Sınıf toplumsal bir ilişkidir. Temeline kadar inildiğinde, ekonomiyle alakalıdır. Üretici, dağıtıcı veya üretim araçlarının veya mahsullerinin sahibi olmakla alakalıdır. Bir kişinin hangi kategoriye ait olduğunun önemi yok, sınıf kimlikle alakalıdır.
Kimle bir tutabilirsin? Veya daha iyisi, Neyle bir tutabilirsin? Bizim her birimiz sosyo-ekonomik kategorilerin herhangi birisi içersine konulabiliriz. Fakat soru o değildir. İşiniz kimliğiniz mi? Ekonomik mevkiiniz mi?
Geri bir adım atalım. İktisat nedir? Benim sözlüğüm onu şu şekilde tanımlıyor : "üretim, dağıtım, ve malların ve hizmetlerin tüketim bilimi." Aşağı yukarı yeterli. Ekonomiler geçinmeyi ifa ederler. Yaşamın gerekliliklerine eşit olmayan bir ulaşımın olduğu, insanların bir diğerine (ve daha önemlisi, kurumlara) bağlı olduğu herhangi toplumda, ekonomi vardır.
Devrimcilerin ve reformistlerin amacı hemen hemen her zaman ekonominin yeniden düzenlenmesidir. Zenginlik yeniden dağıtılmalıdır. Kapitalist, komünist, sosyalist, Sendikalist, her ne ise, hepsi ekonomiyle alakalıdır. Neden? Çünkü üretim doğallaştırılmaktadır, bilim her zaman ekonomiyi anlayabilir, ve çalışma sadece gerekli bir kötülüktür.
Tanrıya itaatsizliği için Adem'in cezalandırıldığı Cennetten kovuluşa kadar geri gider. Protestan çalışma etiği ve işsiz amelelerin günahının ihbarıdır. Çalışmak insanlık için ana prensip olmaya başlar. Bu ekonominin tabiatındaki mesajdır.
Emek, "bütün insan varlıkları için başlangıç teşkil eden bir durumdur, ve bu gibi bir kapsamda, bir anlamda, insanın kendisini emeğin yarattığını söylemeliyiz." Bu Adam Smith'in veya Tanrının konuşması değil (en azından bu sefer), bu Frederick Engels.
Fakat bazı şeyler burada çok yanlış. Peki, Cennetin duvarlarının ötesindeki diğerleri?
Çiftçilerin ve İspanyol fetihçilerin çalışmadıkları için sadece tembel olarak gördükleri yabaniler?
Ekonomiler evrensel midir?
Tanımımıza geri göz atalım.
Ekonominin kritik anı üretimdir. Öyleyse eğer üretim evrensel değilse, demek ki ekonomi olamaz. Şansımız açık, değil mi. Cennetin duvarlarının, Babil'in duvarlarının, ve bahçelerin ötesindeki medeniyet görmemiş diğerleri: göçebe toplayıcı/avcılar, hiçbir şey üretmediler. Bir avcı vahşi hayvanları üretmez. Bir toplayıcı vahşi bitkileri üretmez. Onlar sadece avlanır ve toplarlar. Onların varoluşları vermek ve almaktır, fakat bu ekolojidir; ekonomi değil. Göçebe toplayıcı/avcı toplumlar içersindeki her kişi, kendi için gerekli olan ihtiyaçları elde etme kapasitesine sahiptir. Gerekli ihtiyaçları elde etme kapasitesine sahip olmadıkları durum, karşılıklı yardım ve sosyal bağlılığın konusudur, gücün değil. Eğer kendi yerlerinden hoşlanmadılarsa, onu değiştirirler. Bunu yapabilecek yetenektedirler ve pek ala yapmak için cesaretlendirilmişlerdir. Onların değişim şekilleri anti-ekonomiktir: genelleştirilmiş ticari mübadele usulü. Bu basit olarak, insanın bir diğerine her hangi bir zaman bir şey vermesi anlamına gelir. Kayıt yok, etiket yok, vergi yok ve işleyen ölçü veya değer sistemi yok. Diğerleri ile paylaş ve geri dönüşte onlar paylaşır.
Bu toplumlar aslında üretim, zenginlik, güç, ekonomi karşıtıdırlar. Basit olarak özlerinde eşitlikçilerdir : organik, esasi anarşi. Fakat bu, bizlerin nasıl ekonomik insanlar olduğumuzu söylemez. Çalışmak nasıl kimlik oldu. Uygarlığın yaptığının kökenlerine bakalım. Uygarlık üretime dayandırılmıştır. Üretimin ilk örneği artı değer üretimidir. Göçebe toplayıcı/avcılar, bir şeye ihtiyaç duyduklarında, ihtiyacı olduğu şeye sahipti. Hayvanları, böcekleri, ve bitkileri yediler. Toplayıcı/avcıların bir grubu yerleşik hayata geçtiğinde, sürekli olarak hayvanları avladılar ve bitkileri topladılar, fakat yemek için değil (en azından hemen olmadı).
Şimdiki küresel uygarlığımızın beşiği Mezopotamya'da, vahşi hububatların kapladığı geniş alanlar hasat edilebilirdi. Hububat, et ve çoğu vahşi bitkilerden farklı olarak, herhangi yoğun bir teknoloji olmadan depolanabilir. Toplananlar, büyük tahıl ambarları içersine konuldu. Fakat hububat mevsimsel olarak biçilmektedir. Nüfusları geliştikçe, serbestçe elde edilebilenlerden ziyade hububatlara bağımlı hale gelirler. Dağıtıma girelim. Tahıl ambarları, kendi hisselerini doldurmuş insanlara hissesini belirleme ve dağıtım görevi içindeki aile büyükleri veya elitler tarafından sahiplenildi. Bağımlılık uzlaşma anlamına gelir: bu evcilleşmenin merkezi öğesidir. Hububat depo edilmelidir. Tahıl ambarı sahipleri hububatı depo eder ve artmış sosyal statü için değişimlerde dağıtır. Sosyal statü cebri güç anlamına gelir. Bu, devletin nasıl ortaya çıktığıdır.
Diğer alanlar içersinde, Kanada içersindeki şimdiki Birleşmiş Devletlerin kuzeybatı sahili gibi, depo evleri hububatlardan ziyade kurutulmuş balık ile doldurulmuşlardı. Kraliyetler ve kuvvetli şeflikler kurulmuştu. Ortaya çıkan gücün bağımlıları depo evlerini dolduranlardı. Bu benzer ses vermelidir. Genişleyen ticaret ağları biçimlendirildi ve bitkilerin evcilleştirilmesi ve daha sonra hayvanların evcilleştirilmesi nüfusların genişlemesini takip etti.
Daha fazla hububat için ihtiyaç toplayıcıları çiftçilere dönüştürdü. Çiftçilerin daha fazla toprağa ihtiyacı olacaktı ve savaşlar sürdürüldü. Neferler askere çağırıldılar. Köleler ele geçirildiler. Göçebe toplayıcı/avcılar ve bahçecilikle uğraşanlar zorlandı ve öldürüldü. İnsanlar bunların hepsini yaptılar, şefleri ve kralları söylediği için değil, fakat ayrıca yaratılmış tanrıları söylediği için de. Rahipler, şefler ve krallar kadar olağanüstü tehlike halleri için önemlidirler. Bazı noktalarda, aynı pozisyondalardı, bazen değil. Fakat birbirlerini beslediler. Ekonomi, politika ve din her zaman bir sistem olmuştur. Bu günlerde bilim dinin yerini alır. Bu, neden Engels'in, emeğin kuyruksuz maymunlardan insanı yapan şey olduğunu söylemesindedir. Bilimsel olarak bu kolayca doğru olabilirdi. Tanrı, Adem ve Havva’nın torunlarını toprakta çalışmak için cezalandırdı. İkisi de sadece inanç meselesidir. Fakat inanç besleyen ellerden geldiğinde kolaylıkla olur. Ekonomiye bağlı olduğumuz uzunca süredir, bitkilerin ve hayvanların bize anlattığı, bedenimizin bize anlattığı şeye uzlaşacağız. Hiç kimse çalışmak istemez, fakat bu sadece olandır.
Öyleyse, bizler, uygarlığın tünel görüşü içinde görürüz. Ekonomi reform edilmeye ve tamamen değiştirilmeye ihtiyaç duyar. Üretimin mahsulleri yeniden dağıtılmaya gerek duyar.
Sınıf mücadelesine girelim.
Sınıf, uygarlık tarafından sunulan çeşitli ilişkilerden biridir. Çoğu kez, uygarlığın tarihinin sınıf mücadelesinin tarihi olduğu öne sürülmektedir. Fakat, ben daha farklı tartışacağım. Köylü ve kral arasındaki ilişkiler ve şef ve halk tabakasından olan bir kişi arasındaki ilişkiler kategorilerin bir grubuna indirgenemez. Bunu yaptığımızda, uygarlığın çeşitli görünüşlerinin beraberinde gelen farkları anlamazlıktan geliriz. Sadeleştirme hoş ve kolaydır, fakat eğer uygarlığın nasıl uyandığını anlamaya çalışıyorsak, onu yok edebiliriz. İnce ve önemli farkları anlamayı arzulayanlar olmalıyız. Gücün nasıl yaratıldığı, sürdürüldüğü ve üzerinde durulduğundan daha önemli ne olabilirdi? Bu, alt sınıfın seçkin sınıfa karşı olduğu gerçek direnişin değerini düşürmek için yapılmadı, ondan çok uzak. Fakat, sınıf ve sınıf bilincinin evrensel olduğunu söylemek önemli ayrıntıları anlamazlıktan gelir. Sınıf kapitalizme dairdir. Mutlak arabuluculuk ve uzmanlaşma üzerine temellenmiş küreselleşen sisteme dairdir. Ticari kapitalizm boyunca endüstriyel kapitalizm ve günümüzde modernite içersindeki feodal ilişkilerden meydana çıkmıştır. Proletarya, burjuva, köylü, küçük burjuva, bütün bunlar üretim ve dağıtım ilişkileri ile alakalı sosyal sınıflardır. Özellikle kapitalist toplumda, bu her şeydir. Bunların hepsi, endüstriyelizmin ana devreleri esnasından daha kolay anlaşılır olmayabilmektedir. Bir fabrikada çalıştın, sahiplendin veya dışarı çıkan şeyi sattın. Bu sınıf bilincinin en enerjik çağıydı çünkü onun hakkında bir soru yoktu. Proleteryalar aynı durum içersindeydi ve bildikleri çoğu parça için her zaman olacakları yerdeydi. Günlerini ve gecelerini fabrikalarda harcadılar, burjuvaların yüksek toplumunu koklamak için -fakat tatmak için değil- yeteri kadar yakınken.
Eğer Tanrıya, Smith'e veya Engels'e inandıysan, emek senin özündü. Seni o insan yaptı. Emeğinin senden çalınmış olması bütün suçların en kötüsü olmalıydı. İşçiler makineleri çalıştırdı ve onu ele geçirmek, kendi istekleri içersindeydi. Patronu başından defedip kurtulabilirlerdi ve yeni birisini veya işçi konseyini koyabilirlerdi.
Eğer üretimin gerekli olduğuna inandıysan, bu devrimciydi. Ve hatta daha fazlası da, çünkü bu tamamen mümkündü. Bazı insanlar onu denediler. Bazıları başarılıydılar. Çoğu değildi. Çoğu devrimciler onları yaratmış olan ideallerin başarısızlığıyla suçlandılar. Fakat herhangi bir yerde işçi sınıfı direnişi tahakküm ilişkilerini sona erdirdi mi. Neden basit: yanlış kapıyı çalıyorlardı. Kapitalizm tahakkümün bir şeklidir, onun kaynağı değil. Üretim ve endüstriyelizm uygarlığın parçalarıdır, daha yaşlı bir miras ve kapitalizmden daha köklü. Fakat soru gerçekten kimlik hakkındadır. Sınıf mücadelecileri üreticiler olarak kaderlerini kabul ettiler, fakat kötü durumun çoğunu yapmak için çabaladılar. Bu uygarlığın ihtiyacı olduğu bir kaderdir. Bu benim kabul etmeyeceğim bir kaderdir. Bu gezegenin kabul etmeyeceği bir kaderdir.
Sınıf mücadelesinin kaçınılmaz sonucu kısıtlandırıldı çünkü ekonomide kökleştirildi. Sınıf soysal bir ilişkidir, fakat kapitalist ekonomiye bağlanmıştır. Proleterler, emeklerini satan insanlar olarak tanımlandırıldılar. Proleter devrimi, emeğini geri almakla alakalıdır. Fakat ben Tanrının, Smith'in veya Engels'in mitlerini satın almıyorum. Çalışma ve üretim evrensel değildir ve uygarlık asıl problemdir.
Öğrenmemiz gereken şey, kendi sınıf ilişkilerimiz ve uygarlığın erken dönem ilişkileri arasındaki bağ, emeğini kim sattığına ve kimin aldığına dair değildir, fakat üretimin kendisinin varlığıyla alakalıdır. Bize karşı kullanılan gücün inşasında yaşamlarımızı harcamanın haklı çıkarıldığına inanmaya nasıl başladığımızla alakalıdır. Özgür varlıklardan, almayı arzu ettiğimiz uzlaşma olmuş işçiler ve askerler olarak yaşamlarımızı nasıl uzlaştırdığımızla alakalıdır. Uygarlığın maddi durumlarıyla ve onları haklı çıkarmakla alakalıdır, çünkü bu, uygarlığı anlamaya nasıl başlayacağımızdır. Öyleyse, tahakkümün zararlarının, bizlerin ve gezegen için neler olduğunu anlayabiliriz. Şöyle ki bir kere ve tamamen onu yok edebiliriz. Bu, uygarlığın anarko-primitivist eleştirisinin yapmaya teşebbüs ettiği şeydir. Uygarlığı anlamaya dairdir, nasıl yaratıldı ve sürdürüldü. Kapitalizm, uygarlığı ve ona nasıl saldıracağımızı anlamak için uç noktada önemli olan düzene direniş olarak uygarlığın ve sınıf mücadelesinin geç devresidir. Kapitalizme karşı direnişin zengin mirasları vardır. Kendi köküne geri giden güce karşı direnişin tarihinin diğer bir parçasıdır. Fakat bizler, başlı başına devre gibi herhangi bir devre almamaya dikkat etmeliyiz. Anti-kapitalist yaklaşımlar sadece şudur; anti-kapitalisttir. Uygarlık karşıtı değildir. Ekonominin belirli tipleriyle alakalıdır; ekonominin, üretimin ve endüstriyelizmin kendisi ile değil. Kapitalizmin anlayışı, onun ekolojik ve tarihsel olarak kökleştirildiği gibi şimdiye kadar sadece faydalı olmuştur.
Fakat kapitalizm, direnişin geçmiş yüzyılının ana hedefi olmuştur. Haddi zatında, sınıf mücadelesinin anlayışı görünüşte ileri gitmek için kolay değildir. Küresel kapitalizmin kökleri yaklaşık M.S 1500 yıllarına dayanmaktadır ve son 500 yılın teknolojik, endüstriyel ve yeşil devrimleri boyunca devam etmiştir. Teknolojideki yükseliş ile, şimdi sadece tek küresel uygarlığın olduğu bir noktaya kadar gezegene baştan başa yayılmıştır. Fakat kapitalizm hala evrensel değil. Eğer dünyayı sınıf mücadelesinin bir devresi olara görürsek, açıkça uygarlığa karşı duran direnişlerin cephelerini görmemezlikten geliyoruz. Bu, sınıf mücadelesinin tipik olarak önem vermemeyi savunduğu bir şeydir, fakat kimi taraftan iki ana problemin sadece biridir. Diğer problem, modernitenin inkarıdır.
Modernite geç kapitalizmin çehresidir. Bildiğimiz üzere küresel ekonomiyi mümkün yapmış teknolojik büyümenin ardı sıra son 50 yılın üzerinde yayılan çehresidir. Hiper-teknoloji ve hiper-uzmanlaşma tarafından tanımlanmaktadır. Cesaretle karşılayalım; kapitalistler ne yaptıklarını biliyorlar. I. Dünya Savaşına rehberlik eden süreçte ve II. Dünya Savaşı boyunca, proleterya devriminin tehlikesi galiba hiçbir zaman çok güçlü hissedilmedi. Her iki savaş da, kısmen bu devrimci ruhu kırmak için yapıldı.
Fakat orada bitmedi. Savaş sonrası dönemlerde, kapitalistler, başlıca yeniden yapılanmanın herhangi çeşidinin, sınıf bilincinin o seviyesine karşı çalışması gerektiğini bildi. Örgütlenme kabiliyetinin kırılması merkeziydi.
Küresel ekonomimiz, sadece ekonomik terimlerde değil, sosyal terimlerde anlam ifade etti. Sınıf bağlılığının somut gerçeklikleri sarsıldı. Daha önemlisi, küresel üretim ile birlikte, proleter devrimi kendisi için ihtiyacını sağlayamazdı ve besleyemezdi. Bu, bir iki isim saymak gerekirse, Rusya, Çin, Nikaragua ve Küba gibi sosyalist devrimlerin başarısızlığı için ana nedenlerden biriydi. Modernitenin yapısı sınıf karşıtı bilinçtir. Endüstriyelleşmiş uluslarda, çalışma gücünün çoğu hizmet sektörüne yönelmiştir. İnsanlar çok kolaylıkla mağazaların ve alışveriş merkezlerinin idaresini ele aldılar, fakat bu bizi nereye götürecek? Modern kapitalizmin çevresi ve özü dünyaya yayılmakta. Devrim küresel olmak zorundadır, fakat sonunda herhangi bir değişiklik gözükecek mi? Daha arzu edilebilir olacak mı?
Hemen hemen en temel ihtiyaçlarının tümünü temin eden endüstrileşmiş uluslarda, sınıf bilincinin gerçekliği son derece gerçektir. Fakat durum hayli benzer. Polisimiz var ve aynı çizgideyiz; onlarda askeri müdahaleler alışılmış bir gerçek. Devlet misillemelerinin tehdidi daha gerçek ve bu insanları çizgide tutan çekirdek devletlerin zoru öyle bir şeydir ki çoğumuz hayal bile edemeyiz. Ancak isyan başarılı olsa bile, mono-tarım alanları ve *sweatshop’lar ne kadar iyidir? Problem, üretimin yeniden yapılanmasıyla üstesinden gelinebileceğinden çok daha derindir. Fakat, endüstriyel uluslarca, problem daha derinlere gider. Modernitenin ruhu aşırı derecede ferdidir. Tek başına İnsan olma anlamına gelen her şeyi yok ediyor olmasına rağmen, bu karşı durduğumuz şeydir. Tesadüf kapitalizm gibi: her birimizin beklenmedik bir gelire erişmesinin mümkün olduğuna inanırız. Bizler sadece bir numara için bakınıyoruz. Mutluluktan daha fazla zengin olacağız veya öleceğiz.
Gerçekliğimizi tanımlayan Post-modern toplum düzeni, bize, köklerimizin olmadığını söylüyor. Mahvolduğumuzu, fakat bunun hakkında yapabileceğimiz bir şey olmadığını bize hatırlatan pasif nihilizmimizi besler. Tanrı, Smith ve Engels da söyledi, şimdi filmler, müzik, ve marketler bize hatırlatıyor.
Gerçek şudur ki, bu şartlar ve çevrede proleter kimliğin değersiz bir anlamı vardır. Sınıflar hala bulunmaktalar, fakat herhangi bir devrimci durumda değil. Çalışma sonrası çalışmalar, çoğu Amerikalının kendini orta sınıf saydığını göstermektedir. Kredi kartlarımıza ne borçlu olduğumuzdan ziyade neye sahip olduğumuzla değerlendiriliyoruz. Borç alınan ve muhayyel para, kimliği, uzlaşmayı, daha fazla nesne için ruhlarımızı satmayı arzu edişimizi besler.
Bizim gerçekliğimiz proleter kimliğin cevaplayabileceğinden daha derine gider. Uygarlık karşıtı eleştiri, durumumuzun daha çok ilksel kaynağının ötesine doğru işaret eder. Gerekli gösterilen üretim ve çalışma mitlerini kabul etmez, fakat bu şeylerin sadece mevcut olmadığı, fakat onların kasten itelendiği bir yaşam tarzını gösterir.
Modernliğin makineleştirdiği yaşam gibi artarak hissedilebilen bir şey yönlendirir. Geri kalan ekosistemlerdeki gelişme göz yaşları gibi. Üretimin tamamen sentetik bir yaşamı ürettiği gibi. Yaşam anlamını kaybettiği gibi. Dünya öldürüldüğü gibi.
Esasi savaşı savunuyorum.
Fakat bu sınıf savaşının uygarlık karşıtı şekli değil. Örgütlenmek için bir araç değil, fakat şiddetli öfke için bir terim. Evcilleştirme sürecinin her adımında hissedilmiş şiddetli öfkenin çeşidi. Sözcüklere dökülemeyen bir çeşit şiddetli öfke. Üretim ve baskı tarafından sessizleştirilmiş ilksel özün öfkesi. Uzlaşılamayacak bir çeşit şiddetli öfke.
Uygarlığı yok edebilecek öfkenin türüdür.
Bu kimlik sorusudur.
Üretici, dağıtıcı, mal sahibi, veya insani varlık mısın? Daha önemlisi, uygarlığı ve ekonomisini yeniden organize etmeyi mi istiyorsun veya onların yıkımından daha az hiçbir şeye razı olacak mısın?
* İşçilerin düşük ücret karşılığında, kötü koşullarda uzun mesaiyle çalıştığı iş yeri.
Çeviren : Elfun
Kevin Tucker
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder