09 Ağustos 2011

CENNET DİYE BİR YER'den, hüseyin ferhad











Dünya keşfedilmişti. Harflerin şifresi çözülmüştü. Anahtar keli­meler bulunmuştu. Beşerin hâfızasındaki boş kareler doldurulmuştu. Ünlem ve soru işaretlerine ihtiyaç yoktu artık. Artık coğrafyacılara kimse itibar etmiyordu. Nehirler geçilmişti. Göllere girilmişti. Çöller aşılmıştı. Dağlara çıkılmıştı. Yazıtlar okunmuştu. Otların sükûtu bo­zulmuştu. Haşhaşı çocuklar bile çiğniyordu Afganistan'da, Patagonya'da. Asya baştan aşağı fethedilmişti. İpek ve Baharat Yolu sürül­müştü, haritalardan silinmişti. Avrupa ve Afrika samuraylar tarafından işgal edilmişti. Aşk hür esarete, adalet hür inisiyatifsizliğe dönüşmüştü. Dualar dağdağasızdı, tasvirler mübalağasız.


Şaman İhşid mağarasına geri döndü. Mumlarını yaktı. Pelerinini yere serdi. Arap seyyahlarının bütün eserlerini rahlesine yığdı. Haya­tının son günlerini onlara ayırmıştı. Son nefesini verinceye dek bu "soytarıların "hayal cüzlerini okumak, kızmak, kalbini kışkırtmak, gençlik, çocukluk yıllarına geri dönmek, dinç, kin dolu, synic fikir­lerden arınmış bir halde sonun sonsuzluğuna göçmek istiyordu. Evet, Asya'yı muhasara eden, coğrafyanın belleğine nifak sokan bu ilim kılavuzlarının "hatıralarını buruşturup attıktan sonra ölmek istiyordu.


Uzun yaşamıştı İhşid. Çağların sisli patikalarında lüzumundan fazla dolaşmıştı. Ufka, guruba haddinden fazla bakmıştı. Arapların Maveraünnehir'i fethiyle başlayan, Moğol "galebe”siyle, Temur'un iktidarı ele geçirmesiyle

ivme kazanan, yine Temur'un saltanat yılla­rında biten (ama birden bire bitiveren) İslâm felsefesinin "altın çağl­ına bizzat tanık olmuştu. Bu dört yüz küsur yıl içinde, "insan"la Al­lah arasındaki görece ilişkiyi irdeleyen Batılıları, özellikle skolastik ve rönesans "aydınlarını derinden etkileyen, uzun yıllar Avrupa'da 'ders kitabı' olarak okutulan eserler dâhil, binlerce kitap yazılmıştı. Çoğunluğu "iman"la "akıl" arasındaki mutad çelişki üzerine, aklı red veya kabul eden, 'hâkikat'e, yani Allah'a "akıl sezgisi"yle veya imanla ulaşılabileceğini ileri süren yığınla yazı. Fasit bir daire. Yenenle yenilenin olmadığı bir düello. Ama tehditkâr, itham edici...


Kalemşörlerin hemen hepsi Türk düşmanıydı. Özellikle 'mesaî ve 'eşarî' okuluna mensup seyyahlar iflah olmaz cinstendiler Onların indinde Türk demek şer demekti. Yecüc demekti. İhşid çoğunu şahsen tanırdı, fakat (niye yalan söylesindi) bu zamana kadar eserlerinden hiçbirini okumamıştı.


Pelerinin üstüne çöktü. Ağzındaki yeşil zeytin tanesini muhabbetle çiğnedi, çekirdeğini boş mürekkep hokkasına tükürdü. Bir adet yeşil zeytin çarpı kırk gün eşittir şu kadar yıl ederdi. Evet, insan ömrünün ellilerde altmışlarda seyrettiği bir kıt'ada bin küsur yıl hayatta kal­masının sırrı, sihirli formülü bu diyetti. Ne tuhaf, diyeti kendisine öneren de bir Arap'tı. İranlı bir Arap muhacir. Cabir bin Hayyan, tam adıyla Ebu Musa Cabir bin Hayyan el-Azdî.


Onunla Şam'da tanışmışlardı. Aynı yaşlardaydılar. Birlikte Bağdad'a, Kûfe'ye gitmişler, simya ve kelâm üzerine geyik muhab­betleri yapmışlardı. Yanlış hatırlamıyorduysa, Cabir, İmam Cafer'in öğrencisiydi. Yine yanlış hatırlamıyorduysa, ünlü "mizan teorisi"ni Cafer'in ağzından kaptığı şu epigrama borçluydu: "Zekâyı, evrenin ruhunu, doğayı, formları, küreleri, yıldızları, dört doğal niteliği, hayvanı, bitkiyi, madeni ölçmeye yarayan teraziler vardır; ama hep­sinin içinde en yetkin olanı harfler mizanıdır." Cabir'e göre, terazilerin işlevi, cisimlerdeki "görünen"le "saklı olan" arasındaki nesnel bağlan­tıyı bulmaktı.


Bir şehid oğluydu Cabir bin Hayyan. Babası Emevî hanedanı tarafından boynu vurularak idam edilmişti. Kendisi de Arabistan'a gönderilmişti. Yaralıydı. Aklından kopan kayalar akisleriyle birlikte kalbine, ruhunun derinliklerine yuvarlanıyordu. Onulmaz acılar için­deydi. Her şeye ama her şeye mistik bir hınç duyuyordu.



Haksız mıydı, hayır. Fakat İhşid'ı alâkadar etmezdi, etmiyordu. Nitekim tespitlerinin leyh veya aleyhine tek kelime sarfetmemişti, Cabir ne diyorsa belleğine eksiksiz kaydetmeye özen göstermişti.
Sonunda patlamıştı üstad. "Sen kimsin," demişti. "Allah'ın düş torbamıza musallat ettiği bin cin mi?.."


Gülmüştü İhşid. "Ben samanım. Gök Tanrı'nın bir kılavuzuyum. Görevim âlemi onun adına temaşa etmektir."


"Yani putperestsin!"


"Adını sen koy. Öyle diyorsan öyledir."


Cabir hayret ve hayranlıkla bakakalmıştı. Ezan sesleriyle çalka-nan, coğrafyada putperest bir kalem noyanı... İnanmak güçtü. Üstelik saklamıyordu da hazret. "Kader'e de inanmazsın o zaman sen," diye sormuştu İhşid'in gözlerine sokularak.


"
Bizim Kader inancımız sizinkinden farklıdır. Oluş ve hareket, koruyucu ruhların icazetine ve Tanrı'nın rızasına bağlıdır."


"Anladım. Demek ki sen rafızî yola düşmediğin sürece ilelebet hayatta kalabilirsin. Tabiî gövden ufalanıp dağılmazsa..." Gri düşün­celere dalmıştı sonra.


Üç bin kitap (cüz demek daha doğru olur) yazmıştı Cabir. İlham perilerinin definesine erişmişti. Edebî ve ebedî hayatın sırrını bul­muştu. Lakin İslâm topraklarını kana bulayan kabîle savaşlarından, Şiî-Sünnî çatışmalarından bunalmıştı. Daha kötüsü; ümidini, yarınlara ilişkin büyük inancını yitirmişti. Yakında öldürülecekti, biliyordu. Sırlarıyla birlikte ahirete gideceği günü bir semender sabrıyla bek­liyorduKi İhşid’le tanışmıştı. Ona söz konusu diyeti önermişti.ki İhşid'i yol üstünde tek başına bırakıp sırra kadem basmıştı


İhşıd'in gözlen doldu, kirpikleri yaşardı. Cabir bin Hayyan müs­tesna bir insandı. Şu sıra anımsamak istediği, hayal cüzlerini mıncık­lamak için yanıp tutuştuğu "müelliflerin haricinde bir Arap'tı. Şiîydi, mümindi. Yine de onun kutluğ anısına kıbleye üç çamçak kuruz saç­maktan kendini alamadı.


Alelacele rahlesindeki kitaplardan birini çekti. Sırf Cabir'i unut­mak, onun gülümser çehresini, ezilmiş zeytin tanelerine benzeyen gözlerini hafızasından kazımak ardacıyla tam ortasından okumaya başladı. Küfrün tedavüle konduğu on üçüncü bab'dan:


"...Dilleri ve yapılan açısından bunlar dünyanın en iğrenç insan­ları. Dilleri tavuk gıdaklamasına benziyor. Buraya bir günlük yerde Ardkva adındaki kasabada Kardlar diye bir kabile yaşıyor. Onların dili de tam kurbağa viyaklaması gibi."


İhşid sağ işaret parmağını kitabın arasına koydu, kapattı, göğsüne bastırdı. Bu, ben-i Yasef i sinek gibi gören ırkın sesiydi; Arapların. Demek doğru kulvar üzerindeydi. Okumaya kaldığı yerden devam etti:


"Kar. Kar. Yine kar. Mihmandarımız dâhil hepimiz donuyorduk. Oysa mihmandarımız bir Türk'tü. Burada doğup büyümüştü. Soğuğa dayanıklı olması gerekirdi. Yine de homurdanıp duruyordu. Halife bizden ne istiyor, diyordu. Öldürecek bizi bu kışta kıyamette, diyordu. Arzu ettiği şeyi bilsek verir kurtulurduk, diyordu. Dayanamadım. Halife ne isteyecek be adam, dedim. Allah'tan başka tapacak ilâh yoktur dememizi istiyor. Pis pis sırıttı. Doğru olduğunu bilsek söyler­dik, dedi."


İhşid bir kahkaha koy verdi. Müellif kimdi acaba? Kitabın kapa­ğına baktı. Yazmıyordu. İlk sayfasına baktı. "Bu kitap Ahmet bin Fadlan bin Abbas bin Reşad bin Hammad'ın kitabıdır," ibaresini gör­dü. Ahmak herif, dedi. İyi tanırdı îbn Fadlan'ı. Şeceresi meçhuldü. Hatta Arap bile değildi. Abbasî komutanı Muhammed bin Süleyman'­ın kölesiydi. Yıldızı, efendisiyle birlikte Halife Muktedir adına elçi gittiği Batı Türkistan seferi sonrası parlamıştı. Kitabında "iğrenç insanlar" diye aşağıladığı belki de akrabalarıydı, "tavuk gıdaklaması" ve "kurbağa viyaklaması" diye horladıkları da anadilinin lehçeleri.


Sevinci daha menbaındayken pıhtılaşmıştı. Binbir zahmetle yaka­ladığı yeşil örümcek avuçlarından kayıp kumlara, Mecnun'un ayak izlerine karışmıştı. İhşid merak böceğinin itirazına rağmen okumaya devam etti:


"Kadınları, ne kendi erkeklerinin, ne de yabancıların yanında peçe kullanıyorlar. Vücudlarını bile örtmüyorlar. Dün bir Oğuz'un evinde oturuyorduk. Karısı da yanmazdaydı. Biz konuşurken kadın bir ara edep yerini açıp kaşıdı. Hepimiz gördük. Hemen ellerimizi yüzümüze götürüp Allah'a günah yazmaması için dua ettik. Kocası tercüma­nımıza ne derse beğenirsiniz: 'Sizin önünüzde açılmamızın nedeni, gördüğünüz halde kendinizi tutmayı öğrenesiniz diyedir. Çünkü ulaşa­mazsınız. Böyle olması, gizli olup da elde edilebilir olmasından daha iyidir.' Çok tuhaf, zina bu insanlara çok yabancı. Ama, birisinin zina işlediğini öğrenirlerse, onu hemen iki parçaya ayırıyorlar. Bunu yapmak için günahkârı önce iki ağacın dallarına bağlıyorlar, sonra ağaçları deviriyorlar. Akabinde de adam ikiye bölünüyor."


Yoo, İhşid hiç tanık olmamıştı böylesi bir infaza. Olmak da iste­mezdi. Eğer bu tür bir olayla karşılaşsaydı da samandır diye kendine fikir soranlara ne derdi bilemiyordu. Orta Asya step törelerinde değil zina, akraba, hatta kabile içi evlilikler bile yasaktı. Bunun iki nedenin­den biri, aile, kabile birliğini korumaktı. Diğeri ise, döl kadim atalarına meyleder, idoller tekrar ete ve kemiğe bürünür endişesiydi. Çünkü İhşid dahil Türklerin hemen hepsi it baraktan, börtü böcekten türe­diklerine inanırlardı.


îbn Faldan elbette anlayamazdı Türkleri. Nüfus hüviyet cüzdanı gözyaşına banılmış bir kalemşordu o; bir cüce. Risalemde de (İbn Faldan'ın kitabının adı Risale'ydı) sırf gördüklerini değil, duyduk­larını, duymak istediklerini yazmıştı. İhşid Risale'nin son paragrafını yüksek sesle okudu:


"Hazarlar ve hanları hep Yahudidir Bulgarlar da, öteki komşuları da onların buyruğundadır. Hepsi Hazar Kağanı'na taparcasına itaat ederler. Bazılarına göre, Yecüc'ler Hazarlardır."


Oysa Hazarların, genelde Türklerin indinde İslâmiyet kutsal ya­zılara sahip üç dinden birisiydi. Hatta Müslümanları Hıristiyanlardan daha çok severlerdi, Musevîliğe ibrahim'in, İslâmiyete de İsmail'in dini derlerdi.


İhşid belleğini yokladı, step insanının yücelişine tanık İbn Fadlan türünden fakat muhatap kabul edebileceği başka kalemşörler arandı. Çok geçmeden de İbn Batûta'nın ismi harfler âleminden kayıp akıl defterine düştü.


Görünmez bir el sağdan sola İbn Battûta'nın tam adını yazdı. Ebu Abdullah Muhammed bin Abdullah el-Levati et-Tanci ibn Battuta. Demek müellifin küçük adında iki değil üç t harfi vardı, u harfinde uzatma işareti kullanılmayabilirdi de. Arap yazarlar nedense çok uzun sıfatlarla anılmayı yeğler, şecerelerini tümüyle isim hanelerine önüne istiflerlerdi.


İbn Battuta’nın (ki adının doğru yazılışı buydu) eserinin adı da çok uzundu, kalındı. Tuhfetü 'n-Nüzzarfı Garaibi 'l-Emsal ve acaibi'l estar.


İhşid rahlesindeki kitaplara baktı, bu adda bir eser yoktu. Zaten olmaması da gerekirdi. Çünkü İbn Battuta şom ağızdı bir seyyah değildi. Vakur, ama edepliydi. Bu yüzden de söz konusu eseri sırça sandığına kilitlemişti. Kalktı, Tuhfetü'n-Nüzzarfi Garaibi'l-Emsal ve acaibi 'l-estar 'ı mağarasının asma katırdaki sırça sandığından çıka­rıp getirdi. Sayfalarını muhabbetle çevirdi. Daha önce mim koyduğu bölümü buldu. Hazarların yaşadığı coğrafyada, Dinyester'le İrtis nehirleri arasında İbn Battuta'nın Deşt-i Kıpçak adını verdiği ülkede İbn Fadlan'dan ve Hazarlardan dört yüz küsur yıl sonra hüküm sürmüş Özbek hanedanını resmettiği paragrafları tek tek ayıkladı.


İbn Battuta, "Kadın efendi, Muhammed Özbek Han'ın iki oğlu Can Beg'le Tin Beg'in annesi Taytuglu Hatun'dur/1 diye bir girizgâh akabinde baklayı ağzından çıkarıyordu. Büyük bir ciddiyetle şu rivâyet'i naklediyordu:


"Ancak prenses İt Küçücek'in annesi olan Hatun'un yeri, kadın efendi Taytuglu'dan bile önde gelmektedir. Özbek Han çoğu gecele­rini onunla birlikte geçirmektedir. Halk da bu ilgiye mukabil en büyük saygıyı söz konusu Hatun*a göstermektedir. Oysa Han'ın kadınlarının içinde eli en sıkı olanda budur. Dün erkândan biri, Hatun'un çok ilginç bir özelliğini daha fısıldadı bana. Hatun her Cuma sonrası tekrar bakire haline dönüyormuş. Başka biri de onun Sultan Süleyman'ın saltanatının çökmesine sebep olan zen soyundan geldiğini söyledi. Rivayete göre, Süleyman yeniden iktidara geldiğinde malûm afrodizyak kadının steplere atılmasını buyurmuş. Bunun üzerine Deşt-i Kıpçak'a bırakılan kadının rahminin halkaya benzer şekle dönüş­tüğünü ve onun soyundan gelen bütün kadınlarda da bu hususiyetin görüldüğünü ekledi sözlerine. Gerçi Deşt-i Kıpçak dışında Asya'nın gezdiğim diğer ülkelerinde ne buna benzer bir söylenti duydum, ne de böylesi bir kadınla izdivaç yapan birisiyle karşılaştım. Söylemesi ayıptır, bendenizin toprağına da bu zenlerden biri ayak basmış değildir"


İbn Battuta Faslıydı. Soylu bir ailedendi. Fıkıh ve edebiyat öğreni­mi görmüştü. Yirmi bir yaşında da dünyayı keşfe çıkmıştı. Hemen bütün müslüman ülkelerini gezmiş, Çin'e, Sri'Lanka'ya kadar git­mişti. Maliki mezhebindendi. Yine de ziyaret ettiği halkların âdet­lerine harfiyen uymuş, erişilmez bir bilgi ve tecrübe abidesi olmuştu.


İhşid Onunla ters bir zamanda karşılaşmıştı. Belh'te. Maveraünnehir üzerinden Afganistan'a geçerken. Maveraünnehir yıkık döküktü o sıra; fakirdi. İpek Yolu tekin değildi. Bu yüzden İbn Battuta ve maiyeti huzursuzdu. Bir an önce bu diyardan savuşmak istiyorlardı. İhşid ısrar etmedi. İyi; gitsinlerdi. Nitekim ertesi sabah yola koyul­dular. Fakat İbn Battuta tuhaf bir önseziyle İhşid'in bediüzzaman kimliğini farketmiş, altı yüz küsur yıl sonra bu yazıda ele alınacağını sihirli küresinde görürcesine İhşid'i kaldıkları kervansarayın tenha bir köşesine çekip sözkonusu Hatun'u ziyaretini de sol kulağına anlatıvermişti. "Mehemmed Özbek Han'la görüştükten hemen sonra söz konusu kadının çadırına girdim," demişti. "Çocuk yapma zamanı geçmiş on kadar kadın hizmetkâr arasında oturuyordu. Elli kadar cariye de önündeki altın ve gümüş tabaklardaki kirazları ayıklıyor­lardı. O da sağ tarafındaki altın sinide bulunanları temizlemekle meşguldü. Kendisini selâmladık. Yol arkadaşlarım arasında güzel bir sesle ve Mısır usulünce Kur 'an okuyan bir hafız vardı. Kur 'an dinledi, teşekkür etti. Hepimize zarif ve hafif ağaç kadehlerle kımız ikram etti. Üstelik bana da kadehi kendi eliyle verdi. Bu hareket onlara göre ikramların en büyüğü sayılır. O güne dek kımız içmemişsem de ikramını geri çevirmem mümkün olmadı. Şöyle bir taddım, hoşlanmadığım için kadehi arkadaşlarımdan birine veriverdim. Seyahatimin nasıl geçtiğini uzun uzadıya sordu. Dilimin döndüğünce arz ettim. Eli sıkı ama hoş bir kadındı. Merakımdan, bir de Han'ın katında pek itibarda olmasından hatunları ziyarete (ki dört kişiydiler) ilk ondan başlamış idik."


Nükteden bir insandı İbn Battuta. Bir şiir/kelâm seyyidiydi. İhşid'in yanı başından ufka doğru çekilip gitmişti. Kimbilir, belki de hayatının geri kalan kısmında edep yeri yuvarlak zenlerle de halvet olmuştu. Her kalemşor bir parça teşhircidir, fakat Tuhfetü 'n Nüzzar fi Garaibi 't-Emsal ve acaibi 'l-estar'da bu meyanda başka enstantane yoktu. İhşid enikonu yorulduğunu hissetti. Onun kadim dostlara değil, mendebur hasımlara, inançlı düşmanlara ihtiyacı vardı şu sıra. Şövalye edasıyla, mücahid çalımıyla karşısına dikilsinler istiyordu. Kalbini kışkırtsınlar, yaralarını kaşısınlar, rüzgâra tükürsünler.


Yoo, İhşid'in aradığı ne İbn Fadlan'dı, ne İbn Battuta. O zavallılara ve bilgelere el kaldırmayan bir ırkın temsilcisiydi, kayıp abdalıydı. Ölmeden önce varolması, tarih sahnesine fırlaması, harfler terazisinin sol kefesine yükünü yıkman gerekiyordu. Kılıçla, kalemle soydaş­larının üstüne üşüşen gaza ve cihâd tellâllarıyla, hiç değilse birisiyle dövüşmeye mecburdu. Ümidle el-Buharî'nin Camiu's-Sahih'ine uzandı. Bildiği kadarıyla Camin s-Sahih, Sünnîlerin Şeriat anlayışının Kur'an'dan sonraki en muteber kaynağıydı. Ebu Abdullah Muhammed bin İsmail el-Buhari (ki tam adı buydu), sırf bu kitabı yazmak amacıyla Mısır'la Maveraünnehir arasında mekik dokumuş, binlerce anekdot devirmiş, İslâm intelijansiyasının fikir hazinesini didiklemiş, Muhammed'in ağzından çıkan kelimeleri harfiyen kaydetmeyi üstüne vazife bilmişti. Hülâsa, Camiu's-Sahih büyük bil­emek ürünüydü, kalemşörlerin eline besmeleyle aldığı bir şaheser. İhşid'in aradığı kem sözler yoktu belki ama cihâd-ı fi sebilullah'ın ideolojisini vermesi bakımından "değerdi tartışma götürmezdi.


El-Buharî Camiu's-Sahih'inin "Kitab-ı Cihâd" adını verdiği en hacimli cildinde (ki tamamı dokuz cilttir), Muhammed'in bir hadisine atfen, "küçük gözlü, kırmızı yüzlü, suratları kalın deriden yapılmış kalkanlara benzer Türklere karşı savaşlar yapılmadıkça hüküm günü gelmiş olmayacaktır," diyordu. "Hüküm günü gelmeyecektir, ta ki sizler kıvrık kıldan yapılmış sandal giyen Yecüclere karşı savaşana kadar!"


Ohoo, bırakalım kem sözü, el-Buhari Arapları resmen Türklere karşı kışkırtıyor, onları münafıklarla, Yecüc'lerle eşliyordu. Hoş, İbn Fadlan da aynı tabiri kullanıyordu, fakat o hiç değilse savaştan söz etmiyordu. Yoksa İhşid mi atlamıştı? Aklının kıvrımlarında uyuklayan Kızıl Elma ejderinin kımıldadığını, gözlerini kırpıştırdığını, keyifle esnediğini hissetti. Bu iyiye güzele delaletti. İhşid Yecüc kelimesinin altını çizdi; el-Buharî-nin şeceresini kurcalayıp külliyatını şehre geçmezden önce bu terimin etimolojisini tetkike karar verdi. Bu iş için el-Bağdadinin Lûbab üt-Te'viifi Madn'ı-t Tenzil9i bulunmaz bir nimetti, biliyordu. Hemen el-Buharî'nin hanesine mim koyup diğer haneye geçti.


El-Bağdadî, "Yecüc kelimesinin aslı, ateşin şeraresi ve ışığı anlamına gelen Ecic ünnar maddesindedir," diyordu. "Onların bu adla çağrılmalarının nedeni, kesret ve şiddet itibariyle Ecic'e benzetilmelerindendir. Neslen Yasef ibn Nuh evlâdındandırlar ve Türkler de onlardandır. Rivayete göre bunlardan bir taife talana çıkmıştı; o sırada Zül Karneyn şeddi inşa ettiğinden o taife sed haricinde terk-edildiler."


el-Bağdadî marjinal bir kalemşordu. Eserlerinde nesnelerden ziyade imgelere dokunmayı denemişti. Lûbab üt-Te'vit fi Maân'ı-t TenıiTi de okunsun diye değil arada bir bakılsın diye yazmıştı. İhşid de öyle yaptı, tam adını dahi telafuz edemeden el-Bağdadî'ye gönül kapısını kapadı.


Arap müellifler Türklerin Yecüc Mecüc'ler, özellikle Yecücler olduğunda hemfikirdiler demek. Sırf Arap müellifler mi? Dönmeler, örneğin Sadî gibi sözümona Pers menşeli kalemşörler de Türkleri öyle görüyorlardı. Gülistan da, "Her ne kadar dış görüntüleri insana benzese de," diyordu, "hiçbir kurt, kana susamışlıkta, hiddette, leş kuşlarının yırtıcılığındaki Türkleri geçemez"


Demek ki el-Buharî'nin savaş teklifini kabullenmekten başka bir alternatifi yoktu İhşid'in. Çünkü İhşid "kıvrık kıldan yapılmış san­dal giyen" Yücec taifesinin samanıydı, bir sır kâtibi. Camiu's Sahih'i dizlerine sermeden önce, mağarasının teras katındaki kalemşörler kütüğünü tebeşir dairesine taşıdı. Dilini şaplatarak mizan teorisinin harflerine başını soktu.


el-Buhari Maveraünnehir havzasındaki Buhara şehrinde doğmuş­tu. Mevâlî bir ailedendi Çocuk denecek yaşta Muhammed'in sözlerini ezberlemiş, Kur'anı hatmetmişti. On altı yaşında da hacca gitmişti. Hayatı boyunca Kahire-Semerkand hattında...


Aa, bu, Merv'de karşılaştığı hafız çocuktu. Eflatûnla Platon'un akrabalığını sormuştu kendine. "Aynı kişidir," cevabına afallamış fakat hayretini kelimelere vurmaktan kaçınmıştı.


Sıçan yılıydı. İhşid dün gibi hatırlıyordu. Kardan, tipiden göz gözü görmüyordu. Karşısına çıkan ilk konağın kapısını çalmıştı. Hoş bir tesadüf; burası umuma açık bir dergâhtı. Sıcaktı. Cemaat, kafiyesi bol veciz sözlerle Eflatun un Politeia'sını tartışıyorlardı.


İhşid oldum bittim hazzetmezdi bu tür tartışmalardan. Çünkü münazara vukuatla sonuçlanır, biri veya birkaçı zındıklık'la suçlanır, sorunlar başka mecralara, bölge valisinin hakemliğine taşınırdı. En iyisi sukut etmek, meclisin haricinde kalmaktı.


Lakin söyleşi İhşid'in tahmininin aksine mutedil bir havada seyrediyordu. Hatip (ki kırk yaşlarında erkândan bir zattı) adeta fısıltıyla konuşuyor, sorulan iddiasız bir üslupla yanıtlıyor, şerh ve şerriyyeleri tebessümle akıl defterine kaydediyordu. İhşid ihtiyatla yaklaştığı güruha, hararetle katılmaktan kendini alamamıştı.


Etüd ve mütalaa sabaha dek sürmüş, Platon'un, Plotinos'un, Cabir bin Hayyan'ın risaleleri elden ele dolaşmıştı.


Evet İhşid çok iyi hatırlıyordu el-Buharî'yi. Teneffüs saatlerinde Kuran’dan sûreler, Ali bin Ebu Talib'den şiirler okunmuştu. Ürkek ve meczup bir çocuktu. Aslen Türkmen'di. Soyadından nasıl da anlayamamıştı. Yukarıdaki satırları onun yazdığına inanmak sahiden güçtü. Acı vericiydi. Hazret, İslâmiyet adına, Araplar adına, mümin­leri yekten Yücec nesline karşı cihâda çağırıyordu.


Ne denir? Kendi benliğini lanetleyen bir kalemşor hangi kelime­lerle tenzih edilir?


İhşid aczini ifade edememenin ıstırabıyla dönendi, çırpındı; İbn Fadlan'ın, el-Buhari'nin üstünü çizdi.


Vaktiyle Bizanslılar İran'a, "Şeytanın ülkesi" derlerdi. Değil zap­tetmeyi, hudut şehirlerine sarkmayı bile akıllarından geçirmezlerdi. Korkaklardı. Aynı şey Hire savaşına kadar Araplar için de sözkonusuydu. Fakat V1J. yüzyılın başlarında Hire’de, Perslerle karşılaştık­larında, bunların "kızıl gözlü, cinler" olmadıklarını temaşa edince çok şaşırmışlardı. Akabinde de Mezopotamya'yı, İran'ı ilga, Mavera­ünnehir'i de işgal etmişlerdi. Üç asır gibi kısa bir süre içinde de Kur'anı İndus nehrine, Altay dağlarına ulaştırmayı başarmışlardı. Perslerin cihâd-ı fi sebilullah'a boyun eğmesine, Muhammed'e ve Allah'a biat etmesine karşın, Soğd ve Türk kavimlerinin İslâmlaşması (asimde edilmesi demek daha doğru olur) uzun zaman almıştı. Sayı­larının üçte ikisini kırpmak gerekmişti.


Ama IX. yüzyıldan itibaren, İran ve Maveraünnehir'de kendi­liğinden oluşan intelijansiya (ki el-Buharî de bunların kalem mümin-lerindendi), din ve "medeniyet" adına işlenen cinayetleri teyid etmekle kalmamış, samanlıkla birlikte Türkçeyi de reddetmeyi marifet bilmiş (ki Türkçe hemen hepsinin ana diliydi), Arap egemenliği dışındaki Orta ve Doğu Türkistan'ı da Bizanslıların malûm tabirini anıştırır biçimde "Yecüc'ün ülkesi" diye tesmiye etmişlerdi. Oysa Türkler görkemli bir geçmişe, çöl hafriyatçılarına pabuç bırakmayacak kutluğ bir şecereye sahiptiler. Din ve "medeniyet yağ­murları yağar geçerdi. Dün Musa, İsa, bugün Muhammed. Yarınlar yine en eskilerindi, samanların, Dört Rüzgâr bahadırların. . Telaş­lanmak, salvolarla cenk meydanlarına taşmak, budalaca, gündem harici taşkınlıklar yapmak anlamsızdı. İhşid bunları biliyor^ . Fakat iğvâ ve ihanet erbablarım bulgulamak, nüfus hüviyet cüzdanlarını tetkik etmek de şarttı. İhşid'in zaman zaman başvurduğu Levh-i Mahfuz, yani Şuara Kütüğü ve Resimli Lanedliler Kitabı, bu tür çalış­malardandı işte. Dört Rüzgâr tarikatınca hazırlanıp İhşid'e ve diğer üyelerine (ki sayıları iki elin parmağı kadardı) ulaştırdıklarıydı.


Levh-i Mahfuz'da başka kimler vardı acaba? İhşid o değilden, şöylesine bir göz attı lanedliler babına. İrkildi. Gözlerine inanamadı. İslâmiyet adına Türklerin yüzüne tükürmeyi hüner sayanların hemen hepsi maalesef Türk menşeliydi. İbn Sina'yla el-Bağdadî'nin de adını listede görünce içi bunaldı, benzi attı. Cihâd-ı fi sebilullah sırf Asya'nın Ön'ünü değil, Ortasını da kalben fethetmişti demek. Yazıklar olsundu ben-i Yasef nesline...


Şaman İhşid aslen Kırgız'dı." Altay sıradağlarının kuzeyinde, Buluha doruğunun eteklerinde dünyaya gelmişti. Ufkun ve gurubun arkasını, ışığın ve karanlığın menbaını merak etmiş, sırf bu merakını gidermek amacıyla da yollara düşmüştü. Cabir bin Hayyan'ın tav­siyesi olan ölümsüzlük iksirini eğnine zerketmesiyle birlikte de elini kolunu sallayarak çağların labirentlerinde dolaşmaya başlamıştı. Gök Tanrı'nın bir sureti değildi o; biliyordu. Semavî dinlerde tarif edilen, örneğin İsa benzeri bir peygamber de değildi. Hatta kutluğ bir insan bir teb-Tengri, bir idol de değildi. Sıradan, alelade bir havariydi İhşid. Dört Rüzgâr'in bir şamanı. Dünyaya GökTanrı'nın adaletini hüküm­ran kılmaya gelen noyanlara yardıma mecbur, hatta mahkûm bir bilgeydi, o kadar.


Lakin bin küsur yıl uzun bir zaman dilimiydi. îğva ve ihanetin bin küsur defa tedavüle konulup kaldırıldığı bir süreç. Artık yorulmuştu. Pasifik'ten Hazar'a, Akdeniz'e, Tuna'ya savrulan ırkının ardı sıra koşuşturmaktan bıkmıştı. Her seyahat sonrası buraya, Zerafşan'a dönmek de ayrı bir dertti. Üstelik tehlikedeydi de. Mağara­sının bulunması ihtimal dahilindeydi. Albert Einstein, Stephen Hawking tülünden bir işgüzar sır düğümünü şıpınişi çözebilirdi. Fizikötesi denilen hudut ulaşılmayacak bir mesafede değildi ki.


Rahlesindeki kitaplara tekrar baktı. Hevesi körelmişti. Hangisini eline alsa müellifi ya Türk menşeli çıkıyordu, ya Pers menşeli. Oysa İslâmiyet Arapların bir diniydi, Muhammed Arap ırkının bir peygam­beri. "Allah, Hz. İbrahim'in evladından Hz. İsmail'i, Hz. İsmail'in evladından Haşimîleri, Haşimîler içinden de beni süzüp seçti," demişti. Yoo, kızmıyordu ona. O, Türkleri bilmezdi, bilmiyordu. Yecüc Mecüc tabirini de Kitab-ı Mukaddes'ten almıştı. Türklerle sözkonusu "taife"leri eşleme "şerefi, Arap menşeli, İslâm icazetli sözümona "belagat, talâgat, hazır cevap ehli" malûm kalemşörlere aitti. İhşid'in aradığı bunlardı, bunlardan biri.


Uzandı, meşin kaplı bir kitap seçti kendine. Kapağındaki îhya-i Ulumu 'd-D in yazısını isterik bir vecdle okudu. Satırların, paragraf­ların arasında koşuşturmaya başladı. Müellif ebu Hamid bin Muhammed et-Tusî el-Gazalî'ydi, nam-ı diğer Hüccetüt-İslâm.


İhşid el-Gazzalî'de dişe dokunur bir paragraf, sivri bir cümle bu­lamadı.


Yoo, hayır, onun da diğerlerinden farkı yoktu. "...Vahşi hayvan­lara benzer tüm yönlerine karşı Türkler, Kültler ve Bedeviler, doğal bir içgüdüyle yaşlılara saygı gösterirler," diyordu. "Çünkü yaşlıların tecrübeye dayalı olarak keskinleşen zekâları nedeniyle üstün oldukları kanısındadırlar."


İhşid delirecekti. Hışımla rahlesindeki el-Gazzalî külliyatını kaldı­rıp Asya'nın Ön'üne, Arap yarımadasına attı.


Tam bu sırada gözüne Hududu'l Âlem çarptı. Tipik bir coğrafya kitabıydı Hududu 7 Âlem. Sırf dinlenmek, bin küsur yıl dolaştığı ülke­leri bu arkaik albümde, arz dairden arasında tekrar temaşa etmek arzusu ile kucakladı. Sayfaları sağdan sola usul bir güvenle çevirdi. Harflere, anahtar kelimelere büyüteçle baktı, çizgilere, mürekkep le­kelerine dürbünle. Yanılmıyorduysa, bu atlas, Semerkand'da hazır­lanmıştı. Yanılmıyorduysa, Amr AIû'l Harir Muhammed bin Ahmed'e sunulan bu eser, seyyahlarla vakanüvislerin ortak bir yapıtıydı. Yanılmıyorduysa, Hududu'l Âlem Türk menşeli halklara önyargısızdı.


Yoo, yine yanılıyordu. Müellif(ler) her kim(ler)se, Türkleri, ama bu kez sadece Kırgızları, Kur'an' da adı geçen ve Muhammed tara­fından tarif edilen Yecüc ve Mecüc'lerle eşliyordu: "Onların hüküm­darları Kırgız Han diye bilinin Bu millet vahşi yaratık tabiatındadır ve insanlarının haşin, sert yüzleri vardır ve sakalları seyrektir. Yasa nedir tanımazlar, merhamet nedir bilmezler, fakat iyi dövüşürler. Ve savaşçıdırlar. Çevrelerinde bulunan tüm ülkeler halklarıyla husumet ve savaş halindedirler. Ateşe taparlar. Ve ölülerini yakarlar."


İhşid Hududu! Alem'i yavaşça yere bıraktı. Elleri titriyordu. İçindeki nahoş sözlere karşı halkının hiç bu kadar güzel tasvirini okumamıştı bu zamana dek. Gözleri yaşardı. Uzakta, çok uzakta kalan dostlarını, akrabalarını düşündü. Şimdi semalardan kendine sinsice bakıp Gök Tanrı'nın otağında kımız içiyor olmalıydılar. Sağ işaret parmağını kımız mataracına batırdı, kılcal damarlarından kalbine, aklına yükselen kısrak sütünün ürpertisini dinledi. 'Cabir bin Hayyan'ın diyetini bozmaya, zaman tünelindeki yolculuğunu nokta­lamaya karar verdi.


Dışarı çıktı. Seher vaktiydi. Zerafşan’a sabah oluyordu yine. Kurtlar, leoparlar inlerine çekilirlerdi birazdan. Puhular susarlardı. İhşıd vakitlerden en çok Zerafşan gecelerini, hayvanlardan da puhuları severdi. Son iki yüz yıl mesaisinin büyükçe bir bölümünü bu yüzden mağarasında geçirmişti. Gündüzleri uyumuş, geceleri mutarid adım­larla İpek Yolu'nu arşınlamıştı. Artık yeterdi. Ayak sürüyerek geniş bir daire çizdikten sonra mağarasına geri döndü. Sıkılıyordu evet. İçi daralıyordu. Üst üste üç çamçak kımız içti. Hırçın, suçlu bir çocuk gibi rahlesinin eşiğine çömeldi. Çağların aralından bin bir zahmetle mağarasına taşıdığı eserlere hüzünle baktı, "Okumak amaç değil araç­tır," dedi. "Oysa bencileyin küf kokuyor hepsi de. Pas ve neft..."


Yine de el-Mesudi'nin "veda eseri' sayılan Kitabü't-Tenbih ve'l-İsraf'a söyle bir göz atmaktan kendini alamadı. Ebu'l-Hasan Ali bin el-Hüseyin el-Mesudî (ki tam adı buydu), safkan Arap'tı. Arapların Herodotos'u olarak kabul ediliyordu. Tarihçi ve seyyahtı. İbn Haldun onun adını muhabbetle anmış, hocam sayılır demişti. Bu yüzden İhşid en alta koymuştu onun kitabını. Gerçi Kitabü 't Tenbih ve 'l-İsraf'm dışında otuz küsur kitabı daha vardı el-Mesudî'nin, ama baş yapıtı son nefesiydi, buydu.


İhşid el-Mesudî'nin coğrafyasında Türklerin, dahası Kırgızların yerini sanki eliyle koymuş gibi buldu:


"Kuzeyin daha yukarılarında yaşayanlar daha aptal, daha kaba ve daha vahşi olurlar," diyordu el-Mesudî. "Kuzeye doğru gidildikçe bu nitelikler daha da artar. Örneğin Kırgızlar böyledirler. Ufka ve guruba uzakta yaşadıklarından (bulundukları yerde çok kar vardır ve oralarda çok soğuk yapar), şişman ve gevşek vücudludurlar. Fakat kemikleri öylesine elastikîdir ki, kaçarken arkalarına dönerek ok atabilirler, çok etli vücuda sahip olduklarından oynak yerleri oyuk oyuktur, yüzleri yuvarlak, gözleri küçüktür."


Evet İhşid'in aradığı ha um el-Mesudî'ydi. Mağrur ve ukalâydı, bilgili ve inançlı. Türkler n, özellikle Kırgızların potansiyel düşmanı. Ne var ki, İhşid düellodan vazgeçmişti. Kılıcını ve eldivenlerini mağa­rasının eşiğine atmıştı. Cabir'in mizan teorisi tam anlamıyla Aziz Nesin'likti (ki hazret Türklerin yüzde altmışı aptaldır diye bar bar bağırıyordu), harfler terazisi de İlhan Arsel'lik (o da Arap Milliyet­çiliği ve Türkler diye hacimli bir kitap kaleme almasına karşın hal­kının tarihini bir nebze olsun bilmiyordu).


İhşid veda seremonisine hazırlandı. Bir' "barbar"dı o, evet, Yasef ibn Nuh'un on üçüncü kuşaktan evladı; bir Yecüc; Tesadüfen, hatta yanlışlıkla, antikitenin imgelem rahlesinden XX. yüzyıla yuvarlanmıştı. Al-i Osman'ın reddini, Jön Türklerin ilgasını işaret parmağının arkasından seyretmişti. Kalbinin yırtığının kendiliğinden kapanacağı hüküm gününü sabırla beklemişti. Ancak zaman yaralarını sağal­tacağına azdırmıştı. Yoo, istikbâle ilişkin büyük ümidini yitirmemişti.Tam tersine, vakt iriştiğindel ırkının Dön Rüzgâr Tarikati'ni keşfedeceğini, rûy-ı zemin'e hükümran kılacağını biliyordu. Tüm kalbiyle inanıyordu Kızıl Elma idealine, Ergenekon efsanesine, şafa­ğın dor atlılarına. Ne var ki İhşid'den bu kadardı. Mevâli Türkler, özellikle IX-X1V. yüzyıl kalem
efendisi intelijansiya iktidar meşalesi­ni söndürmüştü. (Keşke daha evvel okusaydı bu "soytarıların "hayal cüzlerini.)Sahtiyan çizmelerini giydi. Pelerinini sırtına, papağını ba­şına geçirdi. Dışarı çıktı. Ufku ve gurubu kutsadı; koruyucu ruhlar adına Asya'nın Ön'üne ve Orta'sına üçer çamçak kımız saçtı. Mağa­rasını, mağarasının zahirî ve batını katlarını tek tek ateşe verdi. Aka­binde de harfler âleminden ebediyete, sonun sonsuzluğuna göçtü.


Mekânı Cennet olsun.






Amin.

Hiç yorum yok: