Bir keresinde Sait Faik'in Kıskançlık öyküsündeki Fadime'yi ele alışı, konuya yaklaşımı ve kullandığı dil ile Yakup Kadri'nin Yaban romanındaki Emine'ye olan yaklaşımını karşılaştırmak istemiştim, facebook'ta canlı yayın yaptığım sıralar. İki yazarın yaklaşımı arasında ürkütücü bir fark vardı. Ama Sait Faik'in hikâyesinde geçen birkaç kelime üzerine konuşurken bir saat geçivermişti, yarım kalmıştı konuya giremeden. Bir daha da sırası gelmemişti. İstek Serhan Erbek adlı akademisyene ait bir makaleyi * okurken rastladığım aşağıdaki satırlar o yarım bıraktığım konuyu hatırlattı bana.
"Kolonyalizmin söylemini inşa ettiği bir başka noktaysa kadın bedenidir. Kolonyal devletler yağmalayacakları kıtaları sürekli olarak kadın bedeni üzerinden tarif ettiler. Azgın, koca memeli o toprakların artık bir erkeğe ihtiyacı vardır. Bu da beyaz erkeklerin medeniyeti olacaktır. Oluşturulan bu söylem sömürgeleştirilen topraklarda karşılaşacağımız yüz binlerce tecavüzün ve infazın habercisi olur. Sömürge toplumlarındaki bu durum yerli kadını, yerli erkekten farklı olarak daha fazla kolonyal ideolojiye maruz bırakır. Yerli kadın hem cinsiyeti hem etnik kimliğiyle şiddete daha fazla maruz kalır. Bu düşünce biçimi yerli kadını, Doğulu vahşi erkekten kurtarılmayı bekleyen bir kadın imgesi olarak gösterir. Fakat kolonyal beyaz ideoloji, hiçbir zaman onunla birlikte bir yaşamı paylaşma gayreti içine girmez. Yerli kadın, şehvet düşkünü ve vajinasına sperm doldurulması gereken bir kadın portresi olarak çizilirken öte yandan da iğrenilen, hastalık taşıyan, küçümsenen, değersiz bir insan olarak görülür."
Jean Genet'in Zenciler adlı oyunu ile ilgili makalede yazar, tam olarak benim iki yerli yazar arasında gördüğüm farkı Jean Genet üzerinden çok daha derin ve genel çerçevede ve sinir ucunu yakalayarak ele almış. SUBE'nin (Sömürgeci uygar beyaz erkek) davranışını yönlendiren alçak zihniyetini ortaya koyuyor. Kolonyal faaliyetlerin zihniyetini ortaya koyan bu parça bana göre halktan kendini yalıtmış sömürge aydını için de geçerlidir, hatta sömürgeciden daha acımasız ve irrasyoneldir bu ağzı açık ayran budalası.
Yazının başında söz ettiğim iki metinde benzer iki konumlanma vardır. Yakup Kadri'nin Yaban'ında da Sait Faik'in Kıskançlık öyküsünde de köye yerleşen ya da oraya yerleşmek zorunda kalan aydın söz konusudur ve her iki aydının oradaki köylüye yaklaşımını görürüz. Ayrıca her ikisinde de söz konusu aydın'ın oradaki köylü bir kadınla ilişkisi ve bu ilişkiyi değerlendirme biçimini buluruz.
Sair Faik'in Kıskançlık'ında köylü tarafından sevilen, bu nedenle de köyden bir kızla evlendirilmek istenen öğretmen sonunda kendinden çok küçük 17 yaşındaki Fadime'yle evlenir. Bunda biraz arkadaş ihtiyacının ve epeyce de çocuk sahibi olma isteğinin payı vardır. Ama bu kararın yanlış olduğunu anlamakta gecikmez.
"Fakat sonraları düşünüp taşındım. Fadime’yi kendime eş bulamadım. Kendi kendime sana arkadaş lazım, kadının ne lüzumu vardı ki. Başkalarının çocuklarını sevmesini bildikten sonra kendi çocuğun olsun diye heveslenmekliğin budalalığından geliyor."
Sair Faik'in Kıskançlık'ında köylü tarafından sevilen, bu nedenle de köyden bir kızla evlendirilmek istenen öğretmen sonunda kendinden çok küçük 17 yaşındaki Fadime'yle evlenir. Bunda biraz arkadaş ihtiyacının ve epeyce de çocuk sahibi olma isteğinin payı vardır. Ama bu kararın yanlış olduğunu anlamakta gecikmez.
"Fakat sonraları düşünüp taşındım. Fadime’yi kendime eş bulamadım. Kendi kendime sana arkadaş lazım, kadının ne lüzumu vardı ki. Başkalarının çocuklarını sevmesini bildikten sonra kendi çocuğun olsun diye heveslenmekliğin budalalığından geliyor."
Evlenmiştir ama sonuç olarak Fadime'den kendine arkadaş çıkmayacağı gibi eş çıkmayacağının da farkındadır. Muallim, bir akşam kahve dönüşünde evin bahçesindeki otların arasından gelen sesleri fark eder, köyün genç çobanı Hüsrev'in sesini ayırt eder. Yaklaşınca Fadime'yle Hüsrev'in el ele oturmakta olduklarını fark eder.
"Yaprakları ayırarak yaklaştım. Hüsrev, Fadime’nin elini tutmuştu. Beni görünce çekmedi."
"Yaprakları ayırarak yaklaştım. Hüsrev, Fadime’nin elini tutmuştu. Beni görünce çekmedi."
Muallim buna sinirlenmez, kızmaz, esmez, gürlemez. Neredeyse mahcup bir şekilde doğal bulur bunu.
Onları görünce “17 yaşında bir erkek çocuk on yedi yaşında bir kız çocuğunun elini tutarsa, 35 yaşındaki erkek, 17 yaşındaki kızın kocası da olsa şaşmamalıdır.” diye geçer aklından.
Muallim onlara yaklaşır ve “Merhaba oğul, Fadime nasılsın?” der. Sait Faik'in hikâyesi şu cümlelerle son bulur:
Onları görünce “17 yaşında bir erkek çocuk on yedi yaşında bir kız çocuğunun elini tutarsa, 35 yaşındaki erkek, 17 yaşındaki kızın kocası da olsa şaşmamalıdır.” diye geçer aklından.
Muallim onlara yaklaşır ve “Merhaba oğul, Fadime nasılsın?” der. Sait Faik'in hikâyesi şu cümlelerle son bulur:
Koçu biraz sevdim, yürüdüm. İçim ezikti, yüreğimde bir bulantı vardı. Buna rağmen yaprakların arasında konuşmalarına devam eden iki mahlukun cümbüşünden aldığım bir buruk lezzetle, ıslık çalarak kitaplarımın arasına atıldım.
Fadime, neden sonra, odaya ayak parmaklarının ucuna basarak girdi. Kınalı ellerini ovuşturarak:
“Yemek hazır, ağa” dedi.
“Hiç iştahım yok Fadimecik, sen otur ye, ben yatarken kendim bir şeyler bulur , yerim” dedim.
-------
Sait Faik, öyle güzel anlatır ki ne yargılayıcıdır ne şiddet vardır ne namus ve ahlak sorgulaması... Ayrıca muallim hem oğlana hem Fadime'ye şefkatle yaklaşır. Zaten hikâyenin başından itibaren muallimin köyü ve köylüyü yargıladığına hiç şahit olmayız. Bütünleşmiştir ahaliyle.
Yakup Kadri'nin Yaban romanındaki Ahmet Celal ise sakat bir yüzbaşı gazisi olarak emir erinin köyüne yerleşir. Direkt konumuzu ilgilendiren kısma değinirsek köyde Emine adlı bir kızı görür. Ama böyle ilkel bir yerde bu kız öyle güzeldir ki onu iğrenç köylü erkeklerle bir arada düşünmeye bile tahammül edemez. Öte yandan kendisi de onunla evlenmeyi aklından geçirmez, Emine'yi layık görmez kendine. Ama Emine emir eri Mehmet Ali'nin o iğrenç görünüşlü kardeşi İsmail'le mi evlenecektir?
"Nasıl yaptı? Buna nasıl muvaffak oldu? Bir taze dişi, bu erkek kurusuna, daha on yedisine varmadan dişleri dökülmüş, yüzü buruşmuş bu garip tabiat yaratığına nasıl tahammül edebilir?
Karanlığın içinden Emine'nin beyaz dişleri iki sır sedef taneleri gibi parlıyor. Bunlar, İsmail'in mi olacak? Narin ve alımlı, endamlı, bir körpe söğüt dalı gibi üzerimde salınıyor. İsmail'in bütün vücudu, bir tırtıl gibi bu dala mı tırmanacak?"
Köylü İsmail'le köylü Emine'nin evlenmesini gayritabii bulur Ahmet Celal. Kendisi gibi bir kıymet, her şeyin sahibi olmaya hazır bir adam varken bu bücür İsmail de kim oluyordur!
"Kendi kendime bunu söylemekle beraber, gene gözüme uyku girmiyor. Hey Allah'ım, Emine'yi İsmail'den kıskanıyorum. Ben Celal Paşa'nın oğlu Ahmet, emirerim Mehmet Ali'nin kardeşi bücür İsmail'i kıskanıyorum. Boğazını sıkıp öldüresiye kıskanıyorum."
....
Ama bir yandan da Emine'yi kendisine layık görmemektedir tıpkı o kolonyalistlerin yerli kadınları evlenilecek ve hayat arkadaşı olunabilecek birer varlık olmaktan ziyade kendileri gibi uygar efendilerin penislerinin tadına bakabildikleri için kendilerini şanslı saymaları gerektiğine inanmaları gibi.
"Emine, İsmail'den vaz geçip benim olsa, onu önce bir iyi yıkardım. Sonra, vücudunun bütün çizgilerini bozan o kat kat esvaplarını çıkarıp şu ocakta yakardım. Fakat alamod bir İstanbul kızı haline sokmak için mi? Hayır, hayır... Kızıl parıltılı saçlarını iki kalın örgü yapıp arkasına salıverirdim. Ona, yakası daima açık ve yenleri bol bir bürümcek gömlek giydirirdim. Belden aşağı inen, kasıktan bağlı ve bileklerinden büzmeli bir şalvar yaptırırdım. Tıpkı, büyük
ninelerimizinki gibi uçları işlemeli uçkurunu şöyle ortadan bir kocaman düğümle aşağıya doğru sarkıtırdım. Ve onu konuşmaktan menederdim. Yalnız, sık sık gülmesine ve hayreti, öfkeyi, inadı, şuhluğu ifade eder nidalar koyuvermesine izin verirdim. Yemeğimi, o pişirsin, hizmetime o baksın isterdim."
....
Lakin; her ne türlü olursa olsun; Emine'yi almak fikri aklımdan çıkmadı. Evimde yalnız kalınca, hele geceleri yatağımdayken, bundan daha kolay, daha akla yakın bir tasavvur görmüyorum. Fakat, dışarıya çıkıp da bunu gerçekleştirmek isterken, daha ilk adımda işin bütün garabetini seziyorum. Her ne tarafından baksam, gülünç, manasız, gayritabii buluyorum.
Sait Faik, öyle güzel anlatır ki ne yargılayıcıdır ne şiddet vardır ne namus ve ahlak sorgulaması... Ayrıca muallim hem oğlana hem Fadime'ye şefkatle yaklaşır. Zaten hikâyenin başından itibaren muallimin köyü ve köylüyü yargıladığına hiç şahit olmayız. Bütünleşmiştir ahaliyle.
Yakup Kadri'nin Yaban romanındaki Ahmet Celal ise sakat bir yüzbaşı gazisi olarak emir erinin köyüne yerleşir. Direkt konumuzu ilgilendiren kısma değinirsek köyde Emine adlı bir kızı görür. Ama böyle ilkel bir yerde bu kız öyle güzeldir ki onu iğrenç köylü erkeklerle bir arada düşünmeye bile tahammül edemez. Öte yandan kendisi de onunla evlenmeyi aklından geçirmez, Emine'yi layık görmez kendine. Ama Emine emir eri Mehmet Ali'nin o iğrenç görünüşlü kardeşi İsmail'le mi evlenecektir?
"Nasıl yaptı? Buna nasıl muvaffak oldu? Bir taze dişi, bu erkek kurusuna, daha on yedisine varmadan dişleri dökülmüş, yüzü buruşmuş bu garip tabiat yaratığına nasıl tahammül edebilir?
Karanlığın içinden Emine'nin beyaz dişleri iki sır sedef taneleri gibi parlıyor. Bunlar, İsmail'in mi olacak? Narin ve alımlı, endamlı, bir körpe söğüt dalı gibi üzerimde salınıyor. İsmail'in bütün vücudu, bir tırtıl gibi bu dala mı tırmanacak?"
Köylü İsmail'le köylü Emine'nin evlenmesini gayritabii bulur Ahmet Celal. Kendisi gibi bir kıymet, her şeyin sahibi olmaya hazır bir adam varken bu bücür İsmail de kim oluyordur!
"Kendi kendime bunu söylemekle beraber, gene gözüme uyku girmiyor. Hey Allah'ım, Emine'yi İsmail'den kıskanıyorum. Ben Celal Paşa'nın oğlu Ahmet, emirerim Mehmet Ali'nin kardeşi bücür İsmail'i kıskanıyorum. Boğazını sıkıp öldüresiye kıskanıyorum."
....
Ama bir yandan da Emine'yi kendisine layık görmemektedir tıpkı o kolonyalistlerin yerli kadınları evlenilecek ve hayat arkadaşı olunabilecek birer varlık olmaktan ziyade kendileri gibi uygar efendilerin penislerinin tadına bakabildikleri için kendilerini şanslı saymaları gerektiğine inanmaları gibi.
"Emine, İsmail'den vaz geçip benim olsa, onu önce bir iyi yıkardım. Sonra, vücudunun bütün çizgilerini bozan o kat kat esvaplarını çıkarıp şu ocakta yakardım. Fakat alamod bir İstanbul kızı haline sokmak için mi? Hayır, hayır... Kızıl parıltılı saçlarını iki kalın örgü yapıp arkasına salıverirdim. Ona, yakası daima açık ve yenleri bol bir bürümcek gömlek giydirirdim. Belden aşağı inen, kasıktan bağlı ve bileklerinden büzmeli bir şalvar yaptırırdım. Tıpkı, büyük
ninelerimizinki gibi uçları işlemeli uçkurunu şöyle ortadan bir kocaman düğümle aşağıya doğru sarkıtırdım. Ve onu konuşmaktan menederdim. Yalnız, sık sık gülmesine ve hayreti, öfkeyi, inadı, şuhluğu ifade eder nidalar koyuvermesine izin verirdim. Yemeğimi, o pişirsin, hizmetime o baksın isterdim."
....
Lakin; her ne türlü olursa olsun; Emine'yi almak fikri aklımdan çıkmadı. Evimde yalnız kalınca, hele geceleri yatağımdayken, bundan daha kolay, daha akla yakın bir tasavvur görmüyorum. Fakat, dışarıya çıkıp da bunu gerçekleştirmek isterken, daha ilk adımda işin bütün garabetini seziyorum. Her ne tarafından baksam, gülünç, manasız, gayritabii buluyorum.
Roman boyunca Yakup Kadri bize köylüleri kötüler, onların ne derece bayağı, görgüsüz, bencil ve daha ilginci çirkin olduklarını gösterir. Bir aydın olarak Ahmet Celal ise onlara her şeyin iyisini, doğrusunu, güzelini göstermeye çalışmış ama yine de onlar tarafından "Yaban" diye adlandırılmaktan kurtulamamıştır. Jakoben aydın Ahmet Celal, satır aralarını okuduğunuz zaman iğrenç bir sömürge zihniyeti içindedir ve kendisiyle bile yüzleşemez. Ahaliyi aşağılar sürekli. Ama bu sevgisiz ve samimiyetten yoksun hâlin bir kokusu vardır ve ahali bunu hemen alır. Emine de bunu hemen alır ve paşa çocuğu Ahmet Celal'le değil, çirkin görünümlü bücür İsmail'le evlenir.
* https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/418786
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder