IRÈNE MÉLIKOFF ÜSTÜNE
Melikoff, sonradan anne ve babasından duyduğu bir kaçış
hikâyesini, sanki kendisi de gönnüş gibi heyecanla anlatır.
Rusya’da Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği gündür, Bolşevikler
iktidara
gelmişleıdir, tarih, eski Rus takvimine göre 25 Ekim - 7 Kasım 1917. Yalnız bir halkın değil, insanlık tarihinin de dönüm noktalanndan, Stefan Zweig’ın deyimiyle «yıldızın parladığı an»lardan biri. Söylemeğe gerek yok: Bir ana-baba günü. Aynı gün, Petrograd’da, petrol kraUanndan baba Melikoff un 40 odalı konağında, bir kız dünyaya gelmiştir: Annesi gibi güzel, Slav sanşını tombul bir bebek. Adım Irène koyarlar yavrunun; geleceğin ünlü Türkologu Irène Melikofftur bu.
Server Tanilli
gelmişleıdir, tarih, eski Rus takvimine göre 25 Ekim - 7 Kasım 1917. Yalnız bir halkın değil, insanlık tarihinin de dönüm noktalanndan, Stefan Zweig’ın deyimiyle «yıldızın parladığı an»lardan biri. Söylemeğe gerek yok: Bir ana-baba günü. Aynı gün, Petrograd’da, petrol kraUanndan baba Melikoff un 40 odalı konağında, bir kız dünyaya gelmiştir: Annesi gibi güzel, Slav sanşını tombul bir bebek. Adım Irène koyarlar yavrunun; geleceğin ünlü Türkologu Irène Melikofftur bu.
Ne var ki, ailenin hemen o gün Rusya’yı tericetmesi gerekmektedir,
babamn kararıdır bu. Bir Bolşevik komiserin
kapıya dayanması, tutuklayıp götünnesi ve sonra da «egemen
sınıfin adamlanndan biri» olarak sorgusuz-sualsiz yok olup
gitmesi işten değildir. Bebek, farkında değildir tehlikenin; ama
ana ve baba faikındadır. Önce ana, lohusa haliyle yavrusunu
alır, kaşla-göz arasında Neva’yı bir kayıkla aşıp karşıya, Finlandiya’ya
geçer, onlan hemen arkalanndan baba izler.
Fırtınadan canlannı kurtarmış, Rusya’dan çıkmışlardır,
çıkış o çıkıştır.
Aile, 1919’da Fransa’ya gelerek, kesin olarak Paris’e
yerieşir. Baba, ufak çapta ticarî uğraşlar bulur kendine. Baleye
karşı büyük bir yeteneği olan, ama bunun yaşama geçirilişine
evliliğin hep engel olarak dikildiği anne, Irène’e bir erkek
kardeş verecek ve çocuklannın eğitimine vakfedecektir kendisini.
Irène, ilk ve ortaöğrenimini Paris’te yapar. Aile «cultivé»
bir aile olduğundan, yetişmesi için hemen hemen bütün
koşullar hazırdır. İngiliz mürebbiyesi vardır; İngilizce ilk dili
olur. Evde Rusça konuşulduğundan, onu öğrenmek için ayn
bir çabaya gerek yoktur. Okulda ve çevrede konuşma dili,
doğallıkla Fransızcadır. Baba Azerî olduğundan, eve gelip
giden ahbaplarından Azerî Türkçesine aşinalık başlar.
Irène, Paris’te liseyi bitirdikten sonra, yüksek tahsilini,
Paris Edebiyat Fakültesi’nde (Soıbonne) tamamlar. Aym zamanda,
Paris’te Ecole Nationale des Langues Orientales Vivantes’in
Türkçe ve Farsça bölümünden mezun olur. Ünlü bocalan
vardır: Türkçeyi Jean Deny ile Adnan Adıvar’dan
öğrenir, Farsçayı Henri Massé’den elde eder; Qaude Cahen’le
Louis Massignon da bocalan arasındadırlar.
Önce Sorboıme’daki Ecole Pratique des Hautes Etudes’den
Umur Paşa Destanı adlı çalışmasıyla diploma alır.
Onu izleyen ¡a Geste de Melik Danişmend adım taşıyan teziyle
edebiyat doktoru ünvanım kazanır. Böylece, uzmanhk
yaşamı başlar. Kendisini Türkolojiye yönelten nedenler vardır:
Ailesi bakımından küçük yaşından beri Doğu ile teması
olmuştur; babası, Azerî edebiyatımn yanı sıra Fars edebiyatım
da çok iyi bildiğinden, kütüphanesinde bu konuda yığınla
kitap bulunuyordu. Örneğin 14 yaşında Hafız Divanı'm
babasımn kütüphanesinde bulur ve okur, Ömer Hayyam ve
Sadî Şirazi için de öyle olur. Kendisini Doğu dünyasına
«initié» eden önce bunlar olmuştur; bir de, babasımn güzel sesiyle
söylediği Azerî türküleriyle, çok zengin Kafkasya
hatıralan...
18 yaşında Halide Edib’in Ateşten Gömleklim okur; bu
kitap Atatürk’e karşı bir büyük bir hayranlığa götürür kendisini.
Bunlar gibi, yüksek tahsilini yaparken hocaları olan
özellikle Jean Deny ile Louis Massignon ve Henri Massé’nin de, meslek yaşamının ana çizgilerinin çizilmesinde büyük rolleri
olur. Tüık dilinin derinliğini ve yetkinliğini Jean
Deny’den öğrenirken, Louis Massignon da, kendisini Sûfîliğe
çeker. Meslek yaşamının gelişmesinde, başka ünlü kişilerin
etki ve yardımlannı görecektir: Bunlar arasında Salih Zeki
Aktay’ı, Ömer Lütfı Barkan’ı. Faik Reşit Unat’ı, Fuat
Köprülü’yü özellikle zikretmeli. Barkandan bahsederken,
«onun ölümü yalnız kültür dünyası için değil, benim için de
büyük boşluk oldu» der; Bektaşîliğe ve Alevîliğe merakını
uyandıran da, başta Fuat Köprülü olmuştur.
Melikoff, bilimsel incelemelerine, Tüık «epik» edebiyatı
ile başlar ve giderek Türk-lslâm bâtınî edebiyatında derinleşir.
Kendisini bâtınî edebiyata çeken Abu MüsUmname olur. Bu
konuda, Abu Müslim, le «Porte-Hache» du Khorassan dans la
tradion épique turco-iranienne adlı bir kitap yazar ki, meslek
hayatında pek önemli olduğunu söyleyecektir.
1969 yılı, Melikoffun yaşamında bir büyük dönüm noktası
olur: O yıl, Bektaşîlik üzerinde araştırmalarda bulunuricen
Alevî dünyası ile karşılaşır. Bir «révolution»dur bu onun için,
«manevî bir uyanış» da diyebiliriz; çünkü, bütün yaşamına
olduğu gibi, fikrî yaşamına da yeni bir yön verir bu. İşte, o tarihten
başlıyarak, çalışmalannda temel konusu, Bektaşîlik,
Alevîlik ve Kızılbaşlık olacaktır.
Ünlü Divan şairinin:
Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin
beytindeki evrene ve insana olan o derin bakış açısına, daha önceden zaten varmış bulunuyordu. Bu kez, Hilmi Dede Baba
gibi:
Aynayı tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme
diyecektir.
Zengin bir bibliyografya doğacaktır bu duygulanıştan ve
bu çalışmalardan. Melikoff'un, örneğin «ruh göçü»ne inanmak
gibi, kimi hétéredoxe inançlarında da bu konular etkili olacaktır.
Fransa’da özellikle Bianchi ve Paret de Courteille gibi
araştırıcılarla başlayan Türkoloji çalışmaları, Jean Deny ile
doruğuna varmıştır. Jean Deny’den sonra gelen ilk kuşak,
yine ünlü Fransız Tüıkologlanm içine alır: Bir Louis Bazin,
bir Rotert Mantran, ilk akla gelen adlar arasındadır. Fransız
Türkolojisine bugünkü zengin boyutlarını kazandırırlar, işte
bu kuşağın öğrencileri olacaktır.
Irène Melikoif da, bu kuşağın saygın adları arasında.
MélikofFun Türkolojiye katkıları, 1968 yılında Strasbourg
Türk Etüdleri Enstitüsü’nün direktörlüğüne atanmasından
sonra daha başka boyutlar kazanır. Daha önce, kurulmuş bulunan
bu enstitünün, Fransa’nın, giderek dünyanın en saygın
fikir ocaklarından biri haline gelişi, Melikoffla başlar. Enstitü,
pek önemli kollogların toplandığı bir yer olur ki, bunlardan
üçü, 1980 yılındaki Türkiye’nin İktisadî ve Sosyal Tarihi
Kongresi’nin yanı sıra, 1984 yılındaki Azerbaycan kültürü ile,
1986 yılındaki Bektaşîlik ve Alevîlik kollogları, unutulmaz
artılar bırakırlar arkalarında. Ancak Melikoffun en büyük
eserlerinden biri, hiç kuşkusuz Turcica'dır, 1970 tarihinde
kurduğu bu dergi, enstitünün bir yayın organı olarak o tarihten
beri yayınlanmaktadır ve Türkolojinin -dünya çapındaki birkaç
yayın organından biridir.
İrene Melikoff, 1986 tarihinden beri emekli. Bilim adamı
için, emeklilik, sadece idari birtakım sonuçlar doğuruyor,
bilim yolunda uğraşa ise bir kesinti gelmiyor.
Melikoff için de bu böyle.
Çekildiği köşesinde, yine eskisi gibi çalışıyor. Kolloglara
katılıyor, ömründen uzun yıllarını verdiği Enstitüsü'ne zaman
zaman gelip konferanslar veriyor. Hayatiyetinden ve heyecanından
hiçbir şey kaybetmiş değil.
Çevresi, bugün de eskisi gibi dostlarıyla dolu; yalnız kalmaktan
değil, yalnız kalamamaktan şikâyetçi.
Aşırı bir sevgiye dönüşen bağlılıkları oldu Melikoffun:
Türkiye’ye ve Azerbaycan’a olanlar başında geliyor bunların.
Kültürlerini ve insanlarını yakından tanıdığı bu iki ülkeye yolculukları,
bugün de bir sevinç kaynağı onun için; denebilirse,
terk edemeyeceği bir «esrar» tutkusu. Bir başka bağlılığı da
torunlanna: 1940’ta, mümtaz bir Türk ailesinin, ünlü matematikçi
Salih Zeki’nin gelini olmuştu; bu evlilikten olan üç
kızından, nur topu gibi torunlan var şimdi; onlar da ayn bir
zevk kaynağı Melikoffun.
Özel yaşaımndaki merakları da, olanca canhhğıyla
sürüyor. Onlardan biri, kedileridir; hep iki tanedirler, aristokrat
ya da mitolojik adlar taşırlar ve üzerlerine toz kondurulmaz.
Bir ikincisi, belki her kadının hoşlandığı, ama Melikoffun
imgeleminde daha da allanıp pullanan, yaşamın tuzubiberi
olan tatlı dedikodular; bu konudaki zengin arşivinde
hemen her dostunun bir dosyası vardır; kimi hafif, kimi
kabarık dosyalar. Ashnda dostlarına olan sevecenliğinin ve ilgisinin
birer işaretidirler bunlar. Yaşamı tatlı ve sıcak yanlarıyla
yakalayıp, hoşa gider kılmak ve engin bir hoşgörü ile bakmak
dünyaya: Melikoff’un felsefesi bu özetle. Tıpkı Muallim
Naci’nin söylediği gibi:
İhtilaftııyla uğraşmakta dehrin zevk yok
Zevk anın mirsad-ı ibretten temaşasındadır
ÖNSÖZ
BİR ARAŞTIRMANIN DOĞUŞU
Bilimsel, çalışmalarımın ilk yıllan epik Türk edebiyatının
incelenmesine hasr edilmiştir. Kahramanlık menkabelerini sevmekteydim
ve bu tutku iledir ki, Umur Paşa, Emir Aydın,
sonra Melik Dânişmend ve nihayet Horasan teberdarı Ebû
Müslim üzerine eğildim.
Bu sonuncusu, geleneğe göre, Gazneli Mahmud’un
çevresinden bir anlatıcının düzenlediği, olağanüştü’nün,
doğaüstü’ne ve mistik-öğenin çatılışına karıştığı, kendisine bir
kutsallık veren menkabesi ile; araştırmalarımda bir yön
değişmesine sebep oldu.
Melik Dânişmend menkabesinde.
Umur Paşa’nınkinde olduğu gibi, cihâd amacı öndedir. Gazâ
coşkusu, sade ve içten bir imana dayanmaktadır. Ebû
Müslim'in menkabesinde ise araştırıcıyı, yücelişin ufuklarına
doğru götüren mistik bir soluma vardı.
Nitekim, kitabımı yazarken derin bir heyecana
kapıldığımı itiraf etmeliyim. Bitirdiğimde tek bir arzum vardı:
Ebû Müslim Menkabesinin verniş olduğu hazzı bir daha
yaşamak.
Bu umutla, menkabeye giriş niteliğinde bulunan, bir
başka metni, «Menâkıb-ı Maktel-i Hüseyn»'i Hüseyn’in
öldürülüşünün hikâyesini, incelemeye başladım.
Büyük bir şaşkınlıkla, önceki metnin verdiği tadı alamayacağımı
fark ettim. Sonra da sebebini anladım: İranlılarda
Hüseyn’in şehâdeti, bir kendini feda ediş, bir «rédemption» niteliğine,
İslâm öncesi İran edebiyatında da görülen bir
bağışlanma fidyesi kavrayışına bürünürken, bu anlayış Türk
düşünüşünde yer almamaktadır. Onlar için, Kerbelâ faciası,
bir son değil, bir talihsizlik, öcü alınması gereken bir yeniliştir.
Hüseyn’in haksız yere öldürülüşünün öcünü de Ebû
Müslim alacaktır. Bu sebepledir ki, Türklerde Kerbelâ’mn asıl
kahramanı Hüseyn değil, Ebû Müslim olmaktadır.
Fakat, «Menâkıb-ı Maktel-i Hüseyn»de anlamı gözümden
kaçıran, üstü-örtülü, tasavvufi bir dil olduğunu da fark ettim.
Bu örtülülüğün anahtarının, cemaat-dışı, «hétérodoxe» Türk
İslâmlığında ve öncelikle Bektaşîlerde bulacağımı sezerek,
araştırmalarımı o yana yöneltmeye karar verdim.
Mükemmel bir tiyatro eseri olan «Hallâc-ı Mansur» oyununu
Fransızcaya çevirerek Fransız radyosunda temsil ettirdiğim
bir dostun, Salih Zeki Aktay’ın aracılığı ile İstanbul’da
bir Bektaşî evine girebildim. Ancak, bu ilk denemem yararlı
olmadı: Çağrının gizliliğini anlamadım. Daha içten bir
başlangıç bekleyerek, amacımı açıkça belirttim. Baba'nın zevcesi,
beni tekrar görüşmeye beklediğini söyledi. Ciddiye
alınmamış olmaktan kırgın, bu daveti yerine getirmedim.
Bununla birlikte, hatamı oldukça çabuk anladım. Eve
yalnız gitmemiştim ve ev sahiplerim rahat hareket edememişlerdi.
Hatam yüzünden, şüphesiz benim için çok kıymetli
bir kapıyı, kendime kapatmıştım.
Birkaç gün sonra, bir «Hacı Bektaş Gecesi» ilanı gördüm.
Gitmeye karar verdim. Arkadaşlarımdan benimle birlikte gelmelerini
istedim. Görmeye alışkın olmadığım bir kalabalığın bulunduğu toplantı yerinin önüne geldiğimizde, arkadaşlarım,
alçak sesle konuşmaya başladılar. «Biz buraya giremeyiz,
bunlar Alevî» dediklerini işittim. Cesaretim kırılabilirdi, Fakat
bir önceki düş kırıklığı, beni ister istemez, gözüpek yapmıştı.
«Korkuyorsanız, ben yalnız gideceğim!» dediğinii duydum.
Ve böylece, hemen birinci sırada, gecenin düzenleyicisinin
yanında yer buldum.
O gün, bir çeyrek yüzyıldır süren bir yolculuğun
başlangıcı oldu.
Bir hafta sonra, ilk kez, Hacı Bektaş’ın türbesini ziyaret ediyordum. Sonra bilmediğim bir dünyayı keşfettim: Alevî âşıkların dünyasını. Yaşamımda iz bırakmış bir günü anımsıyorum. Hacı Bektaş'ı ziyaretimin ertesi günü, olağanüstü bas sesi olan bir âşık'a rastladım. Bu, cezbeye yakın ikinci bir halde nefesler söyleyen -fakat ben bunu çok sonra anlayacaktım- Feyzullah Çınar’dı. Kendisinden, bir gün önce Hacı Bektaş’ta dinlediğim bir nefes'i okumasını istedim: «Sen Allah'ın arslanısın yâ Ali!»
Feyzullah, omuzlannı silkti ve bana, «Yâ Ali, Allah'ın kendisidir.» diyerek Derviş Ali’nin bir nefesini okudu: «Men Ali'den gayrı Tanrı bilmezem!» Bu nefes bende, yıldırım çarpma etkisi yarattı. Duygularımı altüst etti. Böyle bir sözün mümkün olduğunu asla düşünmemiştim.
1969 Eylülü idi. Türkiye’ye ilk kez, yeni evlendiğimde, 1941'de gelmiştim. Sonra birçok yılım Türkiye’de geçti. Daha sonra da, her yıl ziyaret ettiğim bu ülkeyi çok iyi bildiğimi sanıyordum ve işte, resmî Türkiye’yi ayrı bir çizgide yaşayan, bilinmeyen bir Türkiye keşfediyordum. Her ne kadar, Sünnî bilinen bir ülkede, aşırı Şiî inançlarla birden karşılaşmış olmak, beni çok şaşırtmış bulunsa da, bunu, hemen ardından, bu inanışların Bektaşî-Alevîlerin asıl ayınrıcı nitelikleri olmadığını fark etmem izledi.
Bu, kökeni göçebe bir ulusun, ata inançlarına, yüzyıllar içinde katılmış, kalıntı bir öğe idi. Yine ardından, atalarının yaşam tarzına hâlâ bağlı öbür Orta-Asya Türk topluluklarında olduğu gibi, göçebe aşiret cemiyetlerinde görülen bir inançlar mozayiğinin, bir din «senkretizmi»nin, Bektaşî-Alevîliğin temel bir vasfını oluşturduğunu, onlar için. ayrı bir dinî saygı konusu olan Ali’nin de, gerçekte, eski Türklerin Gök-Tengri'sinden başkası olmadığını faik ettim.
Üstelik, aynı hususları, Türkmenistan’daki Türkmen aşiretleri inceleyen Rus bilgin Vladimir Basilov’un incelemelerinde de gördüm? Bir Kırgız akademisyen ile -Profesör Bioubina Oruzbayeva-, yakın zamanlarda bir gezi sırasında, bütün bir gece, Kırgızların ve bilhassa İslâmlaşmamış Kırgızların dinî inançlarından söz etme fırsatını bulduk; her ne şekilde olursa olsun, Kırgızların dininin farklı kökenli öğeleri bir araya toplayan bir «senkretik din» olduğunu, o da doğruladı. Bu kitapta toplanan makalelerde kanıtlamaya çalıştığım gibi, aynı olgu, Bektaşî-Alevî inançları da belirlemektedir. Bir çeyrek yüzyıldan beri, hiç ara venneden, yeni öğeler buldukça, adım adım ilerledim. Araştırma alanı tamamiyle aydınlanmış olmaktan uzaktır, yapılacak birçok keşif vardır. Öncelikle de, Anadolulu olguların, öbür Orta Asya topluluklarınınki ile karşılaştırılmaları gerekmektedir. Uzun ve titiz bir çalışma olacağı anlaşılabilir bu çaba olmaksızın, ortak bir esere girişilemez.
1986 Temmuz'unda, Strasbourg Üniversitesi "nde düzenlenen «Congrès sur Hadji Bektach et les groupes se réclamant de lui» (Hacı Bektaş ve ona bağlı zümreler kongresi) sırasında, katılanlara gösterilen bir Ayin-i Cem dolayısıyla, bir Türk dost bana, «Şu gördüğünüz şeye inanıyor musunuz?» diye sordu. Kendisine, «Ben bir araştırmacıyım,» diyerek yanıt verdim, «benim rolüm inanmak değil, gözlemek ve anlamaya çalışmaktır.» Bununla birlikte, incelemem sırasında, beni kollarım açarak kabul eden, bana büyük bir konukseverlik gösteren ve çekinmeden bana kalplerini açan bu insanlarla uzun ilişkilerimin, beni onlara ilgisiz bırakmayacağı açıktır. Onlar, her şeyden önce, bana, Anadolulu insanı tanımayı ve sevmeyi öğrettiler. Onların yaşamı, onların gelenekleri ile bütünleşerek dost ülkelerinde kendimi rahat hissedebildim. Manevî açıdan da, Bektaşî-Alevîlerle yakınlığım, ruh ufkumu genişletti; iyilik, yardım ve hoşgörünün hâlâ yaşam bulabildiği dinlerüstü genişliklere yükselmemi sağladı. Bektaşîlerin hoşgörülü düşüncelerini, felsefelerini, insancılıklarını ve insanlıklarını sevdim. Onlarla görüşmek benim için zenginleştirici oldu ve bundan dolayı da kendilerine minnettarım.
Bir hafta sonra, ilk kez, Hacı Bektaş’ın türbesini ziyaret ediyordum. Sonra bilmediğim bir dünyayı keşfettim: Alevî âşıkların dünyasını. Yaşamımda iz bırakmış bir günü anımsıyorum. Hacı Bektaş'ı ziyaretimin ertesi günü, olağanüstü bas sesi olan bir âşık'a rastladım. Bu, cezbeye yakın ikinci bir halde nefesler söyleyen -fakat ben bunu çok sonra anlayacaktım- Feyzullah Çınar’dı. Kendisinden, bir gün önce Hacı Bektaş’ta dinlediğim bir nefes'i okumasını istedim: «Sen Allah'ın arslanısın yâ Ali!»
Feyzullah, omuzlannı silkti ve bana, «Yâ Ali, Allah'ın kendisidir.» diyerek Derviş Ali’nin bir nefesini okudu: «Men Ali'den gayrı Tanrı bilmezem!» Bu nefes bende, yıldırım çarpma etkisi yarattı. Duygularımı altüst etti. Böyle bir sözün mümkün olduğunu asla düşünmemiştim.
1969 Eylülü idi. Türkiye’ye ilk kez, yeni evlendiğimde, 1941'de gelmiştim. Sonra birçok yılım Türkiye’de geçti. Daha sonra da, her yıl ziyaret ettiğim bu ülkeyi çok iyi bildiğimi sanıyordum ve işte, resmî Türkiye’yi ayrı bir çizgide yaşayan, bilinmeyen bir Türkiye keşfediyordum. Her ne kadar, Sünnî bilinen bir ülkede, aşırı Şiî inançlarla birden karşılaşmış olmak, beni çok şaşırtmış bulunsa da, bunu, hemen ardından, bu inanışların Bektaşî-Alevîlerin asıl ayınrıcı nitelikleri olmadığını fark etmem izledi.
Bu, kökeni göçebe bir ulusun, ata inançlarına, yüzyıllar içinde katılmış, kalıntı bir öğe idi. Yine ardından, atalarının yaşam tarzına hâlâ bağlı öbür Orta-Asya Türk topluluklarında olduğu gibi, göçebe aşiret cemiyetlerinde görülen bir inançlar mozayiğinin, bir din «senkretizmi»nin, Bektaşî-Alevîliğin temel bir vasfını oluşturduğunu, onlar için. ayrı bir dinî saygı konusu olan Ali’nin de, gerçekte, eski Türklerin Gök-Tengri'sinden başkası olmadığını faik ettim.
Üstelik, aynı hususları, Türkmenistan’daki Türkmen aşiretleri inceleyen Rus bilgin Vladimir Basilov’un incelemelerinde de gördüm? Bir Kırgız akademisyen ile -Profesör Bioubina Oruzbayeva-, yakın zamanlarda bir gezi sırasında, bütün bir gece, Kırgızların ve bilhassa İslâmlaşmamış Kırgızların dinî inançlarından söz etme fırsatını bulduk; her ne şekilde olursa olsun, Kırgızların dininin farklı kökenli öğeleri bir araya toplayan bir «senkretik din» olduğunu, o da doğruladı. Bu kitapta toplanan makalelerde kanıtlamaya çalıştığım gibi, aynı olgu, Bektaşî-Alevî inançları da belirlemektedir. Bir çeyrek yüzyıldan beri, hiç ara venneden, yeni öğeler buldukça, adım adım ilerledim. Araştırma alanı tamamiyle aydınlanmış olmaktan uzaktır, yapılacak birçok keşif vardır. Öncelikle de, Anadolulu olguların, öbür Orta Asya topluluklarınınki ile karşılaştırılmaları gerekmektedir. Uzun ve titiz bir çalışma olacağı anlaşılabilir bu çaba olmaksızın, ortak bir esere girişilemez.
1986 Temmuz'unda, Strasbourg Üniversitesi "nde düzenlenen «Congrès sur Hadji Bektach et les groupes se réclamant de lui» (Hacı Bektaş ve ona bağlı zümreler kongresi) sırasında, katılanlara gösterilen bir Ayin-i Cem dolayısıyla, bir Türk dost bana, «Şu gördüğünüz şeye inanıyor musunuz?» diye sordu. Kendisine, «Ben bir araştırmacıyım,» diyerek yanıt verdim, «benim rolüm inanmak değil, gözlemek ve anlamaya çalışmaktır.» Bununla birlikte, incelemem sırasında, beni kollarım açarak kabul eden, bana büyük bir konukseverlik gösteren ve çekinmeden bana kalplerini açan bu insanlarla uzun ilişkilerimin, beni onlara ilgisiz bırakmayacağı açıktır. Onlar, her şeyden önce, bana, Anadolulu insanı tanımayı ve sevmeyi öğrettiler. Onların yaşamı, onların gelenekleri ile bütünleşerek dost ülkelerinde kendimi rahat hissedebildim. Manevî açıdan da, Bektaşî-Alevîlerle yakınlığım, ruh ufkumu genişletti; iyilik, yardım ve hoşgörünün hâlâ yaşam bulabildiği dinlerüstü genişliklere yükselmemi sağladı. Bektaşîlerin hoşgörülü düşüncelerini, felsefelerini, insancılıklarını ve insanlıklarını sevdim. Onlarla görüşmek benim için zenginleştirici oldu ve bundan dolayı da kendilerine minnettarım.
Irène MÉLIKOFF
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder