphi-que» (hilemorfik) bir modelden ayrı
tutulamaz; bu şemailin önce yönetilen-yöneten, sonra el işçisi-kafa işçisi halinde bölünen toplumdan,
yaşamdan veya teknikten çok, nasıl ortaya çıktığı, sık sık gösterildi. Bunun karakterlerini veren, tüm
maddenin içeriğin yanında yer alması, her türlü biçimin anlatımın yanında yer almasıdır.
Göçebebilimin anlatımın ve içeriğin birleşmesine aniden kendisini daha yakın hissetmesi ve bu iki
terimin hem biçim hem madde olması daha doğru gözükmektedir. İşte bu yüzden dolayı göçebebilim
için, madde asla hazırlanmamıştır, yani bağdaşıklaş-mamıştır; o sadece tekillikler taşır. (Bu tekillikler
içeriğin biçimini oluştururlar). Ve anlatım daha biçimsel değildir, fakat yerinde çizgilerden de
ayrılamamaktadır (bu yerindelik anlatımın maddesini oluşturmaktadır). Göreceğimiz gibi, bu bambaşka
bir şemadır. Dayanağın ve süslemelerin dinamik bir şekilde zincirlenmesinin diyalektik madde-biçimin
yerini aldığı göçebe sanatının genel karakteri düşünüldüğünde bu konuma ait bir fikir
edinebilmekteyiz. Böylece sanat olduğu kadar teknik olarak kendini gösteren bir bilim açısından iş
bolümü tamamıyle geçerlidir, ama bunu madde-bi-Çim ikiliğinden almaz (ikili-tekyönlülüklerin
rastlaş-malarıvla bile olsa). Daha doğrusu maddenin tekilliklerinin birleşmesiyle anlatım çizgilerinin
birleşmesi oaşgösterir ve zoraki veya doğal birleşmeler düzeyin-
59
de, bu, yerini alır (28). Bu başka bir emek ve emek etrafında sosyal alanın örgütüdür Platon'un Timee
adlı kitabında yapmış olduğu gibi ki bilimsel modeli karıştırmamak gerekmektedir (29) Birine compars
diğerine dispars denmektedir, compars kraliyetçi bilimden ödünç alınmış yasal veya coğrulanımş
modeldirler. Kanunların araştırmasını, sabitleri ortaya çıkarmayı, bu sabitler sadece değişkealer arası
ilişkiler bile olsa, içermektedir (denklemler) Değişkenin değişmez bir biçimi değişmezin değişir bir
maddesi; hilemorfik şemayı kuran budur. Ama dispars, bir göçebebiliminin öğesi olarak maddebiçimden
çok alet-güce gönderimde bulunur. Tam olarak değişkenlerden sabitleri çıkarmak konu değil,
ama değişkenlerin kendilerini sürekli değişkenlik durumuna koymaktr önemli olan Eğer hâlâ denklem
kaldıysa, bunlar artık eksiksiz olanlardır, denk olmayanlardır, cebir biçimine indirgeneme-yen değişik
denklemlerdir ve bunlar kendi hesaplarına değişkenin duygusal sezgisinden ayrı tutulamazlar.
(28) Gîlbert Simondon bu hilemorfik şerranm ve onun sosyal olasılık-larmın eleştirisini ve
çözümlemesini çok ileriye götürmüştür : (emir verdiği zaman : «biçim, öyleyse, anlatılabiienin
düzenindedir», *biçim emir veren insana, kendisini düşünene ve etken biçimde anlatmak zorunda
olduklarına eşdeğerdir»). Bu biçim-nıadde şemasına Simondan dinamik bir şemayla karşı çıkar, madde
bir sistemin enerji şartlarına veya tekillik güçlerine bağlıdır. Bilim-tekiıik ilişkilerinin, burada, bambaşka
bir kavramı ortaya çıkar. (Bkz. Lfır,dıvıdu et sa genese psyco-biologique (Fiziko-Biyolojik
Oluşum ve Birey), P.U.F., s. 42-56.
(29) Platofi, Tîmee'deki metninde kısa bır süre Oluş'un yeniden üretilmelerin veya kopmaların sadece
kaçınılmaz karakterleri olduğunu düşünmekle kalmıyor, onun kendisinin tek biçim ve özdeş ile yanşan
bir model olduğunu da düşünüyor. Bu hipotezi sadece ortaya çıkarmak için anımsıyor ve eğer Oluş bir
modelse sad3Ce modelin eşi ve kopyası, model ve yeniden üretilmesi ortadan kakmak zorunda
kalacağı glb'i yeniden üretim ve model kavramlarının kendileri anlamlarını kaybedeceklerdir.
60
Genel bir biçim, oluşturacakları yerde maddenin tekilliklerini yakalarlar veya belirlerler. Olaylarla veya
vakalarla bireyselleşmeleri işleve koyarlar ve biçimin ve maddenin bileşkeni gibi «nesne» lerle işleve
girmezler; belirsiz özler vakalardan başka bir şey değildir. Bu bakımdan nomos ve logos arasında
nomos ve kanun arasında, kanunun hâlâ «çok ahlaklı bir tad arkası» olduğu anlamına gelen bir karşıtlık
vardır. Her şeye rağmen bu yasal modelin güçleri, güçlerin oyununu bilmediğinden dolayı değildir bu.
Bu compars'a değgin bağdaşık mekanda çok iyi izlenebilir. Bağdaşık mekan kesinlikle kaygan mekan
değildir; tam tersine pürtük-lü bir mekanın biçimidir. Binanın ayaklannın mekanıdır. O bedenlerin
düşüşüyle, maddenin paralel parçalara, bölünüp dağıtılmasıyla, akım olanın laminar-yacı P) akışıyla
pürtüklüdür. Bağımsız bir boyut kuran, heryerde iletişime girmeye yetkin, tüm diğer boyutlarda
biçimlenebilen, her yönde mekanı pürtüklü kılabilen paralel dikeylikler bunlardır ve oradan itibaren
mekanı bağdaşık kılarlar. îki noktanın yatay mesafesi için bir kıyas biçimi oluşturur. Bu anlamda
evrensel çekim iki beden arasında ikili-tekyanlılık çağrışımını kurallayan tüm kanunun kanunu
olacaktır; her ne zaman bilim yeni bir alan bulacak olur, bunu ağırlık alanı biçimi üzerine
biçimlendirmeye çalışacaktır. Kimya bile ağırlığın kavramının kavramsal bir özümlenebilişinin
sayesinde kraliyetçi bir bilim haline gelecektir. Öklidçi mekan paralellerin meşhur konutuna bağlıdır,
ama paraleller öncelikle evrensel yer çekimine bağlıdırlar ve bu mekanı dolduracak sanılan bir cismin
tüm öğeleri üzerine ağırlığın işlediği güçleri
Eskimoların besin olarak yararlandıkları; kurutulmuşunu hekimlerin bazı yollan genişletmekte
kullandıkları bir deniz yosunu (Ç.N.).
61
re bağlıdır. Cismi döndürdükleri vakit (ağırlık merkezi) veyahut ortak yönleri değiştirildiği vakit
değişmez kalaiı paralellerin tüm bu güçlerinin sonucunun uygu-lanma noktası budur. Kısacası
yerçekiminin gücü la-minaryacı, pürtüklü, bağdaşık ve merkezileşmiş bir mekanın tabanı olarak
gözükmektedir; bu kesinkes ölçülü adı verilen çoklukları, büyüklükleri durumlara nazaran bağımsız
olan ve noktalar ve birimler sayesinde ifade edilen ağaçvarilikleri koşullar (bir nokta-dan diğerine
giden hareket). Bilim adamları sadece metafizik (fizikötesi) bir endişe yüzünden değil, ama ayrıca
bilimsel bir endişe yüzünden 19. yüzyılda tüm güçlerin ağırlık güçlerine indirgenebileceğin! veya daha
doğrusu ona evrensel bir değer veren (tüm değişkenler için sabit bir ilişki), ikili bir tekyönlülük veren
(her seferinde ikiden fazla olmayan...) çekim biçimine indirgenebilinip indirgenemeyeceğini kendi
kendilerine sormaktaydılar. Bu tüm bilimin içeridenlik biçimidir.
No*nos veya dispars bambaşkadır. Eğer ona karşı çıkmak için gitmedikleri doğruysa ve bir o kadar
oradan da gelmiyorlarsa, ona bağlı değilseler, ama «değişkenlik etkilerinin daima ek olaylarının
şahidiyse-ler, diğer güçlerin ağırlığını yakaladıklarından veya çekime karşı çıktıklarından dolayı
değildir. Her seferinde, nesne veya biçim kavramından çok daha önemli bir kavram yapan koşullarda,
bir alan bilime açıldığında, bu alan öncelikle yer çekimine ve çekim güçlerinin modeline, hatta onlara
karşı çıkmasa bile, indirgenemez bir alan olarak doğrulanır. Bu alan bir «fazlayı» veya bir «artışı»
doğrular ve kendisini bu artışa, bu mesafeye yerleştirir. Kimya kesin bir ilerleme yaptığında, bu her
zaman bağların ağırlıklarının gücüne başka tip bir bağlama ekleyerek, örneğin kimyasal 62
denklemler karakterini değiştiren elektiriklere ek getirerek gerçekleşir (30). Ama hızın en basit özenli
incelemelerinin daha o zamandan dikey düşüş ile eğrili hareket arasındaki farklılığa karıştığına veya
daha genel olarak düz çizgiyle eğri arasmdaki farklılığa «cîi-namen»in farklılık biçimlerinde veya en
ufak mesafede, en ufak artışa karıştığına dikkat çekilecektir. Kaygan alan işte bu en ufak mesafenin
olduğu alandır: Ve sadece sonsuza dek komşu noktalar arasında ve komşuluğun birleştirme yolunun
her türlü belirli yoldan bağımsız olduğu bir bağdaşıklığı vardır. Bu değme, ufak harekteli değme,
Öklid'in pürtüklü mekanının olduğu gibi, görselden daha dokunsal veya elle yapılan bir mekandır.
Kaygan mekanın ne su yolu ne de kanalları vardır. Bir alan ki, o kaygan mekan ayrışıktır, çokluğun
değişik bir tipiyle birleşmiştir: Mekanı hesaplamadan ve sadece «onun üzerinde giderek seyredilebilinen
» mekanı işgal eden köksapsal, merkezinden kopmuş, ölçüsüz çokluklar. Bunlar
kendilerinin dışındaki mekanın bir noktası tarafından gözlenen izlemeye yanıt vermezler: böylece
seslerin veya renklerin sistemi Öklidçi mekanın tersidir. Gravitas veya celerî-tast ağır ve hızlı, ağırlığı
ve hızlılığı karşı karşıya getirdiğimizde orada niceliksel bir karşıtlık hatta mitolojik bir yapı bile
görülmemelidir (her ne kadar Du-
(30) Yani, durum tabii kî daha da karmaşıktır ve ağırlık tek başat modelin karakteri değildir: Sıcaklık
ağırlığa eklenir (kimyada yanma ağırlığa bağlıdır/. Ama, orada bile termik alanın ne ölçüde ağırlık
merkezi alanından ayrıldığı veya tersine ona eklendiğini bilmek bambaşka bîr sorundur. Tipik bir
örneği Monge verir: «özel hır fiziğin uğraştığı» bedenîn değişkenlerinin etkisine «elektriği, ışığı,
sıcaklığı getirmekle başlar, diğer yanda genel fizik enginlikle, ağırlıkla, yer değiştirmeyle
uğraşmaktaydı. Monge çok daha sonra bütün bu alanları genel fiziğe bağlamıştır. (Anne Ouerrîen)
63
mezil bu karşıtlığın mitolojik önemini gösterdiyse de ve özellikle devlet aygıtının doğal «ağuiığı» nın
işlevine göre, devlet aygıtma göre olsa bile). Hızın genelde bir hareketin sadece soyut karakterinde
olmasa da ve ağırlık veya düşüş çizgisinde çok az da olsa ayrılan bir değişkende canlandığı doğru olsa
da, karşıtlık hem bilimsel hem de nicelikseldir. Yavaş ve hızlı hareketin niceliksel dereceleri değildir,
ama nitelikli hareketin iki ayrı tipidir; hatta birincinin hızı ve ikincinin gecikmesi ne olursa olsun.
Bırakılan ve hız ne olursa olsun düşen bir bedenden, onun özellikle bir hızı olduğu söy-lenmeyecektir,
ama ağırlık kanununa göre sonsuza dek düşen bir yavaşlık söz konusu olacaktır. Ağır mekanı pürtüklü
kılan ve bir noktadan diğerine doğru giden îaminaıyacı bir hareket olacaktır; ama hızlılık, çabukluk, en
aza indirilen bir hareket için ve o hareketten itibaren kaygan bir mekana yerleşen, kaygan mekanın
kendisini çizen kasırgamsı bir durum edinecek bir hareket için kullanılacaklardır. Bu mekanda akım
-madde paralel kısımlara bölünmez ve hareket noktaları arası tek-ikiyönlü ilişkilerde algılanmaya ke
adini bırakmaz artık. Bu anlamda, ağırlık-çabukluk, ağır-hafif, hızlı-yavaş, niteliksel karşıtlıkları
nicelikselleşen belirli bir bilimsel rolü oynamaz, ama bilime ortak-ya-yıcı bir koşulun ve iki modelin
karışımını ve ayrımını kurallayan ve onların alternatiflerinin, birbirleri arasındaki başatlığın belli bir
rolünü oynar. Karışımları ve bileşkeleri ne olursa olsun, alternatif terimlerinde Michel Serres en iyi
formülü sunar: «Biri yolların genel kuramı, diğeri dalganın tümdenci bir kuramı olarak, fizik iki bilime
indirgenir» (31).
(31) Michel Serres, s. 65. 84
Bu iki tip biimi veya bilimsel girişimi birbirlerine karşıt olarak kaymak gerekir: Biri «yenidenüretmeyi
», diğeriyse «izlemeyi» içermektedir. Biri yenidenüre-timindeki yinelemeninki ve yeniden
yinelemeninki, diğeriyse yollara değgin olanmki olmalıdır, bu yollara değgin, seyyar bilimlerin
tümüdür herhalde. Yola değgin olanı kolayca tekniğin bir koşuluna veya bilimin doğrulanmasına
indirgenir. Ama bu aslmda öyle olmaz : izlemek yenidenüretmekle aynı şey değildir; ve
yenidenüretmek için asla izleme yapılmaz. Tümdengelimin, tümevarımın, yenidenüretmenin ülküsü her
zaman ve her yerde kraliyetçi bilime dahil olmuştur ve kanun'un kesin sabit biçimi serbestleştiren onca
değiş-kenmiş gibi duran zamanın ve yerin ayrımlarıyla uğraşır: Eğer aynı koşullar sağlanırsa yahut
değişken görüngüler ve değişik koşullar arasındaki aynı sabit ilişki kurulursa, aynı görüngülerin
üremesi için pür-tüklü ve merkezi ağırlıkçı bir mekan yeterlidir. Yenidenüretmek, yenidenüretilenin
dışmda, sabit bir görüş noktasının sürekliliğini içerir: Kıyının üzerindeki akışa bakmak. Ama izlemek
yenidenüretimin ülküsünden başka bir şeydir. Daha iyi bir şey değil, ama başka bir şeydir. Bir
maddenin veya daha doğrusu bir aletin «tekilliklerinin» arayışında ve bir biçimin icadında olmadığımızda,
çabukluk alanına girmek için ağırlık merkezinin gücünden kurtulduğumuzda; belli bir
yöndeki îaminaryalı bir akımın akışını seyretmeyi bıraktığımızda ve kasırgamsı bir akım tarafından
almıp götürüldüğümüzde; değişkenler sabitlikleri çekip alacağımız yerde, onların sürekli değişimine
atıldığımızda, hep izlemek zorunda kalırız. Ve bu toprağın yönüyle aynı değildir: Yasal modele göre,
bir alanda, bir görüş noktası üzerinde sabit ilişkilerin tümüne göre, yeniden ye-rimiziyurdumuzu
buluruz, ama seyyar bir modele gö-
Savaş Makinası-F. 5
65
re ise yersizyurdsuzlaşma süreci alanın kendisine yayılır ve onu oluşturur. «İlk bitkine dön ve orada, bu
noktadan itibaren dere gibi suyun alçısının nasıl olduğunu dikkatlice izle. Yağmur tahıl tanelerini uzağa
taşımış olsa gerek. Suyun kazdığı çukuru izle, böylece akışın yönünü tanırsın. Öyleyse, bu yönde senin
bitkinden en uzakta olanını ara. Bunların ikisinin arasında meydana gelen bitkiler senindir. Daha sonra
(...) yeriniyurdunu genişletebilirsin ... (32) O kadar «kaza» gibi (sorun) yayılan tekilliklerin olduğu
vektörün alanındaki akımı izlemeyi içeren yola değgin, seyyar bilimler vardır. Örneğin: Niçin ilkel
madenbilimi, aşağı yukarı göçebe konum taşıyan demircilerle iletişimde olan, zorunlu olarak seyyar bir
biçimdir? Bu örneklere, her şeye rağmen kanallar sayesinde bir noktadan diğerine gitmenin söz konusu
olduğu ve akım parçalar halinde kesilebilir olduğu (hatta bunlar tekil noktalar olsalar bile) söylenerek
karşı çıkılabilir. Ama seyyar girişimlerin ve süreçlerin zorunlu olarak pür-tüklü bir mekana
gönderildiği, onları modellerinden alan kraliyetçi bir bilim tarafından şekillendirildiğî ve maddelerin
kraliyetçi bilim modellerine indirildiği ve onun modelinin sadece «uygulaaımlı bilim» veya «teknik»
adı altında bırakıldığı ölçüde bu doğrudur. Genel kuralda, kaygan bir mekan, bir vektör alanı, ölçüsüz
bir çokluk daima çevrilebilir ve zorunlu olarak «bir compars»da çevrilebilir kılınacaktır: Temel işlemle,
her kaygan mekanın bir noktasına teğet değerek geçen yeterli boyutların sayışma sahip olan Öklidçı bir
mekan konur ve yeniden konur ve bu temel işlemle «yolun el yordamıyla aranıp taranmasında» onu
izle-
(32) Castaneda, Pherbe du diabîe et la petite fumee, Şeytanın Otu ve Küçük Duman, s. 160.
66
meye devam etmek yerine, yenidenüretimin pürtüklü ve bağdaşlık mekanına dalması gibi, çokluğu göz
önüne alarak, iki vektörün paralelliği yeniden ortaya sokulur (33). Bu logos'un veya kanunun nomos
üzerinde göstermiş olduğu zaferdir, ama işte, işlemin karışıklığı yenmesi gerekli olan direnişin
şahitidir. Her seferinde seyyar sürecin ve girişimin kendi modellerine başvurulduğunda, noktalar tekikiyönlülüğün
dışladıkları tüm tekilliklerin konumlarını yeniden bulurlar, akım vektörlerin paralelliğini
dışlayan kasırgamsı ve eğrili şekilli havasını bulur, kaygan mekan bağdaşık ve pürtüklü olmaya olanak
vermeyen değme özelliklerini yeniden kazanır. Kraliyetçi yenidenüretilen bilimlerde
içeridenlikleşmeye kendini bırakmayan yola değgin veya seyyar bilimlerin akımıyla, bir akım her
zaman varolmuştur. Ve devletin bilimadamlarının mücadele etmekten, veya onları kendi bünyelerine
almaktan ve-yg, onlarla ittifaka girmekten bıkmayanlann seyyar bir bilgin tipi vardır; böylelikle ona
tekniğin veya bilimin yasal sisteminde azınlık bir yer önerilir.
Bu seyyar bilimlerin usdışı, giz, büyü dolu girişimlerle daha içli dışlı olduğundan dolayı değildir.
Kullanılamayacak kadar eskidiği vakit böyle bir duruma girerler. Ve ayrıca, kraliyetçi bilimler bir sürü
papazlık ve büyü işleriyle kaplıdır. Bu iki modelin yarışında asıl ortaya çıkan göçebe veya seyyar
bilimlerin bilimi ne bir iktidarı elş geçirmek için ne de özerk bir geliş-
(33) Albert Lautman açıkça Riemann'm mekanlarının, örneğin nasıl Öklidçi bir kesişmeyi kabul
ettiğini, öyle ki, sabit olarak iki komşu vektörün paralelliğinin tanımlanabileceğini gösterdi; oradan
itibaren fau çokluk üzerinde el yordamıyla bir çokluğun aranıp taranması yerine, «boyutların sayısının
yeterli olduğu Öklidçi bir mekanda dolması gibi» bir çokluk dikkate alınır. Bkz., Les schemas de
structure «Yapının Şemaları», Hermann Yay., s. 23-24, 43-47.
67
me için yaptıkları şeydir. Böyle bir şeye olanakları bile olmaz, çünkü tüm işlemlerini sezginin ve
inşaatın duygusallık koşullarına, maddenin akımını izlemeye, kaygan mekanı çizmeye, ve tamir etmeye
sınırlamışlardır. Her şey gerçeğin kendisiyle karışan dalgalanmaların nesnelliğinin bölgesinde alınır.
İnceliği, kesinliği ne olursa olsun, «yakınlaşmış bilgisi» kendisini çözemeyeceği sorunlardan çok sorun
çıkaran duygusal ve sezgisel değerlere bağlı kılar.- Problematik onun tek modeli olur. Kraliyetçi bilime
onun belitsel ve teo-rematik iktidarına ait olansa, bütün işlemleri sezgisel koşullardan koparıp, onlardan
gerçek özünlü kavramlar veya «kategoriler» yapmaktır. Ve bu nedenden dolayı, bu bilimde
yersizyurdsuzlaşma, kavramsal aygıtına, yeniden bir yerineyurduna dönmeyi içermektedir. Bu
kategorik, su götürmez aygıt olmaksızın farklılık işlemleri bir görüngünün evrimini takip etmek zorunda
kalacaktır; dahası, deneyler açık havada yapılarak, inşaatlar yerde kurularak, sabit modellerde onları
yükselterek, koordinatlar ele geçirilemez. Bu titizliklerden bazıları «güvenlik» terimlerine çevrilir: 12.
yüzyılın sonunda Orleans ve Beauvais Kiliseleri çökerler ve denetim hesapları seyyar bilimin inşaatları
üzerine işlemesinde güçlük ortaya çıkar. Ama, güvenlik, siyasal ülküymüş gibi, kuramsal devlet
normlarının parçalarını oluştursa da, başka bir şey söz konusu olmuştur. Tüm girişimlerine rağmen,
seyyar bilimler hesap olanaklarını çabucacık aşarlar.- Yenidenüretimin mekanını taşan ek mekanın
içine yerleşirler,- bu bakımdan dolayı hemencecik açılamayacak derecede büyük güçlüklerle
karşılaşırlar ve bunları, canlılıkla, bir işlem sayesinde çözmeye çalışırlar. Sorunun çözümleri özerk
olmayan bir takım eylemlerden oluşması lâzımdır sanki. Halbuki kraliyetçi bilimden başka bilimin
özerk-
88
ligini veya kavramlarının aygıtını tammlayacak kadar ölçülü kuvvete sahip bilim yoktur (deneysel
bilim de dahil olmak üzere). Seyyar mekanları bağdaşıklık me-kanıyla çiftleştirmek zorunluluğu
buradan doğmuştur, onsuz fizik kanunları mekanın özel noktalarına bağlı kalmak zorunda kalacaktır.
Ama söz konusu olan bir çeviriden çok bir kuruluştur: Bu nedenden dolayı seyyar bilimlerin
savundukları bu kuruluş ve onu sunma olanakları ortada yoktur. Bu iki bilimin birbirlerini etkiledikleri
alanda seyyar bilimler sorunları bulmakla yetinir; bu ki çözümü bilimdışı ve ortak eylemlerin tümüne
gönderecektir, ama bunun bilimsel çözümü tersine kraliyetçi bilime ve onun sorunu olanı kendi teorematik
aygıtından ve iş örgütlerinden geçirerek, önceden değiştirmesinin biçimine bağlıdır. Bu tıpkı,
biraz Bergson'daki akim, sadece sezginin koyduğu sorunları biçimsel olarak çözmeye bilimsel olanağı
olan akıl ve sezgi gibidir, fakat onu yalnızca maddeyi takip edebilecek bir insanlığın niteliksel
eylemlerine bırakmakla yetinmesi gibidir... (34)
Sorun II : Düşünceyi devlet modelinden çıkarmanın
bir yolu var mıdır? Önerme IV: Savaş makinasmın dışarıdanlığı sonunda
Nooloji (*) tarafından tanıklandı.
Çok fazla biçimci olarak yargılanan düşüncelerin içeriğinin eleştirildiği görülür. Ama, soru, öncelikle
bi-
(34) Bergson'a göre akıi-sezgi ilişkileri çok karışıktır ve daimî bir iç-lidışlıhk ilişkisi içindedir. Ayrıca
Bouiıgand'ın temasma gönderimde bulunacaktır: «Problem» ve «gene! sentez» matematiğin iki öğesi
ikilîliğini belli bîr karıştıkla etki alanına girerek geliştireceklerdir ki, orada genel sentez her seferinde
«kategorileri» sabitleştirir; kategoriler olmadan sorunun genel bir çözümü olmaz. Bkz. Le dedin des
absolus mat* h£matico-Iogîques (Mantıksal Matematik Mutlakhğm Çöküşü). t •} Düşüncenin
imgesinin araştırılmasıdır (Ç.N.).
69
çimin kendisinin sorunudur. Düşüncenin devlet aygıtının modelinden ödünç alınmış olduğu ve bu
modele uygun olduğu söylenir ve bunun sonuçları, yolları, su yollarını, kanalları, organları, tüm bir
organon'u sabit-leştirdiği söylenir. Demek ki tüm düşünceyi kaplayan «nooloji» biliminin özel nesnesi
olacak ve düşüncede devlet-biçimini oluşturacak düşüncenin bir imgesi vardır. İşte böylece bir imge
tam olarak egemenliğin iki kutbuna gönderimde bulunan iki başa sahiptir: Büyülü bir kapma meydana
getirerek, ilişkiyle veya bağlılıkla, bir kuruluşun etkinliğini oluşturarak meydana gelen doğrudüşünmenin
bir İmperium'u (muthos) (*); ve bir kuruluşun cezasını taşıyarak hukukî ve yasal bir örgüt
oluşturarak sözleşme veya anlaşmayla hareket ederek meydana glen özgür tinlerin bir Cumhuriyeti
(logos). Bu iki baş birbirleriyle düşüncenin klasik imgesinde titreşimsel girişimde bulunanlardır :
«Prensinin üstün bir varlık olacağı tinlerin bir Cumhuriyeti». Ve eğer bu iki baş titreşimdeyseler,
aralarında bir sürü aracı ve tefeci olduğundan dolayı ve birinin diğerini hazırladığından dolayı diğerinin
birinciyi kullanmasından ve kendisine saklamasmdan dolayıdır ve birbirlerini tamamlayıcı ve
birbirlerine karşıt olduklarından dolayı değildir bu. Ama birinden diğerine geçmek için bambaşka bir
doğaya sahip bir olayın meydana gelmesi, «ikisinin arasında» ve dışarıdan oluşan, imgenin dışında
saklanan bir olay olması da dışlanamaz (35). Ama, imgeye bağlı kalınarak, her seferinde
(*) Kuruluş söylencesi (Ç.N.).
(35) Marcel Detienne, Les Maitres de verîte dans la Grece archaique,
(Eski Yunan'da Gerçeğin Sahibi Efendiler), Maspero M. Detienne düşüncenin bu iki kutbunu açıklığa
çıkarmıştır. Bunlar Dumezil'e göre egemenliğin görünüşieridir: Despotun veya ihtiyar deniz kurdunun
«bü-yüsei-dinsel sözü, sitenin diyaioğunun-sözü». Yunan düşüncesinin en
70
bize gerçeğin bir impeıium'undan ve tinlerin bir Cumhuriyetinden bahsedildiğinde bunun basit bir
eğretileme olmadığı çok doğrudur. Bu düşüncenin katman olarak, içeridenlik biçimi veya ilkesi olarak
kuruluş koşuludur.
Orada düşüncenin ne kazanmış olduğu görülür: Kendisinde asla olmayan bir ağırlık, devlet dahil olmak
üzere, her şeyin kendi cezasıyla veya yetkenliğiyle varolma havasını oluşturan bir merkez. Ama devlet
burada kârsız değildir. Devlet biçimi, aslında, düşüncenin içinde gelişecek çok özlü bir şey kazanır:
Tüm bir rızayla yapılan sözleşme. Yalnızca düşünce hukukî anlamda evrensel bir devlet yapısını icad
edebilir, yani devleti evrensel hukuka yükseltmek. Böylece sanki egemen bey dünyada tektir ve tüm
evrenselliği kapsamaktadır ve güncel ve gelecekteki öznelerle işini görmekten başka yapacak bir şeyi
kalmamıştır. Artık ne dışarıda kalan kuvvetli örgütlere ne yabancı çetelere ihtiyaç kalır: Doğal duruma
gönderimde bulunan baş-kaldıran öznelerle devletin kendi biçimine gönderimde bulunan ve onunla
sözleşme halindeki özneler arasında tek ilkesi bölmek olan devlet kalmıştır. Eğer düşünce için devlet
üzerine dayanmak ilginçse, devlet için düşünceye dayanmak ve ondan evrensel, tek biçimin cezasını
almak daha az ilginç değildir. Devletlerin özelliği basit bir olgudan daha fazla bir şeydir; ve gelecekte
olabilecek ahlaksızlıkları yahut başarısızlıkları için de bu aynı şey olacaktır, çünkü hukukî olarak modern
devlet bir insan topluluğunun akılcı ve usçu örönemli
kişileri (şair, bilge, fizikçi, filozof, sofist) bu kutuplara göre yerlerini almakla kalmazlar, ayrıca
Detienne bu evrimi veya geçişi emniyete aîan savaşçıların özgül iki grubu arasına da bunu sokmaktadır.
71
gütlenmesi olarak tanımlanacaktır: İnsan topluluğunun yalnız aMakî veya içe dayanan özelliği vardır
(Bir halkın tini) ve aynı zamanda bu insan topluluğunun örgütü evrensel bir uyumluluğu kapsar
(Mutlak tin). Devlet düşünceye bir içeridenlik biçimi verir, ama düşünce de bu içeridenliğe evrensel bir
biçim verir: «Dün-yasa] bir örgütün amacı özgür ve özgül devletlerin içeririnde usçu bireylerin gönlünü
hoş etmektir». Us ile devlet arasmda tuhaf bir alış-veriş üretimidir bu; ama usun gerçekleştirilmesi,
hukuk devletiyle olgu devletinin, usun oluşu olması gibi, karıştığma göre bu de-ğiş-tokuş analitik bir
önermedir (36). Modern adı verilen felsefede ve akılcı, modern adı verilen devlette, her şey öznenin ve
yargı organının etrafmda dönmektedir Özne ile yargı arasındaki ayınım, düşüncenin de> onlaım
özdeşliğini düşünmesi durumunda, devlet gerçekleştirmek zorundadır. Hep kabul ediniz, çünkü kabul
edip boyun eğdikçe efendi olacaksınız; çünkü yalnızca, salt akla boyun eğecek, yani kendi kendinizi
kabul Edeceksiniz... Felsefenin kuruluş rolünü kendine gösterdiğinden beri yerleşik iktidarlan şükranla
andı ve ke>ndi yetilerinin öğretisini devlet iktidarının organlarına geçirdi durdu. Ortak sağduyuyu
cogito'nun mer-
(36) ifesmî politik felsefede canlı kalan sağcı bir Hegel'cilik vardır ve bu devletin ve düşüncenin
yazgısını sağlamlaştırır. Kojeve, Bilgelik ve Tiriînhk, Gallimard Yayınevi ve Eric Weil Hege! ve
Devlet: Politik Felseft», Vrin Yayınevi, bunun yeni temsilcileridir. Hegel'den Max We-ber'e §M ve
modern devlet ilişkileri üzerine, hem teknik-akılcı hem de Insanî-akılcı olarak, tüm bir düşünce gelişti.
Eğer zaten en eski devletlerde bile varolan bu akılcılığın, yöneticilerin kendilerinin optîmum'u
olduğuna karşı çıkılırsa, Hegel'cilerin herkesin en aza indirgediği bir iştirak olmaksızın bu akılcı-usun
varolamayacağı şeklinde yanıtı vardır. Ama borunun aslı -akılcı-usun biçiminin ona zorunlu olarak
«us» vermek içtin, devletten çtkarıhp çıkarılmadığıdır.
72
kezî olan tüm yetilerinin birliği saltlığa taşınmış devletin sözleşmesidir. Bu özellikle Hegel'cilik
tarafından gerçekleştirilmiş ve yerinden de alınmış olan Kant'in büyük «eleştiri» işlemi olmuştur. Kant
kötü kullanımları işlevci bir şükranla anmak için eleştiri yapmaktan bıkmadı, filozofun bir devlet
memuru veya bir kamu profesörü olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Devlet» biçimi düşüncenin bir
imgesiyle esinlendiğinden beri herşey belli kurallar içine girdi. Bunun rövanşı için. Ve şüphesiz, bu
biçimin değişikliklere uğramasına göre, imgenin kendisi değişik çerçevelere bürünmüştür: Daima
filozof olarak gösterilmedi ve çizilmedi ve hep böyle çizilmeyecek. Büyülü bir işlevden akılcı bir işleve
gidilir. Şair eski imparatorlukçu devlete nazaran imgenin terbiyecisi rolünü taşımıştır (37). Modern
devletlerde, örneğin Durkheim ve onun öğrencileri (yandaşları) sosyologlar, filozofların, yerini almıştır
(Cumhuriyete düşüncenin laik bir modelini vermek istediklerinde) . Bugün de psikanaliz Cogitatio
universalis rolünde, kanunun düşüncesiymiş gibi, yine büyüsel bir dönüşle bu rolü üstlenmiştir. Ve
onunla daha nice yarışanlar ve görev üstlenmek isteyenler vardır. İdeolojiyle karıştırılmaması gereken
nooloji, işte, düşüncenin imgesinin ve onun tarihîliğinin araştırılmasıdır. Bir bakıma, bunun hiç bir
öneminin olmadığı ve düşüncenin gülmek için ağırlığından başka, bir ağırlığı olmadığı söylenebilir.
Ama o da zaten bunu istemektedir ■ En az bizden daha iyi düşündüğüne göre ve herzaman yeni
memurlarını doğurduğuna göre ve insanlar düşünceyi ne kadar az ciddiye alırlarsa o kadar devletin
(37) Attik şairin «egemenliğin memuru» olarak rolü üzerine bkz. Du-mezil, Servius et la Fortune
(Servius (kral) ve Talih) s. 64 ve bkz. De-tîenne, a.g.e., s. 17.
73*
istediği şekilde düşüneceklerine göre, düşünce kendisini ciddiye almamanızı düşler. Sonuçta hangi
devlet adamı bu mümkünü olmayan küçük şeyi, bir düşünce adamı olmayı, düşlemedi?
Halbuki nooloji karşı düşüncelerle karşılaşır ve bunların eylemleri şiddet doludur, süreksiz gözükmeler,
tarih boyunca hareketli varolmak. Bunlar kamu profesörüne karşı, özel bir düşünürün eylemleridir:
Kierkegaard, Nietzsche veya hatta Chestov... Oturdukları her yerde, olan, bozkır veya çöldür. İmgeleri
yıkarlar. Belki Nietzsche'nin Eğitimci Schopenhauer düşüncenin imgesine karşı ve onun devletle olan
ilişkisine karşı verilen en büyük eleştiri değil midir? Herşeye rağmen «özel düşünür» anlatımın bu
içeridenliği üzerinde pahalılandığına göre, halbuki söz konusu olanın «Dışarısının bir düşüncesi»
olduğuna göre, o tatmin edici bir anlatım değildir (38). Düşünceyi dışarısıyla ani bir ilişkiye koymak,
kısaca düşünceden bir savaş makinası ortaya çıkarmak yöntemleri Nietzsche'-den beri kesin olarak
incelenebilen tuhaf bir girişimdir (vecize, örneğin, atasözlerinden çok farklıdır, çünkü harflerin
cumhuriyetinde atasözleri devletin organik bir eylemi veya hükümdarın yargısı gibidir, ama vecize
dışarıdan gelen yeni bir gücün anlamını, onu kullanacak veya onu işgal etmek zorunda olan son bir
gücü sürekli bekler). Başka bir nedenden dolayı da «özel düşünür» pek iyi bir ifade değildir: Çünkü
eğer bu karşı-düşüncenin salt bir yalnızlığa şahit olduğu doğru olsa da, bu çok dolu bir yalnızlıktır,
tıpkı çölde olduğu gibi şimdiden ipini gelecek olan bir halka bağ-
(38) Foucault'nun çözümlemesine bkz. Maurice Blanchot ve düşüncenin dışandanlık biçimi üzerine: La
pensee du dehors, (Dışarısının Düşüncesi), Critique dergisi, Haziran sayısı, 1966, Paris.
74
layan, anımsayan, ve bu halkın gelmesini bekleyen, şu anda eksikliğini duysa da, sadece bu halkla
varolabi-len bir tekbaşmalıktır bu... «Bu son gücün bizde eksikliği, bizi taşımakta olan halkın
yüzündendir. Bu popüler dayanağı aramaktayız...» Düşüncenin tümü şimdiden bir kabiledir, devletin
karşıtıdır. Ve düşünce için bu tip bir dışarıdanlık biçimi içeridenlik biçimine simetrik değildir. En
azından içeridenlik odaklan arasındaki farkta veya iki kutup arasında simetri yoktur. Ama düşüncenin
dışarıdanlık biçimi-güç ona daima dı-şandan gelmektedir veya son güç n. kuvvettir-devlet aygıtından
esinlenmiş imgeye karşıt olacak bambaşka bir imge değildir. Tersine, bu imgeyi ve onun kopyalarını,
modeli ve yenidenüretimlerini, düşünceyi bir adalete, doğru ve gerçek modeline bağlı kılan hertür-lü
olanağı mahveden bir güçtür (kartezyen gerçek, Kantçı doğru, Hegelci adalet vb.). Cogitatio Universalis'in
pürtüklü mekanının «yöntemidir» ve bir noktadan diğerine izlenmesi gereken bir yolu çizer. Ama
dışandanlık biçimi düşünceyi öyle kaygan bir mekana yerleştirir ki, onu hiç hesaplamadan işgal
etmesini bilir ve onun için yönteme, kabul edilebilecek bir yeni-^denüretime olanak yoktur, ama
yalnızca yollara, in-termezzilere, yeniden açılmalara ihtiyaç vardır. Düşünce tıpkı bir vampir gibidir,
onun ne imgesi, ne modeli, ne de yapılacak bir kopyası vardır. Zen'in kaygan mekanında ok bir
noktadan diğerine doğru gitmez, ama herhangi bir noktaya gönderilmek üzere olan bir noktada
toplanacaktır ve oku atanla hedef arasında yer değişikliği yapacaktır. Savaş makinasmın sorunu yol
üstündeki konaklama hanlarının sorunudur; isterse küçük imkanlarla olsun ve onun abide veya,
mimarilik sorunu yoktur. Model bir şehrin yerine nöbet değiştiren seyyar bir halk. «Doğa insanlıkta
felsefeyi bir ok
75
gibi fırlatır, nişan almaz, ama okun bir yere saplanmasından medet umar. Böylece, binlerce defa hata
yapar ve onda bir gücenme yaratır (...) sanatçılar ve filozoflar imkanları dahilinde amaçlarının bilgeliği
için mükemmel birer kanıt oluştursalar da doğanın sonucuna karşı birer kanıttırlar. Herkesi eşit kılmak
zorunda kalsalar da küçücük bir kısmı etkilerler, böylece de etkilenen bu küçük kısım sanatçıların ve
filozofların cephanelerine koydukları güce yanıt vermez...» (39) Düşüncenin gerçekten bir pathos
Cbiranti-logos ve bir anti-muthos) olduğu anlamda, içlendirici, özellikle, iki metinin varlığını
düşünüyoruz. Düşüncenin merkezi bir yıkımından başlayarak işlemini bir alette, yalnızca anlatım
çizgilerini ortaya çıkararak, salt bir dışarıdanlıkta, çevresel olarak, evrenselleştiri-lemeyen tekilliklerin
işlevlerine ve içeridenleştirileme-yen koşullara göre, düşüncenin biçim kurmaktaki olanaksızlığında
yaşayabileceğini anlattığı Jacques Ri-viere'e yazmış olduğu mektuplarda Artaud'nun metni. Ve ikinci
olarak da Kleist'ın metni, «konuşmakta olan gelişen düşüncelerin kurulması üzerine» : Kleist bu
metinde kavramın bir denetim aracı olarak, sözün, dilin denetimi, ayrıca etkilerin denetimi, hâl ve
şartların, üstelik de rastlantının denetiminin, merkezi içeriden-ligini ele vermiştir. Onlara düşünceyi bir
süreç ve bir dava olarak karşı çıkarır, tuhaf bir anti-platoncu diyalog; orada birinin bilmeden söylediği,
diğerinin de daha anlamadan nöbet değiştirmiş olduğu kız kardeşinin ve erkek kardeşinin bir antidiyaloğu
: Kleist buna Gemüt düşüncesi der, bu tıpkı bir generalin savaş makinasında yapması gereken
yöntemdir; yahut da
(39) Nîetzsche, Schopenbauer educateur (Eğitimci SchopenhauerJ. s. 7.
76
elektrik dolu salt bir şiddetin bedenin içine yerleşmesi gibidir. «Eklemlenmeyen sesleri karıştırıyorum,
gereksiz yerlerde koşuntuları (Apposition: Belirten durumda olmak üzere bir isme başka bir ismin
koşulması) da kullanıyorum». Zaman kazanmak ve sonra belki de beklemek veya vazgeçmek. Dilin
denetimine ihtiyaç duymamak, kendi dilinde bir yabancı olmak ve sözü kendine çekmek ve «dünyaya
anlaşılmaz bir şey getirmiş olmak» için bunu yapmak. İşte dışarıdanlık biçimi, kız ve erkek kardeşler
arası ilişki, düşünürün kadın -oluşu, kadının düşünce-oluşu bu şekilde yapılmalıdır: Gemüt kendisini
denetlemeye bırakmaz ve bir savaş makinası mı kurar? Bir bakanlık olarak kabul edilmiş olmak yerine
bir halka hitap eden bir düşünce, bir teorem veya töz-düşünce yerine bir sorun-düşünce, bir vaka, bir
imge kurmak yerine, duraklarla işleyen olmak, iç bir biçimde kabul edilmek yerine dış güçlerle alınan
bir düşünce. Ne zaman bir «düşünür» ok atmaya kalksa, orada bir devlet adamı, «belli bir neticeyi»
sabitleştirmek isteyen, paylama ve nasihatlar veren bir devlet adamının imgesi veya gölgesinin bulunması
bir rastlantı mıdır? Jacques Riviere, Artaud'ya yanıt vermekte çekinmiyor: Çalışınız, çalışınız,
işler düzelecek, bir yönteme ulaşacaksınız ve hukuken (co-gitatio universalis) düşündüğünüzü ifade
etmeyi başaracaksınız. Riviere bir devlet adamı değil, ama bir hukuk devletindeki gri üstünlüğü veya
harfler cumhuriyetinde kendini gizli bir prens olarak ifade eden N.R.F. CNouvelle Revue Française,
Gallimard Yay. edebiyat bölümü) de son adam da değil. Ama işin daha kötüsüne daha gelmedik:
Onlara değer biçen, bir sürü kopyası çıkarılıp başka yere konanlar ve tüm yapay kekemelikler için,
diğerinden çok daha tuzağa düşürücü kopyası çekilecek bir modelden esinlenmek ve Ar-
77
taud'nun ve Kleist'in sonuçta bir anıt haline koyulması, bunların içinde en beteridir.
Düşüncenin klasik imgesi ve zihinsel mekanın pur-tüklenmesi belli bir evrensellik ister. Gerçekte iki
«evrensellik» le işlemini sürdürür; heryeri kaplayan ufak veya varlığın son kuruluşu olan bütünlük,
bizim için Varlığı ikna eden ilke olarak Özne (40) İmperiıım ve Cumhuriyet. Birinden diğerine,
pürtüklü, zihinsel bir mekanda yerini bulan gerçek ve hakikât cinsleri, Öznenin ve Varlığın ikili görüş
açısı bakımından «Evrensel bir yöntem» yönünde olanlar işte bunlardır. Bundan böyle başka türlü
hareket eden, bu tip bir imgeyi iten göçebe düşünceyi ıralamak (karakterize etmek), kolaylaşır. Yani
göçebe düşünce evrensel bir şekilde düşünen bir özne ihtiyacını duymaz, tersine tekil bir ırkın arzusunu
duyar; ve bütünleyici bir küme üzerine kurulmaz, tersine deniz veya bozkır veya çöl gibi kaygan
mekanda, ufuksuz bir ortamda kendisini yayar. «Ortam» olarak tanımlanan kaygan mekan ve «kabile»
olarak tanımlanan ırk arasında kurulan tam, eksiksiz, başka tip budur. İçinde toplanan Varlığın ufkunda
evrensel bir özne yerine, çölde bir kabile. Ken-neth White yakın bir tarihte bu ırk-kabile (çeteler,
kendilerini çete sayanlar) ve ortam-mekan (Doğu, Doğu, Gobi Çölü...) simetrik olmayan
tamamlayıcılığı üzerinde önemle durdu: White bu tuhaf bileşkenin, çetelerin ve Doğu'nun zifaf gecesi^
nasıl tamamen göçebe bir düşünceden esinlendiğini ve bunun İngiliz Edebiyatını da nasıl beraberinde
sürüklediğini ve Amerikan Edebiyatını da bu modele göre kuracağını gösterdi (41).
(40) Jaspers'in Descartes (Alcan Yayınevi) adı altındaki bir metni bu görüş açısını geliştirir ve
sonuçlarını kabul eder.
(41) Kenneth VVhite, Le Nomadîsme Intellectuel (Aydın Göçebeliği).
78
Bu şekilde sanki her gücün ve her yaratılanın mümkün olan bir aşağılıklık tarafından rastlanırmış gibi
ve bu girişimle birarada varolan derin çokanlamlılığı ve tehlikeleri görmemiz mümkündür. Çünkü: bir
ırk temasını ırkçılığa, başat ve kendi içinde toplayan faşizme yahut da aristokratlığa, mikro-faşizmdeki
mezheplere ve folklora dönüştürmemek için neler yapmalı? Ve karate, zen, yoga gibi tüm diğer
faşizmleri başka türlü harekete geçiren Doğu kutbunun bir fantazma olmaması için nasıl davranmalı?
Fantazmalardan kurtulmak için seyahat etmek şüphesiz yeterli değildir ve tabiî ki söylencesel veya
gerçek bir geçmişi anarak ırkçılıktan kurtulmak mümkün değildir. Ama orada, şu veya bu anda, şu
veya bu düzeyde, onları kurtaran olgusal karışımlar ne olurlarsa olsunlar ayrışım ölçütleri kolaydır. Irkkabile
sadece maruz kaldığı bir baskı adına ve ezilen bir ırk düzeyinde mümkündür: yalnızca aşağı,
azınlık ırk vardır, başat ırk yoktur, bir ırk arı olmasıyla tanımlanmaz, tersine ele geçirme sisteminin ona
verdiği arı olmamakla tanımlanır. Piç ve kanşık-kan ırkın gerçek adlarıdır. Bu konu üzerine Rimbaud
söylenecek olanı söylemiştir: Her zaman aşağı ırktan oldum (...) Tüm ebedîliğin aşağı ırkına meıı-sub
oldum, (...) işte armalaşmış plajın üstündeyim (...) bir zenci, bir hayvanım, (...) çok uzaktan gelen bir ırka
mensubum, atalarını İskandinavyalıydılar.» Aynı şekilde, ırk bulunması gereken, Doğu ise taklit
edilecek olan değildir: Doğu kaygan mekanın kurulmasıyla vardır, tıpkı ırkın onu kateden ve dolduran
bir kabilenin kurulmasıyla var olması gibi. Çünkü tüm düşünce bir Bütünün temsiliyeti ve bir Öznenin
yüklemi değil bir oluş, ikili bir oluştur.
Bu eserin Fransızca'dan yayınlanmayan ikinci kısmının adı «Poetry and Tribe»dir.
79
Belit II: Savaş makinası (Devlet aygıtının dışında ve askeri kurumdan ayrı olarak) göçebelerin icadıdır.
Bu bakımdan, göçebe savaş makinasının üç konumu vardır, bir coğrafi-mekansal konum, bir aritmetik
veya cebiri konum, bir etkisel konum.
Önerme V: Göçebe varoluş zorunlu olarak mekanda savaş makinasının koşullarını gerçekleştirir.
Göçebenin bir yurdu vardır, geleneksel bir yolu izler, bir noktadan başka bir noktaya gider, noktalan
hiç unutmaz (su noktası, oturma, toplanma, vb. noktalar) . Ama sorun göçebe yaşamında sadece netice
veya ilke olanıdır. İlk olarak, noktalar yolu belirlese bile, onları belirleyen yollara, yerleşiklerin tersine,
bağlı kalırlar. Su noktası terkedilmek üzere vardır ve her nokta bir konak yeridir ve sadece konak yeri
olarak vardır. Bir yol daima iki nokta arasındadır, öyle ki, arasında olan tüm dayanağı eline geçirir ve
tam bir yön-müş gibi bir özerklikten haz duyar. Göçebenin yaşamı bir intermezzodur. Oturduğu yerin
öğeleri bile onları hareketlendiren yolun işlevine göre düşünülmüştür (42). Göçebe göçmen değildir;
çünkü göçmen bir noktadan başka bir noktaya gider, hatta bu ikinci nokta belirli olmasa da, daha önce
düşünülmemiş olsa da. Halbuki göçebe olgunun zorunluluğunun ve neticesi-
(42) Ânny Miiovanoff, «La seconde peau du nomade» (Göçebenin İkinci Derisi) Nouvelles Litteraîres,
27 Temmuz 1978: «Larbaâ göçebeleri, Sahra'nın kenarındakiler (Cezayir'de) genelde yol anlamına
geîen frkjâ sözcüğünü çadırın dayanak kazıklarının bağlarını kuvvetlendirmeye yarayan örülmüş ipleri
belirlemek için kullanırlar. (...) Oturma yeri bir yurda bağlı değildir. Katettikleri mekanı ele geçirmeyi
reddederek, göçebe işgal ettiği, geçici yeri bellemeyen, keçi kılından veya yünden bir alanı kurar. (...)
Böylece, yumuşak madde, yün göçebe yaşamına bütünlüğü verir. (...) Göçebe katettiği mekanın
figüründe değH, yollarının temsiliyetinde durur. Mekanı mekana bırakır. (...) Yünün çok biçimliliği.»
80
nin durumuna göre bir noktadan başka bir noktaya gider : İlkesel olarak, noktalar onun için bir yolun
uğrak yerleridir. Göçmenler birçok bakımlardan birbirleriyle karışabilirler veya ortak bir bütün
oluşturabilirler,- onların çok farklı koşulları ve nedenleri yoktur (örneğin Muhammed'e, Medine'de
iştirak edenlerin hicrî veya göçmenlik yeminiyle bedevi veya göçebe yemini arasında bir seçenekleri
vardı) (43).
İkinci olarak, göçebenin yolu istediği kadar koşu yerini veya geleneksel yollan izlemiş olsun, o,
kısımların iletişiminin kurallarını kurarak, herkese payını dağıtarak, insanlara kapalı bir mekanı dağıtan
yerleşik insanın yolunun işlevine sahip değildir. Göçebenin yolu tam tersidir, açık tanımlanmamış,
iletişifrısiz bir mekanda insanları (yahut hayvanları) dağıtır. Öncelikle onun dağıtımı, dağıtım biçimi
olduğundan dolayı, no-mos sonunda kanunu belirler. Ama bu dağıtım çok özeldir, paylaşılmayan
mekanda ne sınır vardır ne de bu mekan çitle çevrilir. Nomos buğulu bir bütünün kavramıdır: Bu
anlamda tıpkı bir ülkenin arkası, bir dağın yamacı veya bir şehrin etrafındaki belirsiz bir açık alan gibi
kanuna ve kente karşı çıkar («ya nomos, ya da polis (kent)») (44) Öyleyse üçüncü yerde çok bü-
|43) Bkz. W.M. Watt, Mahomet â Medine (Medine'de Muhammed),
;Payot Yayınevi, s. 107, 293.
(44) E. Laroche, Histoîre de la racine (Kökün Tarihi) «Nem» eski Yunanda, Klîncksieck. «Nem» kökü
iki sözcük birbirlerine bağlı olsa da bölüşümü değil, dağıtımı belirler. Kırsal anlamında hayvanların
dağıtımı sınırsız bir mekanda yapılır ve toprağın bölüşümünü içermez: «Çobanlık mesleği, Homer
devrinde toprağın bölüşülmesiyle ilgili değildir; Solon devrinde tarım sorunu ön plana çıktığında
bambaşka bir kelime hazinesiyle ifade edilir.» Otlamak (Nemo) bölüşmeye gönderimde bulunmaz, ama
orada veya burada yerleştirmek, hayvanları üleştirmek an-
Savaş Makinası - F. S
81
yük bir mekan farkı vardır: Yerleşiklerin mekanı duvarlarla, çitlerle, çitler arasındaki yollarla çevrilidir,
mekanı pürtüklüdür, halbuki göçebenin mekanı yalnızca çizgilerle işaretlenmiş kaygan mekandır.
Çölün şeritleri bile taklit edilemeyen bir ses çıkarıp, birbirleri üzerinden kayarlar. Göçebenin dağıtan
yaptığı yer kaygan mekandır, göçebe işgal eder, oturur, bu mekanı tutar ve göçebenin sadece bu şekilde
bir yurd mevhumu vardır. Göçebeyi, ayrıca, hareket ile tanımlamak da yanlış mı olacaktır. Toynbee
göçebenin kımıldamaz biri olduğunu önerdiğinde aslında haklıdır. Bunun yanında göçmen
şeküsizleşnüş ve nankör ortamı terk eder, göçebe gitmeyendir, gitmek istemeyendir, ormanın geriye
doğru çekildiği, istepin veya çölün kesiştiği bu kaygan mekana yapışır ve bu meydan okumaya yanıt
olarak göçebeliği bulur (45). Tabii ki göçebe kımıldar, ama o oturmuştur, kımıldadığı zamanki kadar
oturmamıştır (Bedevi dört nala, eğerinin üstünde diz-leıt feerine, tabanları yukan bir şekilde çöker,
«denge yiğitliği marifeti»). Göçebenin sonsuz bir sabrı vardır ve beklemesini bilir. Kımıldamazlık ve
hız, katatoni (katılıp kalma) ve acelecilik, «durağan süreç», süreç olarak durak, bu Kleist'm çizgileri
tamamen göçefoe-ninkiîerdir. Ayrıca hız ve hareketi de birbirinden ayırlamım
taşır. Ve Solon'dan itibaren Nomos hukuk ve yasa iikeieri.iî belirlemeye başlayacaktır. (Thesmoi
ve Dike), sonra yasalarla özîeşecek-tir. Daha önce, nomos'un yeri olarak etraf ve kanunlarla yönetilen
şehir veya polîs arasında bîr airnaşık vardır. Bu Ibn Haldun'da görülen almaşığa benzer: Hadara yani
şehirli île nomos olarak Badîya arasında (bü şehir değil, ama kasaba, bozkır, yayîa, dağ veya çöî
anîammr taşır).
{45} Toynbee, L'Hîstoîre (Tarih), Galiîmard, ss. 185-210: «Sınırlan aşmak için değil, ama orada
sabitleşmek ve kendisini îyî hissetmek için i step© atılırlar.»
82
mak gerekir: Hareket çabuk olabilir, bu onun hız olduğunu göstermez; hız yavaş olabilir veya
kımıldamaz olabilir, ama buna rağmen o hızdır. Hareket genişleyendir, hız şiddetlendiriridir. Hareket
«tek» olarak kabul edilen bir bedenin görece karakterini belirler, ve bir noktadan diğer bir noktaya
gider; tersine hız indirgenmez kısımlarının (atomların) çevrintisel (kasır-gamsı) bir kaygan mekanı
dolduran veya işgal eden ve herhangi bir noktadan ortaya çıkabilen bir bedenin mutlak karakterini
oluşturur. (Göreceli hareketsiz* ama yerinde şiddet dolu bir şekilde yapılan tinsel yolculukları
aldırabilmesi şaşırtıcı olmamalıdır: Bunlar göçebeliğin içindedirler). Kısaca, anlaşma olarak sadece
göçebenin bir mutlak hareketi, yani bir hızı olduğu söylenecektir; çevrintisel veya dönüm hareketi
özellikle onun savaş makinasına aittir.
Bu yönde göçebenin bir noktası, yolu olmadığı gibi tabii ki bir alanı olsa da toprağı yoktur. Eğer göçebeye
yersizyurdsuz denilirse, yeniden yerineyurduna dönmenin göçmende olduğu gibi sonradan veya
yerleşikte olduğu gibi başka bir yer üzerine yapılmadı-ğındandır (gerçekte yerleşiğin Devlet aygıtı,
mülk rejimi gibi bir şeyle oluşan toprakla bir bağı vardır...) Göçebe için, tersine, toprakla olan ilişki
yersizyurdsuz-luktan geçer, öyle ki, onun yeniden yeriniyurdunu bulması bile yersizyurdsuzluğu
üzerinde yapılmaktadır. Burada toprağın kendisi yersizyurdsuzlaşır, öyle ki, göçebe orada toprağını
bulur. Toprak toprak olmaktan çıkar ve sadece bir dayanak, basit bir yer haline girer. Toprak: görece ve
tümel hareketinde yersiz-yurdsuzlaşmaz, ama belli yerlerde yersizyurdsuzlaşır, ormanın çekildiği ve
istepin ve çölün ilerlediği yerde bile. Hubac göçebeliğin iklimlerin evrensel değişkenlikleri ile
açıklanmayacağını (bu göçmenliğe gönderim-
83
de bulunur), «yerel iklimlerin yatağından çıkmalarıyla» açıklanacağını söylediğinde haklıdır (46).
Toprağın üzerinde oluşan, her sefer kemiren ve her yöne doğru büyümeye yatkın kaygan mekan neredeyse,
göçebe de oradadır. Göçebe buralarda yaşar, göçebenin çölü oluşturmasından çok çölün
göçebeyi oluşturduğu anlamda, göçebe bu yerleri genişletir. Göçebe yersizyurdsuzlaşmanın bir
vektörüdür. Yönü ve yönlendirilmesi sürekli değişip duran yerel işlemlerin serileriyle çölü çöle, bozkırı
da bozkıra katar (47). Kum. çölü sabit yerlerde olduğu gibi sadece vahalara sahip olmakla kalmaz,
yerel yağmurların durumunu inceler ve bu yolun yönlendirilmesindeki değişiklikleri belirleyen
hareketli ve geçici köksapsal (rhizomatique) bitkilere sahip olur (48). Kum çölleri buzullarla aynı terimlerde
betimlenir: Hiç bir çizgi yeri ve göğü birbirinden ayıramaz; ara-mesafe olmadığı gibi ne bir
perspektif, ne de çevre vardır, görüş sahası kısıtlıdır ve buna rağmen nesnelerin veya noktaların
üzerlerine dayanmayan, ama varlıkların ve ilişki bütünlüklerinin üzerlerine dayanan muhteşem bir
topoloji vardır. (Rüzgâr, kum veya karların dalgalanmaları, kum melodisi veya bozkırın kırılması,
ikisinin de dokunma nitelikleri); bu dokunsal veya daha doğrusu «kapma»
(46) Bkz. Pierre Hubac, Les Nomades (Göçebeler), La renaissance du livre, ss. 26-29 (Hubac göçebe
ile göçmeni karıştırsa bile). (47? Deniz veya takımadalar göçebeleri üzerine J. Emperaire şöyle yazar:
«Genelde bir yol edinmezler, seyahat sırasında sıralanmış değişik etapların düzeninde bir kamp
yerinden başka kamp yerine, yanyana konulmuş ve parçalanmış bir şekilde yol alırlar. Her etapta
katetme süresini ve onu belirleyen yönlendirmelerin sırasıyla değişikliklerinin tadına varırlar» Les
nomodes de la mer (Deniz Göçebeleri, GaNimard, s. 225).
(48) Thesiger, Le desert des deserts, (Çöllerin Çölü), Plon, s. 155-171-225.
84
mekanında ve görünenden çok işitilen vardır (49). Yönlerin farklılığı ve değişmesi köksap tipli bir
haritacı-kğı yönlendiren kaygan mekanların esas çizgisidir. Göçebe, göçebe mekan sınırsızlaştınlmış
değildir, yerel-leşmiş yeri bellileşmiştir. Aynı anda kısıtlayan ve kısıtlanan pürtüklü mekandır, görece
olarak toptan olan mekandır: Sabit yönlerin bağlandığı yb birinin diğerine göre yönlendirildiği,
sınırlara bölünebilen ve ortak bir şekilde meydana gelen parçalarında kısıtlanmıştır bu mekan;
kısıtlayıcı olan (sınır değil, ama törpü veya set) gelişimini önleyen veya frenleyen yahut kısıtlayıp,
dışarıya koyan, kendisinin «içerdiği» kaygan mekanın bütünüdür. Etkisi altında kalsa da göçebe, orada,
bir noktadan başka bir noktaya, bir bölgeden başka bir bölgeye geçilen göreceli toptan mekana ait
değildir. Göçebe mutlak yerelde, gösterilenin yerel olduğu mutlakta, ve çeşitli yönlendirmeleri yerel
işlemlerin serisinde doğurduğu mutlaktadır: çöl, bozkır, buzul, deniz.
Bir yerde mutlak olanı ortaya çıkarmak dinin çok genel bir karakteri değil midir (daha sonra onu yenidenüreten
imgeleri değil, ama bu ortaya çıkışın dalgasını ve yasallığını taşımak üzere) ? Dinin kutsal
yeri karanlık bir ncmos'u iten esas bir merkezdir. Dinin mutlak olanını kapsayan esas bir ufuktur, onun
kendisi bir yerde ortaya çıktığında, toptan olana sağlam ve oturmuş bir merkez vermesi yüzündendir.
Tek tanrılı dinlerde, okyanus, bozkır veya çöl gibi kaygan mekanların toptancı rollerine daha önce
dikkat çekilmiş-
(49) Bkz. VVilfred Thesiger'in kum çölünün ve Edmund Carpenter'in (Eskimo, Toronto) buzulların iki
muhteşem betimlemelerinde: Rüzgârlar ve işitilen, dokunsal nitelikler, görme verilerinin ikincil
karakteri, özel-le, kraliyetçi bilim olarak astronomiye olan ilgisizlikleri izlerin ve bir azınlık biliminin
değişik nitelikleri.
85
tir. Kısaca, din mutlak'a inanır. Dinin bu modeli ev-rensere taşımak, bir impeıium teşkil etmek kuvveti
olsa bile, bu anlamda, din devlet aygıtının bir parçasıdır ve bu her iki şekilde de «bağ» ve «anlaşma»
veya «ittifak» şekillerinde işler. Halbuki göçebe için soru bambaşkadır ve başka bir şekilde ortaya
konur; Yer gerçekten kısıtlı değildir; mutlak bu yerde ortaya çıkmaz, ama kısıtlanmamış yerle karışır;
yerin veya mutlak olanın çift olması yönlendirilmiş ve merkezileşti-rilmiş bir evrenselde veya bir
bütünde değil, ama yerel işlemlerin sonsuz sürekliliğindedir. Bu bakış açısının karşıtlığında durulursa
göçebelerin din için iyi bir alan oluşturmadığı görülecektir; savaşçı insanda daima papaza karşı yahut
tanrıya karşı bir başkaldırı vardır. Göçebelerin belirsiz ve kelimesi kelimesine gezgin bir
«tektanrılüdan» vardır ve seyyar ateşle yetinirler. Göçebelerde mutlak'm bir anlamı vardır ama bu tekil
bir tanrıtanımazlıktır. Göçebelerle uğraşmış olan evrensel dinlerin -Musa, Muhammed ve nestoryen
mezhep sapkınlığı ile hıristiyanlıkta- bu açıdan hep soı unları olmuştur ve dikkaf alı bir ahlaksızlık
adını verdikleri şeyle karşılaşmışlardır. Gerçekte bu dinler olgu devletinin yokluğunda bile hukuk
imparatorluğu devletinden, sabit bir şekilde yönlendirilmeden ayrı tutulamazlar; onlar bir yerleşiklik
ülküsüyle yanıp tutuşurlar ve göçmen kısımlara göçerlerden daha fazla seslenirler. Doğmakta olan
müslümanlık bile hicir veya göçmen temalarını göçebe temasından çok daha ön plana almıştır ve
berberi veya arap göçebelerini belli bir asıl dinden ayrılmaya sürüklemişlerdir (Haricilik) (50). Herşeye
rağmen, din-göçebelik açısında basit bir karşıtlık tamamlayıcı değildir. Çünkü tüm evrensel
(50) E.F. Gautier, Le passe'de I'Afrîque du nord, Kuzey Afrika'nın Geçmişi, Payot Yay., s. 267-316.
86
(ökümen) veya tinsel bir din devleti üzerine düşürülen izdüşümü eğiliminin derinliklerinde bile
tektanrılı din ne püskülsüzdür ne de çeşitli anlamlar taşır ve isterse imparatorluk devleti olsun, bir
devletin ülkücü sınırlarını bile taşar. Ve bunu daha belirsiz bir alana sokmak için, devletlerin bir
dışarısına, orada bir değişimin çok özel bir intibak devresinin olanağına sahip olduğu için, yapmaktadır.
Bu savaş makinasınm bir öğesi olan ve bu makinanın motoru olan kutsal savaş fikri dindir. Kralın
devletli kişisine, dinin dinî kişisine karşı, peygamber bir savaş makinası haline giren veya böyle bir
makinanın yanından geçen hareketi çizer. İslam'ın ve Muhammed'in dininin bu şekildeki dönüşümünü
yakaladıkları ve gerçek bir tin bedeni kurdukları sık sık söylenmiştir: Georges Bataille'ın formülüne
göre, «doğmakta olan İslam askerî bir kuruma indirgenmiş olan bir toplumdur.» Bu Batı'nın İslan^a
karşı duyduğu antipatiyi doğrulamak için kullandığı taktiktir. Peygamberler ise istedikleri kadar göçebe
hayatım lanetlesinler; dinî savaş makinası istediği kadar göçmen hareketini ve kurumunun ülküsünü
kayırsınlar; genelde, din istediği kadar dünyanın merkeziymiş gibi kutsal toprakların işgalinin yönünü
kutsal savaşla alan, tinsel hatta fiziki yeniden yerineyurdunadön-meyle özgül yersizyurdsuzlaşmayı
ödüllendirsin; haçlılar buna rağmen, tamamen hıristiyan bir serüvene giriştiler. Bütün bunlara rağmen
din bir savaş makinası haline geldiği zaman mutlak bir yersizyurdsuzlaşma-Eun veya göçebeliğin
muhteşem bir yükünü hareketlendirir ve özgürlüğe kavuşturur. Göçmeni ona eşlik eden bir göçebeyle
veya oluş halindeki gizil bir göçebeyle sollar, sonunda da Devlet-biçimine karşı mutlak devlet düşüyle
sırtını döner (51). Ve bu ters yüz edil-
C51) Bu bakımdan Clastres'm yerli peygamberliği için söylediği belki
87
me, dinin tözünden çok düşe aittir. Haçlı seferleri tarihî yönlerin en şaşılacak değişikliklerinin birbirini
izlemesiyle katedilmiştir: Erişilmesi gereken bir merkez olarak kutsal topraklara yönelmenin zarureti
sık sık bir bahaneymiş gibi görünmektedir. Ama Haçlı seferlerini salt yolundan döndürmesi gereken
politik veya ticarî ekonomik etkenleri veya açgözlülüğü anımsatmak da hatalı olacaktır. Haçlı fikri
dinden bir savaş makinası yapar yapmaz aynı anda buna ait göçebeliği kullanır ve yaratır. Bu kesin
olarak tüm değişkenleri ve etkenleri içinde taşıyan değişen, kurulmuş yönlerin değişikliği haçlı fikrinin
kendisinin içerdiği şeydir (52). Göçebe, göçmen ve yerleşik arasmdaki ayn-mın gerekli olduğu kadar
olgunun karıştırılmasını da
de genelleştirilebilir: «Bir yanda şefler, diğer yanda ve onlara karsı peygamberler. Ve Karailer
beraberlerinde şaşırtıcı yerlileri getirebildiğine göre, peygamberimsi makîna gayet iyi işlemektedir (...)
Şeflere karşı peygamberlerin isyankâr eylemleri, şeylerin tuhaf bir şekilde dönmesiyle ikincilerin sahip
olduğundan sonsuza dek çok bir şekilde birincilerle ölçüştürürler (Devlete Karşı Toplum, s. 185). (52)
Paul Alphandery'nin klasik kitabının en ilginç temalarından biri. La chretiente et Hdee des Croîsades
(Hıristiyanlık ve Haçlı Seferleri Fikri), Albin Michel yayınevi, yolların, durakların, yön değiştirmelerin
hepsinin değişikliklerinin nasıl Haçlı seferlerinin bir parçası olduğunu göstermesidir: «Bir
Napolyon'un, 14. Louis'nin mutlak bir edilgenlikte yürüyen bir diplomatik kabinesi, bir şefin arzusuna
göre modem bir ordu gibi canlandırdığımız Haçlıların ordusudur. Böyle bir ordu nereye gittiğini bilir,
yanlış yöne doğrulduğunda, bunu bilerek yapar. Farklılıkların daha meraklı bir tarihi Haçlı ordusunun
daha gerçek ve başka ıbir imgesini kabul eder. Haçlı ordusu özgürce ve hatta bazen anarşi içinde canlı
bir ordudur (...) Bu ordu hiç bir şeyin rastlantıya bırakılmadığı, uygunluk karışımlanyla içeriden
değişikliğe uğrar. Tıpkı diğer haçlı orduları gibi Konstantinopolis'in fethinin nedeni, gerekliliği ve dinî
bir karakteri olduğu kesindir» (2. cild, s. 76) Alphandery kutsal toprağın özgürlüğe kavuşması fikrinin
yanısıra belli bir noktada kâfire karşı mücadele fikrinin erkenden oluştuğunu göstermektedir.
88
engellemez. Tersine yerine göre daha gerekli kılar. Göçebeleri yenen yerleşiklerin genel davasını,
yerleşiklerin beraberlerinde götürdükleri yerel göçebeliğin soluğunu ve göçmenleri sollamasını kale
almadan, kabul edemeyiz (özellikle dinin yararına).
Göçebe veya kaygan mekan iki pürtüklü mekan arasındadır: Ağırlık dikeyleriyle ormanın mekanı; genelleşmiş
paralellikleriyle ve çevreyi sarmasıyla tarım mekanı, bağımsız hale giren ağaçvarîliği, ağacı
ve odunu ormandan çekip çıkarma sanatı. Ama «arasında» gelişmesine karşı çıkan, mümkün olduğu
kadar ona bir iletişim rolünü veren veya tersine ormanı bir yandan kemirip diğer yandan da ekilmiş
toprakları kazanarak içeri giren bir «kenar» gibi, farklı ve iletişimsiz bir gücü. doğrulayacak, onu
sınırlayan iki kenarın kaygan mekan tarafından denetlenmesi anlamına gelir. Göçebeler önce
odunculara ve dağcılara sırtlarmı dönerler, sonra çiftçilere doğru koşarlar. Orada devlet-biçiminin
dışarısı veya diğer yüzü gibi bir şey vardır -ama hangi anlamda? Bu göreli ve bütüncü mekanda olduğu
gibi, belli sayıdaki bu biçim bileştireni içerir: Orman - tarla açma; etrafını sarma - tarım; tanın emeğine
bağlı ve yerleşik gıdaya bağlı hayvancılık; ticarî açıdan kır - şehir (polis-nomos) iletişimi bütünü. Tarihçiler
Batı'nm Doğu'ya karşı zaferinin nedenlerini sorguladıklarında genelde Doğu'yıı gözden
düşürücü şu karakterleri sıralarlar: Tarla açma yerine ormanın ormansızlaştırılması, ki odun elde etmek
veya odun kesmek için en büyük güçlükler burada çıkmaktadır; tarla sürmek ve ağaç dikmek yerine
«bahçecilik ve pirinç ekme» tipi tarım kültürü; yerleşiklerin denetiminden büyük bir kısımda kaçan
hayvancılık, öyle ki, bunlar hayvan gücünden ve et gıda maddesinden yoksun kalırlar; kır-şehir
ilişkisinin iletişiminde tutmayan ve
oradan çok daha esnek bir ticaretin ortaya çıkması (53) devlet-biçimlnin Doğu'da olması gibi bir sonuca,
tabii ki varmayacağız. Tersine kaçış vektörleriyle çalışılmış değişik bileşkeleri yakalamak ve
birleştirmek için çok daha sıkı bir aygıt gerekmektedir. Devletlerin hep aynı tip bileşkeleri vardır;
Hegel'in politik felsefesinde bir gerçek varsa, o da «her devletin kendi içinde varlığının en önemli
momentlerini taşımasıdır». Devletler yalnız insanlardan oluşmazlar, odunlardan, tarlalardan,
bahçelerden, meta yerini alan hayvanlardan da oluşurlar. Tüm devletlerde bir bileşke bütünlüğü vardır,
fakat devletlerin ne aynı tip gelişmeleri ne de aynı şekilde teşkilatlanma biçimleri vardır. Doğu'da
bileşkelerin birbirlerinden daha çok ayrılmış, daha az yapışık oldukları gözlemlenir, bu da hepsini bir
arada tutabilmek içüı daha kımıldamaz büyük bir Biçimi ortaya çıkarmıştır: Asyagil veya Afrikalı
«despotik» oluşumlar sürekli başkaldırmalarla, hanedan değişiklikleriyle doludur, ama bu biçimin
kımıldamaz oluşunu bozmamaktadır. Tersine bileşkelerin birbirleri içine geçmişliği Doğu'da devletbiçimini,
devrim yoluyla değiştirmeyi mümkün kılmıştır. Devrim fikrinin kendisinin belirsiz olduğu
doğrudur; Devletin
(53) Doğu-Batı kıyaslaması Ortaçağ'dan beri (Kapitalizm niçin başka yerde değil de Batı'da çıktı?
sorusuna bağlı olarak) çağdaş tarihçilere güzel çözümler esinlendirdiler. Bkz. Fermand Braudel,
Cîvîlisatâon ma-terîelle et Capitalîsme (Maddî Uygarlık ve Kapitalizm), Armand Collm, s. 108-121;
Pierre Chanu, L'Expression europeenne du XM au XV 2 siecle, P.U.F. s. 334-339 ('Niçin Avrupa'da da
Çin'de değil'); Maurfce Lombard, Espaces et reseaıoc du haut Moyen Age, Mouton Yay. bölüm VII ve
s. 219: «Doğu'da ormansızlaştırmak denilene Batı'da toprağın dinfendîriimesi adı verilir; egemen
merkezlerin Doğu'dan Batı'ya doğru kaymasının en derîn nedeni demek oluyor ki coğrafî bir nedendir;
orman ve ormanın içindeki ağaçsız alanlar, vaha-çö! gizliliğinden daha kuvvetli çıktı.»
90
değişikliklerine gönderimde bulunduğu gibi bu Batılı bir şeyi oluşturur; ama devletin yıkılmasına, bir
yıkıma izdüşürdüğü kadar da devrim Doğulu bir şeydir de (54) Yani Doğu'nun, Afrika'nın ve
Amerika'nın büyük imparatorlukları bileşkeleri arasında büyük mesafeler olan ve kaygan mekanlara
giren mekanlarla karşı karşıya gelirler (nomos kır haline gelmez ve kır şehirlerle ilişki halinde değildir,
hayvancılık göçebelerin uğraşıdır vb.) : Doğu devletinin göçebe savaş ma-kinasıyla dolaysız
yüzleşmesi söz konusudur. Bu savaş makinası bütünleştirme yolu üzerine kurulabilir ve yalnızca
hanedan değişikliği, isyan ile hareket edecektir, halbuki göçebe olarak düşü ve köleliği kaldırmanın
dcğru olduğunu bulan göçebe savaş makinasıdır. Batılı varlıklar kendi pürtüklü mekanlarında kendile-
(54) Marx'ın Asya'daki «despotik oluşumlar» üzerine yaptığı incelemeler, Giucksmann'm
çözümlemeleri tarafından, Afrika için doğrulanmıştır. Gustom and Conflîct in Africa (Afrika'da
Gelenek ve Çekişme) Oxford; hem biçimsel bir değişmezlik hem de sürekli bir başkaldırı. Devletin
«değişme» fikri herhalde Batılı bir şey. Ama diğer fikir, devletin «yıkılması» Doğu'ya ve göçebe savaş
makinasmın koşullarına gönderimde bulunmaktadır. İstendiği kadar iki fikir devrimin sürekli etapları
olarak sunulsun, bunlar çok değişiktirler ve çok zor uzaklaşırlar, bunlar 19. yüzyıldaki sosyalist ve
anarşist akımların karşıtlıklarının sonucudur. Batı proletaryasının kendisi iki türlü kabul edilmiştir:
Hem devlet aygıtını değiştirecek ve iktidarı ele geçirecek, bu emek gücünün bakış açısıdır, ama hem de
devletin varlığına bir son vermek isteyecek veya arzulayacak, bu da göçebelik gücünün bakış açısıdır.
Marx bile proleteri sadece yabancılaşmış emek gücü olarak sunmakla kalmaz, aynı zamanda onu
yersizyurdsuzlaşmış bir şekilde tanımlar. Bu son açıdan proleter Batı dünyasında göçebenin mirasçısı
gibi gözükmektedir. Anarşistler Doğu'dan gelme bir göçebelik temalarını anımsamakla kalmazlar, ama
özellikle 19. yy burjuvazisi göçebeyi ve proleteri aynı kabul eder ve Paris'i göçebeler tarafından işgal
edilmiş bir şehir düşünür. (Bkz. Louis Chevalier, Classes loborîeuses et classes dangereuses) (Çalışan
Sınıflar ve Tehlikeli Sınıflar), L.G.F. s. 602-604.
91
rini daha emin hissederler ve oradan itibaren bileşke^ lerini yerinde tutabilmek için enlemlere sahip
olurlar. Ve dolaylı yoldan göçmenler davranışlarını aldıkları veya harekete geçirdikleri zaman sadece
dolaylı bir şekilde göçmenlerle yüzleşirler (55).
Devletin en önemli görevlerinden biri de hüküm sürdüğü alanın mekanını pürtüklü hale getirmek veya
kaygan mekanları pürtüklü mekanın hizmetinde bir iletişim aracıymış gibi kullanmaktır. Yalnızca göçebeliği
yenmek değil, ama göçmenleri denetlemek ve daha genel bir şekilde tüm bir «dışarısı» üzerine
dini evrenselliği kateden akımların tümünün üzerine bir hukuk bölgesinin değerini vermektir; bu her
devletin hayatî uğraşıdır. Devlet, aslında, yapabildiği her yerde, her çeşit akım üzerinde bir yakalama
sürecini, halkları metaları veya ticareti, parayı veya sermayeleri vb. kendilerinden ayrı tutmaz. Dahası
nesnelerin ve öznelerin görece hareketlerini en ufak detaylarıyla ölçen, eylemi göreceleştiren,
dolaşımları kurallaştı-ran, hızları sınırlayan, belli yönlere doğru giden sabit yollara da mı ihtiyaç
vardır? Paul Virilio «devlet politikasının iktidarının polis olduğunu, polis yani karayolları denetimi ve
kentin kapılarının, gümrüklerinin ve ihsanlarının baraj olduğunu, göçmen sürülerinin içeri sızma
kuvvetine insanlar, hayvanlar, mülkler v<? kitlelerin kayıp gidişine filitre teşkil ettiğini gösterdiğinde,
Viriiio'nun tezinin önemi ortaya çıkmaktadır (56). Ağırlık merkezi, gravitas, devletin tözüdür.
(55) Bkz. Lucfen Musset, Les învasîons, fe second assauî, (İşgaller İkinci Hamle) P.ILF. Yayınevi.
Örneğin Danimarkalıların üç «kısım» çözümlemesi, s. 135-137
(56) Pauî Virîlio, Vitesse et Polîtique (Hız ve Siyaset), Edition Galîîee s. 21-22 ve devamı. Dolaşımın
kurallaştırıldığı ve üzerinde oluştuğu dış akımlardan bağımsız «kent» düşünülemeyeceği gibi» belli bîr
mimari
92
Bu devletin hızı bilmediğinden dolayı değil, ama onun hareketin en hızlısının pürtüklü olan bu
mekanda bir noktadan başka bir noktaya giderek görece bir «deri değiştirmesi» karakteri haline gelmek
için, kaygan mekanı işgal eden devingenin saltık durumunda olmaktan çıkmasına ihtiyacı
olduğundandır. Bu bakımdan, devlet hareketi böler, yeniden toplayıp değiştirmekten veya hızı
kurallaştırmaktan bıkmaz; gözetle-yici, ikna edici veya yolların bekçisi olarak devlet vardır: Bu açıdan
mühendisin rolü. Hız veya mutlak hareket kanunsuz değildir, ama bunun kanunları nomos'-un
yasalarıdır, genişlemekte olan kaygan mekanın yasalarıdır, orayı dolduran savaş makinasmmkilerdir.
Göçmenler savaş makinası oluşturup duruyorlarsa, hızın «eşanlamlısı» olan mutlak hızı buldukları
içindir bu. Ve ne zaman devlete karşı bir hareket olur, disiplinsizlik, isyan, gerilla veya devrim, birer
eylem olarak, bir savaş makinasınm yeniden canlandığı mekanda kaygan mekanmış gibi duran veya bir
kaygan mekanın yeniden oluşturulmasıyla yeni göçebe bir gizil-liğin ortaya çıktığı söylenecektir.
(Virilkr sokağa «hakim olmak» denen devrimci veya isyancı temanın önemini anımsatır). Bu anlamda
devletin yanıtı taşkınlığa uğratacak her türlü tehlikeye karşı mekanı pürtüklü kılmak olur. Devlet savaş
makinasına görece bir hareket biçimi vermeden, onu kendine edinmemiştir: Böyyapılan
da gözardı edemeyiz; örneğin hareketin kuruluşunu uzanışını ve çözümlenişini mümkün kılan
kuleler gerçek değiştiricilerdir. Bunu 'Ç mekanları sayesinde başarırlar. Virilio burada ası! sorunun
kapatılmalar değil, denetim hareketi ve karayolları denetimi sorunu olduğu sonucuna varıyor. Foucault
daha önce denizin üstündeki hastahaneler ve hapishaneler üzerine yaptığı çözümlemelerde bunun nasıl
hem işlem hem de filître vazifesi gördüğünü göstermiştir. Bkz. Surveîlfer et Pursîr (Gözaltında Tutmak
ve Cezalandırmak) ss. 145-147
93
lece, hareketi düzenleyen kale modeliyle göçebeleri yakalar; kasırgamsı mutlak eylemi kırmak, oradaki
gösteri ve eylem budur. Tersine ne zaman bir devlet kendi iç mekanım veya komşu mekanları pürtüklü
kılmazsa o zaman «devleti kateden» bu akımlar, zorunlu olarak, devlete karşı yönlendirilmiş, isyankâr
ve düşman kaygan bir mekanda bir savaş makinası hâlini alırlar, (hatta orada diğer devletler kendi
pürtüklü mekanlarını kaydırsalar bile). Bu 14. yy. sonuna doğru ve denizcilikte ve gemi tekniklerindeki
üstünlüklerine raş-men Çin'in basma gelen serüvendi; kendi ticaret filolarının büyük deniz mekanında,
kendisine karşı korsanlarla yapılan ititfakta görüldü. Ticaret filoları Çin'e karşı döndüler. Böylece, Çin
savaş makinasıyla olan ticaretin ilişkisini kuvvetlendiren ticaretine büyük bir kısıtlama getirmek ve
buna hareketsizlik politikasıyla karşılık vermekten başka bir şey yapamadı (57).
Durum söylediğimizden de daha karışıktır. Deniz belkî de en ana kaygan mekan, hidrolik modeldir.
Ama, deniz, aynı zamanda tüm kaygan mekanlar arasında, sabit yollarla değişmez yönleriyle, görece
eylemlerle, tüm bir su yolları ve hidrolik hareketiyle, en erken pür-tüklü kılınmaya uğraşılan, yerle
bağımlı olarak değiştirilmeye çalışılan yerdir. Batı'nın egemenliğinin nedenlerinden biri de, Atlantik
Okyanusunu ekleyerek, Akdeniz tekniklerini, Kuzey teknikleriyle birleştirmek ve denizi Devlet
aygıtlarmca pürtüklü kılan kuvveti bulmasıdır. Bu uğraş hiç beklenmedik bir sonuca ulaşmıştır : görece
hareketlerin çokluğu, pürtüklü mekanda, görece hızların şiddetle yükselmesi, mutlak bir ha-
(57) Çin ve Arap gemiciliği üzerine başarısızlıklarının nedenleri ve bu sorunun önemi için «Doğu-Batı
dosyası». Bkz. irandeî, ss. 305-314 v@ Ckam, m* 288-308
94
reket veya kaygan bir mekanın oluşmasıyla neticelendi. Virilio'nun belirtmiş olduğu gibi deniz bir
noktadan diğerine gidilen değil, ama herhangi bir noktadan tüm bir mekanı tutan fleet in being'in
oluştuğu yer olacaktır: Mekanı pûrtüklü kılmak yerine sürekli hareket eden yersizyurdsuzlaşmanm
vektörüyle işgal edilecektir bu deniz. Ve bu modern strateji yeni kaygan alan olan havaya, denizden
getirilerek, iletişimi sağlayacaktır^ ve ayrıca da tüm dünya bir deniz veya bir çöl olarak kabul
edilecektir. îknâ edici ve kapıcı devlet eylemi görece kılmakla kalmaz; ona mutlak hareketi de verir.
Sadece kaygan olandan pûrtüklü olan mekana gitmekle kalmaz, kaygan mekanı yeniden oluşturur, pürtükliî
mekanın üzerinde kayganlık oluşturur. Bu yeni göçebeliğin aynı zamanda devletier-arası sanayi,
askerî, enerji kanşımlanndan geçen ve devlet aygıtım aşan örgüte sahip dünyasal bir savaş makinası
olduğu doğrudur. Bunu kaygan mekanın ve dışarıdanlık biçiminin dayanılmaz devrimci bir gönül
eğilimi olmadığını, tersine kurumların veya aJıştırmaların somut koşullarında karşılıklı eylemleri takip
ederek tekilcesins yön değiştirdiğini belirtmek için söylüyoruz (örneğin topyekûn bir savaşın ve halk
savaşının yöntemlerini alması budur) (58).
(58} Vîrîlîo fleet in belng ve tarihî sonuçlarını tanımlıyor: «fleet îrt beîng, herhangi bîr zaman ve
herhangi bir yerde düşmanı vurabilen görünmez bîr deniz filosunun sürekli varlığıdır (...) Bu yeni
şiddet fikrî çarpışmadan değil, ama cisimlerin eşitsiz niteliklerinden, beîH bir öğede fzin verilmiş
hareketlerin niceliklerinden, dinamik etkilerinin sürekliliğinin denetiminden doğmuştur. (...) Söz
konusu olan kıtanın katedil-mesî değil, bir şehirden diğerine bir kıyıdan başka bîr kıyıya katedilme-dir;
fleet in being zaman ve mekanda yönü beüî olmayan bir yer değiştirmeyi icad etmiştir (...) stratejik
denizaltı hîç bîr yere gitmek zorunda değildir, görünmeyen bîr yerden denîzî tutmakla yetinir (...) mutfak
dairesel yolculuğun gerçekleştirilmesi v« durmak bilmez yolculuk,
95
Önerme VI: Göçebenin varlığı zorunlu olarak biı savaş makinasının numarasal öğelerini içermektedir,
Onlar, yüzler, binlerce sayısız miktarlar.- Tüm ordular bu ondalık gruplarını kabul etmektedirler, öyle
ki, ne zaman bunlara rastlansa, orada askerî bir teşkilâtın önyargısının yapılması mümkündür. Ordunun
askerlerini yersizyurdsuzlaştırma biçimi bu değil midir? Ordular birimlerden, bölümlerden, bölüklerden
kurulmuştur. Sayılar bağdaşım işlev değişikliklerine uğrayabilirler, bambaşka stratejilere girebilirler,
savaş makinasıyla bu sayı arasında mutlaka bir ilinti vardır. Bu bir nicelik sorunu değil, ama
teşkilâtlanma veya birleştirme sorunudur. Ordu numaralı örgütlenme ilkesini kullanmadan oluşamaz;
aynı anda savaş makinasını kendine çeker ve bunun ilkesini yeniçünkü
ne kalkışı ne de varışı vardır (...) Lenin'in düşünmüş olduğu gibi, strateji güçlerin uygulanım
noktasının seçimiyse, bu noktaların, bugün, artık coğrafî stratejik dayanak noktalan olmadıklarını kabul
etmek zorundayız, çünkü her hangi bir noktadan nerede olursa olsun, başka bir noktaya ulaşmak,
mümkündür bugün (...) Coğrafî yerelîeme stratejik değerini kesin olarak kaybetmiş görünümündedir ve
tersine bu değer vektörünün yerinin belli olmasına, sürekli hareket halindeki bîr vektöre atfedilmiştir».
(Vitesse et politique, s. 132-133) Virilio'nun metinleri bu açıdan büyük bir yenilik ve önem
taşımaktadır. Bizim için zorluk çıkaran tek nokta bize göre çok değişik olan üç hızı Virilio'nun aynı
saymış olmasıdır: 1) devrimci veya göçebe hızlar (isyan, gerilla); 2) devlet aygıtınca ikna edilmiş,
kurallaştırılmış, elde edilmiş hızlar (karayollarının denetimi); 3) evrensel silahlanma veya topyekün savaşın
dünyasal örgütlenmesi tarafından eski haline konulan hızlar (fleet în being'den nükleer stratejiye).
Virilio bu grupları arasındaki karşılıklı ilişki nedeniyle bir sayıyor ve genelde hızın «faşist» bir
karakterini ele veriyor. Bunlar her şeye rağmen onun kendi analizleriyle bu ayrımları mümkün
kılmaktadır.
den ele alır. İnsanların numaralı örgütlenmeleri -bu tuhaf düşünce özellikle göçebelere aittir. Mısır'da
galip gelen, işgal eden göçebeler Hikoslardır; sayı ile örgütlenme sistemini ilk kullananlardır ve Musa
topye-fcün göçte olan halkına bu sistemi uyguladığı zaman, bu kaynatası göçebe Jetho Queııien'in
nasihatlan üzerine, öğelerini «sayılar kitabının» betimlediği gibi, bir savaş makinasmı oluşturmak üzere
harekete geçmiştir: Logos'a karşı bir nomos karşıtlığını içerdiğinden dolayı. Yunan geometrisine Arap
veya Hint aritmetiği ile karşı çıkılır. Nomos öncelikle numaralıdır, aritmetiktir: Bunu göçebelerin
aritmetik veya cebir yaptıklarından dolayı değil, aritmetiğin ve cebirin göçebe duramlu bir dünyada
ortaya çıktığından dolayı söylemekteyiz.
Şimdiye kadar üç insan örgütü biliyoruz: Soydaş, yerliyurdlu ve numaralı örgütlenme biçimi. Soydaş
örgütlenme, ilkel adını verdiğimiz toplumları tanımlamaya yarayan örgüt biçimidir. Klan soydaşlığı
özellikle eylem halindeldL kurulan veya sonuçlara ve görevlere göre değişebilen parçalardır. Ve
şüphesiz yeni soydaş yaratılmalarında veya soydaş belirlenmelerinde sayının önemli bir rolü vardır.
Toprağın da. Çünkü boy parçalan klan parçalarından daha önemlidir. Fakat toprak bir kayıt aracı, bir
sayı, soydaşların dinamiğinin öncelikle kayıtlı olduğu bir maddedir: Toprağın üzerine kayıt edenler ve
sayı ile bir çeşit «geodegie» (Coğrafî belirleme) kuranlar soydaşlardır. Devletli toplumlardaysa her şey
daha değişiktir. Sık sık yurd ilkesinin başat olduğu söylenir, toprağm soydaşlarla birleşerek etken
maddenin öğesi olacağma, nesne olmasından dolayı bir yersizyurdsuzlaşmadan da bahsedilebilir.
Mülkiyet kesinlikle insanın toprakla yersiz-yursuzlaşma ilkesine girmesidir: Mülkiyet ya soydaş
Savaş îliokması - F. 7
97
topluluğunun tasarrufuna konulan devletin malını oluşturur, ya da yeni topluluğu oluşturan özel insanların
mülkü durumuna girer. İki şıkta da (ve devletin iki kutbunu takip ederek) coğrafî belirlenmenin
yerine geçen toprağın üstkodlanması gibi bir şey vardır. Şüphesizdir ki, soydaşların hâlâ önemli bir
konumu vardır ve sayılar onlara göre gelişmektedirler. Ama, ilk planda oluşan «yurdsal» bir
örgütlenme parçaların, soydaşların, toprağın ve sayının hepsinin onları üstkodla-yan geometrik bir
enginlikte veya astronomi mekanındaki anlamından alınmıştır. Bu şüphesiz modern devletlerde ve eski
arkaik imparatorluk devletlerinde aynı şey değildir. Yani eski devletler derinlemesine ve seviyelerde
farklılaşmış mekanlarda ve tepede bir «spa-tium»u sararlar, halbuki modern devletler (Eski Yunan
sitelerinden beri) bağdaşık bir «extensio»yu içkin bir merkezde eşit parçalara bölünebilir bir şekilde,
önü ve arkası simetrik ve değişebilir ilişkilere göre geliştirmektedirler. Ama geometrik ve astronomi
modelleri birbirlerine sıkı fıkı olarak karışmakla kalmazlar, ama salt olarak kabul edildikleri vakit bile,
herbirinin politik genişlemede veya İmparatorluk mekanında ortaya çıkan numaralı kuvvete sayıların
ve soydaşların boyun eğmelerini içerirler (59). Aritmetiğin, sayının
(59) Jean-Pierre Vernant özellikle Yunan sitesiyle bağdaşık geometrîseî enginlik ilişkisini incelemiştir
(Yunanlılarda Söylence ve Düşünce, cilt : 1,3. kısım). Sorun eski imparatorluklara nazaran veya klasik
siteleriır oluşumları öncesine nazaran daha karışıktır. Ama Vernant'ın Pîatoncu site ülküsü üzerine öne
sürmüş olduğu gibi, sayının mekana daha az boyun eğmiş olması gibi bir şey yoktur. Neo-p!atoncu
veya pıtagorascı sayı kavramlar bağdaşık enginlikten farklı bir tip astronomi-imparatorluk mekanlarını
kavramaktadırlar ve sayının bağımlılığını korumaktadırlar: Bunlar, bu nedenle tam anlamıyla
«sayıîayıcı» olmaktan çok «ülküsel» sayılardır.
98
daima devlet aygıtlarında belirleyici bir rolleri olmuştur: Seçim, sayım ve nüfus sayımı bileşimli üç
işlemle, imparatorluk bürokrasilerinde bile bu böyle olmuştur ve böyledir. En önemli neden modern
devletin biçimleri sosyal tekniğin ve matematik biliminin sınırında ortaya çıkan hesaplamaların tümünü
kullanmadan gelişmemiştir (emeğin örgütlenmesi, demografik ve ekonomi-politik tabanda tüm bir
sosyal hesap vb.). Devletin bu aritmetik öğesi özgün iktidarını herhangi bir maddenin işlenmesinde
bulur: Hammadde, işlenmiş nesnelerin ikinci maddesi veya insan nüfusu tarafından oluşturulmuş son
madde. Her zaman sayı maddeyi denetleyip ona hakim olmaya, eylemlerince değişimlerini
denetlemeye yaramıştır, yani devletin zaman-mekân çerçevesine bağlı-kılmıştır - ya imparatorluk
mekanına ya modern devlet yayılmacılığına (60). Devletin ölçülmüş büyüklüklere sayıyı bağlayan
yersiz-yurdsuzlaşma veya yurt ilkesi (üstkodlama işlemini gören gittikçe ölçüyü ön plana çıkaran)
vardır. Gelişmesinin tüm etkilerini bulmuş olsa bile, bir özerklik veya bir bağımsızlık şartlarını sayının
orada bulabileceğine inanmamaktayız.
Sayılayıcı sayı, yani özerk aritmetik örgütü ne üst bir soyutlama derecesi, ne de çok yüksek nicelikleri
içerir. Yalnızca mümkünlük koşullarını oluşturan göçebeliğe ve savaş makinasmı oluşturan
gerçekleşme
(60) Dumezil politik egemenliğin en eski şekillerinde aritmetik öğenin rolü üzerinde duruyor. Hatta
ondan egemenliğin üçüncü kutbunu oluşturmaya kadar götürüyor: bkz. Servius et la Fortune (Servius
(Kral) ve Talih), Gallimard;' ve Le troîsieme souverain (Üçüncü Egemenlik), Maisonneuve. Herşeye
rağmen bu aritmetik öğe bir maddeyi örgütleme rolüne sahiptir ve bu nedenle de iki ana kutuba, birini
veya diğerini maddeye bağlı kılar.
99
koşullarına gönderimde bulunur. Sorunu diğer maddelerle ilişkide, yüksek niceliklerin kullanımındaki
dev-let ordularında koyacaktır, fakat savaş makinası sayı-layıcı sayıları ufak niteliksellikle işleme
koyar. Aslında, mekanı bölüşmek veya kendisine dağıtmak yerine mekanda birşeyleri dağıttığı
zamandan beri, bu sayılar ortaya çıkarlar. Sayı böylece özne haline gelir. Sayının mekana nazaran
bağımsızlığı soyutlama yapmaktan gelmez, ama kendisi hesaba katılmadan işgal edilen kaygan
mekanın somut doğasından kaynaklanır. Sayı ne hesaplama, ne de ölçme aracıdır, o bir yer değiştirme
aracıdır.- Onun kendisi kaygan mekanda yer değiştirip ilerleyendir. Kaygan mekan, şüphesiz,
geometrik bir şeydir; ama görmüş olduğumuz gibi, azmlıkçı bir geometri ve işlem gören bir şeydir.
Sayı, kesinlikle, mekanm metreye değgin bağımsız oluşundan çok daha bağımsızdır. Savaş
makinasında krali-yetçi bilim olan geometrinin daha az önemi vardır. (Bu geometrinin devletin
ordularında ve yerleşiklerin kuvvetlendirilmesinde önemi vardır, ama buna rağmen generallere acı
yenilgiler tattırırlar) (61). Sayı her seferinde kaygan bir mekanı doldurduğunda ve orada pürtüklü
mekanı ölçmek yerine özne olarak geliştirdiğinde ilke haline gelir. Sayı devingen olarak işgal edendir.
Pürtüklü mekanda geometrisel taşmmaz mallar yerine kaygan mekanda taşınır olanlarıdır. Göçebe
numaralı birim seyyar bir artıştır, ama hâlâ taşmmaz karakterini taşıyan çadır değildir: «Ateş yurt
üzerinde başarı kazanmıştır.» Sayılayıcı sayı metreye değgin boyutlara veya metreye değgin
belirlemelere
(61) Cîausevvitz geometrinin, taktikte ve stratejide, ikincil rolü üzerinde durur : De la guerre (Savaş
Üzerine), Mînuit Yay. s. 225-226 «Geometri öğesi».
100
bağlı kalmamıştır. Yalnızca coğrafî yönlerle dinamik bir ilişki içindedir: Ölçülü veya boyutlu değil,
yön belirleyici bir sayıdır. Göçebe örgütü erimezcesine aritmetik ve yön göstericidir; her yerde nicelik,
onlar, yüzler ve her yerde yön, sağ, sol: Numaralı şef aynı zamanda sağm veya solun da şefidir (62).
Sayılayıcı sayı ritimlidir, ahenkli değildir. Ahenkli veya ölçülü değildir: Yalnızca devletin ordularında
ve disiplin için ve resmi-geçit için, ahenkli yürüyüş yapılmaktadır; fakat numaralı örgüt olarak, her
seferinde, çöl veya bozkırda yön değiştirmenin düzenini yerine getirmek için yönünü başka yerlerde
bulur. Devlet biçimlerinin ve ormancı soydaşlarının olasılıklarını kaybettikleri yerlerde bulur. «Çölün
doğal yankılarını taklit eden kırık ritme göre, insanın kurallı gürültülerini, kulağı kirişte olanı
yanıltarak, ilerler. Tüm Fremen'ler gibi bu yürüyüşün sanatında yetiştirilir. O kadar şartlanmıştır ki,
bunu düşünmeye bile artık gerek kalmaz ve ayakları kendiliğinden ölçülmez bir ritmi takip ederek
hareket eder gibi gözükür» (63). Göçebe varoluşunda ve savaş makinasıyla sayı şifre olmak için
sayılmaktan annır ve böylece, «bedenin tinini» oluşturur ve gizliliği ve de gizli olanın devamını yaratır
(strateji, casusluk, kurnazlık, pusu kurmak, diplomatik yollar vb.).
(62) Savaş makinasmda sayıyı ve yönü birbirlerine bağlayan en derin ve en eski metinlerden birine
bakınız : Memoîres hSstorîques de Sa-Ma-Tslen (Se-Ma-Ts'ien Hatıraları), Editions Leroux (Bu kitap
Hunlarm göçebe örgütleri üzerinedir).
(63) Frank Herbert, Les enfants de düne, (Kum Tepeleri Çocukları) Laffont yayınevi., s. 223.
Sayılayıcı sayıyı tanımlamak için Julia Kriste-va'nırt sunduğu karakterlere gönderim yapılacaktır :
«düzenveriş», «çoğu!» ve «olağan dağılım», «sonsuz-nokta», «sıkı düzene yakınlaşma» vb.
(Semeîotike, s. 293-297).
101
Şifreli, ritimli, yön düzenleyici, özerk, menkul, sa-yuayıc] sayı: Savaş makinası göçebe örgütünün
gerekli sonucudur. (Musa bunun deneyimini tüm sonuçlan ne olursa olsun, yayacaktır). İnsanların
yalnızca «numara» olarak yersizyurdsuzlaştıkları, numaralı örgütte yığılmış veya askerî toplumu ele
vererek; bu çok çabuk eleştirilmiştir. Ama bu doğru olamaz. Korkunçluğa korkunçluk, insanların
numaralı örgütü şüphesiz ki soydaşlannınkinden veya devletlerinkinden daha korkunç değildir.
İnsanları numaralara sahip olarak kabul etmek, zorunlu olarak, yaprakları yolunan ağaçlar gibi veya
modelleştirilen ve kesilen geometri şekilleri gıM kabul etmekten daha kötü bir şey değildir. Dahası,
numara olarak, istatistik öğesi olarak sayının kullanımı devletin sayılı sayısına aittir, sayılayıcı sayıya
ait değildir. Toplandırıcı dünya soydaşlıkla ve yurdlarla olduğu kadar numaralama ile de işlemini
yurutur. Öyleyse sorun hangisinin iyi ve kötü olduğu degıl, ama özgünlüğünün sorunu olmaktadır.
Numaralı örgütün özgünlüğü göçebe varlık biçiminden ve savaşmakinasının işlevinden gelir. Sayılayıcı
sayı hem soydaşların kodlarına, hem de devletin üstkodlamaları-na karşıttır. Aritmetik bileşim bir
yandan seçim yaparken, soydaşlardan savaş makinasma ve göçebelik alanına girenleri çekip alacaktır;
diğer yandan ise, onları devlet aygıtına karşı yönlendirecek, devlet aygıtına bir çeşit varlığı ve makinayı
karşı çıkaracak, hem devletin yurdunu veya yersizyurdsuzlaşmasını ve hem de soydaşların yurdlarını
kateden bir yersizyurdsuzlaş-mayı çizecektir.
Savaş veya göçebe sayıîayıcı sayının ilk karakteri şudur: O daima karmaşıktır, yani eklemlenmistir.
Her seterinde sayıların karmaşıklığı. Ve buradan itibaren sayılanmış sayı veya devlet sayıları gibi
kesinlikle bağ-
102
daşıklaşmış büyük nicelikleri içermez, fakat kocaman-lığuı etkisini incecik eklemlenmesinde üretir,
yani özgür bir mekanda ayrışıklık dağıtımı tarafından üretilir. Devlet orduları bile büyük sayılarla
uğraştıkları anda, bu ilkeyi bırakmazlar (10 sayısının «temelinin» esas olmasına rağmen). Romalı
lejyon sayılarla eklemlenmiş bir sayıdır, öyle ki parçalar hareketli hale gelirler ve geometrik şekiller
kımıldarlar ve değişmeye hazır olurlar. Karmakarışık veya eklemlenmiş sayı yalnızca insanları
meydana getirmekle kalmaz, zorunlu olarak silahlara, hayvanlara ve taşıma araçlarına da çeki düzen
verir. Temel aritmetik birim öyleyse düzenleme birimidir: Örneğin ok-at-insan, İskitlerin zaferini
meydana getiren formüle göre 1X1X1; ve formül bazı silahların düzenlendiği veya hayvanlara ve
insanlara eklemlendiği ölçüde daha da karmaşıklaşır, böylece iki atlı ve iki kişilik at arabasında, biri
arabayı kullanırken diğeri ok atar, 2x1X2=1; yahut meşhur iki kayışlı kalkan, insan zincirlerini
birbirine bağlayan Hoplit reformu. Birim ne kadar küçük olursa olsun eklemlenmiştir. Sayılayıcı sayı
aynı anda bir çok temele bağlıdır. Ayrıca dış aritmetik ilişkileri veya bir kabilenin veya bir soydaşlığın
üyeleri arasmda savaşçıların oranını tanımlayan sayıdaki içerikleri, stoktakileri, yedekleri geri planda
bekleyenleri hayvanların ve insanların bakımını da hesaba katmak gerekir mi? Lojistik, stratejinin iç
ilişkilerine savaş ma-kinasmdan daha az ait olmayan dış ilişkiler sanatıdır, yani savaşçıların
bilimlerinin bileşimlerinin arasında-kilere aittir. Her ikisi de savaş sayılarının eklemlenme bilimini
oluştururlar. Her düzenleme bu stratejik görünüşü ve lojistik görünüşü taşır.
Ama, sayılayıcı sayının daha gizli ikinci bir karakteri vardır: Her yerde savaş makinası tuhaf bir yanıt
103
sürecini veya aritmetik ikilemeyi sanki simetrik ve eşit olmayan iki sıra üzerinde işleme sokarmış gibi
sunar. Bir yandan soydaşlar veya kabileler nunaralı olarak örgütlenmişler ve değiştirilip yeniden
düzenlenmişlerdir,- numaralı bileşim yeni ilkeyi değerli klmak için soydaşları üst üste dizer. Ama diğer
yandan da sanki soydaş-bedenin yeni numaralı bileşimi bedenin kendisinin numaralı bir oluşumu
olmadan başarılı olamazmış gibi, insanlar her soydaş gruptan özel numaralı bir beden oluşturmak için
çekilip alınmışlardır. Bunun kazayla meydana gelmiş bir görüngü olmadığını ,ama savaş makinasının
esasını oluşturan, sayının özerkliğini şartlayan bir işlem olduğunu sanıyoruz: Sayının bedeninin
karşısında sayının bir bedenine bağlı olması gerekir, iki ek işlemi takip ederek, sayının ikileşmesi
gerekir. Sayı özel bir beden kurmadan sosyal beden numaralılaşamaz. Bozkırlarda Cengiz Han kendi
büyük bileşimini oluşturduğu zaman, soydaşlarını numaralayarak örgütler, ve her soydaş grubun savaşçıları
şifrelere ve şeflere tabii tutulurlar (onluklar ve onbaşılar, yüzlükler ve yüzbaşılar, binlikler ve
binbaşılar) . Ama ayrıca her aritmetik soydaş grubundan küçük bir insan topluluğunu, kendi özel
koruyucu grubunu oluşturmak üzere çeker alır, yani diplomatlar, mesajcılar, komiserler ve
kurmayların dinamik bir oluşumu vardır. Antrustîon (64). Biri diğeri olmadan olamaz: İkincisinin daha
büyük bir kuvvet taşıdığı idîi yersizyurdsuzlaşma. Musa, Jahova'nınkinden çok göçebelerin etkisinde
kalarak büyük çöl bileşimini kurduğunda, her kabileyi numaralayarak sayar; ama aynca (64)
Vfadimirstov, Le regime socıaf cfes Mongols (MoğoIJann oo&yaî Rejîmî), Ma/sonneuve Yayınevi,
Vladimirstov'un kullandığı terimi «an-turstions», sakson rejiminden, kralın etrafmdakîlerini «trust»
Franklarda oluştuğu rejimden ödünç almıştır.
104
yeni doğanların hukukî olarak Jahova'?a, o anda, bağlı olduğu bir kanun kurar ve bu yeni doğanlar daha
küçük oliuklarmdan, Sayıdaki rolleri >zel bir kabileye aktarı acaktır, Levitler kabilesine, ki bu Sayının
bedenini veya kutsal sandığın özel konrucularını oluşturmaktadır ve kabileler arasmda Leviter yeni
doğanlardan deha az kalabalık olduğuna gön, bu yedek ye-ni-doğanlar kabileler tarafından verileı vergi
şeklinde yeniden satın alınacaklardır. (Bu bizi lojistiğin esas görünüşüne getirir). Savaş makinası tu
ikili sıra olmadan iş göremez: Hem numaralı bileşmin soydaş örgütünün yerini alması gerekmekte, htm
de devletin yurtsal örgütüne sövmesi gerekmektecir. Savaş ma-kinasında bu ikili sırayı izleyerek onuı
iktidarını tanımlar : artık iktidar parçalara, merkezlere, merkezlerin gelecekteki sesverişlerine ve
parkaların üstkod-lanmalanna değil, ama sayının bu iç ilşkilerine, nicelikselden bağımsız olarak,
bağlıdır. Kableler ve Musa'nın Levitteri arasında, Cengiz'in «noyaı»ları ve «an-trustion»]arı arasmda
iktidar mücadeeleri veya şiddetli çekişmeler buradan ortaya çıkmışlırdır. Eski özelliklerini edinmek
isteyen soydaşların protestoları artık bu değildir, ne de devlet örgütü çevresindeki bu mücadelenin
önbiçimîenmesidir : bu savış makinasuım kendine has ve onun özel iktidarına ve «şefin» kuvvetinin
özel sınırına has bir gerilimdir.
Öyleyse numaralı bileşim veya savlayıcı sayı bir çok iş] emi içerir.- Kalkış bütünlüğünün
aritmetikleşti-riîraesi (ssydaşlar); çekip alman aşağı )ütünler (onların, yüzlerin, binlerin kurulması); top
anan bütünle iletişim halindeki bütünün yerine bir laşkasının konması işlemi (özel kurmay bedeni).
Halbıki göçebe varlığında er büyük orjinallik ve yenilik çeren işlem bu sonuncusudur. Öyle bir
noktada ki, sıvaş makinası
105
devlet tarafından edinilmediğinde, aynı sorun devlet ordularında yeniden oluşacaktır. Aslında, sosyal
bedenin aritmetikleştirümesinin karşıJdgı kendisinin aritmetik olduğu özel ayırdedici bir bedenin
oluşumuysa, bu özel bedeni bir çok şekilde düzeltmek mümkündür :
1 — Bir soydaşlılıkla veya hakimiyeti bu soydaşlıktan itibaren anlamlanan ayrıcalıklı bir kabileyle
(levitlerle Musa'nın durumu budur) ;
2 — Rehinelerin işine yarayan her soydaşın temsilcileriyle (yeni-doğanlar: Bu daha çok Asyagil durumun
veya Cengiz Han'ın durumudur) ;
3 — Toplumun dışmda kalan tamamen ayrı öğelerle, kölelerle, yabancılarla, veya başka dinden gelenlerle
(bu da zaten Frank kölelerin durumudur ama özellikle bu «askerî kölelerin özgül sosyolojik
kategorisinden esinlenen İslâm'ın durumudur: Bozkırların veya Kafkasların kökünden çıkıp gelen
köleler sultan tarafından satm alınmış Mısır Memlukları veya hıristi-yan toplumlarından gelme
Osmanlı yeniçerilerinin durumu) (65).
«Göçebeler, çocuk kaçıranlar» kökünde önemli bir konu değil mi? Özellikle son durumda, savaş
makina-sında iktidarın belli öğesi olarak nasıl özel bedenin kurumlaşması daha iyi gözükmektedir.
Yani savaş makinasmm ve göçebe varlığının iki şeye aynı anda sövmesi gerekmektedir: Soydaş
aristokrasiye bir ge-
(65) İlginç bîr durum da Tuareg'lerde demircilerin özel kurumu olacaktır, EnadenJer (Ötekiler); bu
Enadenlerin fcökeni ya Sudanlı köleler ya da Sahra'daki Yahudi kolonfannki, yahut da Saint-Louis'nin
savaşçılarından gelenler olacaktır. Bkz. Rene Pottîer, «Tuareg'lerde sahralı metal elsanatçılan»
Metaller ve Uygarlıklardan, 1945-1946.
106
i İM
ri dönüş, ama ayrıca da, İmparatorluk memurlarının oluşması. Her şeyin karışmasını sağlayan devletin
kendisinin köleleri yüksek memur olarak kullanmayı istemesi: Görüleceği gibi, aynı nedenlerden dolayı
iki akım orduda birleşmiş değildir, ama iki ayrı kaynaktan itibaren kaynaşmışlardır. Çünkü kölelerin,
yabancıların, kaçırılıp getirilenlerin kökünde göçebe olan iktidar soydaş aristokrasi mensuplarının
iktidarından ve devlet memurununkilerden çok farklıdır. Bunlar «komiserler», yayımlayıcılar,
diplomatlar, casuslar, strateji yapanlar, lojisyenler ve bazen de demircilerdir. «Sultanın kaprisiyle»
açıklanamazlar bunlar. Tam tersine yalnızca nomos ile değerlenen bir şifrenin numaralı bu özel bedenin
nesnel gerekliliği ve varlığıyla mümkün olan savaşçı şefin kaprisiyle açıklanabilir. Hem böyle bir savaş
makinasına ait bir oluş hem de bir yersizyurdsuzlaşma vardır: Özel beden ve özellikle ya-bancı-kâfirköle,
inançlı ve asker olacak olan olduğu gibi devlete ve soydaşlara nazaran yersizyurdsuzlaş-mış bir
durumda kalandır. İnançlı olması için kâfir doğmuş olması lâzımdır; asker olması için köle doğmuş
olması gerektir. Onlara özel okullar ve kurumlar gerekir. Bu devletlerin kullanmaktan bıkmadıkları,
kendi hesaplarına kullanacakları, o kadar ki, onu tanınmaz kılan yahut kurmay bürokratik bir biçimde
onu yeniden kazanacağı veyahut çok özel bedenin tek-nokratik biçiminde veya devlete direndikleri
kadar devlete hizmet vermeye devam eden «bedenin tinleri» biçiminde veya hizmet ettikleri kadar
devleti kazıklayan komiserler gibi; bu savaş makinasmın kendine has bir buluşudur.
Göçebelerin tarihi olmadığı doğrudur, çünkü onların sadece coğrafyaları vardır. Göçebelerin yenilgisi
öyledir ki, tarih devletlerin zaferiyle yazılır oldu ve tek
107
bir tarih meydana çıktı. Böylece göçebelerin her türlü metafizik, politik, metalurjik veya teknolojik
buluştan arındığı genelleşmiş bir eleştiriye seyirci kalındı. Burjuva veya Sovyet tarihçileri olsun
(Grousset veya Vladimiristov), tarihçiler göçebeleri hiç bir şeyden anlamayan, ne aldırmadıkları
tekniklerden, ne tarımdan, ne şehirden ne de yıktıkları yahut işgal ettikleri devletlerden bir şey anlayan,
tıpkı zavallı bir insani-yetmiş gibi kabul ettiler. Ama, eğer çok kuvvetli bir metal teknikleri olmasaydı
savaşları nasıl kazandıklarını anlamak iyice güç olurdu: Göçebelerin tekniklerini, silahlarını ve politik
nasihatlarım imparatorluk devletinden almaları fikri, her şeye rağmen kabul edilecek gibi değildir.
Devlet-biçimine söven ^e soydaşlarla ilgiyi kesen kendilerine has bileşimleri, özgün mekanları, etken
karakterleriyle tanımlanan ve cahillikle tanımlanamayan bir savaş makinasmın ve bir göçebe örgütünün
adı olduğundan ayrı, devletleri, şehirleri nasıl yıkmaya kalktıklarını anlamak çok güç olurdu. Tarih
göçebeleri azletmekten başka bir şey yapmadı. Bu savaş makinasına tamamen askeri bir ulam (askeri
demokrasi ulamı) ve göçebeliğe tamamen yerleşik bir ulam (kategori) uygulamaya çalıştı (feodalite
ulamı). Ama bu iki varsayım da bir yurt ilkesini öngörür.- Ya imparatorlukçu bir devlet savaşçılarına
memuriyet toprakları dağıtarak, savaş makinasım ele geçirir (eleroi veya sahte malikâneler), ya da
orduyu oluşturan, mülkiyetler arası bağımlılık ilişkilerinin kendisi özel olan bir mülkiyet haline
girmiştir (vasal-lık veya gerçek malikâneler). (.66). Her iki durumda da
(66) Feodal karater askeri demokrasiden daha az asken bir sistem değildir; ama bu iki sistem de
herhangi bir devletle içice girmiş bir orduyu öngörürler (yani feodalite için Karoîenj devri toprak
reformu). Gryazndv (Güney Sibirya), Nagel Yayınevi, Askeri demokrasiye yöne-
108
vazgeçilen veya verilen topraklar kadar bu işten kârlı çıkanların borçlarının tesbiti için de sayı «mülkî»
vergi örgütünün buyruğuna girmiştir. Ve şüphesiz göçebe savaşçıların, ne denirse densin, büyük
buluşlar yaptıkları, vergi ve toprak düzeyinde, göçebe örgütünün ve savaş makinasmın bu sorunları
kestikleri doğrudur. Fakat, tamame^ı sosyal bir ilkenin özerkliğini belirleyen «menkul» bir vergi
sistemi ve bir yurt düzeni bulmuşlardır.- Orada sistemler arası karışıklık veya bileşiklik olabilir; ama
göçebe sisteminin özelliği orada yayılan ve yer değiştiren sayılarla toprağı ve bu göçebelerin iç
ilişkileriyle vergiyi sınırlamış olmasıdır. (Örnekçe Musa'da bile vergi, sayının özel bedeni ile
numarasa! bedeni arasındaki ilişki içinde işe karışmaktadır). Kısacası feodalite veya askerî demokrasi,
göçebelerin numarasal bileşimini açıklamaktan çok uzak olup, yerleşik rejimlerde ondan ne kaldığını
göstermektedirler.
Önerme VII: Göçebe varlığı «etki» olarak savaş makinasmın silahlarına sahiptir.
Kullanımlarına göre aletler ve silahlar her zaman ayrı tutulabilirler (insanları mahvetmek veya ürünleri
üretmek). Ama bu dışsal ayrım teknik bir nesnenin ikincil uygulamalarını açıklasa da, iki grup arasında
genel bir değişirlik kurmayı engellemez, öyle ki, aletlerin ve silahların içsel ayrımını öne sürmek çok
güç gibi durmaktadır. Leroi-Gourhan'm tanımlamış olduğu
Urken, bozkırlarda göçebe feodalitesinden bahseden Vladimirstov'dur, fakat örgütün feodalleşmesi
parçalandığı anda veya fethettikleri İmparatorlukla bütünleştiği anda, bu ortaya çıkar. Ve Moğolların,
başında, İşgal ettikleri yerleşiklerin topraklarında doğru veya yanlış malikânelerde örgütlendiklerini
göstermektedir.
109
vurucu silahlar her iki taraf için de geçerlidir. «Çağlar boyunca, tarım aletleriyle savaş aletlerinin eş oldukları
herhalde doğrudur» (67). Bir «ekosistemden» bahsetmek mümkündür. Bu yalnızca iş aletleri ve
savaş aletlerinin belirliliklerini değiş-tokuş ettikleri çıkış noktasında bulunmaz: Aynı makinasal filom
(*) her ikisini de kateder gözükmektedir. Buna rağmen bu ayrılıklar tam olarak içsel olmasa da, yani
mantıksal, kavramsal ve hatta birbirlerine çok yakın dursalar da, iç ayrılıkların varolduğunu sanıyoruz.
îlk yaklaşımda silahların izdüşümü ile ayrıcalıklı bir bağları vardır. Fırlatılan veya fırlayabilen her şey
öncelikle bir silahtır ve esas an ileriye itildiği, ileri doğru fırlatıldığı andır. Silah «atışbilimidir»;
«sorun» kavramının kendisi bir savaş makinasma gönderimde bulunmaktadır. Bir alet ne kadar
fırlatılırsa ve fırlatılan bir mekanizma taşırsa, o kadar o aletin kendisi ya sadece benzetmeyle ya da gizil
bir silah olarak iş görmektedir. Ve de aletler başka amaçlara kullandıkları veya içlerinde taşıdıkları
fırlatıcı mekanizmaları değerlendirir dururlar. Atış silahlarının kesinkes konuşulduğunda, fırlatılan
veya fırlatılmış silahlar olarak diğerlerinin arasında bir cins oluşturdukları doğrudur; ama el silahları
bile elin ve kolun alete göre başka bir kullanımını gerektirir. Tersine alet daha içe dönüktür; Belli bir
mesafedeki maddeyi bir denge durumuna getirmek veya onu bir içeridenlik biçimine sokmak için alet
bu maddeyi hazırlar. Uzaktan hareket etmek her iki du-
(67) J. F. Fuffer, L'infîuence de l'armement sur I'histoire (Silahlanmanın Tarihteki Etkisi), Payot
yayınevi, s. 23.
(*} Filom, botanikte kullanılan bir sözcüktür. Eski Yunan diîinden Bat! dillerine girmiştir. Bitkilerin
liflerini belirler (Kılçık, fasulye kılçığı vb. gibi). Aynı zamanda bitkisel ve hayvansal şekillerin
evrimsel serisidir. (Ç.NJ.
110
rum için de söz konusudur, ama bir şıkta merkezkaç diğer şıktaysa merkezîdir. Ordu hemen karşılık
verip püskürtmek için, kaçmak veya icad etmek durumun dayken, aletin kullanılmak veya yenmek
üzere orada olduğu söylenebilir (hemen yanıt vermek savaş maki naşının yaratıcı ve acil etkenidir,
böylece de savaş ma kınası ne niceliksel bir arttırmaya ne de korunman bir gösterişe indirgenebilir).
İkinci olarak, aletlerin ve silahların «yönsemevle (temayülen) (aşağı yukarı)- hız ve hareketle ayın tin
ilişkileri yoktur. Silah-hız birlikteliği üzerinde jsrarla duran yine Paul Virilio'nun esas bulduğu şey
budur ■ silah hızı icad eder veya hızın buluşu silahı icad et mistir. (Silahların fırlatma karakteri
buradan gelir) Savaş makinası hıza has bir vektör ortaya çıkarır o kadar ki, sadece yıkım gücüne değil,
ama «dromokra sı» n (nomos) (••) olan özel bir isme ihtiyacı olur Diğer avantajları yanında bu fikir
savaş ve av arasında yeni tıp bir farklılık ortaya çıkarır. Çünkü savaşın avdan ortaya çıkmadığı kadar
avın kendisinden de silahların varedilmediği kesindir.- Ya silah-alet değişebilirliğmin ve ayrımının
alanında gelişir, ya da daha önceden oluş turulmuş ve ayrımlanmış silahları kendi amacına kul lanır.
Virilio'nun söylediği gibi, insan diğer hemcinsi ne avcının hayvanla ilişkisi tipinde bir ilişkiyi uyguladığında
savaş ortaya çıkmaz, ama tersine avlanan hayvanın gücünü kendisine edindiğinde savaş
ilişki sinden başka bir ilişki içinde hemcinsiyle ilişkiye gir eliğinde, ortaya çıkar (artık avı değil,
düşmanı olur) Savaş makinasının avcı göçebelerin bir icadı olması şaşırtıcı değildir. Hayvancılık ve
hayvan eğitimi ne ü-
( *) Dromokrasi hız bilimidir ve Paul Virl'o'nun yöntemidir. (ÇN) (**) Sitenin yasaları. (Ç.N.).
111
kel avla ne de yerleşiklerin hayvanları evcilleştirmele-riyle karşılaştırılabilinir, fakat kesinlikle
fırlatılan, ileriye doğru sallanan bir sisteme bağlıdır. Her seferinde bir şiddetle işlem görmek ya da «her
sefer için bir şiddet» oluşturmak yerine, savaş makinası hayvan eğitimiyle tüm bir şiddet tutumluluğu,
yani bunu sonsuz ve kalıcı kılmak gerekçesini kurar. «Kan akıtmak, ani ölüm, şiddetin sonsuza dek
kullanımının tersidir, yani şiddetin tutumluluğudur (...) şiddet tutumluluğu ne avcmmki ne de hayvan
bakıcısınmkidir, fakat avlanan hayvanların şiddetininkidir. Ata binmede, kinetik enerjide, atom hızı
saklanır ama proteinleri saklanmaz (motor ve atın eti değil) (...) Halbuki avda, avcı sistematik bir
öldürme ile vahşi hayvansallığm hareketini durdurmayı amaçlar, hayvan eğitimcisi onu saklamaya
(başlar) ve eğitim sayesinde, at binicisi harekete yön vererek ve hızına hız katarak harekete ortak olur.»
Teknolojik motor bu yönü geliştirecektir, ama «ata binme savaşçının ilk fırlatma gücünü oluşturur, ilk
silah sistemidir» (68). Hayvan-oluşun savaş makinasında oluşu buradan kaynaklanmaktadır. Bu savaş
makinası, ata binmeden önce ve at biniciliğinden önce var mıydı? sorusunu ortaya çıkarır. Sorun bu da
değil Sorun bağımsız veya özgür değişkenleşen hız
(68) Vînlio, «Yolcunun Metapsikozu», Traverses no: 8. Herşeye rağmen Virilîo avdan savaşa dolaysız
bir geçişi gösteriyor: «Dişi hayvan kullanması», «taşıma veya semer», «avcının avı aşan», «eşcinsel bir
düello» ilişkisine girmesini sağlar. Ama Virîîio'nun kendisi, fırlatıcı olarak hızı ve taşımayı,
hayvancılık olarak yer değiştirmeyi bize ayrı şeylermiş gibi verir. İlk bakışta savaş makinası tanımlanır,
halbuki ikinci bakış ortak alana gönderimde bulunur. At, örneğin, savaşmak için ayaklarını yere basan
insanları yalnızca taşıdığında savaş makinasına -ait olmaz. Savaş makinası taşımayla değil eylemle
tanımlanır. İsterse taşımanın eylem üzerinde hareketi olsa bile.
112
vektörünün ortaya çıkmasmm savaş makinası tarafından içerilmesi sorunudur; bu hız öncelikle
avlanan hayvana gönderimde bulunduğu avda oluşmamakta-dır. Bu vektörün • ata binmeye ihtiyaç
duymadan bir piyade ordusunda oluşturulduğudur; dahası, ata binme varolabilir, ama özgür vektörde
başgöstermeden taşıma veya taşıma aracı olarak kalacaktır. Bunun yanında, her halükarda, savaşçı
hayvandan, bir av modelinden çok motor fikrini ödünç almıştır. Av fikrini düşmanına uygulayarak
genelleştirmem, motor fikrini so-yutlaştırarak onu kendi kendisine uygular. İki karşı çıkma birden
aynı anda meydana gelir. Birincisine göre, savaş makinası hız kadar ağırlık merkezi ve bir tip ağırlık
taşır (ağır ve hafif ayrımı, korunma ve saldırma simetrisizliği, dinlenme ve gerilim karşıtlığı). Fakat
savaşlarda o derece önemli olan, katılıp kalmalar (katatoni) ve hareketsizlikler veya «zamanlama» görüngülerinin
nasıl, bazı durumlarda salt bir hız bileşimine gönderimde bulunmasmı göstermek kolay
olacaktır. Ve diğer durumlarda devlet aygıtlarının savaş makinasına kendilerinin sahip çıkmalarının
koşullarına, özellikle karşı güçlerin dengelenebildikleri bir pür-tüklü mekanı düzenleyerek
gönderimde bulunurlar. Hızın bir fırlatmada kurşun veya havan topu mermisi, askeri ve silahın
kendisini kımüdamazlığa mahkum eden bu fırlatılanın özelliklerinde soyutlandığı da baş-gösterebilir
(1914 savaşındaki kımıldattıazlık böyle olmuştur). Ama güçlerin dengelenmesi bir direniş görüngüsüdür,
halbuki karşı atağa kalkmak bir aceleciliği veya dengeyi bozan bir hız değişikliğini
içermektedir: Hız-vektörü üzerinde işlemlerin tümünü yeniden toparlayacak olan tanktır ve yine tank
silahları ve in-
Savaş Makinası - F. 8
113
sanları sinilen yerden çıkararak harekete kaygan bir mekan verecektir (69).
Devrik itirazlar daha da karışıktır.- Hızın silahın bir kısmını oluşturduğu gibi, aletin de bir kısmını oluşturduğu
görülür ve hız savaş makinasına ait değildir. Ama, belki de niteliksel modeller aramak yerine,
hareketin niceliklerini ele almaya yatkın olunduğundan mıdır? Ülkücü iki motor modeli, emek ve
serbest hareket modelidir. Emek direnişlerle karşılaşan ana nedendir ve dışarısı üzerinde işlem
görmekte tüketilmekte yahut etkisinde harcanmaktadır ve her an yenilenmek zorundadır. Serbest
hareket de ana nedendir, ama onun yenmek için direniş hareketleri yoktur ve hareketli bedenin
kendisinin üzerinde iş görür, etkisinde tüketilmez ve iki an arasında yolunu sürdürür (hareketli bir
süreklilik fikri). Emekte önemli olan «bir» (ağırlık noktası) olarak kabul edilen bir beden üzerinde,
ağırlıkla eylemini sürdüren neticeli bir gücün uygulama noktasının göreceli yer değiştirmesidir. Serbest
harekette noktalanmamış bir mekanı mutlak olarak işgal etmek için bedenin öğelerinin ağırlıktan
(69) J. F. Fuller, L'inffuence de I'armement sur Ifıîstofre, s. 155. 1914 savaşının önce nasıl ofansif bir
savaş olarak, topçu ateşî üzerine kurulduğunu gösterir. Ama bu kendi kendine karşr çevrilir ve
hareketsizliği zorunlu kılar. Savaşa yeniden bir hız vermek toplan çoğaltarak mümkün olabilir, çünkü
top mermilerinin açtıkları delikler savaş meydanını çok kullanışsızlaştırıyordu. İngilizlerin ve general
FuHer'in varmış oldukları sonuç belliydi: Bu tankı içeriyordu : «yer gemisi», tank toprak üzerinde
kaygan veya denizci mekanı yeniden oluşturuyordu ve «toprak üstü savaşa gemi taktiği koyuyordu».
Genel kuralda, cevabı hemen yapıştırmak aynı kimseden aynı kimseye doğru gitmiyordu : tank top
atışma karşı yanıt veriyordu, misilli helikopter tankın ateşine yanıt veriyordu vs. iş makinasında icad
edilenden çok farklı bir savaş ma-kinası icadının etkinliği burada yatar.
114
kurtuldukları biçim budur. Silahlar ve kullanımları serbest hareket modeline gönderimde bulunur
gibidirler, ama o kadar da aletler bir emek modeline gönderimde bulunuyor gibi dururlar. Bir noktadan
diğer bir noktaya düz çizgisel yer değiştirme, aletin göreceli hareketini oluşturur ama kasırgamsı bir
mekan işgal biçimi, silahın saltık hareketini oluşturur. Sanki silah devingendi, öz-devingendi, halbuki
alet olgunlaşmıştı. Emek, vermiş olduğumuz gerçek veya anatanımı kapsadığı ölçüde emekle alet
arasındaki bağ kesinlikle kabul edilemez. Emeği belirleyen alet değildir, doğru olan bunun tersidir. Alet
emeği öngörür. Bunun dışında, silahlar da tam belli olarak nedenin yenilenmesini, bir etkinin içinde
yoklusu veya harcanışı, dışa karşı konulan bir çarpışmayı, ve gücün yer değiştirmesini içerirler.
Aletlerin karşısında onlara karşı çıkjacak büyülü bir kuvveti silahlara ödünç vermek de boşunadır:
Silah ve alet kesinlikle aynı alanı tanımlayan aynı yasalara boyun eğerler. Ama, her teknolojik ilke olan
teknik bir öğenin soyut kaldığını öngören bir düzenlemeye gönderme yapmadıkça belirsiz kaldığını
gösterir. Teknik öğeye nazaran birincil olan makinadır: Teknik makinanın kendisinin belli öğeler
bütününden oluşmasını değil, sosyal veya kollektif makinanın kendisini tanımlar, belli bir anda, teknik
öğenin hangisi olduğunu, kullanımının genişlemesinin, anlaşılmasının vb. ne olduğunu belirleyecek
olan makinasal düzenlemedir.
Düzenlemeler aracılığıyla filom seçenekte bulunur, niteler ve hatta teknik öğeler bulur. Öyle ki, öngördükleri
düzenlemeler ve bunlarda girdikleri şekiller tanımlanmadan önce, aletlerden veya
silahlardan bahsedilmez. Bu anlamda silahların ve aletlerin yalnızca dışsal bir şekilde birbirlerinden
ayrılamayacaklarını Ye buna rağmen içsel farklılık karakterlerinin
115
olmadığını söylemekteyiz. Onlann iç karakterleri vardır (ama öz karakterleri değil) (*) bunlar içinde
alınan birbiri ardına dizili düzenlemelere gönderimde bulunurlar. Serbest hareket modelini
gerçekleştiren silahların içinde bulunanlar ve onların fizikî varlıklan değildir; bu silahların biçimsel
nedeni olan «savaş ma-kınası» düzenlemesidir. Ve diğer yanda, emek modelini gerçekleştiren aletler
değil, ama aletin biçimsel nedeni olarak «emek makinası» düzenlemesi gerçekleştirilir. Alet ağırlık
koşullanna bağlı kaldığı halde silahın hız-vektöründen ayn tutulamayacağını söylediğimizde, kendine
has olan düzenlemede alet soyut olarak daha «hızlı» ve soyut olarak silah «daha ağır» olsa da bu iki tip
düzenlemede yalnızca bir aynım belirtmek istiyoruz. Alet esasen bir doğuşa, bir yerdeğişi-mine, bir
geçiş harcamasına ki, bunların hepsi yasalarını emekte bulurlar, bağlıdır; halbuki silah sadece zamanda
ve mekanda güç gösterisini veya alıştırmasını, serbest harekete bağlı olarak, içerir. Silah gökten
zembille inmez ve tabiî ki üretimi, yer değiştirmeyi, harcamayı ve direnişi öngörür. Ama bu yön silahın
ve aletin ortak noktalarına gönderimde bulunur. Silahın özgünlüğünü -bu özgünlük sadece gücün
kendisi kabul edildiği zaman belirir- mekanda ve zamanda sadece devingen sayıdan başkasına
gönderimde bulunmadığı zaman veya hız yerdeğiştirmeye eklendiği zağlan, içermez (70). Somut olarak
bir silah emek mode-
(*) Özünde dış koşullardan bir bağımsızlık söz konusudur, içsel olan belli bir denge kurmak zorundadır
(Ç.N.)
(70) Bu iki modeiin genel ayrımı üzerine: «emek-serbest hareket», «gücü kendinde saklayan gücütüketen
güç», «gerçek-etki, biçimsel-etki» vb. Bkz. Martia! Gueroult'nun tebliği «Dinamik ve Leibnizcî
metafizik» Les Beiles Lettres, s. 55, 119 ve 222-224.
116
üne gönderimde bulunmaz, ama serbest hareket modeline gönderimde bulunur, emek koşullarının, ayrıca,
tamamlanmış olduğu öngörülür. Kısacası, güç açısından, alet, ağırlık, yer değiştirme, yükseklikağırlık
sistemine bağlıdır. Silah, sürekli hareketli - hız sistemine bağlıdır. (Bu anlamda, hızın kendisinin
bir «silah sistemi» olduğu söylenebilir).
Genelde kollektif ve makinasal düzenlemenin teknik öge üzerindeki birinciliği aletler için olduğu kadar
silahlar için de geçerlidir. Silahlar ve aletler birer sonuçtur, sadece sonuçtur. Sık sık bir savaşın içinde
bulunduğu savaş örgütünden bağımsız olamadığı söylendi. Örneğin, «hoplitik» silahlar yalnızca savaş
ma-kinasının değişinimi olarak piyade askerler tarafından varoldu: Bu sıradaki tek bu düzenleme
tarafından yaratılan silah iki kollu bir kalkandır-, diğer silahlar-sa, daha önceden vardır, ama aynı
doğaya, aynı işleme sahip olmadıkları başka bağdaşımlarda vardır (71). Heryerde silah sistemini
oluşturan bir düzenlemedir. Mızrak ve kılıç, bronz devrinden beri varolduğu gibi, ilk topçu silahlarını
bir kenara bırakan çekiç ve orak ve bıçağı ve kargıyı uzatan at-insan hep düzenlemeyle vardır. Üzengi,
kendi sırası geldiğinde yeni bir in-san-at düzenlemesi ortaya çıkarır, yoni bir mızrak tipi ve yeni
silahları beraberinde getirir; ve dahası, bu at-üzengi-insan düzenlemesi değişikliğe uğrar; ve göçebeliğin
genel koşullarına veya daha sonra feodalite'-nin yerleşik silahlarına göre aynı etkileri
göstermez. Halbuki alet için durum aynıdır: Orada da herşey bir emek örgütüne ve eşya, hayvan ve
insan arasındaki
{71} Marcel Detîenne, La phalange, problemes et controverses (Piyade, Sorunlar ve Karşı Çıkmalar),
Eski Yunanda savaş sorunları, Mouton Yay. «Bir bakıma teknik sosyal olanın ve zihinserin içindedir.»
s. 134
117
değişik düzenlemelere bağlıdır. Böylece saban özgün alet olarak yalnızca 'uzatılmış* açık alanların
hakim olduğu öküzün at tarafından çekim hayvanı olarak değiştirildiği, toprağın üçlü almaşık ekime
bağlı olmaya başladığı ve ekonominin ortaklaşa yapıldığı bir bütünde varolabilmektedir. Daha önce
saban varolabilir, ama kara saban ile farklı karakterini belirlemeyen, özgünlüğünü ortaya çıkarmayan
başka düzenlemelerin kenanndadır (72).
Düzenlemeler tutku vericidir, bunlara arzu bileşikleri denir. Arzunun doğal veya kendiliğinden bir
belirlenmeyle hiç bir ilgisi yoktur. Sadece makina-laşmış, düzenlenmiş, düzenlenmekte olan arzu
vardır. Usçuluk, verimlilik gibi düzenleme kavramları ortaya koyduğu tutkuların dışında değil,
arzuların düzenlemeyi oluşturdukları kadar, onun da arzuları oluşturduğu ölçüde, ancak varolabilirler.
Detienne savaş ma-kinası ile arzu arasmdaki değişinimden ve diğerlerinin tüm bir tersyüz edilmesinden
bağımsız olmayan Yunan piyadesini gösterdi. Bu insanın attan indiği ve hayvan-insan ilişkisinin yerini
asker-vatandaş, köylü-asker olayını hazırlayacak olan piyade düzenlemesin-deki insan-insan ilişkilerine
bıraktığı durumlardan biridir: Savaşın tüm bir Eros'u değişikliğe uğrar, atlı binicinin hayvanla
cinselleşen Eros'u, yerini grubun eşcinsel Eros'una bırakır. Ve şüphesizdir ki, devlet her
(72) Üzengi ve saban üzerine bkz. Lynn White Junior, Ortaçağ Teknolojisi ve Sosyal Değişimler,
Mouton Yay. Bölüm I ve II. Ayrıca toprağı kazmaya yarayan sopa, saban ve tarla çapası,
dinlendirilmeye bırakılan tarlanın zamanına, halkının yoğunluğuna göre değişen, sırasıyla ortak
düzenlemelere bağlıdırlar. Bu Braudel'in şu şekilde sonuçlandırmasına olanak vermiştir: «Bu
açıklamanın aleti sonuçtur, neden değildir». Braudel, Civilisatiort Materîeile et Capitalisme (Maddi
Uygarlık ve Kapitalizm) s. 128
118
seferinde savaş makinasına el koyduğunda, vatandaşın eğitimini, emekçinin oluşumunu, askerin öğretimini
yakınlaştırmaya doğru yönelir. Ama, her düzenlemenin bir arzu düzenlemesi olduğu da doğrudur,
soru kendilerince kabul edilen emek ve savaş düzenlemelerinin öncelikle değişik düzenlerin tutkularını
harekete geçirdiklerini bilmektir. Tutkular düzenlemeye göre değişen arzu gerçekleştirmeleridir: Bu ne
aynı adalet, ne aynı vahşet, ne de aynı acıma biçimidir. Emek rejimi öznenin oluşumunun bağlı olduğu
Biçimin gelişiminden ve örgütlenmesinden ayrı tutulamaz. Bu «emekçi biçimi» gibi duygunun tutku
verici rejimidir. Duygu maddenin ve düzenlenişin bir değerlendirmesini, şeklin bir anlamını ve onun
gelişmelerini, gücün bir tutumluluğunu ve yer değişikliklerini, tüm bir ağırlığı içerir. Ama, savaş
makinasının rejimi etkilerin rejimidir, bunlar kendindeki değişkenliğe, öğeler arası hızların bileşimine
ve hızlara gönderimde bulunmaktan başka bir şey yapmazlar. Etki heyecanın başlaması, yanıt
vermesidir, halbuki duygu her zaman direnen, geri kalan, yer değiştiren bir heyecandır. Etkiler
silahların fırlatıcı olduğu kadar fırla-tıcıdırlar, halbuki duygular aletler gibi içlerine alıcıdırlar. Silahla
etkici bir ilişki mevcuttur, buna yalnızca söylenceler şahit olmakla kalmazlar, ama hareket şarkıları,
kibar ve şövalye romanları da şahit olurlar. Silahlar birer etkidir; etkilerse birer silah. Buna göre,
mutlak hareketsizlik, salt katılıp kalma hız-vektö-rünün birer parçasıdır ve hareketin taşlaşmasını eylemin
taş gibi olmasına bileştiren bu vektör üzerine taşınırlar. Şövalye eğerinin üzerinde uyur ve bir ok
gibi fırlar. Bir savaş makinasının en yüksek hızıyla askıda kalmaları, bayılıp ayılmaları, ani katılıp
kalmaları (katatoni) en iyi uyarlayan Kleist olmuştur: Öyleyse
119
bize teknik öğenin silah oluşuna, aynı zamanda tutku öğenin etki-oluşuna gözlemcilik yapmak
kalmıştır (Penthesüee denklemi). Savaşa değgin sanatlar daima hızlı silahları ve öncelikle (mutlak)
zihin hızını buyruk altma aldılar; ama böylece de bunlar hem askıda kalan, hem de hareketsiz sanatlar
oldular. Etki bu uçları kateder. Ayrıca savaşa değgin sanatlar (arts ınar-tiaux) bir devlet işiymiş gibi bir
kod dilemezler mi; ama yollar etkinin o kadar da yoludurlar; bu yollar üzerinde silahları kullanmak
kadar, kullanmamak da öğrenilir; sanki etkinin kuvveti ve kültürü düzenlemenin gerçek amacıdır, silah
ise sadece geçici bir alettir Yapmamak, yapmamayı öğrenmek savaş makinasına aittir : savaşçının
«yapma-mak», öznenin kullanmaması. Bir koddan çıkartma hareketi savaş makinasmı kateder, halbuki
üst-kodlama aleti bir emek örgütüne ve devlete bağlı kılar, (aleti öğrenmeme diye bir şey yoktur, onun
sadece yokluğu doldurulur). Savaşa değgin sanatların ağırlık merkezini ve onun yer değiştirme
kurallarını anımsadıkları doğrudur. Bu, yolların sonucunun daha oluşmamış olduğundan dolayıdır. Ne
kadar uzaktan birbirlerine girseler de o kadar, hâlâ, devletin alanı içindedirler ve ortak alanda başka bir
doğanın mutlak hareketlerini çevirirler. Yoklukta değil boşlukta gerçekleşenler, orada hiç bir amacın
olmadığı boşluğun kayganlığında gerçekleşenler : Hücum, yanıt verme (püskürtme) ve düşünme
«kaybolan beden» (73). Göstergeler ve aletler arasında, dai-
(73) Savaşa değgin incelemeler yolların hâlâ ağırlığa boyun* eğdiğini anımsatırlar. Kleist'ın «Kuklalar
Tiyatrosu» herhalde Batı yazınmsn kendiliğinden en Doğulu metnidir, buna benzer bir hareket belirtir:
Ağırlık merkezinin düzçizgisel yerdeğiştirmesi daha «mekaniktir» ve ağırlığı tanımayan ve tîni içeren
daha «giz dolu» bir şeye gönderir.
120
ma düzenlemeye göre olan esaslı bir ilişki vardır. Yani aleti tanımlayan emek modeli devlet aygıtına
aittir.
İlkel toplumun insanının yaptığı işler çok kurallar ve baskı altında da olsa, gerçekten söylemek
gerekirse pek işlemiyordu ve savaşçının durumu da aynı şekildeydi. (Herkül'ün başardığı işler krala
boyun eğmeyi gerektiriyordu) Yurttan soyutlanıp, nesne olarak toprağa taşındığında teknik öğe alet
haline gelmektedir; ama aynı zamanda da im beden üzerine kayıtlanmaya başlar ve hareketsiz nesnel
bir madde üzerine yayılır. Emek olması için yapılan işin devlet aygıtı tarafından ve işin
göstergebiliminin yazı tarafından kapılmış olması gerekir. Emeğin örgütünün - }razı imleri, alet-im
düzenlemesinin kaynaşması buradan geçer. Silah için durum bambaşkadır, silah mücevherlerle esaslı
bir ilişki içindedir. Mücevherler o kadar ikincil uygulamalara maruz kalmışlardır ki, onların tam olarak
ne olduklarını bilmiyoruz. Ama bizce mücevhercilik «barbar» veya göçebe sanatı olmuştur
denildiğinde ve bu azınlık sanat eserlerini gördüğümüzde bir şeylerin ruhumuzda kıpırdanmaya
başladığını duyarız. Bu tokalar, bu altın ve gümüş plakalar ve mücevherler mobilya olan küçük
nesneleri içerirler (süs eşyaları), hem taşınması kolaydır, hem de onlar kımıldayan nesnelere aittirler.
Bu plakalar kendileri hareketli ve kımıldar olan nesneler üzerinde salt hız göstergeleri çizimini
oluştururlar. Madde-biçim ilişkisiyle oluşmaz, ama toprağın sadece bir yer olduğu, hatta yerin bile
olmadığı, dayanağın bile devingen olduğu kadar motiflere sahip oldukları dayanak-motiflerle biryerden
bir-yere giderler. Gümüşten beyaz bir ısılı oluşturarak, altını kızülaştırarak, renklere ışık hızını verirler.
Altın koşum takımlarına, kılıcın kılıfına, savaşçının kıyafeti-
121
ne, silahın sapına aittirler bu plakalar : Bir kere kullanılan şeyi bile süslerler, örneğin okun ucunu bile
süslerler. Harcanan güç ve emek ne olursa olsun, onlar salt devingenliğe gönderilen harcama, direnme,
ve ağırlık koşullarıyla emeğe gönderilmeyen özgür hareketlerdir. Seyyar demirci kuyumculuğu silaha
götürdüğü gibi silah da kuyumcuya gider. Alün ve gümüş bambaşka işlevlere sahip olurlar, ama
silahlarla, onlara bağlı anlatım ifadelerini madde olmayan savaş makinasmın göçebe payı olmadan,
anlaşılmazlar bunlar (tüm savaşın söylencesi gümüşde varlığını sürdürdüğü kadar, orada etken bir
öğedir de). Mücevherler silahlara eşdeğer olan hız-vektörü üzerine taşman etkilerdir.
Kuyumculuk, mücevhercilik süs sanatı hatta süslemek, hatta yazıya hiç bir şekilde boyun eğmeyen soyutlama
kuvveti olsalar bile, bir yazı yazmazlar. Yalnızca bir kuvvet başka türlü, düzenlenmiştir.
Yazıya dönersek, göçebelerin yazıya ihtiyaçları yoktur, dilleri fonetik suretini sunsalar da yerleşik
komşu impara-torluklarmkini almaya bile ihtiyaçları yoktur (74). «Kuyumculukta» ki telkari işler ve
altın renkli veya gümüş renkli elbiseler yetkinlikleriyle bir barbar kuyumculuk sanatıdır (...) İskit sanatı
yabancılara ayrılmış ticareti hem bir kenara atan, hem de kullanan savaşçı ve göçebe ekonomiye bağlı
olarak dekoratif ve lüks bir görünüşe doğru meyillenmiştir. Barbarîa-
(74) Bkz. Paul Peiliot, Les Systemes d'ecriture en usage chez les anciens Mongols (Eski MoğoIIarda
Kullanılan Yazı Sistemleri), Asia Majör, 1925. Moğollar Uygur yazısını Siriyak alfabesini
kullanırlarmış (Tibetliler Uygur yazısının fonetik kuramını yapacaklardır); Moğolların gizli tarihînden
bize gelen iki çeviriden biri Çinceden çevirilmiş, diğe-riyse Çin karakterli fonetik (sesbilgisel) bir
suretten çevrilmiştir.
122
rın sahip olmaya veya kesin bir kod yaratmaya hiç mi hiç ihtiyaçları olmayacaktır, örneğin ne basit
resimli bir ideografi ne de daha ileri olan komşularının kullandıkları yazı ile yarışmaya konulacak
heceli bir yazıya ihtiyaçları olacaktır. İsa'dan önce dördüncü ve üçüncü yüzyıla doğru Karadeniz'in
İskit sanatı şekillerin bir şematizasyonuna doğru yönelir ve ondan bir proto-yazı yapmaktan çok,
düzçizgili bir süsleme sanatı oluşturur (75). Mücevherler, şüphesiz, metal plakalar veya hatta silahlar
üzerine işlenebilir, ama bu maddeler üzerinde varolan bir yazının yazılması anlamını taşımaktan öteye
gitmez. En bulanık olanı runik (*) yazının durumudur, çünkü menşeğinde özellikle mücevherlere,
kuyumculuktaki telkari işlere, kuyumculuk öğelerine ufak menkul nesnelere bağlı olduğu söylenir.
Ama kesinlikle runik yazının ilk döneminde çok zayıf bir iletişim gücü ve etkisiz bir kamu işlevi
vardır. Gizli karakteri yüzünden onun büyücü yazısı olduğu söylendi. Aslında özellikle:
1) Üretim veya bağımlı olma markaları olan imzalar;
2) Sevgi ve savaş mesajları taşıyan duygusal etkili bir göstergebilimi söz konusudur. Yazıdan çok
süslü bir metin yazmak için kullanılmıştır, «pek işe yaramayan bir buluş ve tam doğmamış bir şekle
sahiptir», yani yazının vekilidir. Yazı değerini ikinci devrinde edinir; orada İsa'dan sonra dokuzuncu
yüzyılda Danimarka reformuyla anıtlardaki yazılar olarak belirir, bu devlet ve emekle olan ilişkide
ortaya çıkar (76).
(75) Georges Charrieres, L'art barbare scythe (İskit Barbar Sanatı), Ed. du Cercle d'art, s. 185
(*) Eski Germen ve İskandinav harflerine değgin olan (Ç.N.).
(76) Bkz. Lucien Musset, Introduction â la runologie (Runik Yazıya Giriş), Aubier.
123
I
Aletlerin, silahların, imlerin, mücevherlerin her yerde, ortak bir alanda bulunması fikrine karşı çakılabilir.
Ama bu sorun değildir, her durumda bir köken aramak da sorun değildir. Söz konusu olan
düzenlemelere tanıklık etmektir yani farklılık belirtilerini bulmaktır, farklılık belirtilerine göre, bir öge
şekilsel olarak bir düzenlemeye diğer bir düzenlemeden daha, fazla attir. Hatta mimarinin ve mutfağın
devlet aygıtıyla kaynaşmakta olduğu söylenecektir, halbuki müzik ve uyuşturucunun göçebe savaş
makinası tarafına koyulan farklılık belirtileri vardır (77). Silahları ve aletlerinin aynmını belirleyen
farklılık bir yöntemdir, en azından beş açıdan böyledir bu : anlam (fırlatma- içine alma), vektör, (hızağırlık),
model (eylem-özgür emek), anlatım (im-mücevher), arzu duyan veya tutkulu mekan (etkiduygu).
Ve şüphesiz devlet aygıtı, ordularını disipline sokarak, emeği temel bilim haline getirerek, yani
kendi belirtilerini zorla kabul ettirerek, rejimleri tek şekle koymaya doğru yönelir. Fakat, silahlar ve
aletler başka değişim düzenlemelerinde değillerse başka ittifak ilişkilerine girmeleri de mümkündür.
Savaşçı insan köylülerle veya işçilerle ittifaka girebilir, ama özellikle savaş makinasını yeniden ortaya
koymak emekçiye, köylüye veya işçiye aittir. Topun tarihinde Hüs savaşları sırasmda Zisca'nın taşınır
top-
(77) Göçebe savaş makinasında bir mutfak ve bir mimari vardır, ama bu yerleşik biçimli şeklinden
ayıran «bir belirti» altında gerçekleşir. Örneğin Eskimo iglosu, Hun tahta sarayı, göçebe mimarisi
çadırdan ortaya çıkmıştır. Yerleşik sanat üzerindeki etkisi kubbe ve yarı-kub-belerden ve özellikle tıpkı
çadırda olduğu gibi, çok basık başlayan bir mekanın kurulmasından ortaya çıkmaktadır. Göçebe
mutfağma gelince, bu oruç tutmayı içeren bir mutfaktır. (Paskalya geleneği göçebedir). Ve bu
belirtilere, bir savaş makinasına aittir mutfak: Örneğin Yeniçerilerin toplantı merkezinde bir kazanları,
mutfakla ilgili rütbeleri, külahlarında tahta bir mutfak kaşığı vardır.
124
lan silahlandırıp, öküz arabalarıyla hareket eden kuleler kurduğunda, köylüler önemli bir salma
getirmişlerdir. Kaçak da olsa, asker-işçi, silah-alet, duygu etki kaynaşması devrimlerin ve halk
savaşlarının önemli bir anını oluşturur. Aletin emekten bağımsız harekete geçen şizofrenik tadı, silahın
ise, onu barış durumunda sulh yapmaya geçiren şizofrenik bir tadı vardır. Bu hem karşılık verme
(püskürtme) hem de direniştir. Herşey çokanlamlıdır. Ama bu çokanlamlılıklarla Jün-ger yatay-tarihi
olarak «başkaldıran» bir yandan işçiyi, diğer yandan da askeri beraberinde, «hem bir silah anyonun» ve
«bir alet anyorum» denilen ortak bir kaçış çizgisine taşıyarak, onun bir portresini çizdiğinde, Jünger'in
çözümlemelerinin niteliklerini kaybetmiş olduklannı sanmıyoruz : çizgi çizmek veya aynı anlama gelen
çizgiyi geçmek, aşmak, nasılsa çizgi ayrım çizgisini geçerek çizilebilmektedir (78). Şüphesiz savaş
insanmdan daha demode hiç bir şey yoktur: Uzun zamandan beri başka bir kişiliğe büründü, o artık
asker, işçinin kendisiyse bir sürü kötü serüven yaşadı... Ama buna rağmen, savaş insanlan yeniden ortaya
çıkıyorlar, hem de bir sürü çokanlamlılıklar taşıyarak: Bunlar şiddetin işe yaramazlığını
bilenlerdir, ama yeniden kurulmak üzere olan savaş makinasıyla bitişik komşu olanlar da bunlardır,
devrimci ve etken püskürtmeleri yeniden yaratan savaş makinasıyla komşu olanlardır. Emeğe
inanmayan, ama yeniden kurulmak üzere olan emek makinasıyla bitişik komşu olan
(78) Jönger, Traite du rebelle (Başkaldıranm İncelenmesi), Bourgois Yay., Jönger kitabında en net
olarak nasyonal-sosyalizme karşı çıkıyor ve Der Ârbeîter'deki belirtileri geilştiriyor: etken kaçış olarak
'çizginin kavramı ve bu eski asker ve modern işçinin figürlerinin arasından geçiyor, ikisini de başka bir
düzenlemede, başka bir yazgıya doğru sürüklüyor (Jünger'e atfedilmesine rağmen, Heidegger'in
düşüncelerinde, çizgi kavramı üzerine hiç bir ^ey kalmamıştır).
125
işçiler de yeniden ortaya çıkıyorlar. Teknolojik özgürlük ve etken direniş makinası. Eski söylenceleri
veya eski biçimleri yeniden canlandırıyorlar, yatay tarihî bir düzenlemenin yeni şekildir onlar (ne
tarihî, ne ebedî, ama vakitsiz gelen) : seyyar işçi ve göçebe savaşçı. Daha şimdiden kara bir karikatür
onları solluyor, paralı asker veya hareketli askerî eğitmen ve teknokrat veya yaylaya çıkan çözümleme
yapan, C.I.A. ve I.B.M.. Ama yatay-tarihî bir biçim eski söylencelere karşı kendisini koruması
gerektiği kadar, önceden yapılmış şekilsizliklere karşı da kendini koruması gerekir. «Söylenceyi
yeniden feth etmek için geriye dönülmez, en uç tehlikenin içinde zaman temel noktalarına kadar
titrediğinde, ona yeniden rastlanır». Savaşa değgin sanatlar ve yeni teknikler sadece yeni bir tip savaşçı
ve işçi kitlelerini birleştirmek olanağı ile değerlidirler. Silahın ve aletin ortak kaçış çizgisi: Salt bir
mümkün-lük, bir değişinim (mütasyon). Aşağı yukan dünyanın düzenine ait olan denizaltı, havacı ve
yeraltı teknisyenleri ortaya çıkarlar, ama yeni düzenlemeler için başkaları tarafından kullanmaya
yarayan, ama buna rağmen edinilmesi kolay olan gizil eylemler ve bilgi yüklerini istenç dışı olarak
bulan ve toplayan bunlardır. Gerilla ve devlet aygıtı, emek ve bağımsız hareket arasında ödünç
alınmalar hep iki anlamda, çok değişik bir mücadele için, yapılmışlardır.
Sorun III: Göçbeler silahlarını nasıl icat ederler veya bulurlar?
Önerme VIII: Metalürjinin kendisi göçebelikle zorunlu olarak elbirliği eden bir akımı oluşturur.
Teknolojik öğeleri (eğer, üzengi, nallama, koşum takımı..) bakımından, strateji veya bileşim
bakımın-
126
dan, savunma ve saldırma silahlan bakımından savaşçıların getirdikleri buluşlar bozkır halklarının
sosyal, politik ve ekonomik rejimlerinden çok daha az tanınmaktadır, ama buna rağmen göçebelerin
izini yok edemez. Göçebelerin bulduklan şey, silah-hayvan-insan ve ok-at-insan düzenlemeleridir. Ve
bu hız düzenlemesinin ardında, yeniliklerle meta çağlan belirir. Bronzdan yapılmış sapı delikli
Hykos'lanıı baltası, (Hititlerin) demirden kılıcı küçük atom bombalanyla kıyas edile-bilinir. Bozkır
silahlarının hemen hemen kesin bir dönem sıralaması, hafif ve ağır silah almaşası (İskit tipi, Sarmat
tipi) ve ortak şekilleri yapılabilir. Eritilmiş çelik, genelde eğik ve güdük edilmiş, eğik yönlü boy kılıcı,
yüzden ve ince uzun dövülmüş demir kılıcın dinamik mekanından başka bir mekanı kapsamaktadır:
Arapların daha sonra edinecekleri İran ve Hindistan'a bunu getiren İskitler olmuştur. Top'un icadıyla,
barut-lu topun hızlıhğıyla hakh çıkmıştır ve ateşli silahların bulunmasıyla göçebelerin yaratıcı rolünün
yokolduğu sonucuna varılır. Ama bu zorunlu olarak onlan kullanmasını bilmenin hatası değildir:
Göçebe gelenekleri canlı kalan Türk ordusu büyük bir ateşli silah gücü ve yeni bir mekan geliştirmekle
kalmazlar, ama daha karakteristik olarak hafif topları arabaların ve korsan gemilerinin hareketli
oluşumlanna çok daha yakışırlar. Eğer top göçebelerin bir sınırını belirtiyorsa, önemli parasal bir
yatırım gerektiğinden ve bunu yalnızca devlet aygıtı gibi bir şeyin başarabilme olanağından dolayıdır,
(ticarî şehirler bile buna yeterli olamamışlardır) . Ama beyaz silahlar için ve hatta top için şu veya bu
teknolojik soyda daima bir göçebeye rastlandığı hâlâ geçerlidir (79).
(79) Lynn White göçebelerin buluş gücüne inanmasına rağmen, kökü şaşırtıcı olan geniş teknolojik
soyda bile bazen benzerlik kurar: Sıcak
127
Tabiî ki her durum bir tartışma konusudur: Örneğin üzengi üzerine büyük tartışmalar (80). Aslında olduğu
gibi, neyin göçebelere, neyin ilişkide bulundukları, feth ettikleri, içinde eriyip gittikleri
İmparatorluklara ait olduğunun ayrımını yapmak çok güçtür. Büyük İmparatorluk ordusu ve savaş
makinası arasında o kadar kaynaşma veya aracılık, saçak vardır ki, bazen şeyler önce gelebilirler. Kılıç
örneği tipiktir ve üzengiye karşm şüphesizlik içindedir; Eğer İskitler kılıcı yayanlarsa ve kılıcı
Hintlilere Perslere ve Araplara ta-şıdılarsa, aynı zamanda da ilk kurbandılar; ilk olarak İskitler bunun
altmda ezildiler; ilk olarak Ts'inlerin ve Han'ların Çin İmparatorluğu kılıcı icad etti, yani eritilmiş
çeliğin veya deneme potasının tekelini elinde tutan Çin İmparatorluğu (81).
Bu örnekte modern tarihçilerin ve kazıbilimcileri-nin rastladıkları güçlükleri belirtmek için bir neden
var. Kılıç örneğinde ki, bu örnekte olgular yeterince imparatorlukçu bir kökten bahsediyorlar, en iyi yorum
yapan bile, zaten İskitlerin kılıcı yaratamayacaklarını eklemekte eksik kalmıyor. Çünkü onlar
zavallı birer göçebeydiler ve deneme potasmdaki çelik zorunlu olarak yerleşiklerden gelmeliydi. Ama
resmî eski Çin
hava ve türbinden geçirme Malezya'dan gelmiştir (Ortaçağ Teknolojisi ve Sosyal Değişiklikler,
Mouton Yayınevi, s. 112-113): «Böylece Orta-çağ'ın sonundan geçerek modern zamanların başına
kadar, tekniğin ve bilimin bazı büyük şekillerinden biri teknik bir etki zinciri Malezya'nın ormanlarına
kadar gidebilir. İkinci bir Malezya buluşu pistonun şüphesiz hava basıncı ve uygulamaları üzerinde
önemii bir etkisi olmuştur.
(80) Üzenginin özellikle karışık sorunu için, bkz. Lynn White, J. Bö-îüm.
(81) Bkz. Mazahri'nin mükemmel makalesi: «Çelik kılıca karşı demir kılıç», Ânnales 1958.
Yukarıdaki karşı çıkışlarımız bu makalenin öneminden bir şey kaybetmesine yetmez.
128
anlatımına göre, niçin İmparatorluk ordusundan kaçan askerler bu gizli sırrı İskitlere öğretsinler? Ve
eğer iskitler kullanmaya kabiliyetleri yoksa ve bundan hiç bir şey anlamazlarsa «gizli sırrı vermek» ne
anlama gelebilir? Asker kaçaklarının sırtı kalınmış. Bir sır ile atom bombası yapılmaz, eğer yeniden
üretmeye ve değişik koşullarda çelik kılıcı ortaya çıkarmaya ve kılıcı başka düzenlemelere geçirmeye
yetenek yoksa, bir çelik kılıç daha yapılamaz. Üretme, yayma tamamen buluş çizgisine aittir; ona bir
dirsek çıkarlar. Ve dahası: Deneme potasındaki çelik öncelikle madencilerin buluşu olmasına rağmen
niçin onun zorunlu olarak im-paratorlukçulann veya yerleşiklerin mülkünde olduğu söylenmektedir?
Bu madencilerin zorunlu olarak devlet aygıtı tarafından denetlendiği öngörülür, ama teknolojik
özellikleri ve sosyal bir yasadışılıkları vardır onların. Bunlar denetim altında olsalar bile ne kendileri
tanı tamına göçebedirler, ne de bir devlet aygıtına tam olarak bağlıdırlar. Sırrı ele veren asker
kaçakları diye bir şey yoktur, fakat sırrı bildiren madenciler vardır. Ve bu insanlar çelik kullanımını
ve yayılmasını mümkün kılmışlardır: Bambaşka bir «ihanet» sistemi. Sonunda tartışmaları bu derece
güçleştiren (karşı çıkılan üzengi örneğinde olduğu kadar kesin çelik kılıç örneğinde de) göçebeler
üzerine yalnızca önyargılar yüzünden değil, teknolojik gelişimin yeterince özümlenememiş bir
kavram eksikliği olmasındandır. (Şu veya bu görüşe göre teknolojik süreklilik veya gelişim ve onun
değişik genişlemesini kim tanımlar?) .
Sabit yasaları buldu diye, örneğin her yerde ve her zaman bir maddenin kaynama ısısı, madenciliğin bir
bilim olduğunu söylemek hiç bir işe yaramaz. Çünkü madencilik özellikle bir çok değişir çizgiden ayn
tutu-
Savas Makînasf - F. 9
129
lamaz: Meteor taşlarının ve doğal katkısız madenlerin değişirliği; minerallerin ve madenî orantıların
değişir-ligi; karışımların doğal veya doğal olmayan değişirliği; bir maden üzerinde gerçekleştirilen
işlemlerin değişirliği; şu veya bu işlemi mümkün kılan veya şu veya bu işlemden türeyen niceliklerin
değişirliği (örneğin Sümer'de arıtma derecelerine ve ortaya çıktıkları yerlere göre, aynlan ve sayımı
yapılan 12 bakış çeşidi) (82).
Tüm bu değişirlikler iki büyük başlık altında iki gruba ayrılabilir: Değişik düzenli tekillikler veya zaman-
mekansal vakalar ve değişim veya şekilsizleşme (şekil değiştirme) süreci olarak oraya bağlanan
işlemler; bu işlemlere ve tekniklere uygun düşen, değişik düzeyli anlatım belirtileri veya etkileyici
nicelikler (katılık, ağırlık, renk vb.). Çelik kılıç örneğine dönelim: Yüksek ısıda demirin erimesi olan
birinci, tekilliğin güncelleşmesini içerir; sonra ardarda karbonun azaltma işlemine gönderimde bulunan
ikinci bir tekillik; eritilmiş çeliğin iç yapısından sonuçlanan kristalleşmeyle çizilen dalgaların olduğu
kadar resimlerin de çizilmesini pekiştiren cila, kesme, sertlik olmakla kalmayan ve onunla uyum
sağlayan anlatım belirtileri. Demirden yapılmış kılıç bambaşka tekilliklere gönderimde bulunur, çünkü
demir kılıç dövülmüştür, eritil-memiştir, dökülmüş ve suya batırılmıştır ve havada soğutulmamıştır, tek
tek üretilmiştir, seri halinde üretilmemiştir; saplanmak yerine budağına göre, yandan, karşısından
hücum ettiğine göre, onların anlatım belirlilikleri çok farklıdır; hatta anlatım resimleri başka
(82) Henri Limet, Le travai! du metal au pays de Sümer au temos de la IH'e dynastie d'Ur (Üçüncü Ur
Hanedanlığı Zamanında Sümerler Ûİ-kesinde Metal'in İşlenişi), Les Belles Lettres, ss. 33-40.
130
şekilde, kakmalarla süslenerek elde edilmiştir (83). Birçok veya tek gösterilebilir anlatım çizgileri
üzerinde tekillikleri yöneştiren ve yöneşen işlemler tarafından uzatılabilinen tekillikler bütünü önünde
olduğu her sefer teknolojik bir gelişmeden veya makinasal bir fi-lom'dan bahsetmek mümkündür. Eğer
aynı şeyde veya değişik maddelerde tekillikler veya işlemler ay-' rıına uğrarlarsa, iki farklı filom
belirlemek gereklidir: Böylece özellikle bıçaktan türemiş olan demir kılıç için ve çelik bıçaktan türemiş
olan çelik kılıç için. Hor filomun teknik öğeye arzu ilişkisini belirleyen belirtiler ve nicelikleri,
tekillikleri ve işlemleri vardır (Çelik kılıcın etkileri demir kılıcınkilerle aynı değildir).
Ama bir filomdan diğerine uzatılabilinen tekillikler düzeyine yerleşmek ve ikisini birden bileştirmek
mümkündür. En azından tek filom-genetik ve makina-sal filom gelişimi vardır; bunlar fikirsel olarak
süreklidirler: devinim-madde akımı, anlatım belirtileri ve tekillik taşıyıcısı, sürekli değişimdeki madde
akımı. Bu, işlem gören ve anlatım dolu akım yapay olduğu kadar doğaldır da: O tıpkı insanın ve
doğanın birliği gibidir. Fakat aynı zamanda da, kendisini farklılaştırmadan,
(83) Mazaherî, bu anlamda çelik kılıcın ve demir kılıcın iki ayrı tek-nofojik gelişime gönderimde
bulunduğunu gösterir. Özellikle çeliğe taban tarzında su vermek Damas'tan gelmemiştir (damassage),
ama Yunanca veya Pers sözcüğünden, elmas (diament) anlamına gelen, elmas kadar katı kılan eritilmiş
çeliğin işlemesini belirler ve bu çelikte üretilen çizgileri seman madeninin kristalleşmesiyle belirler
(«gerçek da-mas hiç bir zaman Roma İktidarı altında kalmamış olan merkezlerde yapılırdı») Ama diğer
yanda, damasquînage Damas'dan gelmektedir ve Çeliğe taban tarzında su vermeyi taklit eden, istekle
yapılan çizgiler 9ibi başka araçlarla yapılmış metal üzerindeki kakmalarla süslemeleri belirler
131
bölmeden, burada ve şimdi, gerçekleşemez. Doğal veya yapay olarak aynı yöne doğru biçimlenerek
(dayanıklılık) -katman katman yığılmış, örgütlenmiş, seçilmiş-akımiar üzerinden alman belirtilerin ve
tekilliklerin tümüne düzenleme denecektir: Bu anlamda bir düzenleme gerçek bir buluştur.
Düzenlemeler «kültürleri» ve hatta «çağları» oluşturan çok geniş bütünlerle kümelenebilirler.
Düzenlemeler akımı veya filom'u daha az farklı bulmazlar, onu şu düzeyde veya bu düzeyde, bir o
kadar değişik filom'a bölerler ve devinim-madde-nin fikirsel sürekliliğine seçilmiş süreksizlikleri
sokarlar. Aynı anda, düzenlemeler filom'u seçik ayrılmış parçalara bölerler ve makinasal filom hepsini
boydan boya kateder, öyle ki, isterse birinden diğerino gitmek yahut ikisinde birden varolma pahasına
olsun. Böyle bir tekillik filomun böğrüne gömülür, örneğin karbonun kimyası onu seçen, örgütleyen,
bulan böyle bir düzenleme tarafından yüzeye çıkarılacaktır ve bununla filomun bütünü veya bir kısmı,
herhangi bir yerden, herhangi bir anda, geçebilecektir. Her şeye rağmen çok değişik çeşitli soyların
aynını yapılacaktır: Bazıları filom-genetik değişik kültürlerin ve çağların düzenlemeleri tarafmdan
büyük mesafeleri atlayacaktır (ağız tüfeğinden topa? değirmenden pervaneye? kazandan motöre?)
bazılarıysa ontogenetik olanlar, bir düzenlemenin içindedirler ve değişik öğelerini birbirlerine
bağlarlar, yahut doğası çok değişik bir düzenlemede, ama aynı çağın ve kültürünkünde, genelde bir
gecikmeyle bir öğeyi geçirebilirler (örneğin, tarım düzenlemelerinde yaygınlık kazanan atın demir
nalı). Böylece bir düzenlemeden çıkan, birinden diğer bir düzenlemeye geçen, düzenlemeyi
beraberinde taşıyan ve onu dışarıya doğru açan, yeraltı sistemi olan filomun gelişimci reaksiyonunun
ve filom üzerindeki düzenle-
132
melerin seçici eyleminin hatırda tutulması gerekmektedir. Hayatî atılım? Leroi-Gourhan genelde
biyolojik gelişim üzerinde teknik gelişimin modelini veren teknolojik bir vitalizmde çok uzaklara
gitmiştir: Anlatım belirtileri ve tüm bir tekillik dolu olan Evrensel meyil, onu farklılaştıran veya
ışınlarını kıran teknik ve iç ortamları kateder, bu da herbiri tarafmdan bulunan, ortak kılman, birleşen,
seçilen, akılda kalan belirtilere ve tekilliklere göre yapılır (84). Teknik düzenlemeleri yaratan değişim
halinde makinasal bir filom vardır; halbuki düzenlemeler değişik filomlar yaratırlar., Teknolojik bir
çizgi onun bir filom üzerinde çizilmesine göre veya düzenlemelerde kayda geçirilmesine göre çok
değişmektedir ve bu ikisi birbirlerinden ayrı tutulamaz.
Öyleyse, bu devinim-maddeyi, bu enerji-maddeyi, bu akım-maddeyi bu düzenlemelere giren ve çıkan
değişiklik halindeki maddeyi nasıl tanımlamalı? Bu kat-manlıktan çıkmış yersizyurdsuzlaşmış bir
maddedir. Bize öyle geliyor ki, Husserl tam belli olmayan ve maddî özlerin bölgesini, yani tam doğru
olmayan seyyar ama buna rağmen kesin bölgeyi bulup, onları sabit ölçülü ve biçimsel özlerden
ayırdığında düşünceye kesin bir adım attrrtmıştır. Bu tam belli olmayan özlerin biçimsel özlerden,
kurulmuş şeylerden daha az farklı olmadığını gördük. Bunlar buğulu bütünleri oluştururlar. Ne
farkedilen kurulan duygusal bir şeyle, ne de aklî biçimsel özle karışmayan bir bedensellik
(84) Leroî-Gourhan, Milîeu et techniques (Ortam ve Teknikler) Albîn Michel, s. 356. Gilbert
Simondon bilinen seriler üzerinde bir teknik çizginin mutlak kökler sorununu veya teknik bir özün
yaratılması sorununu yeniden ele almıştır: Teknik Nesnelerin Varlık Biçiminden {Du model© d?
exîstence des objest technkjues), Aubier Yay. s. 41 ve devamı.
133
(maddîlik) ortaya çıkarırlar. Bu bedenselliğin iki karakteri vardır.- Bir yandan bu bedensellik
geçişlerden, en azından durum değişikliklerinden, şekil bozma süreçlerinden veya kendisi tam olarak
doğru olmayan mekan-zamanlarda iş görerek çalışan değişim süreçlerinden, olay biçimlerinden,
hareket eder gibi, ayrı tutulamaz (izdüşümü, katılma, kesip çıkarma...),- diğer yandan ise bedensellik
değişik etkilerin biçimlerine göre (dayanıklılık, sertlik, ağırlık, renk...) üretilen artı veya eksiye
elverişli, içe doğru genişleyen veya anlatım niceliklerinden ayrı tutulamaz. Öyleyse, «kurulan şey -
şekilsel öz» «şeyden ortaya çıkan sabit özler-özel-likler» yerleşik ilişkisinden ayrı tutulan ve tam belli
olmayan bedensel özü oluşturan etki-olaylann seyyar bir çifti vardır. Ve şüphesiz ki, Husserl tam belli
olmayan özden, duygusal olanla özsel olan arasında biraz Kant'çı bir şemada olduğu gibi bir çeşit 'ikisi
ara-sındalık' yapmaya meyillidir. Yuvarlak şematik veya tam belli olmayan yuvarlakımsı, duyarlı
şeyler ile dairenin kavramsal özü arasındaki bir öz değil midir? Gerçekte yuvarlak yalnızca etki-eşik
olarak (ne yassı ne de sivri) ve de sımr-süreç olarak (yuvarlaklaştırmak) duyarlı şeyler ve teknik öğeler
boyunca vardır, değirmen taşı, tekerlek, torna, çıkrık, duy... Ama özerk olduğu zaman ve şeyler ve
düşünceler arasında önce kendisi yayıldığında, şeyler ve düşünceler arasındaki ilişkide yepyeni bir
yenilik kurmak için, ikisi arasında belirsiz bir özdeşlik yaptığı ölçüde, aracı olabilmektedir.
Simondon'un önerdiği bazı ayrımlar Husserl'iıı ayrımlarına yakınlaştırılabilinir, çünkü Simondon bağdaşık
olarak kabul edilen bir maddeyi ve sabit bir biçimi varsayarak, biçim-maddenin teknolojik
yetersizliğini haber verir. Maddeyi şu veya bu biçime bağlı kılan ve tersine biçimden ortaya çıkmış şu
esaslı özel-
134
ligi maddenin içinde gerçekleştiren yasalar olduğuna göre, bu modele bütünlüğünü sağlayan yasanın
fikridir. Ama Simondon hilemorfik modelin gerçekleşecek ve etken birçok nesneyi bir kenarda
bıraktığını gösterir. Bir yandan şekillenebilir veya şekillenmiş maddeye devinim halindeki enerjiyi tüm
bir özdekliği, bunlardan birinin içinden açıklığa kavuşturan biçimler gibi olan ve şekli bozma süreciyle
birleşen vakaları ve tekillikleri taşıyan, geometrik olmaktan çok, topolojiyi eklemek gerekir: Örneğin
tahta tellerin değişik burulmaları ve dalgalanmaları ki, bunların üzerinde kenarları çatlayan işlem
düzenlenir. Diğer yandan, biçimsel özün maddesinden ortaya çıkan esaslı özelliklere yeğin-leştirici
(întensif) değişken etkileri eklemek gerekir ki, bunlar bazen işlemin sonucudurlar, bazen ise tersine
bunu mümkün kılmaktadırlar: Örneğin aşağı yukarı gözenekli ve hem elastik, hem dayanıklı bir tahta.
Her şeye rağmen, söz konusu olan tahtayı ve tahtanın üzerinde olanı bir maddeye bir biçimi zorunlu
kılmak yerine, işlemleri ve bir maddeselliği izlemektir: Yasalara boyun eğmiş bir maddeden çok
nomos'a sahip bir maddeselliğe hitap edilir. Maddeye özelliklerini zorunlu olarak veren yeterli bir
biçime değil, etkileri oluşturan maddî anlatım belirtilerine hitap edilir. Tabiî ki bu modelden yola
çıkarsak bir modele bunu «tercüme etmek» daima mümkündür: Böylece, maddeseliiğin değişme
gücünü sabit bir maddeye ve sabit bir biçime uygulayan yasalara taşımak mümkündür. Ama bu sabit
noktaları ve değişmez ilişkileri çıkarmak için, sürekli değişim durumlarından değişkenleri koparmayı
içeren sapma gerçekleştirilmeden olmayacaktır. Öyleyse değişkenlerin dengesi bozulur ve devinimmaddeye
içkin olmaktan çıkan denklemlerin doğası bile değişir (denklemsel olmayanlar, eksiksiz
olanlar). Böyle bir
135
tercümenin yasal olup olmadığı soru değildir, çünkü bu zaten sorudur ama asıl soru orada
kaybedilenin) hangi sevgi olduğunu bilmektir. Kısaca, hilemorfîk modele Simondon'un yüzlediği
maddenin ve biçimin herbirinin kendi bölgesinde, köşesinde tanımlanmış iki terim olarak nasıl
birleştikleri belli olmayan iki yarım zincirin uçları olarak bir döküm ilişkisi altında sürekli olarak
değişken çeşitlenmenin yakalanamadığım kabul etmek olmuştur (85). Hîlemorfik şemanın eleştirisi
«aracı ve orta bir boyutun bölümünün, madde ve biçim arasındaki «varlık» üzerine enerji dolu ve moleküler
üzerine, yani madde boyunca maddeselliğini yayan tüm bir kendine has mekan, biçim boyunca
belirtilerini iten tüm kendine has bir sayı üzerine kurulmuştur. ..
Daima şu tanım üzerine düşünmeliyiz: Makinasal filom, bu yapay veya doğal maddeselliktir ve ikisi
birden devinim-akım değişiklik halinde, anlatım belirtileri ve tekillikleri taşıyan maddedir. Bundan çok
tabiî sonuçlar ortaya çıkmaktadır: Yani bu akım-madde sadece izlenebilir. Şüphesiz yeniden yapılabilir
olanı izlemeyi içeren bir işlemdir bu: Rendeleyen bir el sanatçısı tahtayı ve tahtanın oluklarını yer
değiştirmeden izler. Ama bu izleme biçimi çok genel bir sürecin çok özel bir an'ıdır. Çünkü el sanatçısı
başka bir biçimde-kini de izlemek zorundadır; yani tahtanın bulunduğu yere gidip, tahtayı arayıp,
bulmak ve bulunan tahtanın
(85) Döküm-kalıbı çeşitlenme ilişkisi üzerine ve devinim-madde bir dökümün sakladığı veya verdiği
çeşitlenme işleminin esasının biçimi üzerine bkz. Simondon, s. 28-50 («Döküm sürekli değişken ve
sürekli bir şekHde kalıbını ortaya çıkarmaktır», s. 42). Simondon hîlemorfik şemanın erkinin teknolojik
işleme değil, ama bunun emeğin sosyal modeline ait olduğunu çok iyi göstermektedir (s. 47-50).
136
oluklarının istenildiği gibi olmasını sağlamak, aranan tahtayı bulmak zorundadır. Yahut da tahtayı
bulduğu yerden, getirmek: Tüccar ters yönden gelerek yolun bir kısmını üstlendiği için el sanatçısmın
kendisi tüm yolu katetmek zorunda kalmaz. Ama el sanatçısı madenleri araştırdığı ölçüde bir bütün
oluşturur ve maden araştırıcısını, tüccarı ve el sanatçısını ayrı tutan örgüt el sanatçısını bir «emekçi»
haline koymak için onu sakatlar. Öyleyse el sanatçısmı makinasal filomu, madde akımı izleyen kişi
olarak tanımlayabiliriz. O seyyar yolcudur. Maddenin akımını izlemek demek sey-yarlaşmak demektir,
yola değgin olmaktır. Bu eylem halindeki bir sezgidir. Şüphesiz araştırılan ve izlenen madde-akımı
değildir, ama örneğin pazarın kurulduğu ikincil bir yola düşmek diye bir şey vardır. Bununla beraber,
bu akım maddenin akımı olmasa bile izlenen, daima, bir akımdır. Ve özellikle ikincil yola girmeler
vardır: Bu kez zorunlu olarak ortaya çıksalar bile başka bir «koşuldan» ortaya çıkanlar vardır. Örneğin,
yaylaya çıkan ister köylü, ister hayvan bakıcısı olsun, mevsimlere göre veya toprağın veriminin
azalmasına göre topraklarını değiştirirler, ama orman yeniden oluşana, toprak dinlenene, mevsim
düzelene kadar, o terkettiği noktaya başmdan beri dönmek üzere öncelikle bir yön çizildiğine göre, bir
alan akımını ikincil olarak izleyebilir. Seyyar yolcu bir akımı izlemez, o dolambaçlı bir yol çizer ve
artık bu dolambaçlı yolun akımını izlemeye başlar, isterse bu yol gittikçe geniş-leye dursun. Seyyar
yolcu demek ki, sadece sonuç yolunda yola değgin bir kişidir veya tüm toprak yolu veya kır yolu
tükendiğinde ve yönün o derece genişlediği ki, akımlar dolambaçlı yolun dışına çıkmaya başladığı
zaman o yola değgin kişi haline gelir, ticaret akım-lannm bir varış ve kalkış noktasına boyun eğdikleri
137
ölçüde tüccar seyyar yolcu durumuna girer (gidip aramak -onu getirmek- dışalım-dışsatım, satmaksatın
almak) . Birbirlerine karışmışlıkları ne olursa olsun bir akım ile bir dolambaçlı yol arasmda büyük
fark vardır. Göçmen, gördüğümüz gibi, başka bir şeydir. Ve göçebe ne seyyar yolcu, ne yola değgin, ne
de sonuçta öyle olsa bile göçmen olarak tanımlanır. Göçebenin birinci belirtmesi, gerçekte, kaygan bir
mekanı tutması ve feth etmesidir: Bu açıdan dolayı göçmen olarak tanımlanır (öz). Kaygan mekanlarda
konulan zorunlulukların sayesinde yola değgini veya seyyar yolculuk ve göçebelik arasındaki olgu
karışımları ne olursa olsun, üç şıkta ilk kavram aynı değildir (kaygan mekan, madde-akım-dönme).
Halbuki karışım yalnızca kendini ürettiği ve o biçim altında ve o düzende üretildiği zaman sadece ayrı
kavramlardan itibaren bu karışımı yargılayabiliriz.
Ama, daha önce gelen için de sorudan ayrıldık: Niçin makinasal filom, madde-akım ve özellikle
madenidir veya metaliktir? Orada da yalnızca ayrım kavramı madeni veya yola değgin kişi arasmda,
birincil özel bağı göstererek, bir yanıt verebilir (yersizyurdsuzlaşma). Buna rağmen, anımsattığımız
örnekler Husserl'e ve Simondon'a göre metallere olduğu kadar tahtaya veya kile de aittir; ve dahası
devinim halindeki maddeleri veya filomları ortaya çıkaran ot, su ve sürü akımları da yok mudur? Şimdi
bu sorulara yanıt vermek daha kolaylaşmıştır. Çünkü her şey sanki metal veya madde işlemlerde veya
başka maddelerde saklıymış veya onîarm içine karışmış bazı şeyleri bilince yükseltip, bunu zorla kabul
ettirirmişcesine oluşmaktadır. Bunun dışında her türlü işlem iki eşik arasmdaymışca-sma yapılır,
bunlardan biri işlem için hazırlanan maddeyi oluşturur; diğeriyse şekli cisimleştirir (örneğin
138
kil ve döküm kalıbı). Hilemorf ik model buradan genel değerini ortaya çıkarır, çünkü bir işlemin
sonunu belirleyen cisimleşmiş şekil, madde olarak, eşiklerin birbiri ardınalığını belirleyen sabit bir
düzende, yeni bir işleme hizmet verir. Halbuki madencilikte işlemler eşikler arasında dururlar. Öyle ki,
enerji dolu bir mad-desellik hazırlanan maddeyi aşar ve bir biçim değiştirme veya nitelikli değişiklik bu
biçimi de aşar (86). Böylece demire su vermek şeklin dökümünün ötesinde maden dövmeye bağlanır.
Veya kalıba dökme diye bir şey vardır, madenci bir bakıma döküm kalıbının içerisinde işlem
görmektedir. Yahut da kalıba dökülen veya eritilen çelik ardarda bir karbonsuzlaştırma serisine maruz
kalır. Ve bitirmek için madenciliğin yeniden eritmek ve külçe-biçimini veren maddeyi yeniden
kullanma olanağı vardır : maddenin tarihi ne bir me-tayla ne bir stokla karışan çok özel bir biçimden
ayn tutulamaz; paranın değeri de buradan gelmektedir. Daha genel olarak, «indirgenen» madeni fikir
hazırlanan maddeye nazaran bir maddeselliğin ikili özgürlüğe kavuşmasını, biçimlenecek bir cisme
nazaran bir değişikliği ifade eder. Madencilikte olduğu kadar madde ve biçim asla daha sert olmadılar,
ama buna rağmen şekillerin ardarda gelmesinin yerini dolduracak
(86) Simondon madenî sorunlar için özellikle bir çekicilik duymaz. Neticede, onun çözümlenmesi
tarihî değildir ve elektronik durumlara hitap etmeyi yeğler. Ama tarihî olarak madencilikten geçmeyen
elektronik olamaz. Simondon'un madenciliğe duyduğu saygı buradan gelir: «Madencilik sadece
hüemorfik şema aracılığıyla düşünmeye bırakılmaz. Şeklin ortaya çıkması görünür bir şekilde bir anda
değil, ama birçok sürekli işlemde yerine gelir; niteliksel değişimin şeklinin ortaya çıkması kesinlikle
farkedilemez; demir dövme ve çeliğe su verme aslında şeklin ortaya çıkışı adı verilene dek, biri önce,
diğerî sonradır: dövme ve su verme nesnesini oluşturanlardır. (Birey, s. 59).
139
sürekli bir gelişmenin şekli budur; maddelerin değişikliğini dolduracak sürekli bir değişikliğin maddesi
budur. Eğer madencilik müzikle gerçek bir ilişki halindeyse, bu yalnızca maden dövmenin gürültüsü
nedeniyle değil, ama iki sanatı birden kateden eğilim yüzündendir, şeklin sürekli gelişmesinin, ayn
tutulan şekillerin ötesinde, maddenin sürekli değişikliğinin, değişik maddelerin ötesinde değerlenmesi
yüzündendir: Genişleyen bir kromatizm hem müziği hem de madenciliği içinde taşır; müzisyenmadenci
ilk «değiştirendir» (87). Kısaca metalin ve madenciliğin gün yüzüne çıkardığı maddeye has bir
yaşam ve bu böyle olduğundan, maddenin hayatî konumudur, yani şüphesiz bu her yerde varolan, ama
hilemorfik bir model tarafından ayrılmış, tanınmaz kılınmış veyahut saklı olan veya yeniden üzeri
kapatılmış olan bu maddi dirim-selliktir. Madencilik madde-akımın düşüncesi veya bilincidir ve metal
bu bilincin karşılıklı bağlantısıdır. Pan-metalciliğin ifade ettiği gibi, metalin her maddede, madenciliğe
ait her türlü maddede birlikte genişlemesi diye bir şey vardır. Sular, otlar, ormanlar, hayvanlar bile
mineral öğelerle ve tuzla kaplıdırlar. Her şey metal değildir, ama her yerde metal vardır. Metal tüm
maddelerin taşıyıcısıdır. Makinasal filom madenciliğe değgindir veya onun en azmdan metalik bir
kafası vardır, bu kafa ise araştırıcı veya seyyardır. Ve düşünce taştan çok metal ile doğmaktadır:
Madenciliğin kendisi bir azınlık bilimidir, «belirsiz» veya madenin görüngübilimi bilimidir. Organik
olmayan bir yaşamın
(87) Yalnızca söylenenlere önem verilmekle kalınmamalıdır, ama pozitif tarihe de önem verilmelidir:
örneğin müzikal şeklin gelişmesinde «bakırın» rolü veya elektronik müzikte «metalik sentezdin
oluşumu (Richard Pinhas).
140
muhteşem fikri madenciliğin sezgisi, buluşudur - buradan Worringer bile tamamen bir barbar düşüncesi
oluşturuyordu (88). Metal ne bir şey, ne de bir organizmadır, ama organsız bir bedendir. «Kuzeye
değgin veya gotik çizgi», öncelikle bu bedeni saran metalik ve madenî bir çizgidir. Jung'un tahmin
ettiği gibi madenciliğin simya ile ilişkisi metalin simgesel değeriyle ve onun organik bir tin ile
uyumluluğu üzerine oturmamıştı, fakat tüm maddede bedenselliğe içkin kuvvet üzerine ve ona eşlik
eden bedenin tini üzerine oturmuştur.
Birinci ve ilk yola çıkan el sanatçısıdır. Ama el sanatçısı (zanaatçı) ne avcıdır, ne tarımcı köylü, ne de
hayvan yetiştiricisidir. Ne de ikincil olarak zanaat işleriyle uğraşan çömlekçi, ne de sepetçidir. Bu
zanaat mensubu salt üretkenlik olan madde-akımı izleyen kişidir: Yani mineral olan ve hayvani ve de
bitkisel olmayan. Bu ne toprak adamı ne de yeryüzünün insanıdır, o yerin altının adamıdır. Metal salt
bir üretkenliktir öyle ki, metali izleyen aslında nesne üretimidir. Gor-doıı Ghilde'ın göstermiş olduğu
gibi, madenci ilk uzmanlaşmış zanaatçıdır ve böylelikle bir sanat bedeni oluşturur, (gizli cemaatlar,
loncalar, kompanyonlar) (*). Madenci-zanaatçı seyyardır, çünkü yeraltımn madde-akımını izler.
Şüphesiz madenci diğeriyle ilişki içindedir, yani yeraltındakilerle veya gökyüzündekilerle. O
(88) W- Worringer gotik sanatı geometrik «ilkel» fakat sonra «canlı» kılan çizgisiyle tanımlar. «Yalnız
bu hayat klasik dünyada olduğu gibî organik değildir (...) canlı hale giren bu geometride, ki bu gotik
mimarinin canlı bir cebirini haber veren hareketin içinde doğal olmayan duygularımızı sırasıyla
zorlayan bu hareketin bir pratiği vardır» (Gotik Sanat, s. 69-70).
(*) Kompanyon teşkilâtı Fransa'daki zenaatçı teşkilâtıdır. Bir şehirden diğerine yol katederek
mesleklerini icra ederler (Ç.N.).
141
yerleşik tarım topluluklarının köylüleriyle de bu toplulukları üst-kodlayan İmparatorluğun gökyüzüne
değgin memurlarıyla ilişki içindedir: Aslında yaşamak için onlara ihtiyacı vardır, geçinmek için
İmparatorluğun tarım stokuna bağlıdır (89). Fakat emeğinde, ormancılarla ilişki içindedir ve kısmî
olarak onlara bağlıdır : atölyesini orman yakınlarında kurmak zorundadır ki, gerekli kömürü
sağlayabilsin. Kendi mekanında yeraltı kaygan mekanının yüzeyini, pürtüklü mekanın toprağına
bağladığına göre göçebelerle ilişkisi vardır: İmparatorluk içinde tarım yapılan alivyonlu vadilerde
maden yoktur, çölleri geçmek, dağlara yaklaşmak gerekir ve madenlerin denetimi sorunu daima
göçebeler halkının sebeplenmesini sağlar, her türlü maden kaygan mekanlarla ilintili bir kaçış çizgisidir
- petrol sorunlarında, bugün, bunun eşdeğerleri bulunabilir.
Tarih ve kazıbilimi bu madenlerin denetimi sorunu üzerine daima tuhafçasına bir şekilde ölçülü kalmışlardır.
Kuvvetli maden örgütüne sahip olan İmparatorluklarda, madenin olmadığı görülür.
Ortadoğu'da bronz yapımına çok gerekli olan kalay eksikliği vardır. Birçok metal külçe halinde oraya
çok uzaklardan getirilmiştir. (Tıpkı İspanya kalayı gibi). Böyle karmaşık bir durum yalnızca kuvvetli
bir İmparatorluk bürokrasisini ve kurulan uzak ticaret şebekelerini içermekle kalmaz. Ayrıca hareket
halinde tüm bir politikayı da içerir ki orada devletler bir dışandanlığm
(89) Bu Childe'in en önemli tezlerinden biridir. Tarih Öncesi Avrupa, (L'Europa prehistorique), Payot
Yay.: Madenci geçimini tarım artığından aîan ilk uzmanlaşmış zanaatçıdır. Demircinin, öyleyse,
tarımla ilişkisi yalnızca ürettiği aletlerle değil, ama edindiği veya gaspettiğî yiyeceklerledir de.
Griaule'un değişik anlatımlarını incelemiş olduğu doğan mitolojisi bu madencinin kabul ettiği veya
törelerini çaldığı ve «bünyesinde» sakladığı ilişkiyi belirleyebilir.
142
mücadelesini versinler, orada birçok halklar savaşsınlar veyahut madenlerin denetimi için şöyle veya
böyle görünen bir şeyler ayarlansın. (Odun kömürünün toplanması, atölyeler, taşımacılık). Sadece
madenî araştırma yolculukları ve savaşları vardır demekle yetinil-mez; ne de «Çin sınırından Batı
bölgelerine kadar gelen göçebelerin Avrasya atölyelerinin bir sentezini», ne de «eski dünyanın
madencilik merkeziyle ilişki halinde olan tarih-öncesinden beri varolan göçebe halklarını» anımsatmak
yeterlidir (90). Kendilerinin kullandıkları demircilerle, bu maden merkezleriyle göçebelerin ne tip bir
ilişki içinde olduklarını daha iyi bilmek veya ilişkide oldukları veyahut da kesinlikle madenle uğraşan
onlarla komşuların ilişkilerini saptamak gerekir. Altay'da ve Kafkasya*da durum nedir? İspanya'da ve
Kuzey Afrika'da? Madenler bir akımın karışımının veya kaçışının köküdür; bunların tarihte eşdeğerleri
yoktur. Hatta onlara sahip olan bir İmparatorluk tarafından gayet güzel bir şekilde denetlenseler bile
(Çin İmparatorluğu'nun, Roma İmparatorluğumun durumu) , çok önemli, gizli bir sömürü ve ya
barbarlar ve göçebe akımlarıyla, ya da köylü başkaldırmalarıyla (isyanlarıyla), madenci eklemlenir.
Mithosların incelenmesi ve hatta demircilerin konumu üzerine yapılan etnografik incelemeler bile bizi
bu siyasî sorunlardan uzaklaştırır. Bu bakımdan, mitolojilerin (söylencelerin) ve etnolojinin iyi bir
yöntemi diye bir şey yoktur. Sık sık diğerlerinin demirciye karşı göstermiş oldukları tepkinin nasıl
olduğu sorulur : duyguya ait, çokyönlü-lüğe ait her türlü yüzeyselliğe düşülür. Demircinin hem saygı
gördüğü hem irkildiği, hem de demircinin
(90) Maurice Lombard, Les metaux dans l'ancien monde duVeau XI. sîdcle Mouton yayınları, (5
yy'dan II inci yy.'a Eski Dünya'da Madenler) s. 75, 255).
143
aşağılanıp hor görülmesinden bahsedilir, göçebelerde hor görülür ve yerleşiklerdeyse saygı görür (91).
Ama nedenleri bu şekilde kabul edilmiştir; demircinin icat ettiği (madeni etki) etki tipi, yerleşiklerde ve
göçebelerle ve kendisiyle girdiği simetrik olmayan ilişki ve demircinin özgüllüğü bu sekide kabul
edilir. Demirci için diğerlerinin duygularını araştırmadan evvel, demirciyi öncelikle kendisinin, öteki
olarak ve öteki olması özelliğiyle, göçebelerle ve yerleşiklerle değişik etkileşim ilişkilerine giren biri
olarak değerlendirmek gerekir.
Göçebe ve yerleşik demirciler yoktur. Demirci seyyardır, yolcudur. Bu bakımdan özellikle önemli olan
demircinin oturduğu yerin biçimidir: Onun mekanı ne yerleşik olanın pürtüklü, ne de göçebe olanın
kaygan mekanıdır. Demircinin bir çadırı olabilir; oralarda bir evi olabilir; bu yerlerde bir barınakta
otururmuş gibi durur, tıpkı metalin kendisinin aşağı yukarı yarı-yeraltı evi, bir delik veya bir mağaranın
şeklinin olduğu gibidir. Onlar doğal olarak mağara adamı değillerdir, ihtiyaç ve sanat yüzünden mağara
adamı olmuşlardır (92). Elie Faure'un muhteşem bir metni Hin-
(91) Demircinin sosyal konumu detaylı bir çözümlemenin nesnesini oluşturur, özellikle Afrika için:
Bkz. W. Cline'in klasik araştırması, «Mining and Metalurgy in Negro Africa», (Kara Afrika'da
Madencilik ve Metalcilik), General Series in Anthropology, 1937. Ve Pierre Cle-ment, «Le forgeron
en Afrique nofre» (Kara Afrika'da Demirci), Revue de geopraphie humaine et d'ethnologîe, 1948. Fakat
bu araştırmalar pek netice vermediler, çünkü anımsanan ilkeler farklı «hor gören tepki», «onayıcı»,
«ürkek» olduğu kadar neticeler de belirsizdir ve P. Ciement'-în tablolarının gösterdiği gibi birbirine
karışırlar bunlar.
(92) Bkz. Jules Bfoch, Les Tziganes (Çingeneler), P.U.F. s. 47-54. J. Bloch kesinlikle mağara
adamının oturduğu yere göre yerleşîk-göçebe ayrımının ikincil kaldığını göstermektedir.
144
distan'ın seyyar halklarının mekanı delerek ve bu deliklere uygun muhteşem şekillerin, yani organik
olmayan hayatın dirimsel şekillerini doğurarak, onların cehennem trenlerini anımsatır. «Deniz
kenarında, dağların eşiğinde, granitten bir şedde rastlarlar. Böylece hepsi granitin içine girerler, orada
yaşarlar, sevişirler, ölürler, gölge altında doğarlar, üç veya dört yüzyıl sonra dağı aşmış olarak çok uzak
yerlerden yeryüzüne çıkarlar. Onların ardından içi oyulmuş kayalar, her yönden kazılmışlardır
sanki, galeriler oyulmuş yontulmuş duvarlar, günlerce karıştırılmış şatafatlılıklar veya doğal ayak
direkleri, hoş veya korkunç onbinlerce figür kalır (...) Burada insan hiçliğine ve gücüne kavgasız
boyun eğilir. Şekilden belli bir ülkünün olum-lanmasmı beklemezler. Şekilsizlikten brüt olarak onu
çeker alırlar, öyle ki onu şekilsiz arzularlar, kayanın kazılarını ve gölgenin çökertmelerini kullanırlar»
(93). Metalik Hindistan. Dağları tırmanmak yerine delmek, toprağı pürtüklü kılmak yerine kazıp
araştırmak, mekanı kaygan tutmak yerine delmek; topraktan bir kaşar peyniri oluşturmak. Endişeli tüm
bir halkın isyan ettiği delikli mekanı büyüterek ve tıpkı her tarafın mayınlanmış olduğu bir mekanda
olduğu gibi, herbiri deliğinden çıkar; Grev filminin imgesi (*). Kabil'in işareti yeraltının dokunaklı
ve bedensel işaretidir, o hem yerleşiğin mekanının pürtüklü toprağını hem de göçebenin kaygan
mekanının toprağını, bunların hiç birine takılmadan kateder; yola değgin olanın seyyar işareti,
madencinin hem tanm emekçisinden, hem de hayvan yetiştiricisinden ayrı olan, madencinin iki-
(93) Elie Faure, Histofre de I'Aart, L'art medîeval (Sanatın Tarihî, Ortaçağ) Le livre de poche, s. 38.
{ ♦) Eisenstein'in filmi (Ç.N.)
Savaş Makinası-F. 10
145
li ihaneti veya ikili hırsızlığı. Tarihin derinliklerinden hortlayan bu madenci halka Kabil'inkiler mi
Quatiler mi demeli, hangisinin admı saklamak lâzımdır? Tarih öncesi Avrupa göçebelerin madenci bir
kolundan ayrılmış gibi duran bozkırlardan gelmiş savaş baltaları olan-halklar tarafından katedilmiştir
ve Andaluzya'-dan (*) çıkmış çanak-vazolu halklar tarafmdan kat-edilen Kampaniform insanlar
megalitik tarımdan kopmuş bir koldur (94). Tuhaf halklar, dolikosefal ve bi-rekisefaller, tüm Avrupa,
birbirlerine karışmışlardır, birbirlerine oğul vermişlerdir. Bizim Avrupai mekanımızı mekan oluşturan,
her yerinden bu mekanı delik deşik eden madenleri elinde bulunduranlar onlar mıdır?
Demirci, göçebelerde göçebe, yerleşiklerde yerleşik değildir veya göçebelerde yarı-göçebe,
yerleşiklerde ya-rıyerleşik değildir. Onun diğerleriyle olan ilişkisi kendi iç seyyarlığından, belirsiz
tözünden ortaya çıkar, bunun tersinden değil. Kendi özgüllüğünde seyyar olmasıyla, delik deşik bir
mekan icat etmesiyle, zorunlu olarak yerleşiklerle ve göçebelerle ilişki halindedir (ve daha
birçoklarıyla, yaylaya çıkan orman adamlarıyla...). Daha öncelikle kendisiyle ikili çift oluşturur : bir
melez, bir karışım, ikiz bir oluşum. Griaule'un söylediği gibi, dogon demirci bir «salt olmayan»
değildir, ama bir «karışımdır» ve karışmış olduğu için dış evlenmeler yapar, salt olanlarla evlenmez,
çünkü onların nesli çok basitleştirilmiştir, halbuki onun kendisi ikiz:
(*) Güney İspanya bölgesi (Ç.ISI.)
(94) Bu halklar ve onların gizleri için Gordon Childe'm çözümlemelerine bakrnız. L'Europe
prehistorique, (Bölüm VII, Yatıştırılmış Avrupa-nın Savaşçıları, Tüccarları, Misyonerleri) ve bkz.
L'Aube de la cîvilîsatî-on europeenne (Avrupa Uygarlığının Belirtisi), Payot Yay.
146
bir nesil oluşturmaktadır (95). Gordon Childe zorunlu olarak iki olduğunu gösterir, çünkü iki kez
varolur, bir kez Doğu İmparatorluğu'nun aygıtmda bırakılan ve kapılan bir kimse olarak, ikinci kez ise
çok daha hareketli ve özgür bir kimse olarak Ege havzasmda varolur. Halbuki bir kısmı diğerinden her
bir kısmı kendi özel bağlamına getirerek ayrı tutmak olanaksızdır, imparatorluğun madencisi, işçi çok
uzaklarda da olsa maden araştırıcısı - madenciyi varsayar ve maden-araşürıcısı ona metali getirecek
olan tüccara gönderimde bulunur. Dahası, metal her parçasmda işlenmiştir ve külçe-biçimi herbirini
kateder: Ayrı tutulmuş parçalar tahayyül etmekten çok delikten deliğe bir galeri, bir değişiklik çizgisi
oluşturan hareketli atölyeler zinciri düşünmek gerekir. Madencinin göçebelerle ve yerleşiklerle
tutturduğu ilişki ayrıca diğer madencilerle olan ilişkilerinden de geçmektedir (96). Bu melez madenci,
alet ve silah yapıcısı ve hem yerleşiklerle hem de göçebelerle iletişim halinde olanıdır. Delik deşik
mekanın kendisiyle, kaygan mekanla ve pürtüklü mekanla iletişime girer. Neticede, makinasal filom
veya madeni çizgi her türlü düzenlemeden geçer: madde-hareketten daha çok yersizyurdsuzlaşmış hiç
bir şey yoktur. Fakat, bu aynı şekilde olmaz ve iki iletişim arasında bir simetri yoktur. Estetik alanında
Worringer
(95) M. Griaule, ve G. Dieterlen, Le Renard pâle (Soluk Tilki} İnstitut d'<§thnologie, s. 376.
(96) Forbes'un kitabı, Metallurgy in Antiquity (Antik Çağ'da Madencilik) Brill Yay. Hem
madenciliğin değişik çağlarını, hem de mineral çağında madenci tiplerinin çözümlenmesini yapar:
«Madenci, maden-araştırmacısı, söküp çıkartıcı, «kurucu», «demirci» (blacksmith); «metalci»
(vvhitesmith). Uzmanlaşma demir çağı ile daha da karışık bir hale girer ve göçebe-seyyar-yerleşik
üleştirmeleri hemezamanh (simültane) olarak çeşitlenirler.
147
soyut çizginin iki ayrı anlatım olduğunu söylüyordu, biri barbar gotik, diğeri klasik organik. Burada
filomun hem zamanlı olarak iki değişik bağı olduğu söylenmiş olabilir: Daima göçebe mekanına bağlı
olduğu halde yerleşiklerin mekanıyla bitişiktir. Göçebe düzenlemelerinin ve savaş makinası tarafmda,
bu bir çeşit atlamalarıyla, geri dönüşleriyle, yeraltı geçişleriyle, saplarıyla, dökülüp başkalarıyla
birleşmeleriyle, çizgileriyle ve delikleriyle bir köksaptır. Fakat diğer tarafta, yerleşik düzenlemeler ve
devlet aygıtları filomu kapan bir işleme girerler, anlatım çizgilerini bir kodda veya bir şekilde alırlar,
delikleri beraberce çınlatırlar, kaçış çizgilerini yükseltirler, teknolojik işlemi emek modeline
uydururlar, bitişmelere tüm bir kavuşmanın ağaçvârî rejimini zorla kabul ettirirler.
Belit III: Göçebe savaş makinası seyyar madenciliğin yola değgin olanının bağlantılı içeriğinin biçimi
gibi olan anlatım biçimi gibidir.
JÇERİK ------:------ .ANLATIM_________
Delikli mekan (makînasal filom veya akım-madde)
Seyyar Madencilik
kaygan mekan
Göçebe savaş makinası
Önerme IX: Savaşın nesnesi zorunlu olarak harp değildir ve savaş zorunlu olarak savaş makinasmın
nesnesi değildir, hatta savaş ve harp zorunlu olarak (bazı koşullar altında) buradan ortaya çıksalar bile.
Ardarda üç soruna rastlayacağız: harp bir savaş nesnesi midir? Ama dahası: Savaş savaş makinasının
148
nesnesi midir? Ve sonuçta, hangi ölçüde savaş maki-nası devlet aygıtının 'nesnesi' olabilir? İlk iki
sorunun belirsizliği, şüphesiz, nesne teriminden gelmektedir, ama üçüncüye nazaran bağımlılıklarını
içerirler. Buna rağmen, bu sorunları sırasıyla dikkate almak gerekir, hatta şıkkı çoğaltsak bile. İlk soru
harp sorunudur ve aslında iki şıkkın ayrılmasını beraberinde getirir, harbin arandığı ve savaş makinası
tarafından özellikle kaçınıldığı şık. Bu iki şık hücum ve müdafa ile kesinlikle kesişmez. Ama gerçekten
konuşmak gerekirse (Foche ile yücelen bir kavrama göre) harbi nesne olarak alır gibi görünen savaştır,
halbuki gerilla açıklayıcı bir şekilde savaşmamayı sunmaktadır. Herşeye rağmen savaşın eylem savaşı
olarak ve topyekûn savaş olarak gelişmesi hücumda olduğu kadar müdafada da harp kavramını sorun
haline getirir : harp etmemek şimşek hızının bir hücumunun hızını ifade edermiş gibi görünmektedir,
yahut da ani bir karşı koymanın ters-hızıdır (97). Tersine diğer yanda, gerillanın geliş-
(97) Gerilla üzerine en önemli metinlerden bîrî T.E. Lawrence'mkidir (Les sept pSJlers) (Yedi Dayanak
Noktası), Payot Yayınevi. XXXIII. bölüm ve «gerilla bilimi», Britannlca Ansiklopedisi. Gerilla bilimi
«Foche'-un tersi gibi» sunulur ve harbetmemek kavramını geliştirir. Ama, har-betmemenin yalnızca
gerillaya bağlı olmayan bir tarihi vardır:
1) Savaş kuramında, «manevra» ile «harp» arasında geleneksel bir ayrım (Bkz. Raymond Âron, Penser
la guerre, Clausewitz (Savaşı Düşünmek, CIausewitz), Gallimard I. cilt, s. 122-131; 2) Eylem savaşı
harbin önemini ve rolünü sorun haline koyma biçimi (daha o zamandan Mareşal Saxe ve Napolyon
savaşlarında harp üzerine tartışma konusu olan soru); 3) Sonunda, daha yeni olarak, nükleer silahlar
adına harbin eleştirisi, bu dîssüazîf bir rol oynar ve konvansiyonel güçlerin yalnızca «manevra» veya
«test etme» gücü kalır. Bkz. Harbetmemenin De Gaulle'cü kavramı ve Gay Brossolet, Harbetmeme
üzerine bir deneme (Essal sur la non-bataîlle) Yakın zamanda harp kavramına geri dönüş taktik nükleer
silahların gelişmesi gibi teknik öğelerle açıklanmakla da
149
mesi içeride ve dışarıda «dayanak noktası» ile ilintili olan harbin şekillerinde, şekillerini ve bir anı
içerir. Ve bu anlamda veya diğer bir anlamında gerilla ve savaşın birbirleririnden yöntem aldıkları
doğrudur (örneğin yeryüzü gerillalarının deniz savaşmdan eşindikleri sık sık söylendi). Ne hücumla, ne
müdafaayla ve ne de savaş savaşıyla ve gerilla savaşıyla kesişmeyen bir ölçüte göre, harp ve
harbetmemenin savaşın nesnesinin çifti olduğu söylenebilir.
Bu nedenle soruyu iterek, savaşın kendisinin savaş makinasmın nesnesi olup olmadığı sorulur. Bu
kesinlikle açık değildir. Savaşın düşman güçlerinin ele geçirilmesi veya yok edilmesini sunduğu ölçüde
(ister harbederek ister harbetmeden) savaş makinasmın nesnesi zorunlu olarak savaş değildir. (Örneğin
çapulculuk savaşın özel bir şekli olacağı yerde başka bir nesne olmalıdır). Ama daha genel olarak
gördük ki, savaş makinası göçebelerin bir buluşudur, çünkü savaş ma-kinası tözünde kaygan mekanı bu
mekan ile feth eden, bu mekanın yerini değiştiren ve insanlara bağlı hale getirendir: îşte tek gerçek
etken nesnesi budur (no-mos). Çölü, bozkırı boşaltmaktan çok, tersine buraları doldurmak gerekir. Eğer
savaş zorunlu olarak burada ortaya çıkıyorsa, bu savaş makinasmm pozitif nesneye karşı çıkan güçlere
(çizikli) şehirlere ve devletlere çarptığından dolayıdır: Bundan böyle savaş makinasmın düşmanı olarak
devlet, şehir, kent ve devletçi görüngü vardır ve amacı onları yoketmektir. Savaş makinası işte burada
savaş olur: Devletin güçlerini yoket-mek, devlet-biçimini yıkmak. Atilla'nın veya Cengiz Han'ın
serüveni olumlu ve olumsuz nesnelerin birbiri
kalmaz, ama savaşta (yahut harbetmemede) kesinlikle harbe verilen role bağlı siyasî incelemeleri de
içerir.
150
ardına gelmesini içerir. Aristo gibi konuşmak gerekirse, savaşın veya savaş makinasmın ne koşulu, ne
de nesnesi olduğu, ama ona eşlik ettiği veya zorunlu olarak onu tamamladığı söylenecektir-, Derrida
gibi konuşmak gerekirse, savaşın, savaş makinasınsm «eki» olduğu söylenecektir. Hatta bu ekin
sıkıntılı dizilişinin açmlamasmda alındığı bile vâki olabilir. Bu, örneğin, Musa'nın serüveninde olduğu
gibi olacaktır: Mısır devletinden çıkıp çöle atılarak, göçebe yahudilerin eski geçmişinin esinlenmesiyle,
göçebelerden gelen eniştesinin örgütüyle bir savaş makinası kurmaya başlamasıdır. Bu savaş makinası
daha o zamandan beri, Doğruların makinasıdır, ama daha savaşı kendisine hedef edinmemiştir.
Halbuki, Musa ufak ufak ve an an savaşın bir makinasının zorunlu eki olduğunun farkına vanr, çünkü
savaş şehirleri, devletleri katetmek zorundadır; çünkü oraya öncelikle casuslar göndermek zorundadır
(silahlı inceleme), sonra belki de en uç noktalara binmelidir ( yoketmek için yapılan savaş). Öyleyse
yahudi halkı şüpheyi tanır ve fazla güçlü olamamaktan çekinir, ama Musa da şüphe eden ve böyle bir
ekin açınlamasınm üzerine geri çekilir. Ve Josue savaşı üstüne alır, Musa değil. Ve son olarak, Kant
gibi konuşmak gerekirse, savaşın savaş makinasıyla ilişkisi zorunludur, fakat aynı zamanda
«sentetiktir» denilecektir (Sentez için Yahova lâzımdır).
Öyleyse savaş sorunu, sırasıyla geri itilir ve devlet aygıtı-savaş makinası ilişkisine boyun eğer.
Öncelikle savaş yapanlar devletler değillerdir: Şüphesiz, savaş herhangi bir şiddet olarak, doğanın
evrenselliğinde bulunan bir görüngü değildir. Fakat savaş devletlerin asıl hedefi değildir, olan aslmda
bunun tam tersidir. En eski devletlerin savaş makinalarına sahip olmadıkları görülür ve baskı
bekinmeler üzerine kurulur (bu polis
151
ve gardiyanları içerir). Kuvvetli oldukları halde eski devletlerin ani yokolmalarınm tuhaf nedenleri
içinden, göçebe veya dışarıdan gelen bir savaş makinası-nın işe karışmasının varolduğunun tahmini
yapılabilir; bu göçebe savaş makinası eski devletlere karşı çıkar ve onları yokeder. Fakat devlet olayı
hemen anlayıve-rir. Evrensel tarih açısından en büyük sorulardan biri şu olacaktır: Devlet nasıl savaş
makinasmı kendine edinecektir, yani ondan amaçlarına ve galibiyetine ve ölçülerine uygun bir şey
meydana getirecektir? (aske-/rî kurum, veya ordu adı savaş makinasınm kendisi değil, ordunun devlet
tarafından edinildiği şekle verilen addır). Böyle bir şeyin paradoks dolu karakterini yakalamak için
savın tümünü gözden geçirmek gerekecektir:
1) Savaş makinası ilk hedefi savaş bile olmayan, ona sadece ikinci hedefi ek veya sentetik olan, yani
karşısına çıkan şehirleri ve devlet-biçimlerini yoket-mek, yıkmak için belirlendiği anlamda,
göçebelerin bir icadıdır.
2) Devlet savaş makinasını kendine edindiği zaman, bu savaş makinası işlevini ve doğasmı
değiştirir,-çünkü artık göçebelere ve devleti yıkmaya uğraşanlara karşı yön alacak veya devletler arası
ilişkileri, bir devletin diğer bir devleti yıkmaya çalıştığı ve ona amaçlarını kabul ettirmeye çalıştığı gibi
tanımlayacaktır,-
3) Ama, işte, savaş makinasının tam devlet tarafından edinildiği sırada, savaş makinası savaşı ilk ve
dolaysız hedef olarak almaya başlar ve «analitik» bir nesne halinde gözükmeye başlar (ve savaş harbi
(savaşma) bir hedef olarak almaya yönelir). Kısaca, devlet aygıtı savaş makinasınm kendine edinmeye
başla-
152
dığmdan itibaren, savaş makinası savaşı hedeflemeye başlar ve savaş devletin amaçlarına boyun eğer.
Bu el koyma (kendine edinme) işlemi tarihî olarak o kadar çeşitlidir ki, birçok sorun arasında ayrım
yapmak gerekir. Birincisi işlemin olanaklılığmı içerir: İşte savaşm, savaş makinası için ek nesne veya
göçebe savaş makinasmm sentetiği olduğundan dolayı savaş onun kendisi için kararsızlıkla karşılaşır
ve devlet aygıtı tersine savaşı ele geçirir ve böylece savaş makina-sını göçebelere karşı çevirir.
Göçebenin kararsızlığı daima efsanevî bir şekilde sunulmuştur: Katedilen ve^ feth edilen toprakları ne
yapmalı? Onları çöle, bozkıra veya otlaklara mı terketmeli? Yahut dolaysız olarak onları kullanmaya
yetkin devlet aygıtına mı bırakmak, isterse bunlar uzun bir süre sonra, bu aygıtın yeni hanedanları
haline gelseler bile? Vadesi aşağı yukarı uzun vadeli, çünkü, örneğin Cengiz Han'a bağlı olanlar işgal
edilen imparatorluklarla kısmî olarak bütünleşirken, uzun zaman dayanmışlardır ve İmparatorluk
merkezlerine boyun eğen bozkırlar boyunca tüm bir kaygan mekanı ellerinde tutabilmişlerdir. Bu Pax
Mongolica'nın harikası olmuştur. Geriye devlet aygıtı tarafından savaş makinasına el koyusun en güçlü
etkenlerinden biri, feih edilen İmparatorluklarla göçebelerin bütünleşmesi kalmıştır: Göçebelerin boyun
eğdikleri kaçınılmaz tehlike. Ama başka bir tehlike daha vardır, bu da savaş makinasını ele geçirdiği
sırada devleti tehdit eden tehlikedir (Tüm devletler bu tehlikenin ağırlığını ve bu el koymanm
beraberinde getirdiklerini hissederler). Timurlenk en uç örnek olacaktır, o Cengiz Han'ın takipçisi
değil, onun tam karşıtı olmuştur: Göçebelere karşı dönen muhteşem savaş makinasını kuran
Timurlenk'tir, ama oradan bu makin anm elde edilişinin boş biçimmiş gibi varolan, ya-
153
rarsız ve bir o kadar da ağır devlet aygıtmı dikmek zorunda kalan yine Timurlenk'tir (98). Savaş
makinasını göçebelere karşı çevirmek en azmdan devlete, göçebelerin devletlere karşı çevirdikleri
savaş makinasmda olduğu kadar bir tehlike teşkil edebilir, ikinci tip bir sorun savaş makinasımn ele
geçirilişinin somut koşullarını içerir: Aynı topraktan olanlar mı paralı askerler mi? Meslekten ordu mu
veya askerlik yoklaması ordusu mu? Özel güçler mi veya millî askere alma mı? Bu formüllerin
hepsinin aynı değeri olmadığı gibi, ayrıca aralarında her türlü bileşim de mümkündür. En geçerli veya
en genel ayrım belki de şu olacaktır : sadece savaş* makinasımn «gruplaşması» mı veya daha doğru
söylemek gerekirse «ele geçirilmesi» mi söz konusudur? Savaş makinasımn devlet aygıtı tarafından
kapılması aslında iki yoldan olur, savaşçı toplumu hi-yerarşik gruplara ayırmak (dışarıdan gelen veya
içeriden ortaya çıkan) veyahut tersine tüm sivil topluma ait kurallara göre oluşturmak. Ve orada da bir
formülden diğerine geçme ve bağlama... Üçüncü tip sorun elde etme şekillerini içerir. Bu bakımdan,
devlet aygıtının esas görüşlerine bağlı değişik verileri dikkate almak gerekir : alan, emek veya kamu
işleri, vergi geliri konuları. Askeri bir kurumun veya ordunun ortaya çıkması, zorunlu olarak savaş
makinasımn alanlaşma-sını verir, yani çok çeşitli şekillere bürünebilen iç veya «sömürgeci» toprakların
insanı. Ama vergi rejimleri, bu arada, hem hizmetlerin doğasını hem de ordunun kendi bakımını
sağlamak için, tersine, tüm toplumun veya bir kısmının boyun eğdiği sivil vergi çeşidini belirlerler. Ve
bu arada devletin bayındırlık işleri
(98) Timurlenk ve Cengiz Han'ın esas ayrımları için Bkz. Rene Gro usset, L'Empîre des steppes
(Bozkır İmparatorlukları), Payot Yayınlan, s. 495-496.
154
bölümü, ordunun belirli bir rol oynamakla kalmadığı, ama hem de kaleleriyle, stratejik iletişimleriyle,
lojistik yapısıyla, sanayii altyapısıyla vb. (bu şekillerde mühendislerin işlemleri ve rolleri) bir rol
oynadığı «alanın yeniden düzenlenmesinin» işlemine göre yeniden örgütlenmedir (99).
Bu savın tümünü Clausewitz'in formülüyle karşılaştırmamıza izin verilsin: «Savaş, siyaset ilişkilerinin
başka şekillerdeki sürekliliğidir». Öğeleri birbirlerine bağlı yatay tarihî, tarihî, kuramsal ve pratik bir
bütünden ortaya çıkan bu formül bilinmektedir:
1) Mutlak savaş, kayıtsız şartsız deneyde verilmeyen fikir olarak savaşın salt bir kavramı vardır
(sosyal, ekonomik veya siyasî olarak incelemeksizin ve başka bir tanımı olmadığı varsayılan düşmanı
yenmek veya «yoketmek»).
2) Veri olanlar, devletin amaçlarına boyun eğmiş olan gerçek savaşlardır, devletin amaçları mutlak
savaşa nazaran iyi veya kötü «ileticidirler», ve her ne olursa olsun bunun gerçekleşmesini
denemelerde şart haline tetirirler;
3) Hakikî savaşlar iki kutub arasında oynarlar, bunlann her ikisi de devletin siyasetine bağlıdır : topyekûn
savaşa dek gidebilen yoketme savaşı (yoketme
(99) Bkz. Antik Dünyada Vergi ve Ordular (Armees et fîscalîte dans le monde Antîque), Editions
C.N.R.S.: Bu kollokyum özellikle vergi durumunu, ama diğerlerini unutmamak üzere, incelemektedir.
Askerlere veya ailelere toprak dağıtımı sorunu bütün devletlerde vardır ve bunun önemli bîr rolü
içerdiği bilinir. Özel bir şekilde, feodalitede bu malikanenin ana birimi olacaktır. Ama daha o zaman
tüm dünyada «sahte malikanelerin» temeli olmuştur ve özellikle Yunan uygarlığında Cleros ve
Clerouquie'nin sahte-malikaneîeri. Bkz. Claire Preux, L'âconomie royaie des Lagîdes (Lagit'lerde
Kraliyet İktisadı), Bruxelles, s. 463.
155
bu amaçları taşır ve ilerleyerek kayıtsız şartsız teriminden uçlara dek yakınlaşmaya meyillidirler; sınırlı
savaş «daha az» değildir, ama sınırlanan koşullara daha yakın olarak yaklaşır ve sadece «ordunun
gözetiminin» basitliğine kadar gidebilir») (100).
İlk olarak, fikirsel olarak Clausewitz'in ölçütlerinden başka ölçütlerin olanağı sayesinde hakikî savaşlarla;
mutlak savaş ayrımı, bize çok önemliymiş gibi gözükmektedir; salt fikir düşmanın soyut bir
şekilde yok edilmesi olmayacak, fakat nesnesi savaş olmayan bir savaş makinasının fikri olacaktır ve
bu savaşla ek veya gizil bir şekilde sentetik bir ilişki saklayacaktır. Öyle ki, göçebe savaş makinası,
Clausewitz'de olduğu gibi, bize hakikî savaşlar arasından biri olarak gözükmeyecek, tersine fikre
uygun bir içerik, kendine has nesneleriyle nomos'un mekanı ve kompozisyonuyla fikrin icadı
olacaktır. Halbuki, bu bir fikirdir ve salt fikir kavramını elde tutmak gerekir, isterse bu savaş makinası
göçebelerce gerçekleştirilsin. Aslında fikir olarak, soyut olarak güncel olmayan ve gerçek bir şey
olan göçebelerdir ve bu bir çok nedenden dolayı: İlk olarak, çünkü görmüş olduğumuz gibi, olguda
göçebeliğin verileri göçmenliğin, yola değgin olanın, kavramın arılığını pek bozmayan ama daima
karışık veya cinslerin bileşimi olan nesneleri oraya sokan yolculuğun verileriyle karışır; bunlar daha o
zamandan beri savaş makinası üzerinde hareket etmektedirler. İkinci olarak, hatta kavramın aralığında
bile olsa, göçebe savaş makinası zorunlu olarak devlet-biçimine, bu biçimi yıkmaya karşı olarak
gelişen ve icat edilen, savaş-
(100) Clausewitz, De la güerre, (Savaşa Dair) özellikle VII. kitap. Ve bu uç savm Raymond Aron
tarafından yorumu: Penser la guerre Cla-usewıtz, !. cilt, özellikle 'niçin ikinci cins savaşlar', s. 139.
156
la ek olacak sentetik bir ilişkiyi gerçekleştirir. Ama daha doğrusu kendi tarafında devletin savaş
makina-suıı kendine edinme fırsatını ve bu tersyüz edilmiş ma-kinannı dolaysız nesnesi savaşla
çarpışma imkânını bulmadan (buradan göçebenin devletle bütünleşmesi daha başından, devlete karşı
verilen mücadeleden beri, göçebeliği kateden bir vektör olarak ortaya çıkar) bu sentetik bağı veya ek
nesneyi gerçekleştiremez.
Sorun, demek ki savaşın ortaya çıkarılmasından çok, savaş makinasının ele geçirilmesidir. Devlet savaş
makinasını ele geçirdiği zaman onu kendi «siyasî» emellerine bağlı kılar ve ona savaş denilen dolaysız
nesneyi sunar. Üç bakış açısı bakımından devletleri gelişmeye zorlayan da aynı tarihî meyildir: Kastlaşma
biçimlerini tam manasıyla ele geçirme biçimlerine çevirmek, sınırlı savaşı topyekûn savaş biçimine
çevirmek ve amaçla nesnenin arasındaki ilişkiyi değiştirmek. Halbuki devletin savaşmı topyekûn
savaşa dönüştüren faktörler kapitalizme sıkı sıkıya bağlıdır: Söz konusu olan sabit sermayenin
yatırımını, araç-gereç-lerle sanayiye ve savaş ekonomisine sokup, değişken sermayenin yatırımınıysa
ahlâkî ve fizikî «hem savaşı yapan, hem de savaşa maruz kalan» halk haline getirmektir (101). Aslmda
topyekûn savaş sadece yoketme savaşı değildir, fakat yoketme merkez olarak düşman
(101) Ludendorff (Topyekûn Savaş), IFIammarion. Savaşta «iç politikaya» ve «halka» gittikçe daha
fazla önem veren gelişmeyi dikkate alır; halbuki Clausewitz daha hâlâ ordulara ve dış politikaya önem
vermekteydi: Clausevvitz'in bazı metinlerine karşın bu eleştiri genelde gerçektir. Hatta bunlar iç
politikadan ve halktan Ludendorffun anlayışından bambaşka bir anlam çıkarsalar da, bu eleştiriyi
Lenin'de ve bazı marksîstlerde görmek mümkündür. Bazı yazarlar derinlemesine proletaryanın askerîkökünü
ve özellikle sanayide olduğu kadar denizcilikte gösterdiler: Bunun için bkz. P. Virilio, Vitesse
et polîtique, s. 50-51; 86-87.
157
devleti veya düşman orduyu almakla kalmayıp, tüm halkı ve ekonomisini aldığında ortaya çıkar. Bu
ikili yatırımın sadece belli, sınırlı savaşa ait koşullarda oluşması kapitalist eğilimin topyekûn savaşı
geliştirmesini dayanılmaz kılan karakteridir (102). Topyekûn savaşın devletin siyasi emellerine boyun
eğdiği ve devlet aygıtı tarafından savaş makinasmın ele geçirilmesini en yüksek derecedeki koşullarda
geliştirdiği, öyleyse, doğru olacaktır. Ama aynı zamanda ele geçirilen savaş makinasmın amacı
topyekûn savaş olduğu zaman ve bu düzeydeki bir bütünün tüm koşullarda amaç ve sonuç çelişkisine
kadar gidebilen yeni ilişkilere girdikleri de doğrudur. Clausewitz'in bazen devletlerin siyasi amaçlarla
şartlanmış savaşın topyekûn savaş olduğunu, bazense kayıtsız şartsız savaş fikrini gerçekleştirmeye
doğru gittiğini gösterdiği zaman ki, tereddüt buradan kaynaklanmaktadır, aslında sonuç tamamen
siyasidir ve devlet tarafından bu şekilde belirlenmiştir, ama amacın kendisi sınırsız olur, Ele geçirme
işleminin ters döndüğü veya ona karşıt olabilen ve karşıt olarak kalabilen kısımlardan başka bir şey
olmayan savaş makinasmı yeniden oluşturanın ve onu serbest bırakmaya çalışanların devletler olduğu
söylenecektir. Bir bakıma, devletlerden «meydana gelen» bu dünyasal savaş makinası ardarda iki figür
sunar.-Önce faşizminkini ki, o kendisinden başka hiç bir amacı olmayan sınırsız bir savaş eylemini
oluşturur, faşizm taslaktan başka bir şey değildir ve faşizm-sonra-
(102) J.U. Nef'in gösterdiği gibi, «sınırlı savaşın büyük döneminde (1640-1740) «topyekûn savaşı»
belirlemesi gereken yatırım, birikim ve yoğunlaşma görüngüleri ortaya çıkarlar: Bkz. La guerre et le
progres humaın (Savaş ve Beşerî İlerleme), Ed. Alsatia, Napolyon savaş kod-Jarı topyekûn savaşın
öğelerini hızlandıran bir dönüm noktasıdır, iletişim, yatırım, taşımacılık, seferberlik vb.
158
sı figürü hayatta kalabilmenin veya terörün barışı olarak kendisine dolaysızcasına barışı nesne olarak
alan bir savaş makinasının figürüdür. Şimdi savaş makina-sı denetlemeyi, toprağı çepeçevre sarmayı
arzulayan bir kaygan mekanı yeniden düzenler. Topyekûn savaşın kendisi ondan daha korku verici bir
barış biçimine doğru gidilerek, aşılmıştır. Savaş makinası kendisi üzerine neticeyi, dünyasal düzeni
alıp, yüklenir ve devlet artık bu yeni makina tarafından ele geçirilen araçlar veya nesnelerden başka bir
şey değildir. İşte burada Clausewitz'in formülü ters dönmektedir, çünkü siyasöt savaşın başka
amaçlarla bir devamını oluşturur diyebilmek için, şu ya da bu anlamda sözcükler ağıza alınabilirmiş
gibi sözcükleri ters çevirmek yeterli değildir; gerçek harekete göre devletlerin savaş makinasmı ele
geçirip, kendi amaçları için kullandıklarında, neticeyi yüklenen, devletleri yeniden ele geçiren ve
gittikçe siyasi işlevleri kabullenen savaş maki-nasını yeniden ortaya çıkaran devletlerin gerçek eylemlerini
izlemek gerekir (103). Şüphesiz bugünkü durum ümitsizdir. Dünyasal savaş makinasının tıpkı
bir bilim-kurgu anlatımında olduğu gibi, gittikçe kuvvetlenen bir şekilde kurulduğunu gördük; faşist
ölümden daha korku verici olabilen bir barışı kendine nesne olarak sunduğunu gördük. En korkunç
yerel savaşları kendi parçalanymış gibi canlandırdığını veya canlı kıldığım gördük; kendine ne yeni bir
devleti, ne de başka bir rejimi yeni bir düşman tipi olarak seçtiğini, ama «herhangi birinin bu yeni
düşman» olabileceğini gördük; iki defa değil bir kez gafil avlanabilen kontr-ge-
(103) Bu faşizmin «aşılması» için ve topyekûn savaş için ve Clause-vvitz'in formülünün ters
çevrilmesinin yeni noktası üzerine, Vriîio'nur* bütün çözümlemelerine bkz. L'insĞcurite du temtoîre
(Alanın Güvensizliği), Özellikle I. bölüm.
159
rillanm öğelerini yücelttiğini gördük... Buna rağmen devletin veya dünyanın savaş makinasmm
koşullarım, yani sabit sermaye (materyal ve zenginlikler) ve insanî değişken sermayeyi, beklenmedik
karşı çıkışların olanaklarını, devrimci, halkçı, azınlıkçı, değişinimci makinalan belirleyen beklenmedik
insiyatifleri yeniden yaratır dururlar. Herhangi bir düşmanm tanımı bunun şahididir... «çok biçimli,
yönlendirici ve daima hazır (..) iktisadî, siyasî, törel, bozguncu düzenin vb...» çağırılmayan maddî
baltalayıcı veya çok şekle bürüne-biîen insanî Kaçak (104). Önemli olan ilk kuramsal öğe olan savaş
makinasmm çok değişik anlam taşımasıdır ve aslmda savaş makînasının savaşla son derece değişik
bağları vardır. Savaş makinası tek biçimde tanımlanamaz ve yükselen güçlerin niceliğinden çok başka
şeyleri içermektedir. Savaş makinasının iki ayrı kutbunu tanımlamaya çalıştık : birincisine göre savaş
makinası savaşı nesne olarak alır ve onu evrenin en uç sınırlarına dek uzatabilen yıkım çizgisini
biçimlendirir. Halbuki burada alındığı her biçimde, sınırlı savaş, topyekûn savaş, dünyasal
örgütlenmede, savaş makinasının öngördüğü tözü temsil etmez, ama yalnızca, kuvveti ne olursa olsun,
devletlerin bu dünyasal parçaları elan düzeni dünyanın ufkuymuş gibi fırlatıp atsa da, bu makinayı ele
geçiren devletlerin tüm şartlarını temsil eder. Savaş makinası en ufak «niceliklerle» kendine nesne
olarak savaşı değil, ama yaratıcı kaçış çizgisinin izini ve bu kaygan mekanın kompozisyonunu
aldığında diğer kutub bize topyekûnmuş gibi gözükür. Bu ikinci kutbu izleyerek, savaş bu makinayla
(104) Guy Brosseiet, Essai sur la non-batailîe, s. 15-16. Beiitseİ kavram olan «herhangi bir düşman»
polis ve hukuk alanının, uluslararası hukukun, millî savunmanın resmî veya gayrı-resmî metinlerinden
daha şimdiden özümlenmiştir.
160
rastlaşır, ama devlete karşı ve devletler tarafından ifade edilen dünyasal belite karşı yönelen ek ve
sentetik nesnesiyle de karşılaşır.
Göçebelerde böyle bir savaş makinasınm icadını bulduğumuzu sandık. Ama bu savaş makinası daha
başından beri onu diğer kutupla birleştiren iki taraflı olarak sunulup, diğer kutba doğru yönelse de bu
sadece onun bu şekilde icad edilmiş olduğunu tarihî olarak göstermenin endişesi yüzündendir. Fakat
töze uygun olarak gizli olanlar göçebeler değildir: Artistik, bilimsel, «ideolojik» bir eylem belki de bir
dayanıklılık planı, yani yaratıcı bir kaçış çizgisini, kaygan bir yer değiştirme mekanını bir filomla
bağıntılı olarak çizdiği ölçüde gizil bir savaş makinası olabilir. Bu karakterler bütününü tamamlayan
göçebe değildir. Bu bütün savaş makiııasmın tözünü tanımladığı sırada, göçebeyi tanımlayandır. Eğer
gerilla, azınlıkların savaşları, halk savaşları ve devrimci mücadeleler bu töze uygunsalar, savaşı, tözü
sadece «ek» olduğundan çok daha gerekli bir nesne olarak almalarından dolayıdır: En azından organik
olmayan yeni sosyal ilişkiler olsa bile aynı anda başka bir şey yaratmak koşuluyla savaş yapabilirler.
Bu iki kutub arasında, hatta ve özellikle ölüm açısından büyük bir fark vardır: Yıkım çizgisinde dönüp
duran veyahut yaratıcı kaçış çizgisi; parça parça olsa da, oluşan veyahut egemenlik ve örgütlenme planında
dönen dayanıklılık planı ister iki çizgi veya iki plan arasındaki iletişini olsun, isterse herbiri
diğeriyle beslenedursun, diğerinden birşeyleri ödünç alsın daima göze çarpan şudur: Toprağı kapamak
ve çevrelemek için en kötü dünyasal savaş makinası kaygan bir mekanı yeniden oluşturur. Ama toprak
kendine has yersizyurdsuzlaşma kuvvetlerine, kaçış çizgilerine, yeni bir toprak için yollarını kazan ve
yaşayan kaygan
Savaş Makinası - F. 11
161
mekanlara değer kazandırır. Soru niceliklerinki değil, ama iki kutba göre, iki çeşit savaş makinasmda
çarpışan niceliklerin açılamayan karakterlerinin sorusudur. Makinayı ele geçiren ve savaştan kendine iş
alanını oluşturur.
ve nesne oluşturan aygıtlara karşı savaş makinaları oluşurlar: Egemenlik veya kapma aygıtlarının
büyük kesişmelerine karşı savaş makinaları zincirlemelere önem verirler.
162
GILLES DELEUZE FELIX GUATTARI KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ 2
BİN YAYLA
Kapma Aygıtı
Bu kitapta yine Dumezil'in tezlerinden yola çıkan Deleuze ve Guattari eski Hint-Avrupa
mitologialarında, eski Yunan şehir devîet-toplum ilişkilerini devletin «kapma» aygıtı açısından incelerler.
Hep iki kutupluluk vardır ve herşey ikisinin arasında geçer. Manc'cı «AsyagiU formasyonu
yeniden gündemdedir. Devlet an-îambilimsel olarak imleyeni ve üst-kodlayam oluşturur. Makina-sal
bir hizmetçileştirme sistem! geçerlidir. Tarihi evrimcilik sorgulanır. Devleti yapan üretim biçimi
değildir, tersine devlet üretimden bir biçim oluşturur. Devlet yazı sayesinde varolmaz; söz sayesinde,
dil sayesinde varolur. Kendi kendine yeterlilik, bağımsızlık, otarşi, ilkel komünlerin önceden varlığı,
etnologların düşünden başka bir şey değildir. Çünkü komünler, as* hnda, devletle birlikte vardır. Bu
yüzden ekonomik bir evrimcilik olanaksızdır: «Avcı-hayvan yetiştirici-tanmcı-sanayici» bir evrimin
kollarını oluşturmazlar.
Tüm bu tartışmalar sosyal tarihe yeni bir boyut kazandırmakta ve yeni eleştirilere açılmaktadırlar.
GILLES DELEUZE CLAIRE PARNET DİYALOGLAR
Diyaloglar Debuze'ün Claire Parnet ile gerçekleştidiği anonim bir yazıdır.
İkili olarak düşüncenin nasıl ileriye götürüldüğünü gösteren bu kitapta diyalog iki kişi arasında
sahtedir. Deleuze Parnet'yî, Fou-cault'yu, Guatrari'yî ve diğer dostlarını, Parnet Deleuze'ü anlatırken
yazarlar ortadan kalkarlar. Diyalog iki kişî arasında değil, çizgiler arasında, bölümler arasında yahut
kısımlar arasındadır. Belleği kaybetmek: bloklar ortaya çıkarmak gerekir Bloklar anonimdir. Her
zaman şimdiki zamanda işev görür, bellek geçmişe değil, şimdiki zamana aittir. Bu bir oluştur Tarih
unutulur, oluşlarım sorunu coğrafyadır. Bir devrîmci-oluş, devrimin geçmişi veya geleceğinden daha
önemlidir. Eir kadm-oluş veya bir hayvan-oluş cinsiyetlerin ve türlerin farkından çok daha önemlidir...
KAPİTALİZM VE ŞİZOFRENİ 1
GÖÇEBEBİLİMİ İNCELEMESİ: SAVAŞ MAKİNASI GILLES DELEUZE FELIX GUATTARI
Göçebebilimi İncelemesi'nde Deleuze ve Guattarı devletlerin bir evrim sonucu ortaya çıkmadıklarını,
onların zaten başından beri varolduklarını (Ur Devleti) ve bunun yanında devlete karşı olan toplumların
da devletsiz toplumlar olduklarını belirtirler Göçebenin hızı ve noolojisi, devletlerin ideolojilerine ve
ağırlıklarına karşı konulur Aslında göçebeler devletli toplumlardan geri olmadıkları gibi, ayrı bir
işlevleri, örgütlenme biçimlen vardır Devletin kamusal reklamına karşı göçebelerin gizlen, devletin ise
savaş makınasını ele geçirdikten sonra ondan oluşturduğu polisleri, ordusu ve iktidarı vardır Bunlar
dışarıdan olan savaş makınasından bir ıçerıdenlık oluştururlar Devlet egemenlik demektir ve savaş
makınasını içme aldığı olçude hukum sürebilir Devlet ideolojisini yüklenen kamu profesörlerine karşı
nooloji özel düşünürlerin eylemidir Kierkegaard, Nietzsche "bozkır veya çöllerde" otururlar Onlar
"dışarısının düşüncesini1 ortaya çıkarırlar, Foucault'nun Maurıce Blanchot için söylemiş olduğu gibi
Düşünceden bir savaş makınası ortaya çıkarmak budur Burada düşünce bir vampir gibidir, onun ne
imgesi, ne modeli, ne de yapılacak bir kopyası vardır Bu düşünce devletin "purtuklu mekanına" karşı
'kaygan mekanın" oluşturulmasıdır Oluşlar, çokluklar, koksap, yersızyurdsuzlaşma, herbırı birer şiddet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder